https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment10
Partial Transcript: Ben 14 Şubat 1957 İstanbul doğumluyum. Çocukluğum Hasköy’de geçti. İstanbul Hasköy’de. Dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğuydum. En büyüğümüz ablam, sonra abim Hayrettin Eren. O da 2 Mayıs 1954 doğumlu. Üç yaş var aramızda ve benim küçüğüm Faruk Eren. Onunla da yedi yaş var. Dolayısıyla 4 çocuk bir arada. Bir Çerkez ailenin çocuğuyum. Bu bize ayrıcalık katıyor. O nedenle özellikle belirtmek istedim, etnik kökenimiz nedeniyle de. Yani 4 çocuk, Hasköy’de bir işçi semtinde büyüdük. Babam, belediye, İstanbul Belediyesi’ne bağlı Karaağaç kurumlarında çalışırdı ve 4 çocuğuna bakardı. Hepimiz Hasköy’de ilkokulu bitirdik ve ortaokulu bitirdik. Sonrasında lisede, her birimiz kendilerimize uygun liselerde eğitimimizi tamamladık. Ben Hasköy Lisesi’nde, abim Pertevniyal Lisesi’nde. Kardeşim de öyle. Sonrasında ben İstanbul Göztepe Eğitim [düzeltiyor] Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirdim ve öğretmen olarak mezun oldum. Ama bu sırada Tekel Genel Müdürlüğü’nde memur olarak çalıştım lise bittikten sonra hem öğrencilik hem de çalışma hayatım başlamıştı. Bu çalışma hayatı içerisinde yani devlet memurluğu sırasında aynı zamanda TÜMDER’de de faaliyet gösteriyordum. Tüm Memurlar Birleşme ve Dayanışma Derneği’nde faaliyet gösteriyordum. Abim Hayrettin Eren de o da Pertevniyal Lisesi’ni bitirdikten sonra Yabancı Diller Yüksekokulu’nda eğitimine devam etti. Bitirdi. İngilizce öğretmeni olarak o da mezun oldu. O da bu öğrenciliği sırasında hem bir mühendislik bürosunda çalışıyordu hem de yaşadığımız o dönem yani 70, daha çok 75-80 arasındaki dönem Türkiye’de sol kesimin çok yaygın olduğu, işte insanların çok dertlendiği bir dönemdi. Dolayısıyla biz de kendimizi bu yaşamın içinde bulduk. Daha doğrusu tercihimizi oradan yana kullandık ve abim Devrimci Sol içerisinde faaliyet göstermeye başladı. Ben de beraberinde. Farklı alanlarda da olsa aynı düşüncelere sahip insanlardık. Ailemiz çok öyle siyasi yapısı olan bir aile değildi ancak hayat bizi buraya götürdü ve dayattı. İşte yokluklar, devlet tarafından özellikle insanlara dayatılan tüp yokluğu, yağ yokluğu, şeker yokluğu vesaire gibi yokluklar bizi bir yere kanalize etti ve orada da yaşamımızı sürdürmeye, üzerimize düşenleri bu ülke adına, vatan adına, insanlık adına üzerimize düşenleri yapmaya çalıştık elden geldiğince ta ki 80 yılına kadar. Bu 80 yılında artık cepheleşme çok kendini gösteriyordu çok sağ ve sol olarak adlandırılan ama aslında bizim hiç de öyle telaffuz etmediğimiz bu sağ ve sol diye basite indirgenmeyecek kadar ciddi olan devrimci bir kesimle onların üzerine devlet tarafından yönlendirilen bir faşist kesim vardı. Dolayısıyla bu kutuplaşma son haddindeydi artık. Bu şartlar içerisinde 12 Eylül Askeri Cuntasını yaşadık. Bir darbeyle uyandık 12 Eylül sabahına.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment321
Partial Transcript: Köken olarak Çanakkale Bigalıyız. Ablam Biga’da dünyaya geldi. Sonrasında annem ve babam İstanbul’a göçmüşlerdi ve ondan sonra kalan 3 kardeş hep Hasköy’de oturduğumuz dönemde dünyaya geldik. Dolayısıyla biz 80 yılına kadar evet, Hasköy’de yaşamımızı sürdürdük. Gençlik dönemimiz, çocukluk dönemimiz son derece güzeldi. Gerçekten yaşadığımız Hasköy, evet, bir işçi semtiydi ama bunun yanı sıra gayrimüslimlerin de tabiri caizse Musevilerin, Rumların da yaşadığı bir semtti. Biz onlarla birlikte büyüdük. Onların kültürlerinden de faydalandık aslında bir bakıma. Hani hayatımız onların içinde geçtik, aynı binada oturduk, arkadaşlık ettik, komşuluk etti büyüklerimiz. Gençlik yıllarımız ise abim örneğin, son derece hümanist bir insandı. O da. Ben de. Kardeşim. Ablam. Hepimiz. Müziği çok severdik örneğin. Müzik dinlemeyi çok severdik, dans etmeyi çok severdik. Abim gitar çalar ve resim yapardı. Yağlı boya tabloları vardı, resim yapmayı sever. Kendi, mesela müziği o kadar çok seviyordu ki. Bazı şeylere bizim çocukluk dönemimizde ulaşabilmemiz biraz daha zordu ama hep çözüm üretirdi. Kendi ihtiyaçlarını giderebilecek kapasitede ve son derece yetenekli bir insandı. Mesela kendine flüt yapmıştı. Birkaç tane flüt yapmıştı üstelik. Çeşitli uzunluklarda, çeşitli kalınlıklarda işte farklı sesler çıkarabileceği metal borulardan kendine farklı ebatlarda flütler yapmıştı. Seviyordu çünkü. Yaz dönemlerinde Biga’ya gidiyorduk anneanne, babaanne yanına köye gittiğimizde orada işte kamışlardan yapmış oldukları kavalları o, İstanbul’da metal boruları kullanarak flütlerini yapmıştı. Gitar çalmayı öğrenmişti ve gitar çalıyordu. Bunun için ayrıca bir ders alması falan gerekmiyordu. Mahallede o kadar güzel bir gençlik vardı ki biri bir şeyi biliyorsa diğerine aktarmaya çalışıyordu, paylaşıyordu bildiklerini. Örneğin, çok iyi gitar çalan bir arkadaşımız abime gitar çalmayı öğretiyordu. Dolayısıyla işte çok güzel gün, o güne yönelik müzik parçalarını çıkarabilir hale gelmişti. Mahallede, semtte çok güvenilir bir insan haline gelmişti zaman içerisinde. Danışılan insan haline gelmişti çünkü yardım etmeyi, paylaşmayı bilen insanlar çevresine tabii ki güven veriyorlar ve zaman içerisinde danışılan insanlar durumuna geliyorlar. Hayrettin Eren de böyleydi ama bunun yanında hani şu yoktu, kardeşler arasında ya da aile arasında herhangi bir tartışma ya da aykırı davranma gibi davranışlar yoktu. Son derece birbirimize bağlı bir aileydik. Kardeşler birbirlerine çok bağlıydı. İşte yaz döneminde yazlık sinemalar, kış döneminde kışlık sinemalar mutlaka gittiğimiz, dört kardeş özellikle, abim ailenin ikinci çocuğu olmasına rağmen erkek olduğu için hepimize abilik yapıyordu belki hepimizi toplayıp götürüyordu. Sonrasında, 79 yılında babam emekli oldu. Babam emekli olduktan sonra o sırada bir ev sahibi de olduk biz. Hasköy’de. Hep kirada otururken, babam çalışırken annemin de desteğiyle bir ev sahibi olduk orada. Sonrasında babam emekli olduğunda abime çocukken vermiş olduğu bir sözü yerine getirdi. Çok araba istiyormuş küçükken abim. Babam da aldığı emekli ikramiyesiyle abime bir Murat 124 almıştı. O biraz hayatımızı değiştirdi bizim. Hem hayata bakış açımız günden güne değişirken, kendimizi farklı alanlarda bulurken diğer taraftan da hayattan kopmadık hiçbir zaman. O araba biz dört kardeşin hayatını değiştirmişti. İşte istediğimiz yerlere daha rahat gidebiliyorduk. İstediğimiz şeyleri daha rahat yapabilir hale gelmiştik. En azından babam şu konuda hep “iyi ki bunu yapmışım” diyebilmişti yaşadığı sürece. “İyi ki oğluma bir araba aldım” diyebilmişti. Sonrasında o araba biraz farklı amaçlar için de kullanıldı. Artık diğer insanlar, arkadaşlarımız ihtiyaç duyduğunda arabayı alıp kendi ihtiyaçlarını giderebilir hale gelmişti. Bir çeşit artık arkadaşlarında araba… hani her şeyi paylaşıyoruz ya onu da bir çeşit paylaşmış olduk gibi söyleyebilirim. Böyle yaşadık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment689
Partial Transcript: Biz aile olarak birbirimize çok bağlıydık. Bu devrimci faaliyetlerimiz sürerken de kesinlikle ailemizden kopmadık ta ki evimiz sık sık basılıncaya kadar. Artık gece uyuyamaz hale geldik. Öyle bir dönem geldi. İşte gece uykumuzda kapı çalınır, polis basar. O dönem işte, artık İstanbul’da da sıkıyönetim ilan edilmişti. 12 Eylül öncesinde. Zannediyorum, yanılmıyorsam 79 yılındaydı ya da Kahramanmaraş olaylarından sonra. İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Dolayısıyla bazen asker bazen de polis evimizi basardı. Sık sık ihbarlar alırlar ve gecenin bir vakti evimiz basılır, uykumuzdan kalkarız. Şimdi hal böyle olunca artık abimi korumamız gerektiğini düşündük ve abime artık eve gelmemesi gerektiğini söyledik. Akrabalarımızda kalıyordu, arkadaşlarında. Ama bu şu değildi, ondan haber alamıyoruz veya o bizden bağımsız davranıyor. Hayır, öyle bir şey yoktu. Örneğin amcamda kalıyordu, örneğin teyzemde kalıyordu ve biz biliyorduk orada. İstediğimiz zaman ona ulaşabiliriz veya o istediği zaman bize ulaşabilir ve öyle bir zaman geldi ki evimiz tarandı. Bir sabah kalktık, baktık ki evimizin içinde kurşun çekirdekleri var. Evimizi taramışlar gece. Dışarıya çıktık. Balkonumuzda sayamayacağımız kadar çok kurşun deliği var. Bir tanesi içeriye [düzeltiyor], birkaç tanesi içeriye girmiş, bir tanesi anneannemin başının ucuna düşmüştü. Anneannem bizimle yaşıyordu o zaman. Yani bir iki santim kaysa anneannemi kaybetmiş olacaktık. Bu bizim artık orada yaşamamızı zorlaştıran olaylar zincirine eklenmiş oldu. Çok sevdiğimiz, yaşamaktan son derece mutlu olduğumuz Hasköy’den artık ayrılma kararı aldı babam. Baktı ki evimiz basılıyor. Hatta bir gece evimize geldiler. Askerdi gelenler ve şunu da söylemem gerekiyor, her geldiklerinde inanın normal insanlar gibi davranmıyorlardı. Ya alkollüydüler ya sarhoş geliyorlardı, hakaretler ediyorlardı. Bir keresinde Cumhuriyet gazetelerini yırtmışlardı. Bir keresinde, annem namaz kılan bir insandı işte namazını kılmış, namazlığı orada duruyor, “Bu ne?” diye sorduklarında babam da “Hanım namaz kılmış ama bırakmış sabah da kılacak diye.” Postallarıyla çiğnemişti namazlığını. Sen… Çerkez olduklarımızı, olduğumuzu da bildikleri için “Moskof kadını senin kıldığın namazdan ne olur” diye hakaret edip, seccadesini çiğnediklerine gözlerimizle tanık olduk. Yani bu hakaretler, bu rahatsızlıklar artık annemin ve babamın kaldıramayacağı seviyeye gelmişti her gece evimizin basılması. Çok büyük bir balkonumuz vardı ve çiçek yetiştirmeyi çok seviyordu annem, babam. Ben işte Tekel’de çalışıyorum. İşte oradan çıkıp TÜMDER’e gidiyorum. Sonrasında eve geldiğimde işte bir balkona çıkıp hangi saksının önünde dursam demek ki çevreden görenler oluyordu, o saksının dibi o gece aranıyordu. Yani polis evimize geliyor ya da asker hangi saksının önünde durmuşsam o saksı devriliyor, içine bir şey mi koydum bir şey mi yaptım ya bunun gibi o kadar çok şey yaşadık ki. İşte gece mesela evimizin karşısında bir telefon kulübesi vardı. Bir gece hiç uyumadım sabaha kadar. O telefon kulübesinde iki kişi bekledi ve önünde çalışır vaziyette bir araba sabaha kadar bekledi. Yani işte burada abim gelecek ve ona zarar verecekler. Karşılıklı bakışıyorduk. Ben camda onlar telefon kulübesinde sabaha kadar bekledik. Hani ben abimi görürsem sesleneceğim geri dönecek, onlar gelirse işlerini yapacaklar. Böyle bekledik sabaha kadar. Bu yaşadığımız şeyler bizi artık oradan ayrılmaya zorladı. Çok sevdiğimiz Hasköy’den. 1980 yılının ağustos ayında kaçarcasına Avcılar’dan, şey Hasköy’den Avcılar’a taşındık. Gece, bir gece artık ben de evde kalmıyordum. Annem… ya hepimizi evden çıkarmışlardı. Akrabalarımızda kalıyorduk dört kardeş de. Sadece annem, babam kalıyordu. Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız ve yine komşumuz, amcamız, bir amcamızla birlikte bizim evimizi boşalttılar bir gece. Bir kamyona yüklediler, sessizce. Hani çok geniş sokakları olan bir yer değildir Hasköy. Karşı komşumuza bile duyurmadan evimizi boşattılar, kamyona yüklediler ve Avcılar’da yeni bir hayata başladık. 15 Ağustos 1980’de taşınmıştık. Avcılar’a gitmemizin nedeni, işte mümkün olduğunca semtten uzak olmak, farklı yerlerde ekonomik olarak bize yetmediği için belki yani bir biçimde orayı tercih ettik ve oraya gittik. O günden bugüne Avcılar’da yaşamaya devam ediyoruz ama o hani Avcılar’a taşındıktan sonra yine hepimiz bir araya geldik. Çok uzak olmasına rağmen abim, ben, Faruk. Babam zaten emekliydi. Gidip geliyorduk İstanbul içi çok zor olmasına rağmen. O zaman çok fazla taşıt yok vesaire. Ama bunun yanında hiç günlük hayattan kopmadık. Sorumluluklarımızı yine yerine getirdik. Ama akşamları o eve döndük. Hepimiz o evde toplandık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment1107
Partial Transcript: Çok ilginç. 12 Eylül… 11 Eylül günü İstanbul çok ilginçti. Değişik bir hava vardı İstanbul’da. Ben de halen Tekel Genel Müdürlüğü’nde memur olarak çalışıyordum. Teyzem vardı. Karagümrük’te oturuyordu. Fatih Karagümrük’te. Bir nedenle beni çağırdı. Galiba kolu kırılmıştı. Düştü, kolu kırıldı. Sanıyorum öyle bir şeydi. “Bu akşam bizde kal, çocuklara birinin bakması gerekiyor” gibi çalışırken Tekel’i aradı. Ben de akşam oraya gittim ama önce TÜMDER’e gitmiştim her zaman olduğu gibi. Çıktım Saraçhane’ye kadar yürüdüm. Saraçhane’de, o meydanda tanklar olduğunu gördüm. Olağanüstü bir şey vardı ve biz onu sezinlemiştik. Ben o geceyi teyzemde geçirdim ama tamamen bir tesadüf ve çocuklara bakmak için gittiğim bir evdi. Sabah kalktığımızda ilginç bir havayla karşılaştık. Sokağa çıkmak yasak, askerler dolu, ekmek dağıtıyorlar vesaire. Ve birbirimizden haber alamıyoruz. Telefon yok. Avcılar o zaman telefonu şehirlerarası. Şehirlerarası olsa bile telefonla ulaşabileceğimiz bir yerler yok. O gün sokağa çıkma yasağı var. Hiçbirimiz diğerinden haber alamadı. Böyle kötü bir gün yaşadık. Öldük mü kaldık mı… Annem, babam çok kötü gün geçirdiler. Pazartesi günü, pazartesi mi pazar günü müydü şu an çok hatırlamıyorum gün olarak ama 13 Eylül sabahı annem, teyzemdeydi. Çünkü o, hani şunu biliyordu: Biz İstanbul’un içindeyiz ve başımız sıkıştığında oraya gideceğiz. Orada beni buldu ve benle ilgili rahatladı. Ama abimden de haber yoktu. Sonra biz Yenikapı’ya doğru yürüdük annemle. Çıktık teyzemden. Yenikapı’ya doğru yürürken abimi gördük. [Duygulanıyor, ağlıyor]. Pardon. Sonra indik Yenikapı’ya üçümüz. Annem, abim, ben. Biraz soluklandık orada. Sonra eve gittik. Hep birlikte. Zaten abimde araba vardı. Hep beraber eve gittik, evde geçirdik. Ama dönem kötü bir dönemdi tabii. Sürekli evler basılıyor işte öğrenci, sendikacı, bilinen devrimciler. Olur olmaz ihbarlar yapılıyor, evler basılıyor, insanlar sokakta öldürülüyor. Yani duyduklarımız çok kötü şeylerdi. 13 Eylül’den sonra, tabii ki hepimizin sorumlulukları var. Abimin var, benim var, kardeşimin var. Herkes kendi ilişkisini yakalamaya çalıştı. İşte ne yapması gerekiyorsa bunu yapmaya çalıştı. Bir gün yine evde oturuyoruz Avcılar’da. Hepimiz bir aradayız. Evin önüne bir askeri cip geldi. Giriş kattaydı evimiz, Avcılar’da oturduğumuz ev. Bir askeri cip geldi ve biz zannettik ki bize geldi. Ne yapacağımızı bilemedik, evimiz iki cepheliydi. Hatta evde çok sevdiğimiz bir arkadaşımız da vardı. Abim arka tarafa geçti dedi ki, “Ben burada camdan atlayayım siz oyalayın.” Ayakkabıları elinde camdan atlamak üzere hazırlanırken annem çok akıllı ve hepimizin içinden çok daha cesur bir kadındı. Kapının dürbününden baktığında karşı komşulara geldiğini gördüler. Meğer, biz yeni taşındığımız için çevremizdeki insanları çok bilmiyorduk. Karşı komşumuz da sendikacıymış. Meğer onu almaya gelmişler. Abim ellerinde ayakkabıları camda kalmıştı. Sonra geri döndü tabii. Oturduk. Geceyi evde geçirmemesi gerektiğini düşündü. Yine bizde olan arkadaş da Avcılar’da oturuyordu. Onların evine gitti. O geceyi orada geçirdi. Yani söylemek istediğim şu, 15 Ağustos’tan 12 Eylül’e kadar olan zaman içerisinde ve 20 Kasım’a kadar diyeyim hatta. Bu zaman içerisinde hani çok zorda olduğu zaman abim eve gelmedi. Avcılar’ın çok uzak olması, belki sabah erken İstanbul içinde olması gerekiyordu. Hani, nadiren eve gelmediği zamanlar oldu ama bunun dışında hep bir arada olduk. İyi ki de olmuşuz. O zaman iyi ki de birlikte geçirmişiz. Örneğin, hani biz yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumuz zamanlar da oldu. Hasköy’den kaçtık, geldik Avcılar’a. Bir gün, çok uzun zaman geçmemişti. Silah sesleri duyduk. Evimiz eski Londra Asfaltına yakın bir yerdeydi Avcılar’da. Avcılar girişinde büyük bir camii vardı. Herkes oradan tarif eder evini. Orada Zeki Yumurtacı’yı öldürmüşlerdi. Sonradan öğrendik bunu. İşte olay yeri tespiti için, sözüm ona Zeki Yumurtacı’yı getiriyoruz diye getirmişler ama orada kaçıyor süsü verip taramışlar, öldürmüşler. Biz bu sesleri duyduk orada. Yine işte aynı dönemlerde Mehmet Osman Önsoy, Gayrettepe [düzeltiyor], Avcılar’da oturan bir arkadaşımızdı. Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltına alındı ve oradan ölüsü çıktı. Yani Hasköy’den Avcılar’a gelmiş olmak aslında bir şeyleri çözmedi. Neyi çözdü? İşte orada çok fazla tanınmıyorduk, belki evimiz basılmadı, rahat uyuduk ve bir arada olduk. Babamın, şey, isteğiydi çocuklarım bir arada olsun, bu aile toplansın. Evet, babam o aileyi kısa bir süre için toplamış oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment1571
Partial Transcript: Her anne, baba çocuğuna bu telkinlerde bulunur. Bulunmaması mümkün değil ama babamız hep bize şunu söylüyordu: “Ne önden gidin ve arkadan gidin. Kimsenin arkasında kalmayın ama çok öne de çıkmayın hep ortada yürüyün.” Felsefesi buydu. Hani şunu biliyordu, ne kadar dayatsa da bizim çizdiğimiz bir yol var. Kaldı ki babam da bir dönem sendikacılık yapmış bir insandı. Rıza Kuas’la birlikte sendikacılık yapmıştı. O nedenle de çok üzerimizde böyle baskı kuran bir aile değildi ama tabii ki çocukları için kaygı duyuyorlardı ve bu nedenle de babamın felsefesi oydu. “Aman kimsenin arkasında kalmayın. Çok önde de olmayın. Ortalarda olun. Ortada yürüyün.” Ya şöyle, mesela aklıma gelen şeyi birkaç şeyi anlatayım. Mesela, çok ilginçtir biz farklı alanlarda çalışsak da aynı dünya görüşüne sahip kardeşlerdik. Bir gün İzmit’te bir miting vardı. O mitinge gitmemi, benim gitmemi, kız çocuğu olduğum için annem istemiyordu. Babam da istemiyordu. Ama bir biçimde ben yalan söyleyerek evden çıktım. Pazar günü. İşte, “Tekel’de şubeyi taşıyoruz” diyerek ben evden çıktım sabah erken. Abim zaten erkek çocuğu. O her zaman özgür. Çıkabilme özgürlüğüne sahip. Kardeşim de küçük benden ama o da bir biçimde çıktı ve biz nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Yani üç kardeş birbirimizden haberimiz yok ama baktık ki hepimiz İzmit’teyiz. Akşam eve geldiğimizde üçümüzün de sesi kısılmıştı slogan atmaktan. Yani kime, kimden neyi saklayacaksın. Annem çok akıllı bir kadındı. Hepimizle latife yaparak işte, “Tekel’i nasıl taşıdın? Şubeyi nasıl taşıdın?” gibi latifelerle olayı geçiştirmeye çalışmıştı. Yine annemden söz etmek için, annemi daha iyi anlatmak için bir anekdot daha anlatacağım. Tam 30 Nisan’dı. Gündüz vakti abim eve geldi. Duş alacak, çıkacak evden. O gece eve gelmeyeceğini de söyledi. Geldi, oturduk, sohbet ediyoruz. Ama o sırada dışardan kapı sesleri geldi. Biz polis arabasının sesini artık anlar olmuştuk. O Ford arabasının açılıp kapanışını anlayabiliyorduk. Dışardan sesler gelince, “Eyvah” dedik, “Evimizi bastılar.” Abim eve geldiğinde ihbar etmişler eve geldiğini. Yine evimiz tek katlı bir evdi. Annem kapıda. Kapıyı açmadı, polisleri oyaladı. O sırada abim mutfak camında kaçtı. Mutfak camından karşı komşuya gitti. Karşı komşu dediğimde çok yakındı evlerimizin arası. Komşumuz bunu gör, abimi fark edince kapısını açıp içeriye aldı. O sırada işte perdeyi çektik. Hani mutfak camında tel vardı. Teli yırtarak çıktı abim. Fark etmesinler diye perdeyi çektik. Terliklerini aldık camın önünden. Fakat fark edemediğimiz bir şey vardı. Koltuğun üzerine gömleğini çıkardı, koymuştu. Oradan kimliği kaymış koltuğun üzerine. Fark ettiğimizde gittik oraya oturduk ve onu da kapattık. Dolayısıyla bu süreyi annem hep kapıda geçirdi. Kapıda onları oyalayarak, göğsünde tomsonlar. Dayamışlar. “Kimsiniz, neden geliyorsunuz, ne yapacaksınız, oğlum size ne yaptı” hani böyle uyduruk şeylerle. En sonunda baktı ki ortalığı biraz rahatlattık, çekildi ve girdiler içeriye. Ama abimi bulamadılar. Komşularımız, ya hiç siyasi olmamalarına rağmen, ellerinde büyüdük çünkü. Aldılar, ortalığı kontrol ettiler. Ortalık düzelince abimi dışarıya çıkardılar, eve gönderdiler. Ya böyle de bir mahalle dayanışması vardı. Annemin böyle cesur davranışları vardı. Böyle böyle ördük bu hayatı hep birlikte.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment1884
Partial Transcript: Halk kooperatifi kuruyorlar. Yani insanlara ucuz sebze, meyve vermek. Bugünkü işte, belki Bim gibi belki ucuz marketler gibi. İnsanlara daha ucuz ve daha doğru şeyleri ulaştırabilmek adına halk kooperatifleri kuruluyordu semtlerde. Fatih’te de abim böyle bir çalışma yapmıştı. Ya da bulunduğu birim böyle bir çalışma yaptı. Sorumluluğu da abime vermişti. Dolayısıyla o da birkaç, hani örgütlemeye çalıştığı insanlar vardı. Bu insanlardan bir tanesinin oturacağı ev yoktu. Eşi hamile, kayınvalidesinde kalıyor ve bir eve ihtiyaçları vardı. Abim de onlar için bir ev buldu. Haber vermeye gitti. Evde yoktu. Ahmet Öztürk. Evde yoktu ve Ahmet’e bir not bıraktı. İşte “Şu gün, şu saatte Saraçhane, Haşim İşcan Geçidi’nde buluşmak üzere” bir not bıraktı. O sırada Ahmet Öztürk’ün evi arandı ve o not ele geçirildi. Fakat Ahmet’le birlikte o sırada 6 kişi gözaltına alınmış oldu. Hani nasıl alındıklarını şu an bilmiyorum. Çeşitli sebeplerle ama aynı operasyon içerisinde 6 kişiyi gözaltına aldılar ve Karagümrük Karakolu’na götürdüler. Bir gece orada kaldılar. Bir gün sonra, 21 Kasım’da Ahmet ve abimin buluşması vardı Haşim İşcan Geçidi’nde. Ahmet’i oraya götürdüler. Çevresinde sivil polisler vardı yani karakol kurdular oraya. Abim geldiğinde de aldılar. Arabasıyla birlikte. Abimi de alarak Ahmet Öztürk’le birlikte Karagümrük Karakolu’na götürdüler. Abim eve gelmedi ama babama bir arkadaşımız yine babam orada kendine bir çevre edinmişti. Mahalle kahvesine gidip geliyordu. Daha önce yine Hasköy’de oturmuş ve Avcılar’a taşınmış bir arkadaşımızın abisi babama haber verdi abimin gözaltına alındığını ve Karagümrük Karakolu’na götürüldüğünü. Dolayısıyla gidilecek yer Karagümrük Karakolu’ydu. Şimdi oraya götürüldüğünü duyduk. Annem, babam oraya gittiler. Karagümrük Karakolu’nda dediler ki, 7 kişi, toplamda 7 kişi, gözaltı defterine bakarak bunu söylemişler. Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne yani 1. Şube’ye götürüldüğünü söylemişler. Annem ve babam Karagümrük’ten yani Fatih’ten, Gayrettepe’ye gittiler. İşte İstanbul ne kadar bir yer ne kadar sürede ulaşılır. Oraya gittiklerinde de Hayrettin Eren’in orada olmadığını, gözaltına alınmadığını söylemiş oradaki görevliler. Tekrar Karagümrük Karakolu’na döndü gün içerisinde. Yani bunlar bir günlük süre. Geri döndüklerinde bu defa karakolda inkar etmeye başlamış. Gözaltı defterinden o sayfanın olmadığını ve Hayrettin Eren’i gözaltına almadıklarını söylemişler. Yani işte iki saat, üç saat ya da dört saat önce “Biz gönderdik” diyen insanlar “Yo hayır, biz almadık” diye inkara başladılar. Tabii, onlar 6 kişiydiler ve onların da bu konuda çabaları oldu. Mesela işte bizim için birinci derecede önemli olan Ahmet Öztürk. Çünkü onunla beraber alınmıştı ve onun evine not bırakmıştı. Ahmet Öztürk, Şaban Aslan, Fevzi Rakıcı, Ahmet Ok…Turgut bir şey. Soyadını şu an hatırlayamıyorum, gibi 6 kişi, abim gibi 6 kişi birlikte sevk edilmişlerdi. Şimdi ilginç olan bazı şeyler var aslında. Mesela, onlar Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğünde 22 Kasım tarihinde Emniyet Müdürlüğü o dönem askeri dönem olduğu için 1. Ordu’ya, 1. Ordu’dan bu 6 kişi için gözaltı süresi istiyor. Bir yazıyla. O yazı da Ahmet Öztürk’ün mahkeme dosyasında var bunlar, hep oradan aldık. 22 Kasım’da, 1. Ordu’dan 6 kişi için yani Hayrettin Eren dışında 6 kişi için gözaltı süresi istiyor. 1. Ordu’da onlara, işte 22 Kasım’da istek gönderiyor. 18 Aralık’a kadar bu 6 kişi için gözaltı süresi veriyor. Süreç… yani baktığınız zaman Hayrettin Eren onlarla birlikte getirilmiş. 21 Kasım’da getirilmiş. 22 Kasım’da Hayrettin Eren yok sayılmış zaten. O 6 kişi içinde yok Hayrettin Eren. Sonraki günlerde tabii ki defalarca annem gitti, biz hani olayların içinde olduğumuz için doğrudan Gayrettepe’ye gitme şansımız yoktu. Gitseydik ona da zarar verirdik, bunu da düşünüyoruz. Ama annemi tutamadık. Annem zaman zaman Gayrettepe’ye gitti ve sürekli oğlunu sordu. Gittiğinde arabamızı gördü Gayrettepe’de. Ben de gördüm. Bizzat gitmiyordum ama o Emniyet Müdürlüğünün çevresi bugünkü gibi değildi o zaman. İşte çevresinde kocaman kocaman binalar yoktu. O biraz daha çukurda kalıyordu ve tepeler vardı. İşte temizlikçi kadın gibi giyinip, o tepelerde dolaşmaya başladım ki ben de eğer arabamızı orada görürsem gönlüm rahat edecek, abim burada. Benim de düşüncem buydu. Annem bir gittiğinde arabamız oradaydı ama abimi hala inkar ediyorlardı. “Hani siz burada yok diyorsunuz ama arabamız burada o zaman oğlumuz nerede?” dediğinde, annemi tartaklayarak uzaklaştırdılar oradan. Ya dönem öyle kötü bir dönemdi ki. Biz biliyoruz abim orada ama kendimizi ifade edebileceğimiz hiçbir mecra yok. Ne gazete ne basın ne insanlarla iletişim kuramıyorsunuz. Çok kötü bir dönemdi. Bir darbe dönemi, kimseye ulaşamıyorsunuz. Cumhuriyet gazetesinden defalarca kovuldum ben. “Lütfen haber yapın” diyordum. Aslında Cumhuriyet gazetesi onların alındığını haber yapmıştı. Küçücük, küçücük bir haberdi o. Bunu öğrendikten sonra kütüphanelere gidip o gazeteyi buldum ve o gazete kupürünü de gördüm. Ama Hayrettin Eren’in gözaltından alınıp inkar edildiğini haber yaptıramadım Cumhuriyet gazetesine. Böyle kötü günler yaşadık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment2388
Partial Transcript: Bireysel olarak yapabileceğim şeyleri düşündüğümüz zaman, ya aile olarak. Çünkü bir hareketin içerisindesiniz ama o hareket de zaten zarar görmüş. Kendine hayrı yok. Sana hiç hayrı olmayacak. Dolayısıyla aile olarak hareket etmemiz gerekiyordu ama bir hükümet yok. Sizi yöneten 5 kişi var. Onlara ulaşamıyorsunuz. İşte emniyete gidiyorsunuz, “Yok” deniyor. Aklımıza şey geliyordu tabii bu arada, farklı bir kimlikle oradaysa hani çok da zarar vermeyelim. Bunu da düşünüyorduk. Bunu düşünerek şöyle karar verdik. O zaman gözaltı süresi 90 gündü. Bu 90 günün sonunda mutlaka abimi bir cezaevine götürecekler. Bunun dışında bir şey düşünmüyorduk zaten. Hani yok diyorlar, ya üzerinde farklı bir kimlik var bu kimlikle onu başka bir cezaevine götürecekler. Ama hangi cezaevine gitse mutlaka oradan bize haber vereceğini biliyorduk. Buna rağmen biz, İstanbul’daki bütün askeri cezaevlerini geziyorduk. Her hafta, işte Hasdal vardı. O zaman Metris henüz açılmamıştı. Hasdal, Davutpaşa, Sultanahmet… Karşıda Kabakoz, Alemdağ. Bütün bu cezaevlerini dolaşarak soruyorduk. Giren aileler, ziyaretçi olarak giren ailelere, “Çocuklarınıza sorun böyle biri geldi mi? Böyle biri var mı?” Bu şekilde devam ettik, ta ki abimle birlikte alınan kişilerin şubeden çıkıp cezaevine götürülmelerine kadar. Biz böyle el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalıştık. Sonra onların Hasdal’a götürüldüğünü öğrendik. Kardeşimle, Faruk’la beraber Hasdal’a gittik. Orası çok sıkı bir yer değildi. Hani cezaevinin dibine kadar girebiliyordunuz ve mahkumları camdan görebiliyordunuz. Kendimizi tanıttık. Ahmet Öztürk’ün cama çıkmasını sağladık. Fakat oraya gelene kadar biz Ahmet Öztürk’ün kimliğini, eşini, böyle iğneyle kuyu kazar gibi bulduk. Ahmet Öztürk’ün bir fırıncı çocuğu olduğunu öğrendik. Kastamonulu bir fırıncı çocuğuydu. B iz fırınları dolaştık kardeşimle. Sonra Yeşilköy’de olduğunu öğrendik, Yeşilköy’deki bütün fırınları dolaştık, Ahmet’in ailesine ulaştık. Yani Ahmet’i bulmamız da çok zor oldu. Onun ailesine ulaştık. Ailesiyle arası iyi değildi ama bizi eşine yönlendirdi babası. Eşini bulduk. Karagümrük’te bir yerde oturuyordu. Eşinin abisi bizi tehdit etti. O da işte bir minibüs muavinliği yapan, lümpen bir adamdı. Ama yine de o kadın aracılığıyla Ahmet’in Hasdal’a getirildiğini öğrenmiş olduk. Ve Ahmet’i Hasdal’da bulduk. Abimden bize bilgi verebilecek, onu en son gören kişiydi artık. Bilgi alabileceğimiz tek kişi oydu. Ama onda, o da “iki gün birlikte kaldıklarını ama ondan sonra Hayrettin’in yanlarından ayrıldığını” söyledi bize. Yazılı olarak, bir sigara içerisinde camdan attı. Bunları öğrendik. Sonraki süreçte Ahmet dilekçeler verdi. Çünkü birlikte alınmışlardı ama davaları birlikte yürümüyordu, mahkemeye getirilmiyordu Hayrettin Eren. Bu nedenle mahkeme heyetine dilekçeler veriyordu, “bizimle birlikte yargılanması gerekiyor” şeklinde. Ama o dilekçeler de hep cevapsız kaldı. Bu süre içerisinde Faruk da gözaltına alındı ve cezaevine girdi. Metis Cezaevi’ne girdi. Yaklaşık 3 yıl kadar kaldı. Burada tabii ki annem ve babam bizi de koruma içgüdüleri vardı. Bizi de korumak istiyorlardı bir taraftan. Ortalık o sırada biraz daha, işte seçimler yapıldı veya anayasa oylaması yapıldı gibi, işte tırnak içerisinde bir demokrasi. Belki bir hükümet kuruldu. İşte bir İçişleri Bakanı var, Adalet Bakanı var. Yani kapı çalabileceğiniz yerler oluşmaya başladı. Faruk cezaevine girdikten sonra annemin ve babamın bir çeşit eli rahatladı. Yani abimi daha rahat arayabilir haline geldiler. Metis Cezaevi önünde… Ya benim annem militan oldu. Hani evinde sadece çocuklarını düşünen bir kadınken orada aileler o kadar çok örgütlendiler, anneler o kadar çok örgütlendiler ki çocukları onlardan utanır hale geldi. Bütün onların haklarını dışarda savunan, gidebilecekleri bütün yer, her yere gidebilen, çocuklarının sesini sokakta duyurabilen insanlar haline geldiler. İşte Ankara’ya gidiyorlardı. Konseye…5 kişi Milli Güvenlik Konseyi’ne gittiler. Adalet Bakanlığına, İçişleri Bakanlığına… Ve bu sırada ilk önce yaptıkları şey Hayrettin Eren’le ilgili bir dosya vermek oluyordu. Her gittikleri yere. İşte İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Güvenlik Konseyi gibi. Fakat hiçbirinden cevap gelmiyordu. Bu sırada bizimle ilgilenen Osman Ergin, avukat. Nebi Barlas. Kemal Keleş gibi. Şey, Ercan Kanar. Avukat, bu avukatlara babam vekalet vermişti. Onların da yardımıyla birçok merciye dilekçeler verildi, dosyalar verildi. Bir keresinde Kenan Evren’in Erdek’e gideceğini duymuştu aileler, anneler. Oraya gittiler. Bir bayram günüydü zannediyorum. Oraya gittiler. Orada abimle ilgili yine bir dilekçe verildi. Bizzat kendisine ulaşmak mümkün değildi tabii. Ama onunla iletişim halinde olan kişiye verildi ve ileteceği konusunda söz vermişti. İletmiş gerçekten. Sadece oradan bir cevap geldi bize. O cevapta da şu vardı: “Hayrettin Eren İçişleri Bakanlığına soruldu ama gözaltına alınmadı, halen aranmaktadır” gibi bir cevap vardı. Onun dışında hiçbir yetkili kurumdan Hayrettin Eren’le ilgili bir cevap gelmedi. Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan, Ankara’dan çünkü oraya verilmiş dilekçe. Milli Güvenlik Konseyi’ne verilmişti. Gelen cevap oradan geliyordu. Onun dışında da Hayrettin Eren’i kesinlikle ciddiye alan bir kurum olmadı. Sonra 87 yılında Osman Ergin bir dosya hazırladı. Cumhuriyet Savcılığı’na başvurdu. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na. Hem Hayrettin Eren’in akıbetini soran hem de 22 Kasım tarihinde ve o tarihlerde 1. Şube Müdürü olan Tayyar Sever ve o dönemde görevli olan sorumlu kişiler hakkında bir soruşturma başlatılması talebiyle dilekçe verdi. Soruşturma amacıylaydı. Bu dosya, bu dilekçe… Bunların hep tarih ve sayıları mevcut aslında ve birer örnekleri. Cumhuriyet Savcısı Enver Özdemir’e gönderildi. Bu savcı ilgileniyordu. Dilekçede dayanak olarak da Ahmet Öztürk’ün dilekçeleri vardı. Yani savcılığa Osman Ergin’in vermiş olduğu soruşturma dilekçesinde dayanağımız Ahmet Öztürk’ün dilekçeleri ve diğer 6 kişinin de tanıklığına başvurulmasını istemiştik. Enver Özdemir bu 6 kişinin tanıklığını istedi. Her biri noterden ifadelerini gönderdiler ve hepsi Türkiye’nin farklı yerlerine gitmişti. Ahmet Öztürk artık cezaevinden çıktı ve askere gitmişti. Askere alınmıştı. Ahmet Ok, Nevşehir’de yaşıyordu. Diğerleri İstanbul’da çeşitli yerlerde yaşıyorlar. Biz hepsini tek tek gidip bulduk. Ahmet Ok’u bulmamız örneğin. Tam bir maceraydı kardeşimle. Hiçbir şey bilmiyorduk hakkında. Hiçbir şey. Sadece bildiğimiz İstanbul Üniversitesi Coğrafya Bölümünde öğrenciydi o dönem. Sadece bunu biliyorduk. Ve birisi şey demişti, Silahtarağa’da bir taş ocağında da çalışıyordu. Okula gittik, okuldan hiç cevap alamadık coğrafyadan. Silahtarağa’da bir taş ocağını gezdik. Oradan sadece birisi bize Nevşehir Özkonaklı olduğunu söyledi ve o hemşerilerinin Kurtuluş tarafında çok olduğunu ve büfecilik yaptığını söylemişlerdi. Yaptıklarını. Biz Faruk’la beraber günlerce o tarafta, Kurtuluş, Şişli… O taraflarda büfe, tek tek büfeleri gezdik. Her birinden su alıyorduk, mendil alıyorduk. İşte bir şeyler yiyorduk. Sohbet ediyorduk, “Nerelisin? Şunu tanıyor musun? Bunu tanıyor musun?” gibi. İğneyle kuyu kazarak bir Ahmet Ok’a ulaştık. Birine, yani o büfelerden birinde Ahmet Ok’u tanıyan çıktı. Bize, Nevşehir Özkonak’ta yaşadığını söyledi köyünü de belirterek. Biz Faruk’la beraber Nevşehir’e gittik. Kendimizi tanıttığımızda çok başka olmuştu. Artık evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Biraz tedirgin. Biraz mahcup. Ama yine de sıcak davranmıştı. Derdimizi anlattık. O da Nevşehir’den bir noterden ifadesini İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na göndermişti. Ahmet Öztürk askerdeydi. Erzurum Aşkale’de askerliğini yapıyordu. Telefonla konuşamadık askerde olduğu için. Babamla birlikte bizzat yanına gittik. Erzurum Aşkale’ye gittik. Askeri… Asker olarak onu ziyaret etmeye, ya böyle bir bahaneyle gittik. Onunla görüştük. Ona derdimizi anlattık. Ahmet, Erzurum’dan bize ifade gönderdi noter aracılığıyla. Diğer İstanbul’da olanları bulduk tek tek. Onlar da ifadelerini gönderdiler. Yani Savcı Enver Özdemir, bu 6 kişi de “Biz Hayrettin Erenle birlikte alındık” ifadesine rağmen bize şunu söyledi: “Ben bu davayı açarsam bu koltuğumdan olurum. Babama döndü dedi ki… Babam, ben, Faruk. Hepimiz bir aradaydık. Bize çağırdı görüşmek üzere. Babama dedi ki “Sen de” dedi, “bu davayla daha fazla uğraşırsan bu çocuklarından da olursun.” Aynen bunu söyledi. Babam, “Çocuklar benim çocuklarım. Benim tasarrufumda. Onlara ne olursa benim kabulüm ama siz görevinizi yapmalısınız” dedi. Buna rağmen davayı açmadı. Enver Özdemir bu davayı açmadı. Yani Hayrettin Eren için bu ülkede kesinlikle adalet, hukuk işlemedi. Ondan sonra da yapacağımız bir şey kalmadı zaten. Yapabileceğimiz bir şey yok. Sonrasında işte Metris önünde örgütlenmiş olan aileler o sırada işte dernekleştiler.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment3245
Partial Transcript: Aslında ceza almadılar, beraat ettiler hepsi. Bir çanta geçiyor hep dosyada. İşte “o çantayı o bana verdi, ben şuna verdim, bu buna verdi.” Hep bu çanta muhabbeti dönüyor ve bir silah muhabbeti var. Onun dışında hiçbir şey yok dosyada aslında. Hiçbir şey. Ve ceza almalarını gerektirecek bir durumda yok. Yani galiba yanılmıyorsam 2 yıl kadar kaldı. Çok emin değilim. Ahmet için söylüyorum. Diğerleri daha çabuk çıktılar, beraat ettiler. Çünkü bir şey yoktu davalarında. Aman aman bir dava gerektirecek bir durum yok ortada. Hani dosyanı aldık, sonra… Muhiddin Topaloğlu, Ahmet’in avukatlığını yaptı. O da bizim Hasköy’den, semtten arkadaşımızdı. Nebi Barlas ile birlikte çalışıyordu. Dosyasını o aldı. Davasını o aldı. Dolayısıyla bizim dosyaya ulaşmamız zor değildi. Hiçbir şey yok dosyada. Yani aman aman ortalığı toz duman edecek herhangi bir şey yok dosyada. Bir insanı ortadan kaldıracak kadar herhangi bir şey yoktu. Tabii tabii idamla yargılananlar oldu. Müebbet alanlar oldu. Devrimci Sol ana dava olarak geçer o dava. Kaldı ki o davada bile onlar bile Hayrettin Eren’i istediler. Yani “Gözaltına alındı, Devrimci Sol davasından alındı. Bizimle birlikte yargılanması gerekiyor” şeklinde onların da talepleri olmuştu. Ama o, o da bir karşılık bulmadı. 8 sene, 9 sene yatanlar oldu. 30 sene yatanlar oldu. Yeni çıkanlar var yani. Hani idam edilen, idamla yargılanan oldu ama idam cezası almadılar tabii ki. Onlar da çıktı. Şu an o davadan kimse kalmadı tabii. Hani biraz önce de belirttiğim gibi aileler o kadar çok örgütlendiler ki hiçbirinin siyasi bilinci olmamasına rağmen, çocukları için bir şey yapabileceklerinin farkındaydılar. Metris Cezaevi çok ağırlıklı olmak üzere aileler her gün oradaydı. Şey, görüş yasağı geliyor, çocuklarıyla görüşemiyorlar. Kılık kıyafet sorunları çıktı. İşte bir elbise dayatması oldu. Bunun dışında işkenceler, sürekli dayaklar… Dayak atılıyor. Bunları ailelerin hazmetmesi mümkün değildi. Sürekli mücadele verdiler dışarıdan. Sonrasında bu mücadeleden, bu cezaevi önündeki mücadeleden iki tane dernek çıktı. İnsan Hakları Derneği ve Tutuklu Aileleri Yardımlaşma Derneği şeklinde iki tane dernek çıktı. Bu iki dernekte de annem kurucu üye olarak görev aldı. İkisinde de yer aldı. O derneklerin kurulmasından sonra biraz daha sesimizi duyurur hale gelebildik. İşte oradan basın açıklamaları, TAYAD’dan veya İnsan Hakları Derneği’nden basın açıklamaları yapmaya başladık. Bu şekilde sesimizi duyurmaya çalıştık. Hani yapılabilecek bir şey var mı, yok mu. Bu ülkede gözaltında kayıp olgusunu gündeme taşımaya başladık. Ama bu, basın açıklamalarından öteye gitmedi. Biraz önce söylediğim gibi yani gazeteler bile o kadar temkinli davranıyorlardı ki. Hani, şimdi gündemde olan birçok işte kendine gazeteci diyen sahtekar insandan nasıl söz ediyorsak. O gün de tabii ki koşullar çok zordu. İşte bir darbe dönemiydi ve daha yeni çıkılıyordu. Demokrasi yok. Hala yok. Bu şartlar altında hani bizim sesimizi duyurabilecek tek gazete diye baktığımız Cumhuriyet gazetesi bile sesimizi duyurmaktan imtina ediyordu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment3529
Partial Transcript: Tekel Genel Müdürlüğü’nde çalışıyordum ama 12 Eylül’de istifa etmiştim. Bir yıl kadar işsiz kaldım. Babam emekli, ablam da çalışmıyordu. Faruk’un cezaevinde olduğu dönem. Yani evimizi terk ettik, Avcılar’a taşındık, evimizi kiraya verdik. Biz kiramızı alamıyorduk. Ya oraya karakol kuruluyordu hani gidip kira alacağımızı biliyorlardı. Dolayısıyla biz değil, babam amcamdan rica ediyordu o gidip alıyordu kirayı. Bir süre sonra amcam da dedi ki hani “bu tehlike oluşturmaya başladı.” Ve kiramızı alamaz olduk. Oradan kira alamayınca biz kira veremeyecek hale geldik çünkü bir tek babamın emekli maaşı vardı. Dolayısıyla oradaki evimizi mecburen satmak zorunda kaldık. Evimizi sattık. Bu arada arabamızdan da haber yok. Hayrettin’den haber yok, arabamız da gasp edildi. O da yok. Biz o evin parasıyla bir süre geçimimizi sağladık. Evi sattık yok pahasına mecburen. Hem geçimimizi sağladık hem de abimle ilgili gerekli aramaları yaparken bunu kullandık. Çok ilginç şeylerle karşılaştık. İşte, bizden para isteyenler oldu. “Şu savcıyı yemeğe çıkarmam gerekiyor, haber alabilmem için” gibi. Bu tür tuzaklara düşmedik ama bu tür ahlaksızlıkları da yaşadık. Yaşam devam ediyordu tabii ki. Ben ücretli öğretmenlik yapmaya başladım. Ama ücretli öğretmenlik olduğu için bunlar uzun süreli olmuyordu. Sonra tayin istemek zorunda kaldım. Tayin istedim öğretmenlik için. Hatta ilk tayin istediğimde kabul görmemişti o. Abim de vardı. Babamla birlikte Ankara’ya gidecektik Milli Eğitim’e. Abim biraz latife yapmıştı bana. Orada yaşayan bir arkadaşı vardı, arkadaşımız bizim de. “Otogarda sorarsan herkes bilir, tanır” diye bana latife yapmıştı. Tesadüf ki o gün biz o arkadaşımızı yolda görmüştük Ankara’da. Kartını verdi, abime getirdim. “Bak” dedim, “otogarda sordum ve Yaşar’ı buldum” demiştim. Kartını da gösterince çok gülmüştük. Bize bir espri olmuştu. Sonrasında tabii, 82 yılında tekrar tayin istedim ve tayinim çıktı. Ankara’ya. O zaman Faruk cezaevinde. Ben de Ankara’ya gittim, ailem çok yalnız kaldı. Annem, ablam ve babam birlikte yaşamaya başladılar. Ben gitmek zorundaydım çünkü ihtiyacımız da vardı. Çalışmam gerekiyor. İşte hafta sonları geliyordum ya da hafta içleri tatil olduğunda gelip hem kardeşimi cezaevinde ziyaret ediyordum hem de aileme destek oluyordum. Hayat böyle devam etti. Dönem öyle kötü dönemdi ki bazen kendinizi gizlemeniz de gerekiyor. Çevremizde mesela, Avcılar’da bizi tanıyan bizi siyasi anlamda tanıyan kimse yoktu. İlk oturduğumuz evden ev sahibi, abimi duyunca bizi çıkardı. Abimin gözaltına alındığını duyduğunda. Toplamda kaç ay oturmuş olduk… İşte 5-6 ay oturduğumuz evden bizi tehdit ederek çıkardı kış ortasında. Başka bir ev bulduk, oraya taşındık. O taşındığımız yerde de zaten abimi hiç görmemişlerdi, bilmiyorlardı. Bizi bilmiyorlardı. Normal yaşamımıza devam ediyorduk. İşte komşuluk ilişkilerimiz devam ediyordu. Sonra Faruk alındığında, işte komşularımız bizi artık yavaş yavaş tanımaya başladılar. Ama abimden hiç söz etmemişlerdi mesela. Hiç söz etmemişlerdi. Ta ki Faruk işte içerden çıktı, yıllar geçti. Artık basında Cumartesi Anneleri eylemleri başladı ve daha çok görünür olduğunda “biz biliyorduk ama sizi üzmek istememiştik” diyen komşularımız oldu. Ya hayat böyle devam etti. Ben evlendim, bir kızım oldu. Kardeşim evlendi. Onun bir kızı oldu. Ama hani bu süreç gerçekten çok zordu. Biz daha çok böyle, hani örgütlü mücadelenin de içinde olduğumuz için abimin bunu yaşayacağına ya da bizim böyle bir şey yaşayacağımıza ihtimal vermedik. Nasıl bir aymazlıksa. Hep annemi, babamı “Bir yerden çıkar, bir gün gelir, mutlaka bize bir haber verir.” Hep bu şekilde telkinde bulunduk. Belki kendimizi de öyle kandırdık. Ama hiç birbirimizin gözlerine bakmadık. Bakamadık. Mesela abimin çok sevdiği yemekler yıllarca evimizde pişmedi. Ondan çok fazla söz etmedik. Sadece rüyalarımızı anlattık belki birbirimize. En çok da annemden, onun yaşadıkları bizi çok rahatsız etti. Bir çeşit sanki biz sebep olduk. Belki… Hani ne yapabilirdi ki? Bazen düşündüğüm zaman yapabileceklerimizi yapmıştık aslında. Hani o örgütlü mücadeleye rağmen… Hani ona zarar vermekten korkuyoruz. Çünkü o dönemde, 80 döneminde yapılan şeyler birini alıp onun karşısına aileden birine işkence yaparak konuşturmak çok bilenen bir yöntemdi. O yüzden biz, birbirimize karşı olan zaaflarımızı da bildiğimiz için ona bu anlamda zarar vermek istememiştik ilk zamanlarda. Hani acaba bu muydu bir eksiklik. Daha etkin ne yapabilirdik? Şimdi bugüne bakıyorum. Bugün çok, bu tür olaylarda çok daha etkin olabiliyorsun, sesini duyurabiliyorsun. İşte sokağa çıkabiliyorsun. Bağırabiliyorsun. Bir yere gidip açlık grevi yapabiliyorsun, oturabiliyorsun. Yapabileceğin çok şey var. Ama o gün bunların hiçbirisini yapamazdınız. Sokakta yürürken bir asker sizi çevirip “Devleti yöneten kimdir?” diye adını sorar olmuştu. Ya böyle bir ülkede yaşıyorduk biz o dönemde. Kenan Evren demeyenler dayak yiyorlardı. Böyle bir dönemdi. Dolayısıyla hani o şartlar içerisinde bazen değil hep düşündüğüm bir şey. “Acaba biz bir şeyleri eksik mi bıraktık? Biz ne yapabilirdik daha?” sorusu hep aklımda, hep yaşamımın içinde oldu. Hep eksik yaşadık ve en kötüsü de annemin gözlerinin içine bakamamaktı.
12 Eylül mahkemeleri, biliyorsunuz, duruşmaları oldu darbecilerin yargılandığı. Ama o duruşmalara biz müdahil olamadık. Çünkü Hayrettin Eren’in gözaltına alındığı inkar ediliyordu. Kabul görmediği için… Hala şu an baktığınızda aranız vaziyette. Dolayısıyla müdahil olamamıştık o davalara. Onun üzerine bir karşı duruş sergilendi. O da zaman aşımı nedeniyle reddedildi. O da öyle geçti. Ondan sonra evde işte arabaya ait birtakım evraklar vardı. İşte sigorta poliçeleri, ruhsat vesaire gibi. Bunları topladık. Eren’le konuştuk. Hani ne yapabiliriz? Yapabileceğimiz ne olabilir? Hiç değilse arabadan giderek bir yerlere ulaşalım diye. Eren, galiba Taşıtlar Dairesiydi. Sanıyorum. Şu an çok aklımda değil ama. Bir yazı yazarak arabayı sordu plaka numarasıyla birlikte. Arabanın akıbetini sordu. Araba başkasının üzerine görünüyor. Bir başkası var. Eren, bunun üzerine… Hani oradan gelen cevap böyleydi. Eren, bunun üzerine bir kez daha yazı yazdığında bu defa şey diyor, “Terörle Mücadeleden sorduk, bu araba kaydına rastlamadık.” Şimdi, biz araba sorarken neden Terörle Mücadeleye soruyorsunuz? Dolayısıyla o da öyle kaldı. Oradan da bir yere varamadık. Böyle. Bazen şunu düşünüyorum: İşte devlete olan borcunuz olur, işte verginizi vermezsiniz, bankaya borcunuzu ödemezsiniz. Peşinize düşerler. Ama babam bu arabanın vergisini ödemedi 80 yılından beri. Hiç kimse babamı aramadı. Kimse babamı arayıp sormadı. Bu arada tabii, bu yaşam mücadelesi içerisinde Hayrettin Eren’in unutulmadığı makamlar da vardı. Mesela Askerlik Şubesi gibi. Her yıl abimi askere çağırıyorlardı. Eve tebligat geliyor veya kapıya bir polis gelip, “Hayrettin Eren asker kaçağı. Nerede? Gelip karakola ifade verin” şeklinde her yıl biz bunu yaşadık. Annem ya da babama karakola gidiyordu. Karakolda işte şu tarihten beri kayıp olduğunu, haber alamadığımızı söylüyorlardı. İşte imzalayıp çıkıyorlardı. Bu o kadar çok yıpratıyordu ki onları. Babam çok yıpranıyordu. İşte seçim zamanlarında seçim belgesi geliyordu oy kullanması için. Bir gün mesela, 2013 yılıydı. SGK’dan bir şey geldi, evrak. SGK’lı olmadığı için bir bildirimde bulunması gerektiğini yazan, SGK’dan bir tebligat geldi bir gün. Hayrettin Eren adına. İşte bir başka sefer, yine 2014 yılıydı. Ya bunlar yakın tarihler hep. Nüfus… Avcılar Nüfus Müdürlüğü’nden bir tebligat geldi nüfus cüzdanınızı değiştirmemişsiniz diye. Nüfus cüzdanınızı değiştirmelisiniz. Bütün kimliklerinizi değiştirmelisiniz şeklinde. Ehliyet, pasaport, nüfus cüzdanı vesaire gibi. Bu tebligatlar geldiğinde gerçekten çok yıpratıcı oluyordu ve her seferinde gidip insanlara derdinizi anlatıyordunuz. 2012 yılında babam vefat etti. 24 Ocak 2012’de babam vefat etti. Babam vefat ettikten sonra, bazı yasal işlemleri yapmanız gerekiyor. İşte, onun maaşının anneme bağlanması gibi veya veraset ilamı çıkarılması gibi. Biz bunu bilmediğimiz için hani süreç nasıl işliyor bilmediğimiz için veraset ilamı çıkarmak için gittiğimizde tabii karşımıza abim de çıktı. Abim olmadığı için tabii biz veraset ilamı çıkaramadık. Dedemin mal varlığı vardı. İşte tarlaları vesaire, duran. Amcamın çocukları bunların satılmasını istiyor örneğin. Satılabilmesi için bizim babamın veraset ilamını çıkarmamız gerekiyor ama çıkaramıyoruz. Yok çünkü. Hayrettin Eren ile ilgili nüfus cüzdanı yok vesaire yok. Hiçbir şey yapamıyoruz. Ve bize dediler ki, “Gaiplik kararı almanız gerekiyor.” Bu nedenle mahkemeye başvurduk. Mecburen. Hani başkaları da mağdur oluyor çünkü. Mahkemeye başvurduğumuzda ilginç olan şey, işte 83 yılında Ahmet Öztürk’ün dilekçelerini kabul görmeyen mahkeme aynı ifadelerle Ahmet Öztürk’ün ifadesini kabul görüp Hayrettin Eren’i gaip olarak ilan etti. 2010, 2000… Pardon, 1983 yılında aynı ifadeler kabul görmemişti ama 2013 veya 2014 yılı… Şu an tarih tam aklımda değil. Aynı kişinin aynı ifadeleriyle Hayrettin Eren gaip oldu ve ilk defa onun için hukuk bu yönde çalıştı, adalet bu yönde çalıştı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment4460
Partial Transcript: Bizim ülkemizde hukuk, adalet yok. Şimdi, gözaltında kaybetmek bir insanlık suçu. Eğer bu ülkede adalet olsa, hukuk olsa insanların eşit, özgür yaşayabildiği bir yer olsa hukuk da olur adalet de olur. Dolayısıyla bu insanlık suçunu işlemiş olan, olanlar yargılanır. Bizimle yüzleşir. Yıllardır söylediğimiz şey bu ve istediğimiz şey bu. Ama maalesef, yok. Ulaşamadık. Tanışmadık hukukla ve adaletle. Cumartesi Anneleri süreci artık kamuoyunda çok bilinen bir süreç. 1995 yılında Hasan Ocak’ın gözaltına alınıp kaybedilmesiyle, Ocak ve Karakoç ailelerinin başlatmış olduğu bir eylem biçimiydi Cumartesi Anneleri eylemi. O tarihe kadar biz, aile olarak mücadele ettik. Ancak, bu eylem başladığında, Cumartesi Anneleri eylemi başladığında ya da Emine Ocak, Baba Ocak Galatasaray Lisesi önünde oturmaya başladığında bu ülkede gözaltında kaybetme gerçeği daha çok konuşulur oldu. Ve insanlar birer birer oraya gitmeye başladı. Biz de onlardan biriydik. Sesimizi daha gür çıkarabileceğimiz bir alan oluşmuştu. Daha da önemlisi, hep şunu duyuyorduk. İşte, örneğin 90 yıllarda, işte Güneydoğu’da çok fazla insan kaybediliyor. Helikopterlerle Dicle’ye, Fırat’a atılıyor. Bunlar hep duyduğumuz şeylerdi ama bizzat dokunduğumuz şahit olduğumuz şeyler değildi. İşte o aileler bir araya yavaş yavaş gelmeye başladı ve biz birbirimizle tanıştık ve ne kadar çok olduğumuz öğrendik. O zamana kadar hep sanki bizdik. Birkaç kişiydi ki abimle aynı dönemde, aynı yerde kaybedilen 5 kişiyi biliyoruz. Ama bu 5 kişiyle sınırlı değil. O kadar çok olduğumuz gördük ki cumartesi günleri Galatasaray meydanında. Dolayısıyla sesimizi birlikte yükseltmenin doğru olacağını düşünerek biz de her hafta orada olduk. Özellikle annem sağlığı elverdiğince gitti. Bu sırada babaannem de rahatsızdı, ona da bakıyordu. O nedenle her hafta gidemiyordu ama gitmeye de çalışıyordu. Nasıl bir hazırlık… Şöyle düşünmek lazım, cuma günü titremeleriniz başlıyor. Gece uyuyamıyorsunuz ki benim mesela yol güzergahım Haşim İşcan Geçidi’nden geçiyor. Her cumartesi ben oradan geçerek gidiyordum. Ve her geçtiğimde de bakıyordum, buradan alındı abim diye. Dolayısıyla o sizi daha çok acıtan bir şey. Hayal etmeye çalışıyorsunuz, “Acaba nasıldı? Ne yaptı? Nasıl bir hal, tavır içerisinde alındı?” Hep bunları düşünüyorsunuz oradan geçerken. Ve öyle gidiyorsunuz. O kadar gergin gidiyorsunuz ki meydana, ağzınıza ne gelirse söylüyorsunuz ondan sonra da. Her hafta orada bir kayıp gerçeği paylaşıyordu kamuoyuyla ve failleri, failleri yüksek sesle dillendiriliyordu. Şimdi baktığım zaman, küçücük bir şeyde savcılık suç duyurusu kabul edip, işte insanları alıp işte ifadelerini alıyor veya cezaevlerine tıkıyor. Ama biz her hafta cumartesi günü bir kayıp gerçeğini paylaşıyoruz ve bir failden, birkaç failden söz ettiğimiz halde bunların hiçbir şekilde suç duyurusu olarak kabul etmediler. Kabul etmemeye de devam ediyorlar. Bugün, özellikle bugün yaşadığımız, şu son günlerde faili meçhul cinayetler daha çok başkaları tarafından dillendirilmeye başlandı ve biraz daha konuşulur oldu. Kötü olan da bu. Biz yıllardır bunu dillendirmeye çalışırken, ülkedeki insanlar bunu çok fazla duymadılar. Yani, savcılık duymadı, adalet duymadı. Olmayan şeyleri duymaz tabii ki. Ama Türkiye’de insanlar da bunu çok fazla duymadılar. Eğer, örneğin Arjantin’de olduğu gibi Plaza de Mayo annelerinin yanında o kadar çok kitlesel destek vardır ki. Biz de bu kitlesel destek olsaydı bugün çok farklı yerlerde olabilirdik. Kaybedilen… Devlet tarafından kaybedilen sevdiklerimize biz kesinlikle ulaşabilirdik. O desteği arkamızda görseydik. Ama hani bu bir sitem aslında. Sadece sonunda sıfır olan haftalarda insanlar yanımızda oldular. Tabii ki bu da bizim için çok kıymetli, çok değerli. O işte, 500. hafta, 600. haftadaki sayısız destek bizim için çok değerli elbette. Ancak, biz isterdik ki diğer haftalarda da hiç değilse o kadar… Tabii ki insanlar hayat içerisinde farklı yerlerde her hafta bize zaman ayıramayabilirler ama daha fazla insanın daha fazla kitlenin orada olması, o desteğin bizim görmemiz bizi başka yerlere taşırdı. En azından ben belki Hayrettin Eren’in mezarına ulaşabilirdim. Bugün onun mezarı olurdu veya bir başkası, kaybın. Veya onun faili yargılanabilirdi. Tayyar Sever yargılanabilirdi. Mehmet Ağar yargılanabilirdi. Taleplerimiz bunlardı. Başka gözaltında kayıplar olmasın talebiyle oturmuştuk. Başka anneler ağlamasın talebiyle oturmuştuk. Cumartesi Anneleri bunun önüne geçti gerçekten. Gözaltında kaybetmelerin önüne geçti bu ülkede. Şimdilerde, o zaman beyaz Toroslarla kaçırılıp, kaybedilen insanlar vardı. Şimdi siyah Transporterlarla aynı şeyleri yapıyorlar. Ama daha yüksek ses çıktığı için belki daha geri adım atıyorlar, niyetlerinden vazgeçiyorlar diyebiliriz. Bu da Cumartesi Anneleri’nin bu ülkedeki başarısıdır. Ama daha çok başarı elde edebilmek için daha çok kitle desteği gerekiyordu diye düşünüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment4944
Partial Transcript: Hani, görüştüğüm zaman arkadaşlar, hukukçu arkadaşlar bunun olmayacağını söylüyorlar ama benim aklım olabileceğini söylüyor. Mesela, Hayrettin Eren gaip olarak ilan edildi. Onun üzerinden gidersem eğer. Ve aynı kişinin ifadesiyle gaip olarak ilan edildi. Bence buradan yürünerek en azından bir yerlere varılabilir diye aklım bana söylüyor. Ama hukukçular bunun olamayacağını söylüyor. Bugün, işte Sedat Peker videolarında Mehmet Ağar’ın faili meçhul cinayetlerle ilişkisini anlatırken biz hala suskun durabiliyoruz. Oysa bizim de buradan yakalayıp… Evet, Sedat Peker bizim referansımız değil. Zaten biz bugüne kadar her hafta neredeyse Mehmet Ağar’dan söz ettik ve “Tuğlayı çek” dedik her hafta neredeyse. Ama bir kez daha gündeme getirmek, bir kez daha suç duyurusunda bulunmanın bence bir sakıncası yok ve yapılabilir bir şey. Bu, bizim tarafımızdan daha yüksek dille dillendirilebilir diye düşünüyorum. “Devletin eli uzun” dediniz, yani “yapabilir” dediniz. 2011 yılında, dönemin başbakanı iken Recep Tayyip Erdoğan, Cumartesi Anneleri’ni kabul etmişti. “Kimdir bu Cumartesi Anneleri? Tanışmak istiyorum” demişti. 10 tane anne ve eş, kayıp eşi Dolmabahçe’de Erdoğan’la görüşmüştü. Ama bunun, hani buradan ne çıkabilirdi? Benim annem de o görüşenlerden bir tanesiydi ve aynen bunu söylemişti: “Siz devletsiniz. Benim çocuğumu, çocuğuma ne olduğumu söyleyin, bulun. Oğlumu istiyorum. Oğlumun bir kemiğine dahi razıyım.” Düşünün, artık her şeyden vazgeçmiş sadece “bir kemiğine bile razıyım” demişti Erdoğan’a. “Devlet başkanısınız, yapabilirsiniz” demişti. O görüşmeden sadece Cemil Kırbayır ile ilgili mecliste bir alt komisyon oluşturuldu. Bu alt komisyon galiba Zafer, Zafer Üskül başkanlığındaydı. Ve epeyce bir yol kat etti. Kars’ta incelemeler yapıldı. Cemil Kırbayır’ın işkencede öldüğü, öldürüldüğü kabul edildi ancak dosya kapatıldı. Ya, kim öldürdü? Birkaç kez savcı değiştirildi. Kim öldürdü? Nerede öldürüldü? Neden öldürüldü? Bu sorulara cevap yok. Ve dosya kapatıldı şu anda. Çok ilginç. Yani meclis kendi soruşturmasını şu anda reddetmiş durumda. Kapatmış dosyayı. Adalet Bakanlığı kapatmış. Tabii ki şöyle, devletin eli uzun isterse bulabilir. Ben şu anda diyorum ki, Hayrettin Eren 22 Kasım 1980’de Gayrettepe 1. Şube’deydi. Ve şube müdürü Tayyar Severdi. Şube müdür yardımcısı Mehmet Ağardı. Ben, bunları biliyorum. Bunlar devlet memuruydu ve kayıtlarla tespit edilen şeyler, tespit edilecek şeyler. Dolayısıyla Hayrettin Eren’in failleridir bunlar. Devlet bunu yapacak. Devlet diyecek ki, “Gel bakalım. Sen ne yaptın? Nereye koydun?” Ben Hayrettin Eren’i istiyorum. Başkası Nurettin Yedigöl’ü istiyor. Başkası işte Maksut Tepeli’yi istiyor. Yani istediğimiz çok insan var ve alabileceğimiz yerler belli. Biz bunu biliyoruz. Sadece devletin bunu iş edinmesi gerekiyor. İçişleri Bakanlığının, Adalet Bakanlığının, devleti yönetenlerin bunu iş edinmesi gerekiyor. 2011’de Cumartesi Anneleri’ni Erdoğan kullanmış oldu. Bir seçim dönemiydi. O seçim döneminde her kesimden insana dokundu. Bu kesimden işte Cumartesi Anneleri de bunun için bir oy potansiyeliydi belki. Onu kullanmış oldu. Ama onun dışında hiçbir şey çıkmadı. Bu davalar, dava açıldıktan sonra… ki açılmasına ön ayak olan Devrimci 78’ler Federasyonu’ydu. Onların büyük çabalarıyla bu darbeciler yargılandılar. O sırada bazı dosyalardaki gizli kalan şeyler belki açığa çıktı. İşte sahiplerine ulaşamayan mektuplar, sahiplerine ulaştı. İdam edilen arkadaşlarımızın ailelerine verilmeyen mektupları ailelerine ulaştı. Ama bu Cumartesi Anneleri açısından baktığımız zaman hayır, zaten gözaltında kayıplar inkar edildiği için işte bizim de yaşadığımız şeyde olduğu gibi davaya müdahil bile olamadık. Müdahil olamayınca bizim için herhangi bir yol kat etmiş olmadık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment5317
Partial Transcript: Hani sonucun böyle olabileceğini öngörmedik. Eğer öngörmüş olsaydım, ben Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nün önünden asla beni kimse alamazdı. Bana ne yaparlarsa yapsınlar ben orada olurdum. Ama sonucun böyle olabileceğini hiçbir şekilde öngörmedik. Bu da işte hem gençliğimizin, heyecanımızın verdiği bir şeydi. Başka ülkeler için okuduğumuz kitaplardan bunu görüyorduk ya da okuyorduk. Ama bize demek ki bir hikaye gibi geliyordu. Yani biz yaşamayız. Bizim ülkemizde yaşanmaz diye mi düşündük? Öyle düşündük. Ya da aklımıza bile gelmedi. Hatta bir arkadaşımız şunu söylüyordu. O sırada cezaevinde alınmıştı, Sultanahmet Cezaevindeydi. Abimin alındığını duyunca çok sevinmiş. Gözaltına alındığını. “Nasıl olsa buraya gelecek. Hiç değilse dışarıda başına bir iş gelmedi. Bir süre sonra buraya gelecek diye çok sevindim, çok sevinmiştim.” Abim biraz da espritüel bir insandı. Çok nüktedandı. Onun için de sevinmiştim burada, tabiri caizse marva yapacağız diye. Çünkü onunla birlikte bir kez de Bayrampaşa Cezaevi’nde kısa bir süre kalmışlardı. Hani geçmişe dönük, bir kere daha dönmüş olayım. Hasköy’de Halkla Dayanışma Derneği kurmuşlardı. O dernekle ilgili 3 kişi alındı ve Bayrampaşa Cezaevi’ne götürülmüştü. Bu 78 yılıydı sanıyorum. 2 ay kadar galiba. 1 buçuk 2 ay kadar Bayrampaşa Cezaevi’nde kalmışlardı. O sırada, orada hırsızlıktan gelen, insan öldürmekten gelen ya birçok nedenle bir arada olan insanlar vardı. Bize söylenen şuydu: “Hayrettin orada esrar, eroin olayını bitirdi.” Yani küçücük, gencecik çocuklar var ve cezaevine esrar giriyor ve bunlar esrar kullanıyorlar. Orada artık nasıl yapılıyorsa. O kadar ikna kabiliyeti vardı ki o insanları örgütlediğini düşünüyordu, söylüyordu o kısa zaman içerisinde. “Bayrampaşa Cezaevi’nde esrar olayını bitirdi” diyordu. Bunu bize anlatıyordu. İlginçtir, yıllar sonra Cumartesi Anneleri’ne gelen, her hafta düzenli gelen bir arkadaşımız işte o Bayrampaşa Cezaevi’nden birisiydi. Abimi orada tanımış. Orada, o kısa süre içerisinde Hayrettin’in örgütlediği insanlardan bir tanesiydi ve her hafta düzenli olarak Cumartesi Anneleri’ne gelir. Böyle de bir şeyi vardı. Biz o kadar çok bir aradaydık ki. Aramızda 3 yaş vardı. Yani, ben 57 doğumluyum. Doğduğum günden itibaren hep abimle bir aradaydım. Hiç ayrılmadık. Yaz tatillerinde birlikte Biga’ya giderdik, birlikte gelirdik. Okula birlikte giderdik. Ortaokulu bitirene kadar aynı okuldaydık. Sonra okullarımız ayrıldı. Tabii, o benden daha büyüktü. Benden önce mezun oldu ve gitti Pertevniyal Lisesi’ne. Ama biz hep bir aradaydık. Ne yapacaksak birlikte yapardık. O yüzden de tabii ki, uyurken bile keşke uyumasaydım birlikte olsaydım mı… Bunu bile söyleyebilirim. İşte yataklarımız karşılıklıydı. Şimdi işte kız çocuğu ayrı odaya, erkek çocuğu ayrı odaya. Biz karşılıklı yataklarda yatıyorduk. Bazen işte sohbet ediyorduk. Yatarken. Biraz, işte İstanbul’da doğup büyümüş olmanın verdiği bir şey belki daha ileri görüşlüydü abim. Hani, tutucu değildi. O yüzden de böyle abilik yaparken, kılık kıyafetimize karışsın, davranışlarımızı kısıtlasın gibi değildi. Tam tersi, “şunu da yap, bunu da yapalım, birlikte yapalım” gibi davranışlar sergilerdi. Bu devrimci çevreler içerisinde insanlar biraz daha tutucu hale gelebiliyorlar tavır ve davranışları açısından. Ama abim bunu hiç yapmadı. Hatta benim zaman zaman dertlenmelerim olduğunda, “Sakın” diyordu. “Sakın kılığından, kıyafetinden ödün verme. Davranış biçimden ödün verme.” Bu başka bir şey. Yani, insanların dünya görüşleri… İşte, sen devrimci olabilirsin ama bu, şu anlama gelmiyor: “İşte kendini kapat, şunu… işte bunu böyle giy, şunu şöyle giy.” Şekilci değildi. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Mesela, Yabancı Diller Yüksekokulu’nda okuduğu için İngilizcesi iyiydi ve zaman zaman rehberlik de yapardı. O zaman rehberlik için bir belge gerekmiyordu. Sultanahmet’e gidip turistlere yardımcı olurdu ya da havaalanına gidip oradan turist alıp gidecekleri yerlere götürür, onlarla dost olur. Bunu para karşılığında yapmazdı. Hem dilini geliştirebilmek hem de insanlarla iletişim kurmak için yapardı. Mesela, o… Öyle bir şeyden Hollandalı bir grup gezdirmişti. Para almadığı için abime hediye vermişlerdi. Bir tane saat, dışı plastik. Çok hani maddi değeri olan bir saat değildi ama. Dışı plastik işte boynuna asabileceğin bir saatti. O saat hala duruyor. İşte abime ait küçük bir müze yaptık biz. Onun eşyalarını koyduğumuz bir yer var. O saat de orada durur. Yani, o kadar çok hayata bağlı, insancıl, hümanistti ki. Dolayısıyla bu bize de yansıyordu ve birlikte, hep birlikteydik. Kesinlikle ayrı kalmadık. Ta ki o en son zor zamanlarda, zaman zaman eve gelememek ya da işte birkaç gün birbirimizi görememek gibi olabilirdi. Ama bu da bazılarının yaptığı gibi ailesini reddetmek, bizi reddetmek anlamında kesinlikle değildi. Keşke dediğiniz gibi, hani uyumasaydım da daha çok zaman geçirebilseydim. Onu en son gördüğümde 19 Kasım günüydü. Sanıyorum 19 Kasım. Ya da 20. 19 Kasım. Evet. Avcılar’ın girişi bugünkü gibi değildi. Küçük bir kasaba gibiydi orası. Girişinde küçük, tek katlı dükkanların olduğu bir yerdi. Ben çıktım, işte şu an E-5 diye tanımladığımız caddeye doğru yürürken abim de eve doğru geliyordu arabasıyla. Yolda karşılaştık. Durdu. İşte çok kısa sohbet ettik. Eve gidip, duş alıp, tekrar çıkacağını söyledi. Ben de Aksaray’a doğru gidiyordum. Hani, onu bekleyemeyecektim, zamanım kısıtlıydı. Öyle sohbet ettik. Sonra arabanın içinden, yanağımdan bir makas aldı ve gitti. İşte en son öyle görüştük. Bir daha görüşemedik. O makasın sıcaklığı hala yanağımdadır. Bu arada yine aklıma gelen bir şeyi de hani onu da söylemeden geçmeyeyim emek vermişti çünkü. Zor zamanlarda kendimizi ifade edemediğimiz zamanlarda, İletişim’de çalışan Kürşat İstanbullu vardı. Yeni Gündem dergisi çıkıyordu haftalık. Yeni Gündem dergisinde ilk detaylı olarak haber yapan kişiydi Kürşat İstanbullu. 3 tane gözaltından kayba yer vermişti: Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl ve Süleyman Cihan. Onların 3’ü de çok yakın zamanlarda Gayrettepe’de gözaltında kaybedilmişlerdi. Daha sonra da bunu kitaplaştırmıştı. İlk, “Gözaltında Kaybolanlar” diye bir kitap yayımlamıştı. Türkiye’de ilk çalışmaydı gözaltında kayıplara karşı yapılan ilk çalışma oydu diye biliyorum. Hani onun öncesi var mıydı…Onun da hakkını teslim etmek lazım. Yaygın biçimde ilk kez gündeme getiren o olmuştu. O 3 kişi de ve Mustafa Hayrullahoğlu yine. Yakın dönemlerde Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde kaybedilen insanlardı. Mustafa Hayrullahoğlu ve Süleyman Cihan’ın cansız bedenlerine ulaşıldı, onların şimdi bir yerleri var. Ama Hayrettin ve Nurettin hala kayıp.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106492.xml#segment5995
Partial Transcript: Biz, her cumartesi günü gözaltında kayıplara karşı bir mücadele veriyoruz ama verdiğimiz mücadele sadece bir basın metni olmaktan öte geçmiyor. Bir gözaltında kaybetmenin insanlık suçu olduğunu bu devletin kabul etmesi gerekiyor. Gözaltında kaybetmelere karşı uluslararası sözleşmeleri bu devletin imzalaması gerekiyor ve zaman aşımı kavramının, insanlık suçlarında zaman aşımı olmayacağını devletin kabul etmesi gerekiyor. Öncelikle bu anlamda bir mücadele vermeli ve hükümeti buna zorlamak gerekiyor. Devleti buna zorlamak gerekiyor. Bu, tabii ki Cumartesi Anneleri’nin de sürekli gündeme getirdiği ve hedeflerinden bir tanesi bu söylediklerim. Ama tabii ki bunu da daha fazla kitle desteğiyle bu sağlanabilir. Eğer insanlık suçlarında, gözaltında kaybetmelere karşı zaman aşımı kavramı ortadan kalktığında çok daha rahat çok daha kolay hem sevdiğimiz insanların akıbetini öğrenebileceğiz, belki onlara ulaşabileceğiz. Daha da önemlisi faillerinin hesap vermesini sağlayacağız. Şu anda karşımıza hep çıkan kalın duvar zaman aşımı. Hayrettin Erenle ilgili şu anda hiçbir şey yapamıyoruz. Karşımıza hep bir zaman aşımı çıkıyor. Veya diğer kayıplarımızla ilgili. Davalar uzatılıyor, uzatılarak zaman aşımına yani o süreyi uzatılarak işte, “zaman aşımına uğradı” deyip dosya kaldırılıyor. İşte bunlarla birinci derecede mücadele etmek gerekiyor. Artı, hani yeni je… Ya da herkes için bunu söylemek lazım. Eğer biz bunlarla yüzleşmediğimiz zaman, bize hesap vermelerini sağlamadığımız zaman ülkede yaşayan her insan, bu konuda bir potansiyeldir. Çünkü devletin, devlet gelenek haline getirmiş gözaltında kaybetmeleri. Baktığımızda tarih boyunca rastlıyoruz ki bizim en yakın tarihimizde 1915 Ermeni Soykırımı’nda ya da Ermeni aydınların kaybedilmesi bize yakın gelen tarih. Veya işte, 15 TKP’linin, Mustafa Suphilerin kaybedilmesi yakın tarih. Sabahattin Ali’nin kaybedilmesi yakın tarih. Ve sonrası gelen, 80 sonrası gelen, yaygın biçimde gözaltında kaybetme bize gösteriyor ki bu bir devlet geleneği. Devlet, kolay başa çıkma yöntemi bulmuş kendine. Dolayısıyla, eğer biz gözaltında kaybetme mücadelesinde etkin bir biçimde yer almazsak devlet bu geleneğinden vazgeçmeyecek. Ve sıkıştığı yerde başvuracak. Başvurduğu yöntemlerden biri olacak, olmaya devam edecek. Bu yaşadığımız günlerde de zaman zaman bunu denediğini görüyoruz en azından. Bu nedenle uluslararası gözaltında kaybetmelere karşı sözleşmeleri imzalamasını zorlamalıyız. Gözaltında kaybetmenin insanlık suçu olduğunun kabul edilmesini sağlamalıyız ve zaman aşımı illetinden kurtulmak durumundayız. Kurtulmalıyız. Bunlar, yapılabilecek etkin mücadele konuları olmalı. Mücadele yöntemi demeyeyim. Dolayısıyla şu anda yaşadığımız, ki ben kendi yaşım itibariyle söylediğimde, baktığımda… Evde hep konuşuruz bunu. Ben, Türkiye’de demokrasinin olduğu bir zamanı hatırlamıyorum. Ha, nispi olarak açılmıştır bir şeyler, rahatlatılmıştır, gevşetilmiştir ama canları istediğinde de sıkmışlardır o gevşettikleri şeyleri. Dolayısıyla hep birilerinin güdümündesiniz bu ülkede. Demokrasiden söz edemeyiz. Bu nedenle hani, bugünkü gençlik bunun farkına varmalı. Özgürlükler için, demokrasi için mücadele etmeli. Eğer bu ülkede gerçekten insanların eşit, özgür bir şekilde yaşamasını istiyorsak demokrasi mücadelesi, hak, adalet mücadelesi vermek zorundayız. Bu mücadelenin büyük bir kısmı da Cumartesi Anneleri’nden geçiyor. Eğer bu ülkeye demokrasi gelecekse gerçekten o meydandan geçecek. Geçerek gelecek. Çünkü 26 yıldır verilen hak ve adalet mücadelesi var. Umarım bu taleplerimiz karşılık bulur ve hep birlikte eşit, özgür bir ülkede yaşarız. Ya da çocuklarımız, torunlarımız yaşar. Öyle diyeyim.