Şenal Sarıhan

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - Çocukluk ve İlk Gençlik Yılları, Eğitim Hayatı

Play segment

Partial Transcript: Annem ev kadınıydı, üç kardeştik. Ben üç kardeşin en küçükleri durumundaydım. İlkokulu babamın okul müdürü olarak çalıştığı Atatürk İlkokulu'nda öğrenci olarak okudum. Bir yıl önce okula gittim, ablam ve ağabeyim öğrenciydi ve onlara çok özeniyordum. O dönemde okula kayıtsız gitmek diye bir uygulama vardı. Okula kayıtsız olarak başladım fakat ikinci sınıfa beni doğrudan geçirdiler, bir sınav yaptılar böylece erken bir başlangıç oldu. Oldukça erken bir yaşta henüz kendi yaşıtlarımın ilkokula başlamadığı bir tarihte, ben ikinci sınıf öğrencisi durumundaydım. Atatürk İlkokulu'nu, Sivrihisar Ortaokulu'nu bitirdim. Ablam ve ağabeyim, Ankara dışına, Ankara diyorum, Sivrihisar dışına eğitim görmek üzere gittiler. Benim durumum biraz zor idi. Eğitime, eğitim için dışarı gitmek noktasında oldukça sıkıntılıydı. Çünkü babamın gücü zaten güç bela yetiyordu, onların dışarıdaki eğitimlerine. Zaten akraba yanında falan eğitim görüyorlardı ama onlara harçlık gitmesi, onlarla ilgilenilmesi bir sorundu. Ablam ve ağabeyimle aramda 5 yaş gibi de bir fark vardı, oldukça geç olarak katılmıştım aileye.

Ortaokulu bitirdiğimde, yetişkin de bir çocuktum; gelişkin, iri yarı bir çocuktum. Varlıklı bir akrabamız vardı ve o akrabanın oğullarıyla evlendirilerek benim de işte, ev kadını olarak ama varlıklı bir ailede yaşamımı sürdürmem gibi bir tasarı vardı aile içinde. Annem buna çok karşı çıkıyordu "Böyle bir şey olamaz, onu da annemlerin yanına Balıkesir'e göndeririz, o da Balıkesir'de okur." diye. Fakat başka bir şans oldu. Resim öğretmenimiz benimle çok ilgili olan bir öğretmendi, yani bütün öğrencileriyle ilgili bir öğretmendi ve bana dedi ki "Gel babandan habersiz seni parasız yatılı okul sınavlarına hazırlayalım, başvurasın." dedi. Daha doğrusu hazırlık diye bir şey yoktu o dönemde. Hem parasız devlet lisesine hem de öğretmen okuluna başvuru yaptık. Sınav kağıdımın geldiği gün de sınava Eskişehir'e gitmem gerekiyordu. Resmen bir şey yaptık, böyle farklı bir program yaptık, ben güya resim öğretmenimizin eşine yardıma diye onlara gittim, onların küçük çocukları vardı, aslında Eskişehir'e gittim ve Eskişehir'de sınava katıldım. Çocuklarını götüren aileler vardı, öğretmenimiz beni onların yanına verdi. Kaçak göçek böyle önlüğümü, önlüklerimizle giriyorduk sınava, önlüğümü kolumun altına alarak koşarak falan 00:03:00Eskişehir'e gitmiş olduk. Döndük, biraz geç bir dönüştü tabi, epeyce bir azar işittim nerede kaldım niye bu kadar kaldım gibi. Sonra bu arada sınav sonuçlarını beklerken Balıkesir'den dayım ısrar etti: "Şenal'ı buraya gönderin ve Şenal burada liseye devam etsin," diye. Oraya gittim ama oradayken sınav sonucum gelmiş ikisini de kazanmışım ve o zaman öğretmenimiz babama anlatmış "Biz Şenal'la bir kurgu yaptık ve onu işte artık göndermek zorundasınız hocam," falan diye. Babam da bize Fransızca derslerine geliyordu aynı zamanda öğretmen olarak ortaokuldayken. Sonuçta babam bir telgraf çekti, hayatımda ilk defa yalnız trene bindirildim Balıkesir'den ve Eskişehir'e kadar geldim, babam Eskişehir'den karşıladı. İlk sınav Konya Öğretmen İlköğretmen Okulu'nun sınavıydı. Konya İlköğretmen Okuluna sınavına gittim ve sınavda da ilk sırada birinci sırada sınavı kazanmış oldum. Böylece öğretmen olmak gibi bir olanak benim önümde açılmış oldu. Babam okulun tekrar açılmasına on gün gibi bir süre olmasına rağmen bütçesi beni tekrar Eskişehir ve Sivrihisar'a götürmeye yetmiyordu ve okul müdürüyle konuşarak benim orada kalmamı sağladı. Böylece Balıkesir'e götürdüğüm gündelik eşyalarım Konya İlköğretmen Okulu'nun yatılı kız öğrenci olarak kullanacağı eşyalara dönüşmüş oldu, orada okulun işlerine yardım ettim on gün süresince. Bu aslında benim için büyük bir olanaktı, öğretmenleri önceden tanımış oldum, çevreyi tanımış oldum, dışarı çıkamıyorduk, tabi parasız yatılı okullar bir de kız okulları hep böyle dört duvar arasında kaldığınız okullardı o zaman. Çarşı izinleri haftada birdi ki okul başlamadığı için çarşı izni programı da yoktu. Sonuçta Konya İlköğretmen Okulu'nda Kültür Edebiyat öğretmenimiz vardı Gülsevin Çiçekli ve Ali Çiçekli; bir karı-koca, belki baban mutlaka bunların isimlerini bilir. Devrimci insanlardı, öğrencileri çok seven, öğrencileri ileri taşımaya gayret eden insanlardı. Okulumuzda Gazete Köşesi vardı bütün gazateler gelirdi ve derslerimizde o gazetelerle ilgili, günlük gazetelerle ilgili tartışmalara başlanır sonra eğitime geçilirdi. Köy Enstitüsü kültürünü taşıyan öğretmenler vardı. Öğretmenlerimiz, öğrenciye çok değer veren öğrenciyi azarlayarak, öğrenciye tokat atarak ya da öğrenciye şiddet uygulayarak değil, örnek olarak yol açan öğretmenler vardı. Okul müdürümüz de aynı şekilde. Yere düşen bir kağıdı alın demezdi, eğilir alırdı ve biz görürdük o kağıdın alınması gerektiğini kimse söylemeden.

00:05:52 - Konya İlköğretmen Okulu'nda İlk Soruşturma

Play segment

Partial Transcript: Konya İlköğretmen Okulu'nda üçüncü sınıfa doğru okulda şey tartışmalarının başladığını fark ettik Din dersi öğretmenlerinin 00:06:00 yarattığı gerici ve tartışmacı bir hava esmeye başladı. Ve duvar gazetesi çıkarıyorduk, yazıp çiziyordum o zamanlar da ben şiirler yazıyordum öyküler yazıyordum. Bir öyküm Onlar Aklara Düşman diye bir öykü kaleme almıştım o öykü okulun hem yazılı basın aracında yayınlamıştı hem de Duvar Gazetesinde. Din dersi öğretmeni benim hakkımda şikayette bulunmuş, Onlar Aklara Düşman derken ben komünizm propagandası yapıyormuşum yaşım da henüz 14 lerde 15 lerde falan belki komünizmi bile tam olarak tarif edecek durumda değilim. İlginç bir öğretmenlik ya da eğitim olgusuyla karşılaştık. Savcıyı okul müdürü ben kızımızı çocuğumu adliyeye göndermem, böyle bir deney yaşatmam ifade alacaksanız okula gelin okulda alın demiş ve ben de aktif bir öğrenciyim işte okul müdürümüz beni hep çağırır, Edebiyat Kolundan sorumluluk Gülsevin Çiçekli ile hep beraberiz. Bir gün şeydeyiz akşam üzeri saat 5 sularında eğitim çalışmalarımız oluyordu etüt diyorduk o zaman, etütteyiz hoca geldi Gülsevin Hanım Şenalcım "Bir dakika dışarı gel." Geldim. Burada dedi bir bey var senin hikayeni okumuş çok beğenmiş duygularını sana sormak istiyor dedi. "Niye?" hocam dedim "O da dedi senin üzerine bir şey yazmak istiyor" dedi. Ben böyle saf saf müdür odasına girdim. Girdim müdür odasında bir bey var karşısında bayan önünde bir daktilo, ve o bayanın halinden herhalde onların yanında çalışan bir işçi gibi düşündüm yani onun bir sekreter olduğunu yargıda çalışan biri olduğunu falan düşünmedim. O bana sorular sordu bunu ne düşündün, konu da tamamen şu: O kadar saf bir konu ki; güya kar yağıyor ben karın ne kadar güzel yağmakta olduğunu anlatıyorum, ne kadar beyazlığın bütün bir doğaya hakim olduğunu biraz sonra ama insanlar yürümeye başlıyor ve ayak izleri lekeler bırakıyor karın üzerinde özeti olan bir hikaye. Sonra ben çıktım sınıfa da geldim dedim ki " Arkadaşlar benimle röportaj yaptılar" dedim düşünebiliyor musunuz böyle çok büyük sevinç bende. Büyük bir olay bir gazeteci geliyor o yaşlar için düşünün herkes heyecanlandı falan. Sınıftaki arkadaşlar. Neyse aradan bir ay falan geçti o yayını görmüyoruz ortada bir yayın yok doğal olarak, bir ay sonra yine Gülsevin Hanım beni odasına çağırdı ve oturttu, dedi ki Şenal "Seninle bir şey konuşmam gerekiyor." Ve bu olayın özünü anlattı yani din dersi öğretmeninin beni şikayet ettiğini, benimle ilgili soruşturma açıldığını ve bana takipsizlik kararı verildi ama hiç anlatmayacaktım ama bu kararı senin adına okul müdürü teslim aldı sana bu kararı teslim 00:09:00etmemiz gerekiyor dedi. Böylece ilk soruşturmamı 'komünizm propagandası yapmak' suçlamasıyla o yaşlarda geçirmiş oldum. 1964 yılı bu olayın yaşandığı yıl ve din dersi öğretmenine karşıda ben bir tutum almadım, din dersi öğretmenine karşı benim herhangi bir tepki duymama da sebep olmuş olmadılar yani habersiz oldum. Tabii çok üzüldüm sonra çok Çünkü şeyi fark ediyordum hocanın tutumundan bana karşı bir ön yargısı var asıl önyargısının da Gülsevin hanıma yönelik olduğunu sonradan düşünüyorum, yani benimle ne hesabı olacak ama işte ilerici bir öğretmene karşı tepki koymaya çalışıyor ve gericilik henüz bu düzeylerde o günlerde.

00:09:51 - İzmir Eğitim Enstitüsü Yılları

Play segment

Partial Transcript: Yaşım küçük olduğu için öğretmen okulunu bitirdiğimde öğretmen okulunu bitirdiğim zaman devlet memuru olamıyorum 16 yaşındaydım oldukça küçüktüm. Bir liste çıkardılar 18 yaşında yükseltin yoksa öğretmenliğe başlayamayacaksınız diye okul idaresi. Ben çok böyle boylu poslu da bir çocuktum uzun boylu falan kimsenin aklına gelmiyor bir de okulda ön saflarda koşturan biri gibi görünen bir öğrenciyim. Babam bu sefer babam ters bir şey yaptı dedi ki "Hayır senin yaşını büyütmeyeceğiz, madem bu olanak senin önünde açıldı Eğitim Enstitüsü'ne devam et Öğretmen Okulu mezunları sadece Eğitim Enstitüsüne gidebiliyordu. Ve Gazi Eğitim Enstitüsün gitmem söylendi önerildi ancak ben mutlaka kazanmak istiyordum ve yeni açılmış olan İzmir Eğitim Enstitüsünde kazanma şansımın daha yüksek olduğunu düşündüm. Sonuçta İzmir Eğitim Enstitüsü sınavlarına girdim yazılı ve sözlü sınavlar, sınavlarda başarılı oldum orada böyle 1. sırada kazanmış oldum sınavları ve İzmir Eğitim Enstitüsünde okumaya başladım. İzmir Eğitim Enstitüsü'nde işte bu yazmak çizmek ve edebiyatın ötesinde siyasete doğru ilgi duymak, Yön Gazetesi yeni yeni çıkıyordu. Yön Gazetesi ile tanıştım o zaman Nazım Hikmet'in ilk kitapları, Kurtuluş Savaşı Destanı falan yeni yayınlanıyordu okulda okul başkanları seçilir her 2 yılda bir. Okul başkanlığı konusunda bir idarenin adayı vardır bir de öğrencilerin adayı vardır, idarenin adayı olarak okul müdürü tarafından önerildim, okul müdürünün önerisini reddettim ben dedim dairenin adayı olmak beni öğrenci arkadaşlarım öneriyor idare ile aramızda sorunlar olabilir dedim. Ne sorunlar olabilir dedi? Nitekim bir süre sonra kendisi ile sorun yaşadık okul müdürünün. Nasıl yaşadı işte okul başkanı oldum sürekli idare ile temas halindeyiz. Eğitim Enstitüsü üniversite düzeyinde ama yine bir 00:12:00 kız okulu bildiğiniz böyle çarşı izinleri falan saatle sınırlı olan, haftada bir gün olan. Ama biz bazı şeylerin zorluyorduk o zaman yeni yeni paneller söyleşiler oluyor üniversitelerde onlara gidiyoruz, üniversite öğrencileri ile ortak tiyatro çalışmaları yapıyoruz idarenin bilgisi içinde. Bir akşam okul müdürüyle yönetim kurulu olarak sohbet ederken ben petrol meselesi Yön Gazetesi'nde yeni tartışılıyordu.O konuda biz hepimiz bir şeyler söylüyoruz öğrenciler her birimiz bu konunun işte ulusal değerlerin nasıl ABD tarafından işte elimizden alındığını falan. "Çocuklar" dedi Siz bu bilgileri nereden alıyorsunuz?" dedi ben de gayet saf şekilde dedim ki "Hocam, Yön Dergisi okuyoruz biz." iyi bir şey yapıyormuşum gibi . "Nereden alıyorsunuz?" dedi "Hocam geliyor dedim posta ile bana geliyor biliyorsunuz ve ben arkadaşlara da veriyorum çünkü bunları bilmemiz öğrenmemiz gerekiyor bize öğretmen olacağız. "Öyle mi?" dedi "Sizin ne gibi kitaplar var?" o sırada da yeni yeni çıkan daha yeni yeni Durgun Akardı Don, Şolohov, Sartre bunların eserlerinin yeni yeni yayınlandığı zamanlar. Biz de dışarıdan kitap alıyoruz bir de sergi şeyimiz var ne denir ona sergilediğimiz bir camekan var oraya koyuyoruz 'bu haftanın kitapları,neleri okudum' falan diye hocam dedim oraya da koyuyoruz. "Ama Yön'ü koymadınız sizin kitaplarınızı ben bir görmek istiyorum."dedi odamıza gittik. Hikmet Çetinkaya'yı bilirsiniz Cumhuriyet Gazetesi yazarı, onu daha sonra eşi olan Nezih ile biz çok yakın arkadaştık ve dolaplarımız biri giyim dolabıydı biri kitap dolabıydı. Sizin kitaplarınıza bakacağım, dedi Nezih de zaten yönetimde beraber yönetimle birlikte yatakhaneye çıktık kitaplarımıza baktı, "Bunları ben de bir okuyayım" dedi bizim kucağımıza bizim kitapları doldurdu. Okulun banyo binasının üstünde kendi binası vardı iki katlı bir yerdi o zaman ve doğrudan doğruya alttaki banyo kazanına kitaplarımızı atmaya başladı Reşat Postacıoğlu idi okul müdürü. Biz korkunç etkilendik tabi bu yani bu hiç beklemediğiniz bir şeydi, hocayı demokrat bir hoca 61 anayasasını falan yeni yeni işte Türkiye'ye hakim olduğu özgürlüklerinden her ne kadar fiilen farklı bir yerden kaynaklansa da o Anayasa daha geniş hakların verildiği bir tarihti. Ve hocaya tavır koyduk bu kısmı ben artık anlatmayayım. Sonuçta ben İzmir Eğitim Enstitüsünü bitirdim ve Adapazarı Akyazı'da öğretmenlik yapmaya başladım oraya atandım biz hemen kura çekip şimdiki gibi değildi koşullar kura çekiyorduk kura nereye düşüyorsa. Aslında Kayseri Pınarbaşı çekmiştim ama Akyazı Ortaokulu ile becayiş 00:15:00 yaptık. O sırada babamlar İstanbul'a taşınmışlar da tayin olmuştu babam o sebeple artık olanaklar da bizim için şehir olanakları fazlalaşmıştı.

00:15:15 - Öğretmenliğe Atanması ve Öğretmenlik Yılları, TÖS ve Öğretmen Örgütlenmesi, Sağmalcılar Lisesi, Sosyoloji İlgisi, Hukuk Okuma Kararı, 12 Mart'a Doğru

Play segment

Partial Transcript: Üç yıl Adapazarı Akyazı'da öğretmenlik yaptım. Bu bütün bu süreçlerde şeyden de başlayarak hatta ilkokuldan başlayarak tiyatroyla ilgim oldu ve tiyatroda oynadığımız tiyatro eserleri, denemeleri yaptım onları kendim canlandırdım falan. İzmir Eğitim Enstitüsünde çok güzel bir tiyatro salonumuz vardı Hamdi ve Hamdi oyununu örneğin en son onu sahnelemiştik. Öğretmenliğe başlayınca da öğrencilerimi bu alanda da ilgilendim zaten türkçe-edebiyat grup öğretmeniydim. Buradan üç yıl gibi bir çalışma-- pardon şunu da söylemeliyim atandım atanma yerine Akyazı'ya Adapazarı Akyazı ya gittim ilk ziyaret ettiğim yer o zaman Türkiye Öğretmenler Sendikası vardı, Türkiye Öğretmenler Sendikası şubesi oldu gittim ve kapısını çaldım "Ben buraya atandım" dedim "Buraya atandım. Sizlerle tanışmak istiyorum ve hemen üye olmak istiyorum "dedim.Derneğe, sendikaydı o zaman sendika üye oldum arkadaşlar tabii kucakladılar yardımcı oldular, Onlarla da çok önemli çalışmalar yaptık sendikanın bize katkısı çok fazla oldu.Üç yıl severek çok da sorunlu bir yerdi Akyazı ama herhangi bir farklı sorunla karşılaşmadan da arkadaşlarımızın da dayanışmasıyla, Akyazı'da depremi falan da Akyazı'da geçirdim Bir 69 depremi vardır o tarihlerde.Sonra 69 yılının içinde İstanbul'a atandım.

Öğretmenler içinde çok güçlü bir örgütlenme vardır, örgütsüz öğretmen neredeyse yoktu karşı görüş öyle fazlasıyla yaygın değildi yine Ülkü Ocakları da vardı tabii ülkücü öğretmenler de öğretmenlerde vardı. Onların o dönemde sendikaları var mıydı onu şimdi anımsayamadım ama şeydiler ilişkilerimizde bir gerginlik yoktu yani öğretmenler olarak birbirine saygılı insanlardık. İşçi sendikalarıyla Adapazarı'ndan, Adapazarı TÖS daha ilgiliydi ve oradaki eylemlere oradaki grev çalışmalarına, oradaki her türlü çalışmaya gider destek olurduk. Bir de köy çalışmaları yapıyorduk o dönemde çok yaygın köy çalışmalarımız vardı belki bizim Akyazı TÖB-DER olarak vardı köylere gitmek orada tarım konusunda bilgiler vermek orada halkın eğitim ihtiyacı konusunda öğrencilerin eğitimleri konusunda ve her türlü sorunla ilgili destek olma gibi çalışmalarımız oluyordu. Ama asıl daha hareketli 00:18:00bir çalışma benim için İstanbul'da başladı. İstanbul'da da hemen tabii TÖS'e, TÖB-DER karıştırıyor muyum, hayır TÖS'tü yine İstanbul TÖS 69 boykotuyla başladım İstanbul'da.

Sağmalcılar Lisesi benim için son derece ilginç bir yerdi, Küçükköy diye bir semtteydi ama adı Sağmalcılar Lisesi'ydi. Lisede genel olarak Bulgaristan ya da Yugoslav göçmenlerinin çocukları vardı eğitim görmekte olan. Her ne kadar göçüp gelmişlerse de sol kültüre sol alışkanlıklara sahip olan çocuklardı. Genel olarak işçi çocuklarıydı, o sebeple ya babalarının sendikal mücadelesi vardı, hak arama mücadelesi vardı. Son derece hoş bir ortamdı, öğretmenlerin hepsi, İstanbul TÖB-DER başkanı Tahsin Çayır diye bir arkadaşımızdı bizden büyüktü elbette Tahsin bey bizim okulun müdür yardımcısıydı. Onun oluşu orada çok ciddi bir örgütlenmeyi de sağlamıştı, doğal olarak öğretmenlerin TÖS [TÖB-DER] etrafında örgütlenmesine. 69 Boykotlarından sonra da hakkımızda davalar açıldı, benim hakkımda açılmadı, şeyler hakkında açıldı yönetim hakkında ama esas şeyi söylemeliyim ondan önce boykot sırasıda hepimizin görevleri vardı işte kimimiz binada telefonlarla katılımları not ediyoruz, kimimiz okulları dolaşıyoruz okullardaki sayıyı alıyoruz veya katılımı destekleyen çalışmalar yapıyoruz onlarla. Bu süreçte Tahsin Bey açığa alındı şey tarafından İstanbul Valiliği tarafından görevden alındı açığa alındı. O günü hiç unutmuyorum Sağmalcılar Lisesi ile Aksaray'dadır TÖS'ün ve daha sonra TÖB-DERin yeri aynı bina kullanıldı şimdi EĞİTİM-DER sanıyorum. Oraya kadar öğrenciler yürüyüş yaptılar öğretmenlerine destek olmak ve öğretmenlerinin açığa alınmasını protesto etmek için bu büyük bir eylemdi bence yani az rastlanabilir o tarihler içinde bir duyarlılık. Tabi 68 kuşağı 15-16 Haziran hareketleri falan bunları atladım galiba İstanbul'da olduğum sürece bütün bunların içinde kendimce rol almaya çalışmıştım. Yargılama sırasında da benim ilk mahkemelerle karşılaşmamdır. Destek için duruşmalara gittik yöneticilerimiz yargılanıyorlar destek için gittik. Süleyman Üstün vardı bu isim size yakın gelir mi bilmiyorum bir sendika başkanıydı şimdi 00:21:00sendikanın adı hatırıma gelmedi Süleyman bey de yargılanıyordu o sırada bir telefon kaydı dinletiyor mahkeme kayıt içinde bir ses var. O ses benim sesim diyor ki hakim "Bu çocukları niye kullandınız" demek ki genç ve çok ince bir ses o zaman hala da biraz ince sesim.Süleyman bey de döndü espri yaptı "Seni ihbar edelim mi bu çocuk değil budur falan?" diye. Ama dikkatimi çeken şuydu: Öğretmenler yargılanırken yargıç soruyor " Okuman yazman var mı?" diye soruyor. Böyle Türkiye'deki gariplikliklerle ya da yargıyla ile yüz yüze gelme olayım bu.

Sonra öğrencilerimle beraber sınava girdim, edebiyat sınıfının 6/Edebiyatın öğretmeniydim, rehber öğretmeniydim, öğrencilerle beraber üniversite sınavına girim ve Sosyoloji okumak istedim Sosyoloji bana yeni bir dünya açacak diye düşündüm. Fakat Sosyolojide devam zorunluluğu olmuş, getirilmiş ve akşam bölümü de kaldırılmış akşam bölümüne gitmeyi planlıyordum. O gün orada benim gibi sınava girmiş ve Sosyoloji okumak istemiş bir arkadaşımın uyarısıyla dedi ki Şenal gidelim de hukuktan bir şey alırız 'şebeke' diyorduk biz o zaman şimdi ne diyorsunuz bilmiyorum, öğrenci belgesi şebekemiz olur indirimden yararlanırız beni sosyolojiden çıkardı İstanbul Üniversitesi kapısında hukuka gittik hukuka kayıt oluyoruz, kayıt olma sebebimiz şebekemiz olsun okumak falan değil katiyen böyle bir hukuk başlangıcı oldu. Ama işte o sırada 71-72 sıkıyönetim dönemi başladı. Biz son derece aktifiz bütün o bölgedeki tamamen Sağmalcılar fabrikaların olduğu yerlerde şimdi hala öyledir zannediyorum uzun yıllardır İstanbul'dan kopuğum, derinlemesine kopuğum. Şeylere gideriz çocuklarla türküler şarkılar söyleriz, destek oluruz grevlere, halaylar çeken geliriz okulda bunların değerlendirmelerini yaparız falan, Halkevleri'nde panelleri olur o panellere öğrencilerle katılırız. Kaç defa 1. oldu bizim Sağmalcılar öğrencileri. Böyle çok canlı bir hayat içindeyiz çok aktif ve her şeyin sanki su gibi yürüdüğünü düşünüyoruz ama yani öyle yürümüyor ve yürümedi ve sonuçta işte 12 Mart geldi.

00:23:54 - 12 Mart Süreci, İşkenceler ve İşkence Görenler, Gözaltına Alınması ve 33 Gün İşkencede Kalması,

Play segment

Partial Transcript: 12 Mart geldiğinde ben hala sendikaya üyeydim ve o sebeple 00:24:00 yargılanabilirim diye düşünüyordum yani çok aktif bir üyeydim çok bilinir, görülür durumda bir üyeydim. Fakat başka bir şey yaşadım ablamın bir arkadaşı bu şey grubu ile Doğu Perinçek'in o zaman Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi diye bir hareketleri vardı o grup sebebiyle gözaltına alınmıştı eczacı bir arkadaşımız yine gözaltına alınmış bir öğretmen adayı daha doğrusu Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencisi çok yoğun işkence görmüş Manisa'da fakat adını söylememiş bırakmışlar gerçek adını söylememiş. O da öğrenci hareketinin içinden birisi aynı zamanda yani öyle silahla külahla da işi olan birisi değil. Gerçek adını söylemediği anlaşılmış ve tekrar aranıyormuş yeniden işkence görmesin, onu biraz koruyalım diye o arkadaş bana rica etti. Ben de onun bir yerde kalmasına yardımcı oldum yani adiyen yataklık sayılabilecek bir şey ama ben de gerçek adını falan da bilmiyorum kimdir nedir arkadaşım sadece işkence görmüş ve işte yeniden alınması söz konusuymuş denilen bir arkadaştı. Onun o sebeple sürdürülen soruşturmada ben de gözaltına alındığını Gökder ablayı aldılar o çocuğu aldılar onu bir randevuda yakalamışlar ben onu aldılar ve ben o davanın sanığı haline getirildim. Otuz üç gün işkencede kaldım çok yoğun şekilde işkence gördüm. Yıllar önce ilkokulda iken Sivrihisar'da evler çarşıda bir taraf evdir sırtlarında da dükkanlar vardır böyle bir caddenin Atatürk İlkokulu'nda okuduğum söylemiştim Atatürk İlkokulu'nda çok yakın bir arkadaşım o evlerden birinde oturuyordu o mağazalarda sırt sırta olan evlerden birinde. Mağazada ön taraftaki mağazada bir hırsızlık olmuş. Karakol polisi doğrudan doğruya evde o dükkanda sırt sırta olan evin babasını, annesini ve genç kızı karakola çekmişler. O zaman yani Türkiye'de işkence hiçbir zaman durmadı da o vakit ilk defa işkence lafını ve işkence görmüş insanları ilk kez o zaman görmüştüm. Ve bu aslında belki benim hukuka eğilim duymama sebep olmalıydı ama zaten zor bela okudum. Öğretmen olabilmek bile zor bela okuma anlamındaydı olanaklar sebebiyle başarısızlık sebebiyle değil. Hep o hikaye ile gittim giderken çünkü çok yoğun işkence bilgilerimiz vardı işkence yapıldığı bilgilerimiz vardı. Gün Zileli'nin eşi, Gün Zileli vardır bilir misiniz acaba Gün yazan 00:27:00çizen bir arkadaşımız o da o davadandı. Gün'ün eşiyle beni çok benzetiyorlar tarifler var, saçlarım uzun ve arkadan arkadan tek örgüydü o zaman ve yüzümde sivilceler vardı. Henüz hala çok gencim ve sesim yumuşak bir ses. O tarifte biri var o tarife de ben uyuyorum. Beni İstanbul'da dolaştırmadıkları yer kalmadı ben işte hangi muhtarları harekete geçirmişim nerede gizli faaliyet yürütmüşüm. Köpeklerle falan geliyoruz tabii kimse beni tanımıyor, ben kimseyi tanımıyorum yeniden işkence görüyorum. 33 gün ağır bir işkence sürecinden sonra sonra şeye getirdiler bizi aldılar. Ankara'ya getirdiler bir emniyet arabasına geldim yani Ankara'ya. Gayrettepe vardı o zaman hala da var tabii de Gayrettepe'ye götürdüler. Şimdi soyadıyla hatırlayamayacağım Necdet isimli bir komiser vardı kendisinin hukukçu olduğunu, Necdet Yüksel miydi bir de cinsel istismara uğradım emniyette onu da sonradan anlatacağım yani daha sonra o süreçleri anlatmayayım yani onlar herkesin yaşadığı gibi şeyler işte akıllarına ne geliyorsa yapıyorlardı. 23 evet oldukça gencim yani o kuşak için değil belki ama bugünkü kuşak için. Şeyden buraya getirildik Ankara'ya getirildik, Ankara'da Dışkapı'da Kazıkiçi Bostanları'nda gözaltı merkezine. Böyle boynumuza adımızı yazıp bir fotoğraf çektiler, o fotoğrafın çekilmesi konusunda garip bir durum oldu. Gülmek geldi bana ama nasıl gülüyorum bir şey yani kendimi bir hayvana benzetiyorum ve aslında aşağılanıyorum aslında fakat böyle bir gülme krizi. O fotoğraflardan zor bela böyle kendimi tuttuğum bir fotoğrafı hala saklıyorum onu koymuşlar çünkü sonra bize öyle bir belge vermişlerdi. Cezaevine geldim arkadaşlar, benimle birlikte alınanları şeye götürmüşler Sağmalcılar Cezaevine ve benim hakkımda hiçbir bilgi yok o sebeple insanlar benim öldüğüm, işkencede öldüğüm yargısına varmışlar. Daha sonra Dışkapı'daki o Kazıkiçi Bostanlarında oradan Mine Haksal diye bir arkadaşımız geldi ve iki ayrı bölümlerdeyiz . Ben böyle ranza üzerine çıkıp havalandırmaya çıkan kadınları görmek hatır sormak falan mümkün oluyordu. Öyle bir yerden seslendim. "Kimsiniz?" dedi bana. Sörtüker'di o zaman soyadım. "Şenal Sörtüker" dedim. Kızcağız 00:30:00 düştü bayıldı. Neden bayıldığını anlayamamıştık meğer onlar benim ölü olduğum bilgisi hiçbir bilgi yok yani saldıkla ilgili hiçbir bilgi yok.

00:30:10 - Dava ve Mahkeme / Yargı Süreci, Cezaevi Günleri ve Koşulları, Afla Tahliye Olması ve Dışarıda Hayat

Play segment

Partial Transcript: Davalar başladı, ben hukuk okumaya başlamıştım o sürede iyi kötü bilgimle herhalde bana yataklıktan ceza verilecek, hiçbir kabulüm yok. Bu şeyi anlatıyorum yani "bir arkadaş çok baskı görmüş, işkence görmüş, tedaviye ihtiyacı vardı. Ben ona kalacak yer buldum." Bu kadar ifadem. Yücel Sayman'ı soruyorlar, Bülent Tanör'ü soruyorlar, hukukta okuduğum için. Onların aleyhine bilgiler almaya çalışıyorlar onları da öğretmenim bile olmadıklarını yani onlarla bir temasım olmadığını, tertemiz bir şey yok yani canımı çıkardılar ama bildiğim bir şey yok kahramanlıktan değil bir şey bilmiyorum yani, anlatacak bir şeyim yok. Uydurabilirim ancak bu durumda. Yargılama başladı ve ben örgütü yönetmekten yargılandım hakkındaki iddianame Türk Ceza yasasının 141 maddesinin 1. Fıkrası gereğince devlet memuru da olduğum için hakkımda 20 yıl ceza istendi. Davanın sonuna kadar da biz konuşmadık ben şeyi talep ettim dedim ki "Bize işkence yapanları yargılayın ve bana saldırıda bulunan şahsı yargılayın. Onları getirin onlar hakkında dava açın ondan sonra ifade vereceğiz." Genel toplu bir tutumdu yani hepimizin çünkü herkes işkence görmüş durumdaydı. Türkiye İhtilalci işçi köylü Partisi Davası gerçekten onlarla bir ilgim yok yani mesela bana bu arkadaş o gruptanmış dendiğinde Allah Allah kim var acaba o gruptan Ankara'da diye düşündü Ankara diyorum İstanbul'da hiç bilmiyordum İstanbul'da o siyasi grubu. Çünkü ben o dönem Kıvılcımlı hareketine daha yakın hissediyorum kendimi onlarla İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği vardı o kesimi tanıyorum ve genel 68 kuşağı, Denizler falan onların THKO falan oradan tanıdıklarımız var. Yani o siyasete eğilim duyan arkadaşlar, yakınlık duyan arkadaşlar var ama o grubu, Doğu'yu hayatımda görmemişim mesela Doğu Perinçek' ve diğerlerini de hiçbirini de. O sırada Dostlar Tiyatrosunda da deneme sahnesinde oynuyorduk benim bir arkadaş daha bizim gruptan gözaltına alınmış Feraye Özipek soyadı şimdi ne soyadı şimdi ne Feraye Tınç bilirsiniz Hürriyet'te yazdı, yazıyor son dönemler de yani geçtiğimiz dönemlerde yazıyordu. Feraye o harekettenmiş mesela onu bilmiyorum o hareketten olduğu için alınmış ve biz Ankara'da buluştuk onunla da. Mine ve onunla orada buluştuk. Kötü bir dönemdi yani 00:33:00 hak hukuk hak getire olduğu bir dönemdi. Cezaevinde koşullar çok kötüydü. İkide bir cezaevinden insanlar hücreye alınıyor ve işkence görüyorlardı, saldırı oluyordu cezaevlerine. Yani bildiğiniz ne kadar cezaevi hikayesi daha sonra yaşanmışsa aynısı o dönemlerde de yaşanıyordu. Koşullar çok kötüydü bir ahırdı bizim kaldığımız yer bir at ahırıydı, orada kalıyorduk; ranzalar konulmuş, demir masalar konulmuş, havalandırma denilen yer gayet küçük bir yer. Bir tek avantajı doğayı görüyorduk o zaman, tel şeyler yapılmıştı, şimdiki gibi yükseltilmiş duvarlar değildi. Ve süreç dışarıdaki mücadele, dışarıda hala hala demokratik kuruluşların var olmaya devam etmesi TÖS, TÖB-DER oldu o tarihlerde örneğin hazırdı zaten yani. Biraz havayı de kokuyorduk giderek bu özgürlüklere karşı, bu şeye karşı, bu devrimci mücadelenin yükselişine karşı mutlaka bir karşı saldırı gelecek, nitekim geldi. Ve de kapılar açıldı, biz daha sonra çıktık yani afla önce diğer davalarından yargılananlar çıktılar. Mesela silaha, külaha karışmış olanlar çıktılar ama örgüt kurmaktan bizim için silahsız örgüt kurmaktan olanlar, daha sonra Anayasa Mahkemesi kararı ile 1 Temmuz ayında çıktık. Adeta kahramanlar gibi çıkardılar bizi, o halkın gücü tabii orada, kahramanlar gibi dışarı çıktık. İstanbul'a geldiğimde Boğaz Köprüsü yapılmıştı örneğin yeni bir İstanbul görüntüsü vardı. Trenle döndük dönerken Cüneyt'in soyadını hatırlayamıyorum onunla beraberdik ve ablam falan beni almaya gelmişlerdi, onun da arkadaşları trende restoranda bir şey yemeye çalışıyoruz. Ablam ikide bir koluma vuruyor. Diyor Şenalcığım çatal orada diyor. Ben onu duymuyorum, kaşıkla ne varsa çatalla yenebilecek her şey, unutmuşuz yani, çatal diye bir şeyi unutmuşuz. Böyle 3 4 sonra Cüneyt'i yanındaki gösteriyor, önüne koyuyor falan. Sonra güldük hep beraber dedik ki 'Sizi ne kadar uğraşırsanız uğraşın o eşya bizim için uzaklaşmış' sonra söylediler 'ya niye çatalı kullanmıyorsunuz ikiniz de? diye. İkimiz de ayrı ayrı yerlerde, birimiz erkek birimiz kadın cezaevinde ama çatal diye bir şey unutulmuş. Buna rağmen tabii olağanüstü şeyler vardı, mesela cezaevindeki bütün önlemlere rağmen elektrik ızgarası yapmıştı Gülay Özdeş. Onun üzerinde gizlice kahveler çaylar yapma imkanımız oluyordu. Gizlice bize kahve ve çay getiren tatlı bir hemşiremiz 00:36:00vardı. Bana ülser için doktor Aspirin veriyordu, o kendisi bana bal ve damla sakızından bir ilaç yapıp gizlice getirip yatağıma koyuyordu. Yani kötülükler ve iyilikler, her zaman iyilikler var.

00:36:20 - Göreve Dönüş, Eşi Zeki Sarıhan ile Tanışması, TÖB-DER ile Tanışma ve Öğretmen Dayanışması, Fatsa Yılları ve Ülkücü Saldırılar

Play segment

Partial Transcript: Ve de hemen de göreve döndük. Ben 20 yıl ceza almıştım ve cezamızın her tamamı affa girmemişti, o yüzden kaygılıydım, yani benim cezam affa gelmedi diye. Ama göreve başlattılar, 15 yıla kadar indirim vardı, onun üstüne indirim yoktu. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, onları dikkate almadılar, artırımları dikkate almadılar. Yani aslında idare etmek gibi bir şeydi. Ben doğrudan doğruya yeniden öğretmenliğe döndüm ve bu sefer Fatih Kız Lisesine atadılar Sağmalcılara değil de. Talip Öztürk isimli arkadaşımız o sırada sağdı henüz vurulmamıştı, Talip ile beraber gittik Milli Eğitim'e ve işte' Şenal'ı Fatihe tayin edin'. Her şey böyle birdenbire değişti, bütün kötülüklerden 3-4 yıl sonra, biz gerçekten yani yaşadıklarımız unutulmayacak şeylerdi ama iyi bir şeydi, öğretmenliğe döndük. Ben o arada hariciyeci deniyordu o zaman, bir hariciyeci ile nişanlıydım. Evlenme konusunda evlenmemem gerektiğini düşündüm, yani onun, onun geleceğini karartabilirdim. Çünkü sonuç olarak ben artık şeydim, yani devletin hoş görmeyeceği bir insandım, öğretmenliğe başlamam bile bir sürprizdi, belki herhangi bir yerde geri alınabilirdim. O faslı kapatmak gerektiğini düşündüm ve kendisine anlattım, yani bunu böyle yapalım, çok zor bir şey yaşadık tabii, insanın bir de özel yaşamı ve duyguları var. Orayı kapattık, o sırada Zeki Sarıhan'la tanıştık. Zeki ile öğretmen hareketine, içeriden öğretmen hareketine biz sürekli mesajlar gönderiyorduk, onların bütün toplantılarına cezaevindeki öğretmenler imzalarımız, Zeki'nin bildirileri geliyordu, bize daha çok o yazıyordu. Cezaevinden bize gönderiyordu, biz de imzalıyorduk, onu yazısından tanıyordum çok düzgün yazısı olan biri. Sonra TÖB-DER'de tanıştık. İstanbul TÖB-DER'e gelmişler Nevzat Helvacı falan. Böyle birbirimize tanıdık ve o bana pat diye evlenme teklif etti, ben de ona hemen peki evlenelim dedim. Biraz şeyden kaçıyordum yani eski sevdiği işini noktalama isteğinden kaçıyordum herhalde. Bir de aynı geçmişe sahiptik artık, aynı değerlerimiz vardı, aynı yaşanmışlıklar vardı. İkimiz şöyle dedik, o da demokratik mücadeleden geliyordu öğretmen mücadelesinden ben de, bir illegal 00:39:00 mücadeleden gelmiyorduk zaten. Bizim için bundan sonra zor iki sabıkalı olarak ama demokrasi mücadelesi için birbirimizin önünü kesmeyeceğiz, birbirimize destek olacağız. Biraz şeyi tartıştık Fatsa'da mı yaşayalım İstanbul'da mı yaşayalım. Ben doğrusu İstanbul'da yaşamak orada mücadele etmek doğru dedim, o Fatsa dedi. Sonuçta ben teslim oldum Fatsa'ya gittik, Fatsa'ya gittim, ben atandım. Fakat 1 ay geçmedi Zeki'yi, Kayseri'nin, Kayseri mi, Uzunlu diye bir yere tayin ettiler, Kayseri idi galiba, Kayseri'nin bir ilçesi, Uzunlu ilçesinin bir köyüne mi öyle bir yere sürdüler yani. Şey tekrar döndü tersine, normal eskisi gibi yaşanmaya başladı. Ben orada böyle yapayalnız kalmış olmam gerekirdi ama kalmadım, öğretmenler çok, TÖB-DER'li öğretmenler çok sahip çıktılar. Zeki o 2-3 ayda orada dergi falan çıkarmaya başlamıştı, öğretmen dergisi. O dergi çıkarmaya, bülten, düzeltiyorum, bülten çıkarmaya TÖB-DER'de aktif çalışmaya, TÖB-DER'de işte benim o sürekli eğilimim olan tiyatro, Halkevleri ile falan ortak tiyatrolar hazırlamaya başladık. Ancak şeyler çok saldırganca davrandılar, Ülkü Ocakları. Benim yalnız bir kadın olmam ve bütün arkadaşlarımın korumasına rağmen, sonuçta yalnız da yaşıyorum. Çok şey yaptılar, eve saldırdılar, eve mektuplar attılar, benim de eşim gibi defolup gitmem gerektiğini söylediler, öldüreceklerini ima ettiler peşime birini taktılar Oktay diye bir adam. Her sabah silah göstererek onunla gidip gelmeye başladım. Fakat arkadaşlara da bunu söyleyemiyorum, hani bir şey olur karşılıklı bir çalışma bir şey olur falan diye. Bunu anlatmalıyım, çok ayrıntı, Fikri Terzi, Fikri o zaman Aile Birliği'nin başkanlığını yapıyordu veya aile birliğinde çalışıyordu. Eşimin damatlığını falan da o dikmişti zaten, çok dosttuk Fikri ile. Ayrı gruplardanız aslında ama öyle bir şey yoktu aramızda. Fikri'nin oğlu Naci Sönmez de benim öğrencim bana şu kadarcık bir şeydi minnacık bir şeydi, hepsi minnacıktı ortaokuldaydım orada. Biz biliyorsunuz ortaokulda ve lisede çalışıyoruz edebiyat grubu hocaları. Bir gün yine o Oktay'ın takibi ile okula yürüyorum, arkamdan söylenmekte olan Oktay, birdenbire arkamda bir gürültü duydum ve döndüm takır tukur sesler bir şeyler döndüm, Naci ve iki arkadaşı küçücük şeyler Oktay'ın ayağına --Oktay kim diyeceksiniz, soyadını bilemiyorum ama Fatsa tarihinde bilinen birisi, sonra öldürüldü çünkü o, hem de kadın elbiseleri ile 00:42:00 falan kaçarken vurmuşlar onu- yere düşürmüşler ayağına çelme takmışlar ve üstünde böyle tepiniyorlar. Bizim öğretmenimize nasıl böyle yaparsın, bizim öğretmenimizi nasıl korkutursun falan diyorlar. Hemen okulun yanında da karakol var, okulun önünde bu cereyan ediyor, hadi karakoldan çıkanlar oldu, ben çocukları götürüyorum, şey diyor Naci "Biz Şenal Sörpüker'i koruma çetesi kurduk" diyor. "Oğlum diyorum ne çetesi falan--" Böyle de bir öğrenci korumasıyla karşılaşmıştık, tabii zor bela çünkü polis de taraf orada, onları da ikna ederek. Şimdi Naci, Yeşiller Partisi'nde sanırım o da hep babasının izinden yürüdü. Böyle şey anılar yani, çok günlük şeyler anlatıyorum ama politik olanlarını daha çok biliyorsunuz. Ve oradan sonuçta bir gecede eve saldırı yaptılar ve sonuçta biz Zeki ile o tekrar Fatsa'ya dönmek istiyordu. Danıştay'a, o zaman Danıştaydı, İdare Mahkemesi yoktu. Karar beklerken tayin istemek zorunda kaldık, birlikte başka bir yere. Bize sürgün yeri olarak İnebolu'yu gösterdiler İnebolu'da Zeki ile buluştuk, orada bir arada olduk. İnebolu'da yine Halkevi ile TÖS ile, TÖB-DER ile düzeltiyorum, TÖB-DER'in başkanlığını yaptı Zeki veya yönetim kurulu üyeliğini yaptı. Aktif üyelerdik. Orada çok güzel tiyatro oyunları sahneledik, dolaştık yine köy çalışmaları yaptık. İstanbul'da toprak işgalleri vardı o zaman. Toprak işgallerine şey olarak giderdik Doğmaca oyunları oynamaya Dostlar ekibiyle birlikle ve TÖS ile ortaklığında. Ağaların gasp ettiği toprakları Trakya'da çiftçiler, çalışanlar daha doğrusu asıl toprak sahipleri gidip ekip sürmeye başlıyorlardı, şey de onları çıkarmaya çalışıyordu oralarda direnişlere katkı sunuyorduk, şarkı ile oyunla. Tabii aramızda şey de vardı Mahir Kaynak gibi bir MİT ajanı da, onu sonradan keşfettik, her yerlerde vardır onlar.

00:44:23 - Cezaevi Sonrası Hukuk Bölümünü Bitirişi, Avukatlığın Kendisi İçin Önemi, Kastamonu Valilik Önündeki Oturma Eylemi, Staj Dönemi

Play segment

Partial Transcript: Cezaevinden çıktıktan sonra 2. sınıfa kadar, 2. sınıftan bazı dersleri vermiştim, dışarıdan devam etmek durumunda kaldım, yani sınavlara girdim, bir kere birikmiş bütün sınavlara girdim hani 4 yılı bekletmediler. Bütün sınavlara girdim. Bir iki dersim kalmıştı, o bir iki ders için de Fatsa'dan gidip geldim İnebolu'dan gidip geldim yani öyle bitirdim okulu, devamlı bir öğrenci olarak bitiremedim. Ondan önceki süreçte de çok değerli arkadaşlarım olduğu Mehmet Hasbioğlu mesela bütün notlarını benimle paylaştılar, hatta bana dersleri anlattılar falan. Hukuku bitirme 00:45:00 kararı aldım, evet onu nasıl aldım onu söylemeliyim. Şeyde 2. sınıfa geçmiştim cezaevindeyken ama hiç öyle istekli değildim açıkçası ama hiç öyle istekli değildim, benim için birincil bir şey değildi. Bir kere kendi okulumuzdan bir arkadaşımız katledildi, tam o sıralarda. Onun hesabı sorulamadı, hukuken hesabı sorulamadı. Böyle bir dolu olay var, arkası aranamamış, faili meçhul kalmış, öğretmen cinayetleri özellikle o dönem için. Şeyde de cezaevindeyken de şeyi gördüm avukatlık çok değerli bir şey siyasi suçlarla ilgili olarak; tamamen avukat sizin için bir pencere, sizin eliniz, kolunuz, aklınız, gözünüz, büyük bir şey sizin için. Yani bir siyasi tutuklu veya hükümlü iseniz, öbürü için de öyledir avukat ama. Avukat olmak gerekiyor diye düşündüm ve bu haksızlıklara karşı özellikle bu işkence meselesi konusunda direnmek, mücadele etmek işkencenin (duraksıyor) önlenmesi için bile sadece çalışsam bu işi bir para kazanma aracı olarak değil, bir katkı olarak yapsam iyi olur. Yani, hak arama aracı ve bu çok değerli bunu fark ettim. Sosyoloji kadar önemli olduğunu düşündüm yani, siyaset biliminin de bir önemi var, elbette insan biliminin de bir önemi var ama insanın temel haklarının çok önemli katkıları var.

Bitirdim ve Kastamonu'daydık o zaman İnebolu'daydık. Kastamonu Barosuna kayıt yapmak istedim. Kastamonu Barosu Avukatlık Yasası'nda böyle bir şey var eğer iyi tanınmıyorsa kabul etmeyebilirsiniz baroya diyor ve Kastamonu Barosu beni kabul etmedi. Şey dedi 'komünistlikle mağruftur' gibi bir cümle yazdılar, şimdi sözcüğü belki yanlış söylüyorum ve almadılar baroya kayıt etmediler. Zaten çok zordu İnebolu'dan gitmem gelmem falan fakat tam o sırada bir de bizi açığa aldılar hepsi birbiriyle haberli tabii bunlar. Bizi açığa aldılar, biz yeniden mahkemelere düştük eşimle beraber. Açıktayız, göreve dönmek istiyoruz. Onu Polatlı'ya verdiler, beni Muğla'nın Ortaca'sına verdiler. Yani eş birliği falan hiç önemli değil fakat İnebolu'daki öğrencilerimiz, İnebolu'daki öğrenciler, bizim Danıştay davamız sırasında çok büyük bir emek sarf ettiler, her biri 00:48:00 telgraflar çektiler, veliler, öğrenciler. Öğrenciler de yatılı öğrencilerdi şeyde İnebolu'da devlet lisesi öğrencileriydi. Ama biz şeye kalmadı yani, davanın bitimine kalmadan şey baskısı ile bu eşleri ayırdınız baskısıyla şeye tayin olduk, eşim Polatlı'daydı, beni de Ankara'da Bahçelerüstü'nde bir okula atadılar. Ama o arada da bir eylem yapmak zorunda kaldım. 3 kararname çıkardılar benimle ilgili 3 farklı kararname çıkardılar ve kararnameleri o zamanki MSP'ydi sanıyorum, sanıyorum onlara yakın olan milli eğitim görevlisi, bana tebliğ etmiyorlar kararnameyi. Kararnameler değişiyor, ne birinci ve ikinciyi ne üçüncüyü. Ve biz Ankara'ya gelmek zorunda kaldık, eşimin başlaması gerek yok göreve, müstafi sayılacak süresi içinde başlamazsa. Buraya geldik ev tuttuk, ev de tutamadık, tuttuğumuz ev de onlar ayrıntı bir şey. Ben sonuçta Kastamonu'ya geri gittim ve Valilik önünde oturdum, dedim ki 'Benim kararnamemi bana tebliğ edeceksiniz.' Oturma eylemi yaptım yani. Bir tek o zaman CHP'nin il başkanı olan bir doktor arkadaşımız vardı, onun desteğini aldım açıkçası. Dedim ki ben bugün gideceğim ve orada oturacağım, çünkü gidiyorum. Gitti, tatile gitti diyorlar müdür yardımcısı için. Diyorum ki 'Burası bir kurum, kurumda tatile gidilirken evraklar bir yere bırakılır. Bana niye tebliğ etmiyorsunuz?' 'Okulunuza gönderdik', 'Hayır okulda yok, okulda olmadığını biliyorum, okula gitmediğini.'Ve bir gün böyle gece saat 12'ye kadar kapıda kalmam sonucunda, vali fotoğraflandı falan basın ilgilendi vali şeyi kırdırdı ve gerçekten oraya kilitlemiş ve gitmiş kararnameyi. Kararnameyi bana imzalatıp teslim ettiler, ben alıp Ankara'ya değil İnebolu'ya kendi elimle götürdüm ve sonuçta burada başladık. Fakat ondan önce ilginç bir şey oldu, İnebolu'dayken, açıktayız da o sırada, açıkta olduğumuz sırada. Ben 20 yıl ceza aldım dedim ya, bir de Güvenlik Gözetimi cezası diye bir ceza vardı, cezanıza ek olarak, o cezayı çekmek üzere Tokat'a beni görevlendirmişti, görevlendirmişler diyorum, Tokat'ı bana seçmişler. Tokat'a gönderilmem için emir geldi İnebolu'ya. İnebolu'ya o emir geldi, İnebolu'da bir polis bana bilgi verdi, dedi ki: Şenal hoca sizi bu akşam alıp Tokat'a götürecekler. Biz gizlice İstanbul'a giden bir araca bindik, kendi özel araçlarımız falan da yok. Hem de böyle karakolun önünden, arabaların kalktığı yer. Ben İstanbul'a gittim, İstanbul'a gidip kayboldum. Açıktayım, şey yani kayboldum derken, artık aranmıyorum ya, 00:51:00 orada beni kimse aramıyor. Tesadüfen birisi bulabilir koca İstanbul'da, bir kimlik tespiti olsa orada arandığım falan görünecek. Niçin aranıyorum, hem öğretmenim yani varsayalım ki göreve devam ediyor olacağım, göreve de devam etmiyorum, göreve devam etsem daha kolay bir iş olacak bizim lehimize gibi bir durum oldu. O sırada staja başladım İstanbul'da. Turgut Kazan'ın ve Demir, Demir Beyin soyadı neydi, şair Demir Özlü'nün ortak bürolarında staja başladım. Tam 77 1 Mayıs olayları. Ve ilk incelediğim, stajyer olarak ilk incelediğim dosya 1 Mayıs dosyası oldu. Turgut bey için ve Demir bey için notlar çıkardığım ve dosyayı incelerken şeylere tanıklık ettim, polislerin evrakları nasıl yok etmeye çalıştıklarına falan tanıklık ettim. Yani her fotoğraf, yaşadığınız her şey, adım attığınız her noktada Türkiye'deki bir çürümenin kokusu ve çürümenin kendi resmi duruyordu.

00:52:11 - Emin Değer ile Avukatlık Hayatına Adım Atış, Sıkıyönetime Doğru

Play segment

Partial Transcript: O arada Emin Değer'le tanıştım. Emin Değer benim durumumda olan bazı sanıklar için dava açmış diye söylediler. Emin bey ile görüşmeye geldim. Emin bey beni Yargıtay'a gönderdi. Bu hukuksuz bir şey ama hala karar vermediler işte görüşürün, onlarla anlatın. "Hocam ya beni alıkoyarlarsa?" dedim. "Yok yok" dedi, "Onlar bu meselenin hukuksuzluğunu biliyorlar." Gidip anlattım, ben öğretmenlik yapıyorum, cezam düştü ama siz şimdi beni Tokat'a gönderiyorsunuz. Bu nasıl olacak? Bana şey söyledi "Sen hangi maddeden ceza aldın?" dedi, "141'den" dedim aldım. "Yani sen dedi, bir komünist örgütü mü kurdun?" dedi. "Kurmadım ama kurdurdu dedim şey, yani yargı bana böyle bir şeyi kurdurdu." "Allah, Allah" dedi, "Biz," dedi, "Şey diye görürüz komünistleri böyle," dedi, "Vuran, çarpan, sen çok da hanım hanımcık görünüyorsun," Dedi. Dedim ki "Hanım hanımcık görünüp görünmemekle ilgili bir şey değil, yani ben bir öğretmenim, cezam kalkmış, hukuki bir durum var yani benim görüntümü ile ilgili bir durum yok." "Ya çok üzüldüm ," dedi, "Böyle buraya kim gelse," dedi, "Hiçbiri bir teröriste benzemiyor," dedi. Bizi öyle kategorize ediyor. Eh okuyan yazan biliminsanları, o günlerde yargılananlar bu günlerde de olduğu gibi aslında bir şey değişmiyor. Sonuç olarak bizim o şeyi kaldırdılar, Askeri Yargıtay, bu ek cezayı kaldırdı ve özgürlemiş olduk. Ben burada nihayet Ankara'da göreve başladım. Halit abiye gittim, Halit Çelenk'e, sizin yanınıza staj yapmak istiyorum. Bizim için hepimizin bildiği en değerli hukukçulardan birisi. Benim de avukatımdı Halit abi. Beni ilk ziyarete geldiğinde vücudumdaki tüm izleri gösterdim ona. "Siz 00:54:00benim babam yerindesiniz, bunları görmeniz gerekiyor," ve göğsümü açtım, ağladı gördüğü manzara karşısında. Böyle her tarafı şeyden yanmış vaziyetteydi katot, elektrotlardan falan perişan bir haldeydim, bacaklarımda mor olmayan yer yoktu, her yeri morarmış vaziyetteydi. Korkunç bir durumdaydım yani, belimi falan taşıyamıyorum, böyle bir durumdu. Neyse nereden nereye atladım. Halit abi dedi ki "Şenal, biz zor durumdayız," dedi, "Bürolarımız yok." "Ben sana," dedi, "Bir arkadaş önereyim." Kim? "Emin Değer'e git," dedi "O çok değerli bir hukukçu, yeri de var." Onların büroları kapatılmıştı biliyorsunuz, o zaten sendikanın, TÖB-DER'in avukatıydı, daha önce TÖS'ün avukatıydı. Emin abiye gidip ziyaret ettim. Anlattım zaten daha önce de onu görmüştüm aslında, şeyden ötürü, şu cezaların kaldırılması konusunda. "Ben yanınızda staj yapabilir miyim?" dedim. "Hiç stajyer kabul etmedim," dedi, "İlke olarak da kabul etmeyi düşünmüyorum." dedi. "Peki," dedim o zaman, "Siz bilirsiniz," dedim, ayağa kalktım, "Teşekkür ediyorum." Dedi ki "Yok yok, seni alacağım stajyer olarak, gel burada kal," ve onunla staja başladım. Staj uzadı, 8 yıl beraber çalıştık, çok şey öğrendim ondan yani çok nitelikli bir hakimdi, hakim ve avukattı. Şeyden gelmesine rağmen, Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşavirliği'nden gelmesine rağmen son derece demokrat bir insandı. Biliyorsunuz ilk Kont-gerilla, MIT, CIA kitaplarının yazarı o, aynı zamanda Fethullah İle ilgili bir Devlet Düşmanı Fethullah, adını belki yanlış söylüyor olabilirim, kitaplarının yazarı. Ve ben böyle şeyle başlamış oldum siyasi dava isteyenlerin büroya girmiş oldum ve zaten beni bir de yeni bir sıkıyönetim karşıladı. Ankara'da sıkıyönetim daha önce biliyorsunuz ilan edildi. O başlayış o başlayış, Mamak'tan bugüne kadar. Böyle bir tercihim de oldu gerçekten, sadece siyasi dava izledim, nadiren şey davalarım oldu, yani Medeni Yasa'yla falan ilgilendim, Türk Ceza Yasası, kadın hakları meseleleri ile ilgilendim ama o tür davalarda nadiren görev aldım yani asıl sorumluluğu. Bir kere öğretmen hareketi neredeyse tümüyle yeniden 78,79,80 dönemlerinde cezaevlerine düştü. Onların haklarını aramam gerekti. Abdullah Gülbudak benim arkadaşımdı, Fatsa'da birlikte öğretmen örgütlenmesi için köy köy dolaştığımız arkadaşlardandı, tiyatroda birlikte oynadığımız arkadaşlardandı. Gülbudak tutukluydu ve Gülbudak hiç tahliye olamadı biliyorsunuz, sonuçta cezaevinde vefat etti.

00:57:02 - Mamak Cezaevi'nde Gördükleri, 1402'likler, İzlediği Davalar, Dönemin Avukatları

Play segment

Partial Transcript: Emin Değer ile başladığımız zaman zaten sıkıyönetim de ilan edilmiş durumdaydı. O sıralarda bir banka olayı ile ilgili olarak Gülten Akın Cankoçak'ın oğlu Murat Cankoçak tutuklanmıştı ve Merkez cezaevindeydiler Murat'lar. Politik nedenlerle tutuklanmış olan herkese kısa sürede Merkez Cezaevi'nden alıp şeye gönderdiler, 4. Kolordu'da yani Mamak'taki inşa edilmiş, 12 Mart döneminde de kullanılmış olan cezaevlerine taşımaya başladılar. Fakat 12 Mart'tan daha geniş bir tutuklama söz konusu olduğu için, daha geniş bir gözaltı söz konusu olduğu için A blok, B blok, C Blok, D Blok diye 4 blok inşa ettiler. Bu bloklardan A ve B blok onlara göre ağır suçlar kaldığı bloklardı. C Blok biraz daha hafif olanları, D Blokta ise daha çok mafya türü alımlarda oluyordu o zaman biliyorsunuz, onların kaldığı bloklardı. Ve 12 Eylül, 12 Mart döneminden çok daha ağır bir şekilde başladı. Hangi anlamda ağır bir şekilde başladı? Yeni yasalar çıkardılar, sıkıyönetim yasaları çıkardılar. Ve önce dışarıda hiçbir incelemeye, araştırmaya, yargılamaya gerek görmeksizin önyargıyla çok sayıda devlet memurunu görevden aldılar, öğretmenler alındı, benim eşim de o sırada 1402'likler deniyordu buna 1402'lik oldu. Eşimin kardeşi Ayhan Sarıhan 1402'lik oldu, Yalçın Küçük 1402'lik oldu. Çok sayıda aydın şimdi ismini sıralamayayım hepsini. Alparslan hocanın soyismi gelmedi aklıma, Mülkiyeler Birliğinin başkanlığını yapmıştı. Yani bir dolu insan, pek çok aydın 1402'lik oldu öğretim üyesi veya devlet memuru statüsünde olanlar sokağa bırakıldılar işsiz güçsüz, parasız pulsuz sokağa bırakıldılar. Cezaevindeki durum ise gözaltı süresi eskiden 30 gün de direniyorlardı, işte 33 gün falan benim gibi öyle biraz daha fazla yatmış oradan oraya taşınmış insanlar vardı. Fakat bu sefer gözaltı süresini 90 güne çıkardılar. 90 gün gözaltında kalıyordunuz, cezaevine geliyordunuz, cezaevinden yeniden alınıyordunuz yeniden 90 günlük süreler başlıyordu. Böyle gözaltı sürecinden başlayan ve tamamen işkenceye dayalı olan yargılamalar başlamış durumdaydı. O tarihte sürecin nasıl giderek baskılandığı ifade etmek için bir örneği sıkça kullanıyorum, onu da şimdi, sorunuz bu değildi ama buradan başlamak istedim. Şöyle bir şey oldu mesela Mamak'ta, Merkez 01:00:00Cezaevi'nden Mamak'a götürüldüğü zaman sanıklar, bir kantin vardı kantinin önünde biz şey yapıyorduk, müvekkillerle görüşme yapıyorduk. Masalar vardı masaların başında oturuyorduk, konuşuyorduk. Kısa bir süre sonra onu içeride bir bölüm yaptılar, avukatlarla görüşme bölümü. Ortada bir şey var masa var boydan boya şöyle bir yer düşünün, bu tarafta biz oturuyoruz bu tarafta onlar oturuyorlar. Merhabalaşıyorsunuz, birbirinizi kucaklıyorsunuz, hepsi tanıdığınız insanlar zaten, rahat rahat konuştuğunuz arkanızda kimsenin olmadığı herhangi bir gardiyanın falan olmadığı bir ortam idi ikinci Aşama. Üçüncü aşamada dinlemeler başladı, önümüzde ve arkamızda dinleyici başladı, daha sonra araya bir kafes koydular böyle parmaklıklardan yapılmış demir bir kafes, demir değil de tellerden oluşmuş olan. Sonra o yetmedi cam koydular, camın arasında bir boşluk o camdan konuşmaya başladınız. O da yetmedi süreç içinde ayakta ve telefonla görüşmelerimiz başladı. 3 dakikaya indi süreler, ayaktasınız ne siz oturabiliyorsunuz avukat olarak ne onlar oturabiliyor, bir de sanıklar hazır ol vaziyetinde duruyorlar sonuna kadar. Bu böyle 12 Eylül'ün nasıl baskılandığının somut işaretleri olarak her gün yeni bir şeyle olumsuzlukla karşı karşıya kalıyorduk. Sıkıyönetim mahkemelerinde dava alma işi o dönemde bir cesaret işine dönüşmüş durumdaydı. Yani ancak çok eskiden beri siyasi davalarda önde olan Halit Çelenk gibi isimler, İbrahim Tezan, İbrahim Açan gibi isimler, Refik Ergün gibi isimler, çok değerli insanlar bunlar, Emin Değer gibi isimler. Bunlar, Savaş, soyadını hatırlayamadım bir de Savaş isimli bir arkadaşımız vardı. Bu arkadaşlar önde ve o davaları alıyorlar fakat kadın avukat olarak henüz onların yanında bir ben vardım, o da Emin Değer'in stajyeri durumdayım fakat benden sonra Emin Değer'in yanına süreç içinde Levent Hale Yılmaz ve Serhat Altınok isimli iki arkadaşımız da geldi. Her ikisi de kadın arkadaşlardı isimleri erkek ismi olmasına rağmen. Biz üçümüzde aynı dönemde aynı kararlılıkla Emin Değer ile birlikte sıkıyönetim davalarında görev almaya başladık. Duruşmalara daha çok ben giriyordum, görüşmelere diğer arkadaşlar giriyorlardı. Avukat görüşmelerine, görüşmeye de tabii ki gidiyorduk. Sonra Mehdi Bektaş o dönemin önemli isimlerinden biri, Mehdi Bektaşların bir bürosu vardı, 01:03:00İbrahim Açan hayır İbrahim Tezan'la birlikte oldukları bir de Zeki Tavşancıl vardı, bunlar biraz politik eğilimlere göre bürolardı, politik yakınlıklara göre kurulmuş olan bürolardı. Ama bir avuçtuk yani Ankara'daki avukatları düşünürseniz bir avuçtuk biz hepimiz de. Sonra Hürriyet isimli bir arkadaşımızla evlendi Mehdi, bir de kadın avukat olarak Hürriyet oralarda gidip gelmeye başladı. Bu ancak 80'in sonları, yani 80'in derken 80 döneminin sonlarına doğru yeni avukatlar katıldılar, Aydın Erdoğan katıldı, Yasemin Hanım o yok girmedi hiç o davalara. Yani çok az sayıda Selma Çiçekçi katıldı son dönemde de kadın avukat olarak. Kadın avukatlar biz son derece azdık, şartlar da çok kötüydü. İşte ben iki çocuğu, iki değil özür dilerim hem hamilelik dönemi Mamak'ta geçti hem işte Işık Işık diyorum Emre doğdu. Kırkıncı gününden itibaren ben öyle bir 'kırk' alışkanlıkları var ya Türkiye'de şeye gitmeye başladım duruşmalara gitmeye başladım ve gece 12'ye 1'e kadar duruşmalar sürüyor göğüslerimden sütler taşıyor, böyle mendiller koyuyorum, rica ediyorum öne alır mısınız hani böyle bir şey yapın yapabilir aslında mahkeme yapmıyorlar falan bu tür şeyler yaşanarak böyle bir zorlukla. Bir de gece arabanız yok Mamak Allah'ın kırı o zaman şimdiki gibi hareketli bir yer değil. Herhangi bir araçla dönmeniz son derece riskli, zaten korkunç bir çatışma var sağ görüşlü avukatlarla sürekli hedef durumundasınız. Böyle zor zamanlardı sonuç olarak o dönemler. Darbenin geldiği gün de oğlum sıkıyönetimin bütün Türkiye'de ilan edildiği gün, Ankara'da daha önce ilan edilmişti, ben oğlumu 8 aylıktı Işık, Emre onu annemlere İstanbul'a bırakmaya diye gitmiştim ve orada yakaladık sıkıyönetim meselesini, sıkıyönetime orada yakalandık. Ve buraya hemen koşarak döndüm tabii, buradaki şartlar çok daha ağırlaşmıştı, sokağa çıkma yasakları falan oldu, oralarda orada mahsur kaldık doğal olarak bir süre gelemedik. Ben geldikten bir süre sonra, buraya geldikten bir süre sonra, bir sabah erken saatte annem şey bir kadındı böyle kendi başına hareket etmeyen babamla birlikte devamlı hareketleri olan. Sabahın köründen kapı çalındı ve annemi kapıda gördük şurada Bülbül Deresi diye bir cadde var orada oturuyoruz. Annem böyle heyecanla içeri girdi, "Ne oldu anne, sen burada 01:06:00 ne arıyorsun?" O zamanlarda böyle telefonlar falan da yok. "Kızım hemen ikiniz de Zeki de sen de bir yere saklanın." "Ne oldu anne?" "Evi aramaya geldiler." İşte sıkıyönetimden geldiler, seni sordular, ne yaptığını sordular. Evi yine aradılar senin odanı sordular, artık bir odası yok dedim kardeşinin odasına girdiler." Fakat annemin ayağında ev terlikleri var, yani şey bir kadındır özenli bir kadındır, giyimine kuşamına hani. Korkunç bir telaşe düşmüş yeniden bir 12 Mart yaşayacak bizim aile çevresi diye. Onu sakinleştirmeye çalıştık. "Anneciğim bak ben buraya salimen geldim aranıyor soruluyor olsaydım yollarda beni tutarlardı şimdi niye alsınlar." "Ama bak işte eve geldiler aradılar." Hemen hemen ne kadar eski bildikleri şeyler varsa dosyalar varsa onların evlerine gidilmiş İstanbul'da da Ankara'da da ve bu hep sürdü daha sonra da bayramda seyranda daha önce eğer alınmışsa bir insan evine mutlaka gidilirdi. Bir süre böyle 90'lı yılların sonuna kadar 2000'lere kadar herkes bavulu hazır beklerdi biraz böyle bir durum vardı yani daha önce yargılanmış olanlar. Ve de daha büyük bir korku saldı diye düşünüyorum ben 80 yılı, çünkü çok yaygın tutuklama yaptılar, çok yaygın işkence yaptılar ve dernekleri falan hızla kapattılar, bütün sendikaları dernekleri. 12 Mart'ta ayakta olan hareketlilik 12 Eylül'de yoktu. 12 Eylül tam bir bastırmaydı o sebeple de daha uzun sürdü. Yani daha uzun sürdü ve ondan çıkış daha zor oldu. Sıkıyönetimden çıkışın karşılığı olarak da Türkiye Terörle Mücadele Yasası gibi bir yasaya, yasayla terbiye edilmeye çalışıldı ve şu anda hala aynı yasa şu anda yürürlükte olmaya devam ediyor.

01:08:03 - Kadın Avukat Olmanın Zorlukları, 90'ların Deneyimleri

Play segment

Partial Transcript: Burada kadın avukat olarak karşılaştığım sıkıntılar, bir süre bunu hissetmedim. Yani kadın olmanın hani demin söylediğim eve gelmek gitmekte falan ama 90lı yıllarda bunu daha çok hissettim. Daha çaresiz olduğumuzu ve kadın cinsine yönelik olarak saldırganlığın daha yüksek olduğunu tehdit gibi veya başka eylemler gibi. Örneğin SHÇEK'li çocuk, SHÇEK bürokrasisi şeye alınmıştı, açığa alınmıştı veya başka görevlendirmelerle onların davalarını açmıştım. Melih Gökçek tarafından resmen silahlı adamlar büroma gönderildi ve tehdit edildim, öldürülmekle tehdit edildim, çocuklarımla sokakta dolaşmamam konusunda tehdit edildim. O sırada bir 01:09:00takım faili meçhul cinayetler orada o faili meçhul cinayetlerin avukatlığını yaptım, bunları bırakmakla tehdit edildim. Yani bir erkek avukata belki kolaylıkla yapılamayacak saldırılar, benim için gerçekten ciddi saldırılardı. Mesela Fatsa'da son karşılaştığım ve artık öldürülmek vurulmak falan bunlar belki kendi anlayışlarımız içinde de hani onur onursuzluk meselesi değil ama olabilecek şeylerken; cinsel bir saldırıyla karşı karşıya kalma tehlikesinden sonra Fatsa'dan Zeki'yi çağırıp burada daha durmayalım bunu o kadar kötüye kullanırlar ki ben kimsenin içine çıkamam falan diye tayin istedik geldik. Ankara'da uğraştık falan İnebolu'ya gittik. Benzer şeyler oldu orada da benzer yani 90'lı yıllarda özellikle 80 de öyle o tür bir şeyler açıkça karşılaşmadım, yani kadın olmanın getirdiği toplumdaki değer yargıları üzerinden herhangi bir eksiklikle karşılaşmadım. Ama 90'da çok karşılaştım. Buradan 12 Eylül'de anlatılacak çok şey var tabii Aydınlar Dilekçesi Davası var mesela, şöyle bir şey var işkenceyi katiyen suç duyurusu yapamıyorduk işkenceyle ilgili.

01:10:23 - Mamak Yolları...

Play segment

Partial Transcript: Yani şimdi Mamak demin anlattım 4 Blok vardı cezaevinde diye. Aynı zamanda üç de Mahkeme Salonu vardı. 1 nolu mahkeme salonu vardı ayrı bir mekanda, 2 ve 3 nolu mahkeme salonları da farklı mekandaydı ve aileler Mamak'ın dış kapısında Nizamiye denilen kapıdan aileler de avukatlar da aranarak kimlik bırakarak falan içeri giriyorduk. Ve şehir otobüsleriyle, belediye otobüsleriyle yukarıya taşınıyorduk. Bir de savcılık vardı hepsinin arasında uzun yürüyüş alanları vardı yani yürümenize izin vermiyorlar araç bekliyorsunuz, araçla gidiyorsunuz ancak acele etmeniz gerekiyor çünkü dünya kadar dosyanız var üst üste duruşmalar oluyor, öyle bir şeydi ki koşarak gitmenize izin olmadığı zamanlardı. Ama şöyle bir anı hatırlıyorum mesela, Can Özbay diye bir adam vardı ülkücülerden bir avukat vardı, onların savcılıkta biz indik, savcılığa bir belge vereceğiz beraber indik o da bir işi vardı herhalde çıktık ben araba beklemeyecek kadar zor durumdayım, arkamdan asker bağırsa da çağırsa da koşup gitmek istiyorum ve koşuyorum çoğu zaman, yani öyle bir kendime rota çizdim o arada koşuyorum, gencim de o zaman bir çırpıda da ulaşıyorum. Asker arkamızdan bağırdı, ben de koşuyorum Can da yürümeye başladı. Can'a bağırdı "Gidemezsin!" diye. Can da diyor ki "O gidiyor da 01:12:00ben niye gidemiyorum? dedi, asker de dedi ki "O personeldir o hep gidip geliyor direkt." Zannediyor ki benim o ara koşmamdan ben personelim böyle bir şey. Ama yani ihlal ediyorduk kuralları ona engel olmalarını da seviniyorduk çocukça ona da izin vermediler falan diye. Gerçi o bize çok pahalıya mal oldu o adam, arabasında silah getirmiş o yüzden arabayla çıkan avukatlar arabayla çıkamaz hale falan geldiler ülkücülerin avukatıydı.

01:12:30 - Duruşmaların Atmosferi, MHP Davasında Yaşananlar, İşkenceleri Görülür-Duyulur Kılma Mücadelesi

Play segment

Partial Transcript: Aileler hiçbir davayı kaçırmadılar, bir de özel duruşma alanı vardı DEV-YO'Lcular için yapılmış olan, onlar hiçbir yere sığmıyorlardı çünkü. Yine barakalardan imal edilmiş kocaman bir alan vardı. Devrimci Yol Davası orada oluyordu, DEV-SOL da zaman zaman orada oluyordu. Ben de DEV-YOL'a, DEV-SOL'a, TKP'ye, Partizan'a o dönemde hemen hemen bütün fraksiyonların davalarına girdim. Bir süre TKP'ye girmedim, onların sol gruplar arasındaki çok kavgalarına tanıklık olmuştum. Bir de bir ölüm olayı olmuştu. TKP'liler Partizan'cı bir çocuğu öldürdüler bizim de öğretmenlik yaptığım okulda. Ben o arada bir yandan da öğretmenlik yapıyorum, yani yoğun bir şey, sıkıyönetim duruşması fakat ben şurada 50. Yıl Lisesinde ve şurada daha sonra Kocatepe Camii'nin orada Kocatepe Lisesi'nde öğretmenlikler yaptım. Bir orada bir orada öğretmenlik yaptım. Bir öğrencimizi öldürdüler işte ve bana çok kötü geldi yani iki sol grubu birbirini katletmiş olması savunulacak bir yanı yoktu ama buradan da bir şey anlatacağım size önemli diye düşünüyorum. Aileler büyük bir fedakarlıkla bütün duruşmaları izliyorlardı hiç kaçırdıkları duruşmalar yoktu. MHP davasına yine de müdahil olarak girdik Nevzat Helvacı, Nezahat Gündoğmuş, Erşen Sansal ile birlikte zarar görenlerin avukatı durumundaydık MHP'lilerin. Şöyle bir şey oldu ilk duruşmada Alparslan Türkeş salona gelecek, bütün sanıklar alındı, Alparslan Türkeş salonunda yok, bir süre sonra Alparslan Türkeş'i salona aldılar. Alparslan Türkeş salona girer girmez bütün salon ayağa kalktı ve İstiklal Marşı'na başladılar. Böyle biz savunma müdahil taraf, hakimler hepimiz hayretler içinde kaldık, yani ne yapmalı, şimdi İstiklal Marşı'na kalksak bir türlü kalkmasak bir türlü. Şey için yapıyorlar yani adama karşı ayağa kalkmak için bunu yapıyorlar hepimiz saygı duruşuna mahkemeyi de saygı duruşu çağırıyor. Ben dedim ki "Kalkmayalım bu bir oyun, kalkmayalım." Fakat kalktı arkadaşlar hakimler de kalktılar, sonra hakimler tereddüt ettiler oturdular, "Susun!" falan dediler. O sıra basına epeyce 01:15:00yansımış olan bir olaydı bu. Gerçekten çaresiz kalıyorsunuz yani öyle bir şey ki iki türlü de hani iki ucu kirli bir değnek misali. Bir de bu tür oyunlar oluyor yani bizim sol kesimin hiç aklına bile gelmeyecek bir işleri MHP'liler kolayca yapabiliyorlardı. Onların çoğu, o dönem milletvekili olanların da çoğu daha sonra tutum değiştirdiler ama öyle bir dönem oldu.

Dosyalara çok vakıf değillerdi, işkenceleri tutanağı geçirme noktasında son derece isteksizdiler. Bir duruşmamız oldu, yine Partizan mıydı, şeyi grubu hatırlayamıyorum, arkadaşın ismini de hatırlayamıyorum, bir genç arkadaşı, genç kızı sedyeyle duruşmaya getirdiler sedye içinde böyle sanıkların önünde de uzattılar oradan ifade verecek. Felaket bir tablo yani, yargı margı değil hepimizin gözünün önünde cereyan eden bir kötülük var orada. İsmi neydi o hakimin, sonra hatırlayabilirim belki hani ismini muhakkak saygıyla anlam lazım, o hakim ilk defa şeye cesaret etti işkence suç duyurusunda bulunmaya cesaret etti. Biz de tabi zorladık bu durumu tutanağı geçiniz, sedye ile geldiğini, kendisine sorulduğunda kendisine yapılan işkenceler sebebiyle bu durumda olduğunu ifade ettiğini ve suç duyurusunda bulunulması konusunda talepte bulunduk. Bu talebimizi kabul etti, tutanağa geçirdi fakat üç gün sonra o hakimi görevden aldılar.

01:16:44 - Ahmet Güzelsoy Davası, Feride Çiçekoğlu Davası, Gülten Akın'ın Kuşları, Pamuk Yıldız Davası, Açlık Grevleri, Umudu Kırmamak

Play segment

Partial Transcript: Bir şey daha anlatmak isterim, o dönemdeki adliyeyi, sözde tırnak içinde yargıyı kavratmak için. Ahmet Güzelsoy'un öldürülmesi diye bir dosyamız vardı. Ahmet Güzelsoyun öldürülmesi olayı. Ben esas olarak gerçekten cinayet dosyalarını almamaya gayret ettim, yani öyle bir prensip koymaya çalıştım ister MHP'li olsun öldürülen, ister kim olursa olsun, böyle bir çizgimiz vardı, Emin Değer'in de benim de zaten birlikte çalışıyoruz. Fakat Ahmet Güzelsoy'la ilgili olarak benim bir akrabamın Ayhan Sarıhan'ın işte kayınbiraderimin karısının akrabaları idi. Çok ısrar ettiler. "Şenal abla bana güven, inan, ben böyle bir cinayet olayına katılmadım." Görüşmeye gittim çünkü kendisiyle, "Katılmadım, bu davayı kabul ederseniz çok memnun oluruz," diye. Ben de dedim ki "Dosyanı inceleyeceğim," dedim, " Dosyanı inceledikten sonra sana görüş söyleyeceğim. Yani bu prensibi, özellikle hadi ben sen yakınımızsın diye kabul edeyim ama Emin abiye böyle bir haksızlık yapmak istemem." dedim. Dosyayı inceledim, ceraim evrakları ile çocuğun anlattıkları arasında o kadar çok fark var ki. Yani işkencede ne deseler kabul etmiş fakat ceraim 01:18:00dosyası, ilk tutulan dosyalar bambaşka olayları anlatıyor, tanıklar bambaşka şeyler söylüyorlar. Ahmet Güzelsoy da tesadüfen benim daha önce öğretmenlik yapmış olduğum Bahçelerüstü'ndeki ortaokulda, ortaokulun yakınındaki bir kasaptı ve tamamen de şey diye öldürmüşler adamcağızı yani para istemişler falan, öldürmüşler. Şimdi Ahmet Güzelsoy dosyası, Ahmet Güzelsoy'un öldürülmesi dosyası DEV-YOL iddianamesi açıldı. Cafer, Pardon Celal Mut diye bir o da bizim müvekkilimiz, tesadüf yani koca dosya ben herkesin ne suç işlediğini bilmiyorum, baktım Celal Mut'un ifadelerinde de Ahmet Güzelsoy'u onlar da öldürmüşler, yani hem Kurtuluş Davası sanıkları öldürmüş, hem DEV-YOL sanıkları öldürmüş. Dava yürüyor, ikisine de yazıyorum işte bu yani burada bir hukuksuzluk var, bakın ayrıntılarını koyuyorum şöyle böyle hani bir kişi iki defa öldürülemez, iki ayrı grup tarafından iki defa. Tam bu yargılamalar sürerken bunun için de ısrarlı oluyorum, tahliye edin hani bu çocuk hani suçsuz falan diye. Bunlar sürerken Cumhuriyet Gazetesi, gazeteyi elime aldım, Üçüncü Yol diye bir grup çıkmış İzmit'te Karamürsel'de Üçüncü Yolcular da Ahmet Güzelsoy'u öldürmekle yargılanıyorlar. Üçüncü grup yani, öldüren üç ayrı grup var. Cumhuriyet Gazetesi'nde Faruk Bildirici bu haberden ödül aldı biliyor musunuz, sonra bu haber nedeniyle. O da duruşmadaydı. Ben anlattım koydum belgelerini falan, yani bu nasıl bir ciddiyet, hangi yargılama ciddiyeti ve hangisi doğru bunların, sonuçta ikisi de Üçüncü Yolcular da beraat etti, benim Kurtuluş müvekkili de beraat etti ama benim Celal son ana kadar bunu sırtında taşıdı. En nihayet davası zaman aşımından düştü ama Celal de değil, muhtemelen fidye isteyen sağcı bir grup ama bunlara yüklenmiş. Çünkü Celal'in hiç ilgisi yoktu Celal o saatte başka bir yerde olduğunu falan da belgelemiştik, bu tür şeyler de yaşanıyor. Başka bir şey Feride Çiçekoğlu meselesi, Feride'nin babası eski bir savcı Nazım Hikmet'in falan savcılığı- cezaevinde cezaevi savcısı olarak görev yapmış. Baba çok duygulu tabi, kızı yıllarca kendisi cezaevlerinde savcılık yapmış ve kızı yurtdışında falan okumuş, Amerika'dan gelmişti zaten. Burada biriyle evli fakat Feride en ufak bir şeyi kabul etmemiş, işkence sırasında hep reddetmiş, kocasının kabulleri olmuş, o sebeple de ilişkilerinde bir bozulma oldu, bu sebeple veya başka sebeple onu 01:21:00 ben söylemiş olmayayım bilmiyorum tam olarak ama cezaevindeyken de onlar ayrıldılar, eşinden ayrıldı. Onlar Partizan grubuydu. Şimdi baba avukat aynı zamanda, savcılıktan emekli olmuş, avukatlık yapıyor. Emin Değer bana dedi ki "Şenal, onlar bu davayı senin götürmeni istiyorlar, biz ortağız ama," dedi, "Daha yumuşak bir dille işte şey yürüsün, sertleşmesin istiyorlar." Ben de takip etmeye çalışıyorum ama şeyi fark ettim Emin bey esas olarak babanın duyduğu ıstıraptan çok rahatsız ve o acıyı çok daha fazla hissediyor, bir baba olarak. Ben daha gencim, biraz daha bir şeyleri atabilme durumundayım. Neyse savunma aşamasına geldik, baba geldi hazırlıklarımızı yaptık. Emin abi dedi ki " İsterseniz siz," dedi, "Hiç savunma yapmayın Şenal gereğini yapar onun," dedi. "Peki," dedi, "Ben de öyle düşünüyorum, dayanamayacağım çünkü savunmaya yapmaya," dedi. Birlikte girdik ama yine de duruşmaya. Girdik, ben, ben mi önce konuştum o mu sonra bilemiyorum, ben önce konuşmuştum herhalde, o kalktı yine de bir şey söylemek istedi. "Kızım," diye başladı, "Kızım," dedi bir kez daha ve ağlamaya başladı. O kadar trajik bir sahne ki yani hele bir karşıda 2 No'lu mahkemeydi. Hakimler "Efendim anlaşıldı, siz buyurun oturun, Şenal hanım anlattı nasılsa," falan dediler ama o sahne benim mesela hiç unutmadığım sahnelerden biridir.

Bir diğeri Gülten Akın Cankoçak'ın, bizim Sakarya'daydı büromuz kapıda da kuşçu vardı, kapıdan girerken böyle kuş sesleri var. İdam istediler Murat'a, o konuda konuşmak için geliyor. Geldi, oturdu, çıktı, asansörümüz de yok o zaman; oturdu, sonra "Şenalcığım," dedi "Acaba iyi ki kuşlar var mı desem ne desem?" dedi. Ve gözlerinden yaşlar süzüldü onun da. Şimdi bunlar en dirençli insanlar ama çocuk evlat başka bir şey, insan başka bir şey esasında da onu da, o da böyle unutmadığım fotoğraflardan biri; fakat Pamuk var, Pamuk Yıldız, Pamuk Yıldız'ın annesi vardı Akkız. Büromuza gelip girerken ayağındaki ayakkabıları eline alır girerdi, beyaz saçlı bir kadındı, pamuk gibi bir kadındı ve şöyle bir şey yaşadık. Pamuk'a, Pamuk çok işkence görmüş olan biriydi ve çok sayıda eylem kabul ettirilmiş görünüyordu emniyet ifadesine göre. Bunu anlatmış mıydım size bilmiyorum, birisine anlattım bir kadın arkadaşa. Şeyin kitabının başına da yazdım aslında, onun bir kitabı var, "Aklımda" [O Hep Aklımda] diye bir kitabı var. Orası Aklımda mı, Aklımda 01:24:00mı, öyle bir kitabı. Geldi, pardon. İşte iddianame çıktı, ben defalarca konuştum Pamuk'la, bana anlattıkları çok önemli şeyler değil gibi görünüyor, fakat iddianame çıktı dosyayı aldım. Dünya kadar eylem var. Gözcülük yapmış, ya bilmem ne yapmış, bir dolu öldürme eylemi falan. Şimdi müvekkile doğruyu anlatmak zorundasınız. Görüşe gittim, B Blokta kalıyor, karanlık da bir blok orası. Anlattım Pamuk işte tabi beni de henüz yeterince tanımıyor, o ilişki, arkadaşlık, dostluk ona dönüşüyor siyasi dava avukatlığı, giderek birbirinizin en yakınları oluyorsunuz o süreç içinde. Anlattım bunlar bunlar var iddianamede diye. "Saçmalamayın Şenal abla," dedi, "Saçmalamayın. Yok canım," dedi falan. Dedim ki "İnan ki bunlar var," dedim. Şimdi çıktım, o saçmalama sözü de tabii biraz ağırca bir söz. Dedim ki acaba hani dinleniyoruz diye mi düşündü de böyle diyor. Ama hani elimizde iddianame var, bu biliniyor yanlış bir şey mi yaptım, ya da bana ne demek istedi falan. Büroya geldim, Emin abiye anlattım. Dedi ki "Allah Allah ben de anlamadım." dedi, "Niye?" "O," dedim, "Acaba hiç mi okumadan imzaladı?" dedim hani. Çünkü bana bugüne kadar anlattığı notlarda bunlar yok. Ertesi gün annesi geldi, Akkız, geldi yine öyle ayakkabıları elinde kapıda çıkarılmış, girdi içeri. "Şenal Hanım," dedi "Bugün Pamuk'la görüştüm sabah," dedi. Ziyaret günüydü demek ki. Pamuk da dedi ki "Şenal abla geldi, saçmaladı saçmaladı gitti," dedi. Şimdi ben güleyim mi ağlayayım mı bunu bilemiyorum, yani saçmaladım saçmaladım gittim. Sonra Pamuk'la anlaştık tabi bu ne, hiç okutmamışlar, her şeyi yazmışlar oraya Pamuk'a. Çok da direnmiş, Pamuk biliyorsunuz kitaplarından da. Pamuk'la da böyle hikayelerimiz var.Başka bir şey daha söylemek isterim 80' lerden Bülent Coşkun diye bir müvekkilim, çok sevdiğim çocuklardan, yani hepsini çok seviyordum doğal olarak da. Bülent'in annesi Gaziantep'li Güneydoğulu, belki de oralardan şeyi Gaziantep'in yanlış anımsıyorum. Açlık grevindeler, açlık grevi 40 lı günleri falan aşmış durumda. Aileler geliyorlar, gidiyorlar işte onlarla görüşün, durumları ne, hepsi de bıraksınlar ne olur onların yaşamaları bizim için çok değerli. Şimdi böyle sıkıntı içindesiniz, gidip de 40 gündür açlık grevinde olan birisine bırak diye empoze etmeniz son derece zor bir siyasi dava avukatı olarak, yüreğiniz yanıyor aslında. Fakat o Bülent'in annesi böyle beni zorladı, "Şenal ne olursun işte git ve bunu de ki 'Annen senin yaşamanı,' başka bir şey deme, kendine ait bir laf olarak söyleme. De ki 'Bugün annen geldi, annen ben 01:27:00oğlumun yaşamasını..' bütün annelerin de böyle istediğini söyle." Gittim, şey başlamıştı artık o hazır ol vaziyetinde, tek tip giyim, giysiler var, bir de öyle bir kıyafet değişiklikleri oldu biliyorsunuz. Geliyor, 3 dakikalık konuşmanız var, şey çalıyor, açıyorsunuz telefonu, karşılıklı sizin arkanızda yapışmış bir gardiyan hatta iki gardiyan asker onun arkasında da öyle, o hazır ol vaziyetinde eline alıyor telefonu. Konuşmaya başladık, yani 3 dakikamız var zaten, "Bülentçiğim," dedim "Bak bu söz annene ait" dedim, "Ne olur benden diye düşünme, annen diyor ki 'Biz onların yaşamasını istiyoruz,' diyor," dedim. Aynı anda Bülent telefon elinde şöyle eğildi bacağını çekti "Şenal abla bunları anneme söyle lütfen, acaba böyle yaşayabilir miyiz?" Çekti böyle bol pantolonlar, şey bez pantolon. Sonra eğildi, böyle bacaklarını, aynı anda da askerler onu geriye doğru çekmeye başladılar. Ama ben onu gördüm, o bacakların halini gördüm, aynen benim Mamak'a getirildiğim gündeki bacaklarım gibi. Bir de daha fazlası, böyle şişmis sanki yani şey batırırsınız, şöyle bir şey vardır, cam bardakla gribe karşı sırtınızda falan, bir şeyler der ona hacamat mı derler öyle bir şey. Dedim ki "Kim yaptı bunu, kim yaptı?" Benim telefonda kesildi ve ben de arkadan çekilmeye başladım, o zaten götürüldü, sürüklenerek götürüldü. Beni şeyin odasına aldılar, eğitim şefi diyesim geliyor o bölümün şefinin odasına aldılar Burhan Faturna zannediyorum, yanılmıyorsam doktor muydu ya da şey miydi isimleri karıştırıyorum, aldılar. "Siz ne yaptınız dediler?" bana. "Ben ne yaptım," dedim, "Yapan sizsiniz." "Hayır, siz demin dediniz ki 'Açlık grevine devam edin, sonuna kadar devam edin.'" "Böyle bir şey geçmedi aramızda," dedim, "Böyle bir şey olmadı." Beni tam 4 saat orada beklettiler, 4 saat, savcıya haber verildi de tutanak tutuldu, işte ben ne demişim, ne yapmışım. Şeyi engellemeye çalışıyorlar; benim gördüğüm tabloyu dışarıda anlatmamın önüne geçmeye çalışıyorlar. Tesadüfen orada bir arkadaş varmış, o arkadaşla iki anımız var aslında. O benim götürüldüğümü görmüş, o gürültü patırtıyı da duymuş, ne olduğunu anlayamamış yani olayın ne olduğunu. Fakat şeye Emin ağabeye telefon ediyor diyor ki "Şenal hanım döndü mü?" diyor. O da " Dönmedi, merak ettim hala gelmedi," diyor, "Acaba araba mı bulamadı?" falan diyor. O anlatıyor bir şeyler oldu. Emin Bey savcılığı arıyor "Şenal orada mı?" falan diye. Ve sonuçta beni bıraktılar, geç vakitte oradan bıraktılar. Bir tutanak imzalatmaya çalıştılar, ben de imzalamadım o 01:30:00tutanağı çünkü üstü tamamen sahte bilgiler var. Şimdi yıllar sonrasını anlatacağım size, çok yıllar sonrası bu olaydan yıllar sonrası. Trabzon'da Akın Birdal ile birlikte bir şeydeyiz, bir paneldeyiz. Panelde konuşmalarımız bitti, böyle panellerden sonra hani gelirler insanlar sohbet ederler falan panelistlerle ya, Anadoludaki panelleri hiç izlediniz mi bilmiyorum daha çok müşterisi vardır, sizinle sohbet etmek ister. Birisi geldi "Beni tanıdınız mı?" dedi. Dedim ki "Hayır tanımadım." "Biraz hatırlatayım," dedi. "Mamak Cezaevi'nde kapıda bir yazıcı vardı onu hatırlıyor musunuz?" dedi. Baktım yüzüne, evet o çocuk. Böyle bir yazıcı vardı kapıda, kibar, işte biz girerken işte kartımızı verir, gireriz o kadarlık. "Şenal hanım," dedi, "Biliyor musunuz, biz sizinle bir olay yaşadık," dedi, "O olayın ben ağır bir ceremesini çektim." "Nedir, ne yaşadık dedim?" "Sizin haberiniz yok ama dedi Bülent Coşkun'u ziyaret ettiğiniz ve sizinle ilgili dedikoduların da başladığı -ondan sonra da çok yaydılar işte ben bütün sanıkları tahrik ve teşvik eden o hanım hanımcıkmışım ama bütün sanıkları tahrik ve teşvik ediyormuşum- o sırada arkanızdaki görevli bendim." Dedi. "Ben arada bir de içeride bu tür görevleri yapıyorum," dedi. "O gün sizinle ilgili bir tutanak tutuldu, o tutanağın altına imza atmamı istendi ve ben o imzayı atmadım. Atmadığım için hücre cezasına çarptırıldım, atmadığım için askerliğimin önemli bir bölümü yakıldı." "Ama," dedi, "Şunu sağladım," dedi, "Beni savcı çağırdı ve bana savcı dedi ki 'Oğlum burada senin imzan niye yok görevli senmişsin?' Ben de ona dedim ki 'Sayın savcı böyle bir olay olmadı, bu gerçek dışıdır ve ben bunun karşılığında, siz beni 10 gün önce çağırtmışsınız ama ben 10 gündür buraya gelemedim, hücrede kaldım ve ben bunun karşılığında askerliğimin uzatıldığına dair bir bilgi geldi,'" dedi. O kadar çok duygulandım ki yani en kötü alanlarda bile iyi insanları bulabilmek, dürüst insanları, birtakım şeyleri feda etmeye hazır olabilecek insanları görebilmek. Keskin Kaylan gibi Üstün Günsan diye bir hakim vardı mesela, orada Fethi işte isimleri unutuyorum, birkaç hakim vardı böyle dürüst ve daima doğru kararlar veren, daima hukuka uygun davranmaya çalışan insanlar vardı. Bunu biraz belki şey için de söylüyorum yani umudu kırmamak gerekiyor, en olumsuz koşullarda bile daima bir umut var. Anlattım ya demin, hani balla şey getiren, size damla sakızı getiren hemşireyle, o hiç tanımadığımız Trabzonlu genç adam, o 01:33:00anılarında saklıyor bunu, onurla da saklıyor belki çünkü düzgün bir iş yapmış, doğru bir iş yapmış.

01:33:11 - 12 Eylül'ün Hukuki Hasarı, İHD'nin Kuruluşu, İşkence ve Baskıya Tanıklık Etmek, Mahkemelerde Yaşanan Çekişmeler

Play segment

Partial Transcript: Bu süreçlerden de çıkıldı biliyorsunuz ama çıkarken Terörle Mücadele Yasası hediyesiyle çıkıldı. Şeyler Devrimci-Yol'cular falan şimdi bir vakıfları var, 78'liler Vakfı var biliyorsunuz, ama bu arada çok önemli bir şey oldu. Bu 90'lı yıllar aynı zamanda 80'li yılları kapatırken İnsan Hakları Derneği'nin doğumuna kaynaklık etti. İnsan Hakları Derneği tamamen, tamamen yani abartmıyorum, tutuklu tahliye olmuş tutuklularla, onların avukatlarının ve duyarlı birkaç insanın ortak örgütü halinde çalışmaya başladı ve çalışmaya devam ediyor. Süreçle ilgili çeşitli eleştirilerimiz falan olabilir ama bu hani örgütlü direnme yollarını açtı daima bu tür baskı dönemleri. Bize şey yapmadı başımızı öne eğdirmedi gücümüzü artırdı. 90'lı yıllarda da çok ağır şeyler yaşadık bu şey davasına gidip gelirken, isim şimdi uzaklaştı kadamdan, Şerif Avşar. Onu anlattım mı bilmiyorum. Diyarbakır'da sırtımda bir kurşun, şeyle silahla yolculandım şeyden havaalanından. Resmen o kadar insanın içinde sırtıma dayanmış bir silahla. Ama sonuçta o davada sonuç almayı da başardık. Hani yılmamaya yapılanları teşhir etmeye falan çalıştık, zorlu çok zorlu dönemler oldu. İşte böyle zamanlar belki kadın avukatlığın zorlukları vardı 90'lı yıllar İçinde, daha çabuk harcanabiliyordunuz, hakkınızda daha kolay farklı ve kötü şeyler söylenebiliyordu

Bir olumlu örneği vermiştim Keskin Kaylan'la ilgili ama onun öncesinde de bir açıklama yaptım. Bugüne kadar, o güne kadar daha doğrusu hiçbir işkence suç duyurusu yapılmamıştı. Halis Başal isimli bir hakimin 2 nolu heyet İsmail, pardon İsmet Kürümoğlu, Halis Başal onlar dönem birbirlerini izleyerek ama hangisiydi karıştırıyor olabilirim. Duruşmadayız Meral Bekar ve arkadaşları dosyası Halkın Kurtuluşu dosyası. Meral Bekar'i de tanır mısınız acaba? Öğretmen hareketinden babası, kendisi de öğretmen ama TRT'de seslendirme sanatçılığı falan yapıyordu. Meral, soyadı sonradan değişti Meral Emiralioğlu, babası da öğretmen hareketinin önemli isimlerinden birisi. Halkın Kurtuluşu davasından alınmıştı. O da çok ağır işkence gördü yani herkes ağır işkence gördü. Fakat cezaevinde de yoğun baskı vardı, yoğun 01:36:00saldırılar vardı, erkeklere de kadınlara da hiç ayırmadan dayak vardı yani bildiğiniz. Hatta herkesin önünde falaka çekme vardı, bütün koğuşun önünde. Kadınlara doğrudan doğruya coplarla saldırı vardı. Meral daha sonra 90 Sanıklı Kızlar davası diye anıldı, 91 sanıklı mı onu söz etmiştim galiba. Meral'in biz duruşmadayız, normal duruşmada sürüyor Halkın Kurtuluşu davası. O duruşmaya girdik işte işte Meral söz aldı. İki tarafı da izledim, iki tarafta da sanık avukatları olarak duruyoruz. İsmail Sami Çakmak, Raip Çakır onlar karşıda Halit Çelenk ve ben yan yanayız. Başkaları da var ama o diğer başkalarını ismen hatırlayamıyorum. Meral ayağa kalktı ve cezaevinde kendilerine kötü muamele yapıldığını, dövüldüklerini söyledi ve de o da aynı şekilde bacaklarını kollarını falan gösterdi morarmış vaziyette copla vurulmaktan. Halit abiyle ben yan yanayız, ben kalktım Dedim ki "Lütfen müvekkilin anlattıklarını tutanağa geçiniz," dedim. "Sizin müvekkiliniz değil," dedi. "Evet ama," dedim, "Benim müvekkillerimin olduğu bir davayla ilgili bunu geçmenizi istiyorum." İsmail Sami'nin müvekkili idi. "Zaten İsmail Sami de şimdi söz alacak," dedim. "Böyle gittğiniz için," dedim, "Muhakkak söz alacak." Zaten İsmail Sami de onu kaçıracak bir durumda değildi. Geçmedi. "Bu bizi ilgilendirmiyor," dedi, "Bu cezaevi olayı," dedi. Halit abiye döndüm, "Halit abi bir şey yapalım," dedim, "Buna biz rıza göstermeyelim," dedim. "Ne yapabiliriz?" dedi. "Terk edelim," dedim, "Bir de siz kalkıp talepte bulunun, hani siz hepimizden yaşlı ve ağırlığı olan bir avukatsınız," dedim. Yaşın ağırlığının farkı olmaması lazım ama öyle bir de ayrı bir havası var onun. Halit abi de kalktı. Dedim "Hani siz kalkın söyleyin, yine geçmezse o zaman dışarı çıkalım." "Karşısı," dedi, "Hani anlamayabilir," dedi. "Yok," dedim, "Dışarı çıkıyoruz deyince anlarlar," dedim. "Hem ben dedim, bir dakika," dedim, "Şimdi dışarı çıkacağım, tuvalet ihtiyacım var deyip izin alacağım, çıkarken arkadaşlara söyleyeceğim," dedim. Uzaklarda oturuyoruz tabi, çıktım, onlar kapı yanında tabii. Yaklaştım İsmail'e "İsmail, Halit abi bu talebi yineleyecek, kabul etmeyeceklerse, dışarı çıkacağız," dedim. "Tamam," dedi Sami. Dışarı çıktık, yani ben dışarı çıktım geldim. "Tamam Halit abi," dedim. Halit abi kalktı, gayet derli toplu tekrar talep etti, yani bu göz yumulacak bir şey değil, bu yargıyı sakatlayan bir olay. O zaman daha adil yargılanma hakkı falan filan hukuka çok oturmuş kavramlar değildi. "Hayır," dedi yine ısrarla. "Hayır kabul etmiyorum. Siz ayrıca 01:39:00serbestsiniz suç duyurusu yapabilirsiniz," gibi bir laf etti. "Bunu tutanağa geçin," dedik "Yani bizim serbest olduğumuzu." Onu da tutanağa geçmedi. Biz kalktık çıktık. Biz dışarı çıktık, savcı arkamızdan bizim bu davranışımızın örgütün talimatı çerçevesinde gerçekleştiğini, örgütün yayınlanan organlarında dergilerinde avukatların da bu görevleri ısrarla yapmaları gerektiğinin vurgulandığını söylendiğini falan tutanağa geçirmiş ve suç duyurusu yapmış, üstelik de dışarı çıkarılmamaları, avukatların, burayı terk etmemeleri ve ifadelerinin alınmaları. Biz de çıktık toparlanıyoruz gideceğiz, hemen görevli bir asker geldi. Dedi ki "Burada kalmanızı istiyor Hakim Bey," dedi. Ben "Acaba vaz mı geçti?" dedim, saf bir şekilde. Çocukcağız yüzü sarı mor vaziyette "Bilmiyorum avukat hanım," dedi gitti. Biraz sonra kapıya iki asker diktiler. Biz içeride tutulduk. Ben de o sırada Cuma günüydü. Cumartesi Pazar günleri oğlumu görmeye İstanbul'a gidiyorum, onu İstanbul'a annemlere bırakmıştım, tren biletim de var. Hatta ben arkadaşlara biraz erken çıksam da yetişsem falan filan demiştim. Mahsur kaldık, ne oğlumu görmek ne İstanbul'a gitme imkanı var. İfadelerimize başvuruldu ve bırakıldık acaba şey talimatıyla mı ama bırakılmamız gece yarılarını buldu yine doğal olarak. Böyle bir düzen vardı, sonra o sebeple bir davayla karşılaşmadık ama başka bir sürü davalarımız oldu, bir sürü yargılanmalar oldu. İşte Halit abi, Emin Değer bu bilinen isimler çok fazla yargılandılar. Ve genel olarak beraatle bitti davalar ama beraatle bitmesinin bir şeyi yok. Yine D Blok o açık Bloklardan birinde Halit abi yine açlık grevi sırasında bir müvekkiliyle konuşurken o da aynı iddiayla yargılandı. Size vereceğim dosyalarda o yargılama var. Yani avukatlara da nefes aldırmayan, avukatları da sürekli tetikte tutan, avukatlar için bunlar örgüt avukatı, en çok kullandıkları şey bunlar örgüt avukatı. Hangi örgütün, bütün örgütlerin mi avukatıyız? Bu daha sonra DGM'de de sürdü. Ülkü Coşkun diye bir savcı benimle ilgili "O" dedi "Evet o koordinatör zaten. Koordine ediyor örgütler arasındaki ilişkiyi koordine ediyor avukat sıfatıyla," dedi. Böyle ucuz haksız hukuksuz avukatı tedirgin eden bu sebeple yargılanan avukatlar çok sayıda avukat oldu. İşte idam cezalarına katılan arkadaşlarımızın idamlarla ilgili anılarını anlatmaları sebebiyle bile yargılandıkları davalar gündeme geldi. Mehdi mesela onlardan birisi Mehdi Bektaş. Böyle bir alandı, avukatlığın da zor 01:42:00 zanaat olduğu, gerçekten zor zanaat olduğu süreçlerdi.

01:42:08 - İHD Sürecinde Annelerin Mücadelesinin Etkisi, ÇHD'nin Kuruluşu, Kadın Hareketinin Yükselişi ve Bilinçlenme, Diyarbakır'da İzlediği Şerif Avşar Davası, Beyaz Torosla Alıkoyulması

Play segment

Partial Transcript: Şimdi önce, biraz önce de atıf yaptım ama onu tamamlamak için söylemek istiyorum, o 91 Sanıklı Kızlar Davası meselesi. Bu demin anlattığım Meral Bekar ile ilgili Meral Bekar'ın kendi vücudundaki yaraları gösterdiği, izleri gösterdiği olay. Meral Bekar'a bu kötü muameleyi yapanlar yargılanmadı, kızlar yargılandılar askere direndikleri için, silahlı güçlere direndikleri gibi bir gerekçeyle. Tesadüfen Fehmi Pekmezci, demin ismi aklıma gelmemişti, Fehmi Pekmezci'nin duruşma yargıcı olması o kızların ceza almalarının önüne geçti. Yani resmen böyleydi yargıç gibi yargıç varsa, adaletten yanaysa, taraf olduğu için değil adilse doğru kararlar alabilme şansınız vardı ama bu hep bir şansa dayalıydı. Yoksa o kız arkadaşlar bir de o dava sebebiyle birkaç yıl yatmak zorunda kalabilirlerdi. Meral Bekar ve arkadaşları davası diye yürüdü o dava da, kendi davaları da öyle yürüyordu Halkın Kurtuluşu davası da Meral Bekar ve arkadaşları diye yürüyordu. Şimdi bu arkadaşlarımız, pardon sorunuza döneyim. Nasıl İnsan Hakları Derneği gerçekten o mücadelenin sonucunda bu mücadelenin bireysel değil topluca verilmesi gerektiği-- Demin bir şeyi eksik bıraktım mı acaba? İHD'yi kuran irade tutuklu ve hükümlüler, tahliye olanlar, avukatlar Mamak ve benzeri alanların, Ankara esas olarak o biliyorsunuz derneğin kuruluş süreci İstanbul da var elbette ama esas Ankara. Bir de tutuklu yakınları. Rasih hoca vardı mesela, çok büyük bir önderlik yaptı, Sümer abla diye bir abla vardı hala yaşıyor ve şu anda İstanbul'da onu aslında dinlemenizi çok isterim. Sıradan bir ev kadını, bir asker karısı üstelik de. Bu 12 Eylül sürecine o kadar çok sahip çıktı, o kadar çok insanların can yoldaşı oldu ve onlara yol gösterdi ki. Şeylere de tanıklık ettim Eylem, örneğin tamamen böyle kadınların bir kısmı da şeydir ya evde gün gezmesi yaparlar, pokerlere o tür şeylere eğilimleri vardır çok güzel giyinirler güzel kadınlardır da falan böyle hoş havalı. Öyle olan annelerin gide gide nasıl bir militan anneler olmaya döndüklerine de çok tanık ettim. Yani insanların gerçekten içinde bulundukları dünya, algı, yaşadıklarının kişiliklerini çok önemli ölçüde etkiliyor. Bu tür kadınlar da vardı başladığımızda, anneler vardı ya da eşler vardı bunlar sonra birer devrimci insanlar oldular, 01:45:00haksızlığa karşı direnen insanlar oldular. Onlar da yargılandılar. Yani bir yerden bir yere taksi olmadan gidemeyen arabası olmadan gidemeyen kadınlar uzun protesto yürüyüşlerine katıldılar, sokaklarda oturdular. Bu Cumartesi Annelerinin arasında da böyleleri vardır. Tabi onlar en acılı olanları çünkü onların faili meçhulların anneleri onlar.

Böyle bir şey, işte tam o sırada biz yeniden avukatlar, İHD'nin de İHD'den de etkilenerek yeniden örgütlülüğümüzü kurmak zorunda olduğumuzu düşündük ve de toplantılara başladık. Özellikle de genç avukat kesimiydik biz, yani daha eski Çağdaş'ın eski kurucuları ve üyeleri biraz uzak durdular açıkçası, kabul etmediler, isimlerini sıralamak istemiyorum onlara bir haksızlık yapmamak için ama Hüsnü Öndül, ben, Kazım Bayraktar. Kazım'ların yanında yine değerli bir arkadaşımız vardı. Ahmet, Ahmet'in soyadı neydi, Raif Çakır, İbrahim Tezan'ı andım mı, İbrahim Açan yaşlılardan en çok bizimle, yani bize göre yaşlıydı, İbrahim Açan. Ümit Öncül, Akif Kurtuluş. Akif Kurtuluş hem avukat tabi, Aydın Erdoğan, Ali Öz, Ali Yıldırım bu arkadaşlar daha çok böyle önde giden, bu iş için heyecanla-- çok kalabalıktık, ismini unuttuğum bir dolu insan olabilir. Toplantılar yapmaya başladık. İlk toplantıları bizim Emin Bey'le olan ortak büromuzun üst katında Ali Yıldırım'ların orası ortak bir büroydu Devrimci Yol davalarına giren avukatlar vardı orada başladık. Mehd'ilerin bürolarında Ahmet Ataç diye de bir arkadaş vardı orada, orada devam ettik. Sonra şeylerin Hüsnü Öndül'lerin yerleri oldukça genişti Kazım'ların orada çalışmalar yaptık. Zeki Tavşancıl da vardı o arada isimleri eksik bırakmak istemiyorum ama muhakkak eksik kaldı.

Eski grup, yaşlı grup önermediler, yani bunun çok gerekli olmadığını, yeniden kapanacağını zaten ama şunu da söylemeliyim sıkıyönetimde örgütümüz yoktu. ÇHD yoktu ama ÇHD vardı fiilen, iyi ifade edebiliyor muyum bilmiyorum yani resmen yoktu ama fiilen vardı. Biz ÇHD'li ruhu taşıyan ÇHD'den gelen bilinci taşıyan, ben mesela ÇHD'ye üye olmaya fırsat bulmamıştım, ben başladığımda zaten kapanmıştı. Böyle bir durum vardı oradaki. O birliktelik yıllarca süren ortak arkadaşlık hepimizin bunu örgütlü hale getirme konusundaki kararımızı güçlendirdi. Ve derneği kurduk, Veli Devecioğlu o da Adalet Bakanlığı Ceza ve 01:48:00Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nden istifa etmiş, pardon emekli olmuş bir arkadaşımızdı, sosyalist bir insandı. İlk başkanımız o oldu Veli bey oldu. İşte bana çok önerdiler o tarihte kurucu başkan olmam için fakat sözünü ettiğim ablam kanser hastasıydı ve kaybetmek üzereydik çok hızlı bir gelişme oldu, tırmanış oldu rahatsızlığında. Ben de onlara söz verdim dedim ki "Tamam beni öneriyorsunuz, ben de bunu gönüllü yapayım ama şimdi sadece üye olayım, kurucu üye, yönetim kurulu üyesi ama sonra gerekirse ben başkanlık yaparım." Arkadaşların bana yönelik tercihleri nedendi onu tam olarak bilemiyorum, bazen espri yapıyorum bir kadını öne sürmek daha mı kolaydı acaba zor koşullarda diye. Ama şey vardı onlardan biraz daha yaşlıydım öğretmenlikten geliyordum yani o genç kuşağa rağmen belki bu.Bir de biraz daha yumuşak bir tarzım vardı. Onu da anlatayım, bir hakimin deyimiyle taşları şeker kağıdına sarıyor Sarıhan, şeyle atmıyor, çıplak atmıyor biz sonra farkına varıyoruz söylediği sözlerin ne kadar ağır olduğunu falan diye benimle ilgili konuşmalar yapıyordu.

Şimdi o direnişe karşı kurmayalım diyenlere karşı kurma kararı alındı ve derneği kurduk, bir yerimiz yurdumuz da yok paramız da yok aslında. Şeylerin orayı gösterdik Bayındır Sokak'taki Ali'lerin bürosunu gösterdik. Fakat kurulduk Veli Bey'le bizim aramızda bir ideolojik bir şey oldu, Kıbrıs İşgali vardı o zamanlar Kıbrıs'la ilgili birtakım sorunlar. Oradan çıkan bir dil farklılığı Veli bey istifa etti, Akif Kurtuluş başkanımız oldu. Akif Kurtuluş'la biz 5-6 ay kadar birlikte çalıştık sonra olağan kongre yaptık, ben seçimle başkan olarak görev yaptım ve bu tarihten sonra bunu itiraf etmeliyim, bu tarihten sonra ben ilk kez insan hakları meselesinin bir alt başlığı değil, bir yan eşiti olan kadının insan hakları meselesini kavramaya ve öğrenmeye başladım. Böyle söylemeliyim yani farkındalığım öyle gelişti. Kimin sayesinde, biz hemen komisyonlar oluşturduk işte işkenceyi önleme komisyonumuz var. Terörle Mücadele Yasasının değiştirilmesi konusunda komisyonumuz var. Ceza İnfaz komisyonumuz, hukukun ne kadar başlığı varsa her alanda bir grup oluşturduk, hani grup grup çalışmalar olsun ve bir çok rapor, eylem önerisi aynı anda çıksın diye. Bir yer de tuttuk kendimize genişçe bir yer tuttuk. Dergi çıkarmaya başladık falan çok hızlı çalışıyoruz. 01:51:00Kadın arkadaşlar Selma Çiçekçi, Hayriye, Hayriye'nin soyadı neydi, Hayriye isimli arkadaşımız, sonra Hatice Kaynak, bu üçünü çok net hatırlıyorum, Oya Aydın, Oya en gencimizdi o tarihte. Bunlar geldiler bana dediler ki "Biz niye bir kadın komisyonu kurmuyoruz? Niye kadın haklarıyla ilgilenmiyoruz?" Ben de dedim "Çok zor. Yönetimden kadın komisyonu çıkarmamız çok zor olabilir." "İsteyin siz kadın başkansınız. Sizin ağırlığınız olmayacak mı bu işte?" dediler. Bizde ağırlık meselesi yoktu, eşitçe giden bir süreçti fakat ben arkadaşların talebini şeye getirdim, yönetim kuruluna getirdim. Yönetim kurulu şey dedi bana "Ya bu mesele mi," dediler, "Şimdi kadınlarla mı uğraşacağız? Ne kadın hakkı falan. Genel anlamda hukuku düzeltirsek, yani devrim olursa kadınlar da kazanır," falan gibi laflar ettiler. Dedim ki "Ben, böyle geçiştirebileceğimizi sanmıyorum bu komisyonu kuralım." dedim. Neyse ikna ettik arkadaşları, komisyonu kurduk ve o komisyon çok önemli işler yaptı. Türkiye'de Türk Ceza Yasasının değişimi, Medeni Yasanın değişimi, 4300 sayılı Şiddetin Önlenmesi Yasas'ının değişimi, önce bu tersinden söyledim 1998, 2002, 2007. Ondan önce Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü hep ÇHD Kadın Komisyonu'nun ürünleri olarak ortaya çıktı ve biz mesela şunu yaptı arkadaşlar, dediler ki "Yasaları gözden geçirelim, yasalarda eşitlik yok, biz hepimiz diyoruz ki Cumhuriyet Devrimleri kadınlar, kadınlar lehine yasalar, bahşedilmiş yasalar bu bağış mağış değil. Bunlar hep kadın mücadelesinin bir ürünü ve daha ileri götürmek lazım." Bana şeyi sormuşlardı yıllar önce stajyer arkadaşlar, "Ya kadın avukat olmaktan ötürü bir huzursuzluğunuz oluyor mu, bir ayrımcılık oluyor mu? " Yoo falan demiştim, o çok böyle önyargılı yani işin derinine bakmayan halbuki bana geliyor bir müvekkil kapıyı çalıyor giriyor: "Avukat bey şunu şöyle yapalım," diyor, benim bayan olduğumun bile farkında değil, o bay olur avukat diye bakıyor. Orada bile başlayan dile yansımış bir ayrımcılık var. Fakat biz yasaları incelemek üzere bir proje hazırladık. İşte Medeni Yasa'da diyor ki: Aile birliği demokratik yapıdır. Ama aile birliğinin reisi de kocadır. Hem demokrasi hem de reis. Şaşkınla falan gördük, açıkça şaşkınlıkla gördük, bunlar bizim dikkat etmediğimiz ayrıntılardı. Veya 01:54:00işte malların sahibi kim, faturaların sahibi kimse o, böyle şeyler hep dikkatimizi çekti. Efendim kadının bedeniyle ilgili düzenlemeler kadının bedeniyle ilgili değil toplumsal ahlakla ilgili düzenlemeler olarak girmiş, biliyorsunuz bunları. Bu farkındalık, bu seziş bizim o projemizde ilk defa bizim TCK, Medeni Yasa, bunların değişikliğini, İş Yasasını değişikliğini yazarak çizerek kitaplar haline getirerek bunları değiştirmek üzere mücadele edildi. Ve bu yasalar değiştiğinde Hikmet Sami Türk ilk defa bize, o dönemin Adalet Bakanı dedi ki ÇHD'li kadın avukatlara borçluyuz ilk adımı onlar attılar dedi. Ben de öyle öyle kendimi kadın meselesine doğru yöneltmiş, o meseleyi kavramış, yani ne kadar kavramışsam ve onun için mücadeleye hazır olarak hissettim. Böyle bir süreç de yaşandı yani bir yandan yoğun bir biçimde insan hakları temelli çalıştı ÇHD fakat aynı yoğunlukta çünkü çok fazla, 90'lı yıllar bence 80'leri filan aratacak yıllar nerdeyse, 70'leri aratacak yıllar, çünkü faili meçhullar çok fazlaydı. Faik Candan derneğimizin bir aktif üyesi, aynı zamanda o zaman adı neydi bilmiyorum HDP'nin türevi olan partilerden birinin il başkanıydı. Bürosunun önünden götürüldü ve ölü olarak günler sonra ele geçti, öldürülmüş olarak ele geçti. Aynı şekilde benim Diyarbakır'da izlediğim Şerif Avşar davası, kardeşi tutuklu olan Şerif Avşar'dan fidye isteyen adamlar onu kaçırıp doğrudan jandarmaya götürdüler ve öldürdüler. Onların failleri yakalandı. Diyarbakır'da o günkü koşullarda davayı takip edebilecek arkadaş yoktu. Akın Birdal beni aradı ve "Sen bir dernek başkanısın ve mecbursun, Diyarbakır'a gideceksin ve bu davaya sahip çıkacaksın." Buradan toplanıp gittim. Tam anlamıyla kadın başıma ve Diyarbakır koşullarını yeterince de yaşamamışken ve de nasıl sağ kurtuldum bilmiyorum beyaz toroslardan bile kendimi atarak yani o uzun bir hikaye orayı anlatsam. Sonuçta birtakım adamlar yargılandılar ceza aldılar, yargılama süresince benim PKK'li olduğumu iddia ettiler en ufak bir ilgim yokken, bilgim yokken yani ucuzlatılmış iddialar bunlar daima. Hangi örgütü savunuyorsanız o örgütün avukatı haline getirildiğimiz günler. Buna rağmen bütün bu baskıları teşhir etmek, bütün bu baskıları basına vermek, anlatmak bir koruyucu oldu o dönemlerde. Yani bir yandan çok büyük bir şey altındaydık tehlike altındaydık ama bir yandan korumalarımız vardı mesela ben sonradan ÇHD'li arkadaşlara "Ben artık yalnız gidemeyeceğim bu davaya," dedim, "Yani son beyaz toros olayından 01:57:00sonra, hiç olmazsa tanık olsun hep birlikte gidelim." Benimle gelen arkadaşlara minnettarım, çünkü onlar da kendilerini tehlikeye atarak geldiler. O zaman Sezgin'ler [Tanrıkulu] falan orada avukatlık yapıyorlar ama duruşmaya giremediler. Tehdit aldım, kovalandım, o beyaz toros meselesinden sonra baro başkanını aradım dedim ki "Lütfen sabah, ben ailenin evinde kalıyorum şu anda, yara bere içindeyim kendimi dışarı atmış olmaktan, sabah birlikte duruşmaya gidelim sizinle." Bana verdiği cevap şu oldu: "Sizin için tehlike benim için de tehlike gelemem, kusura bakmayın," oldu. Ben ama kızmıyorum öyle bir ortamda yaşıyorlardı yani, onlar için her gün tehlike vardı ben uçağa binince en azından kendimi biraz kurtulmuş ve rahatlamış hissediyordum. Şeye benziyordu Mamak Cebeci istasyonu değiştirme meselesine benziyordu uçak. Böyle süreçler ve işte ben bir örneğiyim, bir dolu insan bu durumda, bir dolu avukat böyle böyle çalıştı. Örneğin şuna şükrediyorum ki bir idamı izlemek zorunda kalmadım, izlemek zorundaydım, yani müvekkilimin yanında olmak durumundaydım, nasıl diğer arkadaşlarım direnmişse ben de aynı direnci göstermek zorundaydım bir kadın olarak diyorum çünkü biz daha duyarlıyız, böyle bir şey de var yani daha çok kalbimiz kırılıyor ve unutmuyoruz.

01:58:26 - İşkencecileriyle Karşılaşma Anı, Yaşadıklarını Belgelendirme Süreci ve Failleri Arayış

Play segment

Partial Transcript: Hemen hemen yaşadığım her şeyi şikayet ettim fakat failleri bulunmadılar. Bu Şerif Avşar dosyasında da başka bir şey söylüyorum şimdi ama bir tek sanık yakalanmamıştı, o sanık asker olan bir sanıktı, astsubay olan bir sanıktı, sonra yurtdışına kaçırıldı. Sonra yıllar sonra yakalandı geldi zaman aşımından yararlanmak üzere geldi, esas mahkeme Diyarbakır Ağır Ceza tahliye etmedi ama görevsizlik verdi. Görevsizlik kararından sonra Askeri Mahkeme ilk duruşmada adamı tahliye etti ve adam yine cezasını çekmedi defoldu gitti bir yere doğru.

Kendimle ilgili şey için, iki kişiyle de karşılaştım, bir istismarda bulunan bir polisle, çok sonra Ankara'da yine bir istismar davası sebebiyle gittiğim karakolda okulumuzun katibi olan sekreteri olan yani arkadaş bir istismara uğramıştı, onu karakola şikayet etmek için götürdüğümüzde onu karakolda karşımda gördüm, buraya atanmış. Ve de hiçbir şey yapamadım biliyor musunuz? Yani ne yapacağımı bilemedim, hani yıllar da geçmiş üzerinden, yıllar geçmiş ve adam aynı adam biliyorum çünkü bize yemek memek de veriyordu şeyde. Öbür işkencecilerle de şeyde karşılaştım, vapurda karşılaştım, ilk İstanbul'a tahliye olup gidince. Ayhan isimli bir arkadaşım vardı çok yakın arkadaşım. Bu hikayeleri biliyordu okumuş zaten çok yazıldı zaten o zaman kitaplara falan geçti. Ona 02:00:00gösterdim, bak bu adam işkenceci, oturuyoruz vapurda karşıya geçiyoruz ama şey zannediyordum çığlık atarım ve üstüne yürürüm falan hayır bunu da yapamadım. Yapamadım yani bunu da yapamadım. Başka bir şey daha oldu. o en üst düzeydeki emniyet müdürü veya terörle mücadele şube müdürü Necdet veya Necati diye adını hatırlamaya çalıştığım, hatırlayamadığım adamla da Yargıtay'da karşılaştık ve çok yakındı 5 6 yıl yani yakın dediğim. Yanına gittim aynı davada avukatız, yanına gittim. "Beni tanıdınız mı?" dedim. "Sizi kim tanımaz, sizi herkes tanıyor," dedi. "Yok canım," dedim, "Beni herkes nasıl tanısın, nasıl tanıyorsunuz beni?" dedim. İşte dedi, "Çok bilindik bir avukatsınız," dedi. "Ama siz beni başka yerden biliyorsunuz," dedim. "Yok," dedi, "Hiçbir yerden bilmiyorum sizi," dedi. "Ben ama ben sizi biliyorum," dedim. "Nereden biliyorsunuz?" dedi. "Şimdi yüksek sesle söylemek isterdim ama söylemeye dilim varmıyor," dedim. Bütün bunlarda bu bir şey yapamamak, yani yorumumu anlatmak istiyorum, bir olay daha anlatayım ondan sonra anlatayım size.

02:01:21 - İnsan Hakları Danışma Kurulu'na Girişi, İşkencenin İnkarcıları ile Mücadele, Örgütlülükte Bulduğu Güç

Play segment

Partial Transcript: İnsan Hakları Danışma Kurulu diye bir kurul oluşturdu Bakanlık. Hani artık insan hakları oynuyoruz ya, o oyunculuk için de İnsan Hakları Danışma Kurulu oluştu. Erzurum, pardon Erzurum nereden çıktı. Bursa Baro başkanımız Ertuğrul bey, soyadı yine aklımda yok ama siz onu bulabilirsiniz. AKP'den bakan oldu ve İnsan Haklarından sorumlu bakan oldu. Baro ve avukatlık, biraz daha şey hani AKP'nin bir de biraz daha Demokrat Partiden gelen kanadı var ya oralardan gelen bir insan. Beni de tanıyor, ÇHD yi biliyor, ÇHD sebebiyle çok sayıda Bursa'da panele söyleşiye katıldım. Ortak baro etkinliklerinden falan iki meslektaşız sonuçta. İnsan Hakları Danışma Kurulu oluşunca bu kurul şöyle bir yapıyla oluştu yarısı resmi devletten yarısı da STK'lardan. İnsan hakları örgütleri var, insan hakları alanında çalışan STK'lar var, hocalar akademisyenler var, İbrahim Kaboğlu İstanbul'dan İbrahim Kaboğlu, akademisyenlerden biri, bunları seçmişler davet etmişler. Burada Ankara'da Palas var. Devletin çok kullandığı bir otel, otel de değil artık da, alan. Orada şeye çağrıldık, şeyi de gönderdiler bize tüzüğü falan da gönderdiler, seçim yapılacak, şeçimle başkan başkan yardımcısı ve yönetim kurulu oluşacak ve de eşit olması konusunda yani objektif olunacak, öyle bir de 02:03:00kural var, herkes istediğine oy verecek. Biz oraya giderken, ben de o zaman Cumhuriyet Kadınlar Derneği'nde genel başkandım. Kadın derneğinden ben çağrıldım, baktım başka kadın derneği yok, bir tek ben varım orada. Ve arkadaşlara dedim ki "Arkadaşlar ben bu işin ciddiyetine inanmıyorum ama bir gidelim hadi gözlemci olarak orada oturalım, çıkarız. Gerekirse çıkarız, gerekirse de kalır işe yarayacak gibi görünüyorsa ama sanmıyorum." Gittik. Türkan Saylan hoca, oturduk böyle hepimiz oturuyoruz, selamlaştık merhabalaştık. Ben böyle arkada bir köşede bir yere doğru oturdum, hiç önlerde bir iş yapma niyetim yok. Türkan hanım uzaktan başını falan salladı, böyle bir şey söyledi, beni çağırdı belki anlamadım, baktım geldi yanıma kadar: "Şenal," dedi, "Biz ortada önde konuştuk, şöyle bir şey yaptık, İbrahim hocayı şeye önereceğiz, başkanlığa seni de başkan yardımcılığına önereceğiz." Bir arkadaşımız da barodan da, ismini de hatırlayayım, neyse hatırlayayınca söylerim, onu da yazmanlığa önereceğiz. Yani diğer yönetim kurulunda başkaları olsun ama zaten geniş kurul bir de idari kurul olacak. "Beni önermeyin," dedim, "Hem arkadaşlarımın bu konuda oluru yok hem benim isteğim yok hem de bunlar beni seçmezler," dedim. Ben Ankara bürokrasisi tarafından hoşlanılmayan biriyim muhakkak dedim. Böyle bir şey olur, onlarınki seçilir yani hiç şekerimizi suya atmayalım dedim. "Yok," dedi, "Sen," dedi, "Biraz sorumluluk al," dedi, "Buraları boş mu bırakacağız?" falan dedi. Onun öyle bir tavrı vardı ya bilir misiniz bilmiyorum. "Hocam," dedim "Yani siz takdir edin ama ben size söyledim durumu," dedim. Oylama yapıldı, gerçekten ben başkan yardımcısı olarak, bir de garip bir durum, şeyden de İbrahim hocadan da daha yüksek oy aldım. Ama sıfatlarımız belliydi başkan, başkan yardımcısı, bir de barodan arkadaşımız, üçümüz de seçildik yani, orada garip bir durum oldu demek ki daha demokrat insanlar vardı İnsan Hakları Bakanlığı'nda. Çalışmalara başladık o sırada da reformlar oluyor Avrupa Birliği'ne bağlı Reformları İzleme Kurulu diye bir kurul oluştu, çok güzel çalışmalar yapıldı. Reform İzleme Kurulu'nda şey gelemiyor, İbrahim Hoca İstanbul'dan gelemiyor. Sürekli ben gidiyorum, başkanın katılması lazım ben gidiyorum. Gidiyoruz işte çeşitli reformlarla ilgili çalışmalar önümüze dosya kararlar falan geliyor. Bir gün gittim geç de kaldım biraz gecikerek de gittim duruşmam vardı, böyle elimde duruşma şeyleriyle falan gittim girdim. Başlamış durumdaydı dedim ki "Bana dosya bırakılmamış," dedim. Görevliyi çağırdım görevli gitti, geldi. "Sizin dosyanız yokmuş," dedi, "Neden yokmuş?" dedim. "Bilmiyorum," dedi, "sizin dosyanız yokmuş, 02:06:00öyle söyledi bakan," dedi. Bakan mı Emniyet Genel Müdürü, Emniyet Genel Müdürü o gün o yönetiyor toplantıyı. Sonra konu şey işkencenin önlenmesi meselesi. Diyor ki adam: "Bu," diyor, "Hep abartılıyor," diyor. "İşkenceyi çözdük, hiçbir yerde işkence yok," diyor. Diğerleri de onu destekleyen laflar söylüyorlar, sivil bir tek ben varım zaten yani devlet dışı olan. Ben söz istedim dedim ki "Özür dilerim," dedim, "Böyle bir tespit olduğunu söylediniz, şimdi ben duruşmadan geliyorum," dedim, "İzin verir misiniz size duruşma tutanaklarından birkaç bölümü okuyabilir miyim?" dedim. "Okumayın." dedi. "Neden?" dedim. "Bizi meşgul eder." dedi. "Ama bir iddianız var ben de size duruşma tutanağını okuyacağım." Dedim "Ne okuyacağınızı biliyorum."dedi. "Biliyorsanız, bilmeyenler var, bilmeyenler için okuyayım." dedim. Başladım okumaya, orada sanıklar ne kadar işkence gördüklerini anlatıyorlar. 4 sanık sorgulanmış, dördü de ayrıntılı bir şekilde elektrikti, coptu, soğuk suydu, sıcak suydu falan her şeyi anlatıyorlar çuvala sokmuşlar falan. Dedi ki "Bunlar hepsi uydurma," dedi. "Bütün hayatınız," dedi, "Siz avukatların bunları şey yapmakla, tersyüz etmekle geçti," dedi. Şimdi şurama kadar şey geldi, yani ne demek ya biliyor musunuz ben kendim işkence gördüm demek istedim, yani bunu söylemek istedim ve söyleyemedim. Bunu söyleyemedim. Toplantı bitti, çıktık toplantıdan. O gün de 10 Aralık İnsan Hakları Derneği'nin de bir otelde paneli var, etkinliği var, yani orada bir buluşma var, oraya geldim, oraya yetiştim. Girdim. Ben de dernek başkanı sıfatıyla falan bu İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun başkanı, başkan yardımcısı sıfatıyla bana da konuşma istediler, çıktım, yol boyu ama bunun şeyini yaptım. Yani niye söyleyemedim, niye söyleyemedim, niye söyleyemiyorum, niye üstüne saldıracağım diyorum saldıramıyorum? O kadar onurunuzu kıran bir şey ki işkence aslında ama niye benim onurumu kırsın? Niye işkencecinin onurunu kırmasın da benim onurumu kırsın? Bunun muhasebesini yaptım yol boyunca ve geldim o mikrofonda size anlattığım bu şeyi ağlayarak kendi işkence gördüğümü anlattım. Şimdi bu, yani, hani deminden beri sordunuz ya o sorulara hesap sorabildiniz mi. Hesap soramamış oluyorsunuz. Ama bu bilince ulaşmanız o kadar yani yine de onurunuzu kırıyor işte. Yine de onurunuzu kırıyor. Öbürünün onursuzluğu ama siz onu, hiç eşimle 02:09:00paylaşmadım bunu, uzun süre çocuk sahibi olamadım doktor bana dedi ki "Siz düşük yapmışsınız," dedi. "Yok ben düşük yapmadım," dedim. Yani neyse bunları anlatmam gerekmiyor-- bu şey yapıyor sizi, işte o bütün davalara karşı kuşkucu hale getiriyor. Bütün davalarda işkence olduğunu düşünüyorsunuz, belki bazen haksızsınız, bütün davaların hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsunuz. Ve o sebeple şeyi seçtim kendime, siyasi dava avukatlığını seçtim, orada yürümeye orada yol almaya çalıştım. Ve örgütlü olmak gibi bir alışkanlıkla çalıştım. Yani ta okullarda, işte okul öğrenci yönetimlerine girerek, öğrenci örgütlerine, oradan TÖS'dü TÖB-DER'di. Bu sizi aynı zamanda yalnızlıktan da kurtarıyor elbette, size güç oluyor.

02:10:03 - İnsan Hakları Okulunun Değeri ve Önemi, Ödüller, Kazanımlar

Play segment

Partial Transcript: İşte bu arada bir dolu ödüller falan oldu, bunlar tabii ki moralinizi yükseltiyor gerek içeride gerek dışarıda. Ama asıl büyük ödül özlediğiniz dünyanın kurulması, emek verdiğiniz mücadele ettiğiniz şeylerin bir düzene girmesi, bütün insan hakları açısından sadece kadın insan hakları açısından değil, bütün insan hakları açısından. Zaman zaman da kazanımlarımız oldu biliyorsunuz, zaman zaman geriledi ama yine de bu siyasi bir sorun olduğu için, bir bilinç sorunu olduğu için yeniden bir yerden hortlayıp çıkıyor, yeniden dikenlerini yayacak bir alan buluyor. O alana genişliyor. Bugün yine öyle günlerdeyiz, yine başka türlü cinayetlerin kurbanı oluyor insanlar ama bir dolu faili meçhul var. Ama şöyle oldu milletvekilliği süresince, süresinde daha doğrusu Fethullahçılara çok ağır işkence yaptılar. Ben bunu haksızlık olduğunu Meclis kürsüsünden anlattım. Dedim ki "Bunlar ne yaparlarsa yapsınlar, yargı verir bunun cezasını, siz bunu işkence ederek vermezsiniz, delilleriniz zaten elinizde, en başında olan insanı da biliyorsanız, ona da yapamazsınız." Şey diye seslendiler ki beni hep çok sessizce dinliyorlardı müdahale etmeden, nedense, arkadan biri seslendi: "Şimdi de," dedi, "Fethullahçıları mı savunuyorsun?" dedi. Ona döndüm şey dedim: "Umarım bir gün sizi de savunmak zorunda kalmam, sizi de savunmayacağım bir günü özlüyorum ben, bu sebeple buradan konuşuyorum," dedim. Böyle bir şey yani. Şeyin haksızlığa uğrayanın ne cinsi ne ırkı ne siyasi düşüncesi, insan insandır, insan kendi değerleriyle vardır, ona varmak için bir mücadele, bir koşu belki bizimki.

02:12:00
Yalnız değildik, önemli olan bu çok sayıdaydık yani yine de. Bütün bu olağanüstü dönemlerde ya peşinden gittiğimiz örnek aldığımız insanlar vardı ve şimdi bizi de örnek alan çok sayıda genç avukatlar var. Kadınlar çok ve kadınlar bence bugün mücadelenin en önündeler ve bence bu demokrasi mücadelesi, kendilerinin yaşam hakkı mücadelesi elbette ama öncelikle eşitlik mücadelesi, demokrasi mücadelesi. Böyle bir sürece doğru umutlu bir noktadayız diye düşünüyorum. Hepimizin acıların yeşerttiği bir takım değerler var güzellikler var diye düşünüyorum.

02:12:42 - 2010 Referandumu, Cezasızlık, Yüzleşme ve Hesap Sorulabilirlik, Geçmişe ve Geleceğe Bugünden Bakmak

Play segment

Partial Transcript: Kenan Evren ve arkadaşları hakkında açılmış olan davanın önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Dava açılırken ne kadar samimi bir açıştı bunu ayrıca sorgulamak gerekiyor. Yani AKP iktidarı uzun süre biraz bizi gölgelerle oyalamaya çalıştı, esas bilinçli bunların üzerine gerçekten gitmek için değil, bir hesaplaşma aracı olarak, belli yerlere yüklenerek ama aynı hataları yaparak kendisi yaşamı sürdürmeye çalışıyor, şu andaki tablo böyle bir tablo. Bu dava açıldığında biz uzun süre acaba katılmalı mı katılmamalı mı diye, biz derken birçok arkadaşımız epey bir süre düşündük. Hatta en CHP adına o zaman hukukçuluk yapıyordum, orada da çok tartışıldı davaya katılmak ya da katılmamak. Ama bu bir olanaktı ve en azında teşhir etmek ve bunun tutanaklarını, henüz yaşıyorken canlı tanıklarını izlemek notasında bu önem taşıyordu. Ve davaya müdahil olduk. Ben ayrıca o davada Muzaffer Erdost, İlhan Erdost ve yakınların da ayrıca yani partinin dışında avukatlığını yapmaya çalıştım. Bence çok doğru, çok düzgün müdahale eden hem aileler vardı, hem avukatlar vardı. Örneğin demin size anlattığım Fikri, Terzi Fikri'nin oğlu da o davada müdahildi. Gülbudak'ın da kızı o davada müdahildi. Pek çok, sizler gibi işte yani sonuçta bunun bir biçimde hesabının sorulması gerekiyor, bu hesap sormayı ben karşılıklı mukatele gibi görmüyorum kesinlikle, karşılıklı bir hesaplaşma meselesi, kavga meselesi değil ama yargı gibi adalet gibi bir olanağımız varsa burada onu teşhir etmek ve bu teşhiri kamuoyuna aktarabilmek, kamuoyuna neden bu insanların yargılandığı ve yargılanmaları gerektiği ve ceza almaları gerektiği konusunda bilinç taşıyabilmek için önemli bir araç olduğunu yargılama süresince düşündüm. Bu insanlığa karşı suç meselesi biliyorsunuz bazı 02:15:00kavramlar bazı hukuki kazanımlar aşama aşama oluyor, hiçbir şey birdenbire düşmüyor. Biz bu davaları görürken henüz Türkiye iç hukukuna insanlığa karşı suç girmemişti. İnsanlığa karşı suç kavramı büyük ölçüde de Türkiye'deki hukukçular tarafından bilinen ve uygulanan bir yöntem değildi ama biz bu hepimizin ortak kazanımı olan insanlığa karşı suç kavramının Türkiye'de aktif bir şekilde kullanımı konusunda hemen harekete geçtik. Ve hemen taleplerimiz oldu 2005 Türk Ceza Yasası bu çerçevede değişti. Şimdi bundan sonra bu iç hukukumuza göre 2005 yılından önce işlenen suçlara aleyhteki hükümler uygulanamıyor biliyorsunuz. Ama bunların istisna halleri var, istisna halleri de nedir, insanlığa karşı suç işlenmişse, bu takdirde eğer geriye doğru yürüyebiliyor, onu geriye doğru yürütebiliyorsunuz, yürüyemezlik kalkıyor. Bu da önemli ölçüde tartışılmış oldu, dava bu sebeple açılmış oldu. İşkence suçlarıyla ilgili olarak da davalar açıldı ve ben bu hukuk mücadelesinin aynı zamanda bir bilinç taşıma mücadelesi olduğuna inanıyorum, bu sebeple gerekli görüyorum ama bunun yetmediğinin de altı çizmek gerekiyor. Yani bu yetmiyor, bu ülkeyi yöneten siyasi iradenin bu bilince sahip olması gerekiyor, insan hakları bilincine, anlayışına sahip olması gerekiyor. Ama öyle biraz şey gibi bunlar iç içe, toplumun da insan hakları bilincini yükseltmesi ve insan hakları nedir, benim için mi herkes için mi, ben miyim herkes mi, birlikte mi, her şeyden hep birlikte mi yararlanacağız, eşitlik meselesi. Eşit koşullarda olan insanların eşitliği değil bütün insanların eşit koşullara geldiği bir ortamda eşitliğin sağlanması sorunu. Bunları, bunları tabi halkın rıza göstermemesi, direnmesi, mücadele etmesi gerekiyor hak için, hak olan için. Yönetenlerin de bu bilinçte olması gerekiyor, yasayı uygulayanların da objektif adil yargılanma dediğimiz yargılanma biçimine vakıf olması gerekiyor. Eğer mahkeme önüne getiriyor ama cezasızlıkla sonuçlandırıyorsanız, bu zaten hiçbir şey yapmamak anlamına geliyor, nasılsa kurtuluyor insanlar.

Şimdi bu sürece ilişkin değil ama son bir olgudan söz etmek isterim. Sivas Katliamı Davası'nda 15.000 kişinin katıldığı polis tutanağında, 170 kişiyi mahkeme önüne getirmişsiniz, 124 kişiye ceza vermişsiniz. Ceza verdiğiniz hatta önce idam sonra ağırlaştırılmış müebbete çevrilmiş ceza verdiğiniz insanları tahliye ederek sınır dışına göndermişsiniz ve 02:18:00cezaları da uygulanmıyor. E böyle olunca Sivas'tan sonra neler oldu Sivas'tan sonra Suruç oldu, Sivas'tan sonra Sultanahmet'te bir facia oldu, şurada bir Gar Katliamı oldu, şurada Güvenpark'ta katliam oldu, Gezi'de bir dolu insan katledildi. Yani cezasızlık ne yapıyor, yol açıyor nasılsa kurtuluyor insanlar; hak için mücadelenin karşısında haksızlığı körüklemek için ve onu hakim kılmak için de örgütlü yapılar varsa ve bu örgütlü yapıları ortaya çıkarmıyorsanız, onları cezalandırmıyorsanız iş bitmemiş oluyor, sürüncemede kalıyor ve sürüyor. Bunu hepimizin bir insanlık sorunu olarak görmemiz gerekiyor. Bence burada taraf olma sorunu değil, taraf olmak değil, taraf olmak değil herkesi severek her insana güvenerek, yanlışı olanı da ilerleterek orada düzeltmeye çalışarak kendimize bir yol açmak gerekiyor.

Ve bugün sabah başka bir toplantıdaydım, yani 4-5 saat de sürdü o da. Sivil toplum siyaset kurumuna dedi ki "Cesur olun!" dedi, sivil toplum. Cesaret gerekiyor gerçekten mış gibi yapmamak gerekiyor. Bazı kavramların üzerine gitmek gerekiyor. Ölenin kim olduğunun, ölenin cinsinin, ırkının, siyasi görüşünün bir önemi yok. Ölmüş bir insan var ortada, insan var. Yani böyle bir durum, bu yapılabilirse, bütün bunları yapabilirsek, boş vermezsek, bana dokunmayan yılan bin yaşasın demezsek; biraz yılanın bizi de sokmasına izin vererek, acısını duyarak, o acı üzerinden kendimize bir yol çizersek, etrafımızı ona göre genişletir, çoğaltırsak o zaman mutlaka bir şeyler düzelecektir. Umutsuz da değilim, hiç umutsuz değilim, bunu söylemek isterim. Geçmişteki iyi kötü bana düşen yapabildiğim şeylerden hiç pişman değilim, utanacak hiçbir şey olmadığını düşünüyorum. Daha iyisi yapılabilirdi elbette daha çoğu yapılabilirdi ama hepimizin payına düşen bir şey var. Ve hepimiz kendi kendimize karşı kendi aynamızda ne kadar mutluyuz önemli olan bu.