https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment0
Partial Transcript: 2 Eylül 1983'te beni Karadeniz'den gelip aldılar ve Sinop'a daha doğrusu götürdüler, nereye gittiğimi bilmiyordum. Yani Karadeniz sorgusu için işte İstanbul işleri bitmişti. Götürdüler beni. İstanbul içinde 1-2 gün gezdik. Beni götüren işkencecilerden birinin adını çok iyi biliyorum. Sinop'ta 12 Eylül öncesi çatıştığımız biri de olduğumuz için. Her anlamda çatıştığımız yani. Ali Çokgezer diye bir işkenceci. O ekibiyle geldi beni aldı Metris'ten. 2 gün İstanbul'da dolaştık turist gibi. Onlar yiyorlar, içiyorlar. Beni bir karakola ediyorlar filan. Böyle garip garip işler. Ben slogan atıyorum. Bir şey olmadı yani 1-2 gün onlar İstanbul'da zevki sefalar yaptılar. Sonuçta Sinop'a gittik. Burada da işte bilinmeyen Türkiye sosyalistlerinin, belki bu hafıza kaydı açısından da önemli olan bir başka şey, Sinop Cezaevi'nin 12 Eylül'den sonraki konumu. Sinop Cezaevi'ne götürüldüm ben ve işte Sinop Cezaevi'nde 1 ay mı 35 gün mü ne tekrar bir işkence dönemi oldu. Ama buna ilişkin bir küçük çerçeve çizmek isterim. 12 Eylül'den sonra şöyle genel olarak baktığımızda cezaevlerine, Metris, Mamak ora Erzincan işte Diyarbakır filan. Sinop Cezaevi kale tipi cezaevlerinden biri. Yani kale şehri Sinop bir iç kale var, iç kalenin içinde de cezaevi yapılmış fi tarihinde işte 100-150 yıl önce yapılmış. Sinop Cezaevi tarihinin bu da hem siyasal tarihi açısından hem sosyal tarih açısından önemli birkaç basamağı var. Birincisi, I. Dünya Savaşı'nda boşaltılıyor Sinop Cezaevi. 16'larda filan boşaltılıyor. Ünlü işkenceci, İttihat ve Terakki'nin Yakup Cemil teslim alıyor mahkumları, zincirlerle gidiyorlar. Bunlar Refik Halit Karay'ın, Refi Cevad Ulunay'ın hatıratlarında vardır. Onlar Sinop sürgünü. Mustafa Suphi ile gidenler oraya. Taş Köprü de alıyor bunları götürüyor vesaire. Bunlar savaşta asker olarak kullanıyorlar yani mahkumlar. Bir de Ermeni mevzuunda kullanılıyorlar, kullanıyorlar. Bu Sinop Cezaevi tarihinde çok önemli bir 00:03:00tarih. Sinop Cezaevi tarihinde çalıştığım için bunu, oradan geldim. İkincisi 70-80'den 6-7 ay önce Sinop Cezaevi yakıldı. Sinop Cezaevi yakıldı. Bunu devrimcilerin yaktığı zannedildi oysa adliler yaktılar. Devrimciler de o arada İstanbul'dan gelmişlerdi. Hikaye uzun. Kısa gidiyorum. 6 kişi bırakıyorlar, forsa gibi köle gibi yakanları adli. Bir tanesi devrimci bir çocuk, adli devrimci. Bu da ikinci önemli boşaltılma. Sinop Cezaevi tamamen boşaltılıyor. 6 kişi bırakılıyor. O yakma yakılmayı da ben illegal yaşıyorum diye anlatıyorum. Pencereden seyretmiştim yani Samsun'dan gizli geldiğim bir gün. Tepeden seyretmiştim. Üçüncüsü, bu cezaevleri tarihi itibariyle bilinmesi gereken Sinop Cezaevi'nin orta dairesi, orta kısmı o kale tipi cezaevinin, 12 Eylül'den sonra -eylül, ekim, kasım, aralık- 4-5 ay iki koğuş boşaltılarak tarihinde ilk kez işkencehane olarak kullanıldı. Yani Sinop'taki şu andaki, X, Y, Z siyasetinden var olan veya CHP'de politika yapan veya başka partilerde. 150-200 kişi 12 Eylül'den sonra kasım, aralığa kadar. Oradan Çorum'a gittiler çünkü. Sinop Cezaevi'nde işkencehane olarak kullanıldı. Orta dairenin üst sol kısmı. 12 ile sabah 6'ya kadar ve mahallelerden sesler filan. Bunu şunun için de söyledim, bu örneği. Gerek orada yatanlar, kendi tarihlerine, arkadaşlarımız sahip çıkmadıkları için gerek Sinop Cezaevi'nin tarihine yani oranın bir bellek mekanı olarak hatta 150 yıllık, devletin orayı belleksizleştirme projesi sonucu şu anda restore mestore etti meselesine bağlı olarak, orada bir Parmaklıklar Ardı dizisiyle, televizyonda oynadı Parmaklıklar Ardı. Hatta içinde sosyalist arkadaşlarda vardı şeyler oyuncuların içerisinde. Dizisiyle çok ironik bir şekilde, o işkencehane mekanları film setinde yatakhane olarak, bütün uyarılarımıza rağmen hiç kimse tepki göstermedi. Ve bir bellek mekanı olan Sinop Cezaevi yine, müşahediye kısmı yani hücre 00:06:00olup da içeriden dışarının, dışarıdan içeriyi göründüğü müşahede veya müşahediye kısmını tiyatro arkadaşlar, tiyatrocu sanatçılar, solcu geçinen sanatçılar bu tür mekan, binalara çivi bile çakılmaması gerekirken hafıza mekanlarına, satın alarak projelere oralara çelik konstrüksiyonlarla şey yaptılar. Bunu da böyle not düşmek isterim çünkü buralar bellek mekanları. Yani Sabahattin Ali ile kodlayıp işi, işin içinden mümkün değil. Ta 30'larda sosyalist kadınların yattığı, Fatma Nudiye Yalçıların, Hikmet Şamilofların yattığı, Fatma Hikmet, Semiha Demir'in yattığı, Kemal Tahir'in 32'de bir cezaevinden ve yüzlerce hikayeden söz ediyoruz adli ve siyasi. İşte o cezaevine gittim ben. Sonuç olarak o cezaevinin Karadağ denilen veya Dipkapalı denilen, Domuzluk denilen oraya gittim. Orada da benim için hani işkence açısından çok önemli bir, birkaç deneyim var. Birincisi önce işte nasihat kısmı. Sinop Cezaevi'ne gidenler bilirler, girişte bir burç vardır. Burcun içi zindandır, zindan oyulmuştur. Yani baya zindan, suların aktığı filan. O zindan da 3-4 gün durulur. Fiziki mukamet kırılır. Sonra arka tarafa, Dikkapalı'da hücreler vardır oraya götürülürsün filan. Sinop Cezaevi şöyle bir deneydi benim için. Bir, yine çıplaklığımla kendi aramda bir deney. İkincisi hayvanlarla benim aramda, farelerle aramda bir deney olarak yaşandı işte 30-35 gündü galiba. Çıplaklığım şuydu ben dedim, zaten açlık grevinden geliyorum. Devam edeyim açlık grevine. İşte Ali Çokgezer-- Ha orada bir de Yüzbaşı Ahmet var. Yani askeriyeyle beraber yapıyorlar. Yüzbaşı Ahmet var. İşte bir bir hücreye attılar beni. 8-10 tane hücre var işte ben yarı çıplak, çıplak halde orada epey. İşte çıktığım zaman üzerim iki parmak pamukçuk bağlamıştı. Bu işin fiziki kısmı. Orada şunu gördüm çok bunu başka bir yerde anlattım ben. Ama unuttum, detaylarını unuttum. Orada bir gün işkence bekliyorum, her akşam işkence bekliyorum işte işkence yapılıyor. Bildiğin, malum işte falaka şu bu. Yine şey 00:09:00işkenceleri-- Ha bu arada "ya eşini getiririz." Benim eşim de benden 3 ay sonra, Sevgi, benden 3 ay sonra yakalandı. Metris'te yattı bu arada ve gayet iyi bir şekilde, başardı bir şekilde ve tahliye oldu. Dava açılamadı hakkında. Tahliye oldu. Barış'ın yanına gitti Sinop'ta. Yani ben Sinop'tayken onlar Sinop'ta idiler. Yani Sinop'ta yaşıyorlardı. İşte "eşini getiririz", işte falan mevzular işte şudur budur. Ama orada işte akşamları bekliyorum, yerlere vurarak geliyor gardiyanlar. Tak tak tak yerlere vurarak geliyor. Ben ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir baktım, sonunda anladım. Gardiyanlar eski DEV-GENÇ'li bir çocuk gardiyan olmuş. Karadeniz DEV-GENÇ'li bir çocuk. "Abi" dedi, "burada esas tehlike fare" dedi. "Bu işkence bir şey değil." "Sen" dedi, "bunlardan koru kendini" filan. "Tamam" dedim ben de. Nasıl koruyacağım ama. Bu arada da o çocuk, başka biri de bana iyilik olsun diye, açlık grevinden çıktığım için bağırsaklarım, bağırsak sistemim daha yeni oluşmamış, kendini tedavi etmemiş işte biraz ishal biraz-- Açlık grevlerinde temel 2 şey olur. İshal ve kabız üzerine böyle çok fazla beden reaksiyon verir. Sabun şu kadar, fındık, ceviz gibi değil, bana sabun verdi. Ben de sabunu böyle çivi, paslı çiviler gibi bir şey vardı kapıya karanlıkta oraya astım. Yani sabunla elimi yıkıyorum filan. Bir fareler, orada 4 tane mi 5 tane mi fare ailesini tanıdım. Karanlıkta artık seçmeye başladım. Kimi 6 kişilik bir familya, biri 4 kişilik, biri 7 kişilik. Duvarlarda oynuyorlar, koşturuyorlar, kavga ediyorlar ve arada benim hücreme giriyorlar. Ben çare bulamadım. Slogan atıyorum gelen yok, onu yapıyorum-- Meğer o gardiyanlar şey için, o fareleri kovalamak için yerlere vuruyorlarmış. Hani biz geliyoruz farelere gidin demek hani benle görüşmek için filan. Çare bulamadım en sonunda şöyle bir çare buldum. Ayakkabılarımın bağlarını alıp hücreye vermişlerdi. Ayakkabılarıma elimi koyarak işte 30 gün boyunca, yere sürterek ayakkabılarımı, onlar yaklaştığı zaman yere sürtüyordum uzaklaşıyorlardı. Böyle 20, 30 gün böyle yani fareler esas derdim oldu 00:12:00orada. İşte o sabuna geliyorlarmış meğer. Bilmiyordum. Bir gün doldular içeriye, zıplasan zıplayamıyorsun. Şu kadar hücre. Sonra ben niye böyle oluyor diye bağırdım çağırdım filan. Sonra dediler "ya burada sabun var demek ki." Meğer sabuna geliyorlarmış, sabunun kokusunu almışlar filan. Bunu, hikayenin devamı şu, bu çok trajik Metris'e döndüğüm zaman işte 30-35 gün sonra Metris'e döndüğüm zaman 1-2 ay uyuyamadım ve bana o Metris'te yatak problemi vardı yani 2 kişi bir yatakta yatıyorduk filan. Bana 2 yatak ayırdılar. Yani rehabilite olayım diye. Çünkü devamlı böyle uyuyorum ve rahatsız ediyorum birini. Yani yere o sürtme refleksi epey sürdü, epey sürdü. Hatta halen Metris'teki arkadaşlarla buluştuğumuz zaman beni görenler önce böyle yaparlar, böyle espri yaparlar. [Ellerini yere sürtme işaretini kastediyor.] Sinop Cezaevi'nin böyle bir bende ne denir tarihi oldu. Bedenim de ama ağırlıklı olarak bu farelerle hakikaten tevatür, rivayetler yapılır ya işte fareler öyle bir hani öyledir gerçekten hani çok hikayesi olan hani detaylı olan, detayları olan. Orada da insana şey geliyorlar işte orada şey-- Bir de orada bir bir detay daha. Başka yerler bunu, başka hapishanelerde de Diyarbakır'da galiba yapıldığını duydum. İlk kez Sinop Cezaevi'nde işte o sorgu sırasında beni bir gün çıkardılar işte hakikaten çıplak halde yani çıplak halde çıkardılar. Göz göze gelemiyor yani gardiyanlar Sinop'ta bir tarihim olduğu için gardiyanlar tanıyor beni. Çıkardılar. Sinop Cezaevi'ne gittiğim zaman arkadaşlarımı gezdirdiğim zaman onlara o taşı gösteriyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment862
Partial Transcript: Böyle 1.90 boyunda özel yetiştirilmiş bir subay, o Yüzbaşı Ahmet değil, subay. Böyle benim normalde ayağımı atamayacağım kadar şöyle yüksek bir yere ayağını attı uzun boylu. Vietnam, değişik ülkelerden hatırladığım kadarıyla işkence fotoğraflarını böyle bana 20 dakika gösterdi sadece. Hiç hiç cümle kurmadan böyle. Yani resmim iyi olsa çizerim o anı ve o kişiyi. Böyle açtı, hani bu hale gelirsin işte 00:15:00kadınlara yapılan işkence, erkeklere yapılan işkence yani fotoğraflar üzerinden bir şey. Ve orada bir kere daha ben şey yaptım. Bu incelik bir Sinop'un Soğuk Savaş konseptiyle de bağlantılı bir merkez olması başka öğrenmelerinde olması. İkincisi de bu da çok güzel bir hikayedir, demin, daha önceden de biraz dillendirdim. İşkence için çıkardıkları bir gün bir ses geldi koridordan, geliyorlar hani işkenceciler. Bir ses duydum ben, bende ses algısı çok güçlüdür. Ses yani sesten çıkarırım hani hiç unutmam bir sesi yani. Biraz annemden kaynaklı olabilir belki. Bir ses duydum dedim bu-- Sonra işte işkence seansı sırasında genellikle işkencede şeyler konuşmazlar birbirleriyle, işkenceciler. Orada böyle konuşurlarken, Sinop tabii daha rahat bir yer. Bir de tekim. Aradan 1 yıl geçmiş yani bütün herkes işkencesi yapılmış, sorguları yapılmış gitmiş. Tek başımayım orada. Sesini bir daha duydum tanıdım. İşte bir demokrat, ilerici geçinen bir öğretmen. Sorgumda. Aradan yıllar geçti. Biz çıktı 90'lı yıllar hapishaneden. İşte çıktık. Sinop'ta. Şimdi öldü o. Karşılaştım yolda böyle baktım yol değiştiriyor. Sadece ona şunu dedim, "Seni sesinden tanıdım. Seni biliyorum her an seni oğluna söyleyebilirim dedim. Bununla yaşayacaksın ömür boyu. Hani oğluma söyledi mi söylemedi mi söyledi mi söylemedi mi--" Onunla öyle bir hikayemiz oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment1042
Partial Transcript: Metris'e geldim. Metris'e geldim. 2-3 ay böyle demin-- Metris'te biraz düzeldik filan. Metris'te o dönemde işte tek tip işleri başladı. İşte yasaklar işte askeri disiplin vesaire. Yani sürekli direnişler, sürekli direnişler, sürekli direnişler. Sonuçta bizi elebaşları hesabına, her siyasi hareketten belli insanları işte 30 kişiydik galiba 35 kişi. Bizi topladılar, bir yere bir koğuşa veya 12 olmalı koğuşa. Sağmalcılar'a 00:18:00sürgün gitme. Ama birden götürmediler Sağmalcılar'a. Metris'in içinde bir koğuşta böyle 1 ay mı desem 20 gün mü-- Yani o, epey orada tuttular bizi. Oradaki çok özel hikayeler yaşadık. Çok özel. Biri şu benim açımdan çok önemsediğim bir hikaye, her gün her gün istisnasız her gün koğuşta bizi topluca döve döve döve dışarıya çıkarıp havalandırmaya çıkarıp, havalandırmada da tekrar döve döve döve içeriye her gün. Biz bu arada kendimizce şeyler geliştirmeye başladık. Ben geç yakalandığım için ve bedenim daha düzgün yani sağlam tırnak içinde, olduğu için. Devrimci Yol'dan Kamer Kayhani diye bir arkadaşımız vardı. Onun mide rahatsızlığı, Kamer, çok kıymetli bir arkadaşımız. Mide ülseri vardı işte sütümüzü ona ver filan. İşte ben ve birkaç kişi biz önden dayak yiyorduk, kıç falakası denilen bir falaka icadı vardı orada. İçeri girerken herkesi paralele alıyorlar. İşte poposunu, poposuna yüzlerce vuruyorlar paralelde. O yumuşak doku-- İşte birbirimizi bengaylerle tedavi ediyorduk vesaire vesaire. Tabii biz işte gidiyorduk şudur budur. Ama orada trajik olan şuydu, hem bizim tarihimiz açısından trajik-- Bizi attıkları hava alanının, havalandırmanın işte bulaşık suları falan vardı içinde yuvarlıyorlardı bazen filan. Yanında müzik salonu vardı. Müzik salonunda da itirafçılar deniliyordu o zaman. Bir kısmı bağımsız yani sosyalistlerle yaşamayıp hatta bazıları da sosyalistlerin hatalarından dolayı gitmiş, bazıları da hakikaten ideolojik tercihler nedeniyle gitmiş, bazıları da hakikaten devlete itiraf etmiş. 3 kategoride insanlar vardı ama toptan onlara ya bağımsız deniliyordu ya itirafçı deniliyordu. Onlar orada müzik, müzik salonu vardı. Onlar müzik, repertuar çalışıyorlardı. Biz dayak yiyorduk. Onlar orada şarkı söylüyorlardı. Biz dayak yiyorduk. Onlar orada şarkı söylüyorlardı. Bazen o pencerenin önüne kavga gürültü şey yapıyorduk işte filan. Bir de buraya dair, çok uzattım matrak bir hikaye 00:21:00anlatayım. Bir gün bizi döve döve döve çıkardılar. Bekliyoruz ki-- Ha bu arada karar aldık biz. Bir şey duyum aldık. Kadınların koğuşlarında kadınların taciz yapıldığına dair şey yaptık, duyum aldık. Hemen tabii sinirlendik, öfkelendik. Birkaç nedeni-- Haklı olarak öfkelendik hani tepki verelim diye. Öfkelendik yani oradaki şey mekanizma şu değildi, kadın arkadaşlarımızı taciz tecavüz edecekler biz de herif milleti hani. Öyle bir şeyden dolayı değil. Hakikaten dayanışma duygusuyla hani bir şey. Dedik ki biz de askerlere, pasif savunmaydı taktiğimiz. Aktif savunma yapalım biz de askerlere vuralım diye bir karar aldık. Her gün dövüyorlar, atıyorlar. Dövüyorlar, atıyorlar. Çıktık. Dövdüler attılar bizi dışarıya. Kelepçelediler birbirlerimize. Duvara dizdiler, dizildik daha doğrusu biz dizildik. Askerler Allah Allah Allah ellerinde geliyorlar. Benim de beraber olduğum bir arkadaş o zamanki terminolojiyle köylü dediğimiz bir siyasetten bir arkadaş. Silip don giymek burjuva diyen, ailemiz getirdiği zaman uzun dol filan böyle komik tartışmalar yapan, yapılıyordu yani. Askerler geldiler geldiler geldiler. Vurunca ben askerin elinden ikimiz kelepçeliyiz böyle, şeyi aldım copu. Askeri tutabildiğim kadar tutup fırlatıp attım. O arada böyle bir baktım kolum garç etti bu sol kolum. Böyle koluma baktım, baktım arkadaş uzun donunu tutuyor yani donu düşmesin diye şey alıyor, önlem alıyor. Ya ben ona bakarken kafama darbeler yedim yedim yedim yani o gün hep şöyle düşünürüm, o gün ölmediysem veya beyin kanaması geçirmediysem bir daha geçirmem. Bu kafa demek ki diye espri yaparım. Kendisini de Kadıköy'de görüyorum şimdi sık sık. "Hala" diyorum "uzun don mu giyiyorsun?" Espri yapıyorum böyle. Gerçekten ya çok sıradan görünen aslında ideolojik bir mesele ve ben orada ölümden döndüm. Neyse bizi çözdüler sırayla ilk önce biz dayak yiyoruz yani öne geçiyoruz, dayak yiyoruz, askerleri yoruyoruz. Yorduk askerleri biz 4-5 kişi. Ben içeride 00:24:00bekliyorum bunu. O da geldi tabii donu başı parçalanmış. Askerler bunu attılar önüme. Dedim bunu, yakaladım böyle. Ulan dedim ne adamsın ya ulan donunu koruyorsun, donum çıkmasın, aşağıya düşmesin diye. Şimdi bu karikatürize bir örnek ama aslında çok üzerine konuşulması gereken bir örnek. Bedenimiz, devlet, çıplaklık o bu falan filan falan. Oradan biz sürgüne gittik sonuçta. Orada her gün dayak yedik, dayak yedik, dayak yedik. Yani oradan gittik sürgüne. Sağmalcılar'da 4-5 ay kaldım galiba. Dediğim kış mevsimiydi. 84 kışıydı. Sağmalcılar'da 4-5 ay kalmış olmalıyım. O arada ölüm orucu başladı, ünlü İstanbul'daki ünlü ölüm orucu. İşte bu Haydar Başbağ'ın filan öldüğü ünlü ölüm orucu başladı. İşte TKP'li arkadaşlarla, DEV-SOL'cu arkadaşların daha çok şey yaptıkları işte Abdullah Meral, Haydar Başbağ işte isimleri şimdi aklıma gelmiyor onların. O dönemde çok trajik bir dönemdi yine ölüm orucuna katılsan olmuyor, ben ilke olarak karşıydık ölüm orucuna biz. Açlık grevi gerekli olduğunda yapılabilir diyen bir siyasi ekol. Ama şimdi arkadaşların orada, katılmasan-- Destek veriyorsun, vermiyorsun çok zor yani psikolojik olarak çok zor bir şeydi. Yani diyorsun "10 yıl yatayım gideyim bir yerde de yani bu şeyle karşılaşmayayım."
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment1555
Partial Transcript: Nihayet o ölüm orucunda arkadaşlarımızın öldüğü gün beni oradan Erzincan'a götürdüler. Erzincan Cezaevi'ne gittik. Erzincan Cezaevi'nde bismillah yeniden başladık her şeye. Orada yani daha devrimcilerin kazanımları açısından daha geri bir cezaevi idi Erzincan Cezaevi. Yeni baştan başladık orada işte dayaktı. Orada bir de gaz vardı ekstradan. Yani koğuşlara baya baya gaz atıyorlardı filan. Orada da bir uzun bir deneyimimiz oldu ama hiç birbirimize-- İşte orada çok trajik şeyler yine bir kendi siyasi ekoller arasında yaşadık. Ama sonuç olarak orada hep beraber bir düzeye getirdik işi yani yaşam tarzını, devrimcilerin yaşam tarzını. Oradan Samsun Cezaevi'ne. Ceza alıp Samsun Cezaevi'ne gittim. Orada çok özel bir 2-3 ay yarı çıplak işte kurallara 00:27:00uymadığım için işte İstiklal Marşı söylemediğim için filan sofra duası yapmadığım için filan önce tek sonra birkaç arkadaşla, bir DEV-YOL'dan bir DEV-SOL'dan arkadaşlarla birkaç ay hücrelerde kaldık yarı çıplak yarı şey. Sonra cezaevini epey yani devrimcileri gibi yaşanır hale getirdik hep beraber. Koğuştakilerle beraber. Ondan sonra da işte 88-89'du galiba ne zaman olduğu-- Ben erkenden tahliye oldum çünkü geç yakalandım, erken çıktım. Dosyamda yani ifadem iyi olduğu için diyeyim ifadem iyi olduğu için. Kabul etmediğim için şeyleri. Siyasi savunma yapmasaydım aslında yani 3-5 ayda veya 1 senede çıkmak gerekirken işte 5-5 buçuk sene yatıp 89'a doğru, 88 mi 89 mu ne. Tahliye oldum, çıktım. İşte dışarda tekrar örgüt hayatı içerisinde 3 sene işte dergi çıkardık falan filan. Ama sorularım çoğalmıştı, sorularım çoğalmıştı. İşte örgüt hayatına ilişkin, teorik sorular, politik sorular bunlara cevap arıyordum olmadı vesaire. 92'de de örgütten ayrıldım.
Önce, önce 146'ya 1. Kurtuluş-- Düzeni işte yıkmak, değiştirmek, yeni düzen kurmak. Onu tutturamadılar. 168'e 1. Yöneticilik işte Karadeniz'de yöneticilik. Onu da tutturamadılar yani delilleri denkleştiremediler. Yani yukarıdan emirlere rağmen şimdiki gibi mahkemelerdeki gibi hani MİT raporlarına rağmen şudur budur. E sonuçta örgüt üyeliğinden 8 yıl mı 6 yıl mı ne ceza aldım. Bir de o dönemde görece, 12 Eylül'de görece mahkemelerde hala ilerici, hümanist, hukukçu, demokrat insanlar vardı halen. Yani onların varlığı bazen bir davayı etkileyebiliyordu. E benim tabii şansım erken, geç yakalanıp erken ve onun ötesinde de işte 146'dan açıldı, örgüt üyeliği. Örgüt üyeliği zaten sabit ben söylüyorum zaten. "Ben işte Kurtuluş örgütü üyesiyim işte şunum, bunum" filan. Onu zaten savunduğum için orada spot ceza-- Şeye gelince bu işkencecilerle 00:30:00ilişkiler, işkencecilerle aynı toplumda yaşamak diye hülasa edilebilecek meseleye. Henüz yav ilkesel olarak, ilkesel olarak hani idama karşı olmak gibi, işkenceye karşı olmak gibi ilkesel olarak böyle cümleler kurulabilirse yargılanmaları ve suçlarını itiraf etmeleri koşulluyla artı-- Koşuluyla değil zaten yargılanması gerekir. İtiraf etmesi gerekir. Yine de ben affetmeme hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Yani affetmeme hakkımızı, aklanarak böyle bir toplumsal ilişkiler manzumesinin olamayacağını da düşünüyorum. Bu konuda işte hakikat ve adalet komisyonları, Güney Afrika deneyimi, başka deneylerde de yaşanan şeyler yani zalimle mağdurun yüzleşme mekanizmalarında nasıl birbirlerine benzedikleri, özellikle bu Mandela yani Ulusun Annesi Mandela. Mandela'nın ayrıldığı eşinin nasıl beyaz ırkçı rejimin başıyla ikisinin yüzleşmeme konusunda, kendi hatalarıyla yüzleşmeme konusunda nasıl eşitlendiklerini de yani biraz o deneyimleri de okuyorum, biliyorum. Ama burada söyleyeceğim şey şu olabilir. Zor bir konu bu. İnsanın kendi işkencecisiyle yüzleşmesi hani tekil yüzleşme bir kenara, bunu bir toplum tasavvuru olarak bu zor bir bizim hani teorik olarak veya hani ilkesel olarak evet şöyle desek de biraz önce söylediğim gibi ben mazlumun her zaman affetmeme hakkını ama bu intikam hakkı değil. Çünkü bir de böyle bir yan var bizim mahallede. Bir de intikam hakkı yani hesabı biz sorarız. Hani mazlumun affetmeme hakkı olduğunu, bu hakkı her zaman kullanması gerektiğini ha bu hakkın bir intikam hakkı olmadığını, suçlunun işte uluslararası normlarda yargılanıp neyse işte olması gerektiğini düşünüyorum. E bu işte şeyle çok bağlantılı idam ve işkenceye ilkesel olarak karşı çıkmak mevzuyla da ilişkilendirilebilecek bir şey durum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment1973
Partial Transcript: Bu konuda zaten başıma gelen çok önemli bir şey vardı unuttum. Samsun Cezaevi'nde bize kronometreyle işkence yapan bir adı da adı neydi şimdi ismi 00:33:00aklıma gelir. Bir astsubay çavuş vardı, astsubay adam Oktay. Adapazarlı Oktay. Ben 1.hücrede dururdum, müşahede hücresinde. İşkence benden başlardı. Normalde hep işkence görüyorduk falan filan ama o gün kronometreli işkenceye denk geldik. Yani böyle işte kronometre tutuluyor, diyelim ki 40 saniye işte vuruluyor kafaya, oraya buraya falan filan. Bunun başındaki adamdı bu adam. Ben bunu mimlemiştim. İşte aradan yıllar geçti çıktık hapishaneden. Bu benim için yani hem bir yüzleşme konusudur hem bir dilini bulsam, dilini bulabilsem bir öyküye dönüştüreceğim. Edebiyat diliyle anlatmam lazım. Politik dille anlatılınca biraz kaba kaçıyor. Çıktık dışarıya Sevgi, Sevgi'yle, eşimle ben Barış da oğlumuz Samsun'a geldik 90'lı yıllar filan. Bizim arkadaşlarımız, benim siyaseten arkadaşlarım eski öğretmen, futbolcu arkadaşlarım, basketçi arkadaşlarım kamp yapıyorlar 70 80 kişi Samsun'un Sinop tarafında bir mevkide. Yaz kampı işte ateşli mateşli deniz meniz. Çadılar madılar. Böyle biz de arkadaşlarla yüksek siyaset yaparken orada konuşuyoruz işte içeriden çıkmışız, şudur budur. Böyle yanan bir ateş vardı uzakta. Baktım ateşin üzerinde ateşin alevinde biri şöyle geçti. "Halüsinasyon mu görüyorum" dedim, "bu" dedim "Oktay." Bizim işkenceci Oktay. Bir de böyle geçti sonra. İyice emin oldum artık. Arkadaşlara bir şey söylemedim, dedim "ben dedim biraz havalanacağım" dedim "yani belki yüzerim." Ben gece yüzmeyi çok severim. Bir de eskiden iyi yüzme biliyordum. Şimdi bilmiyorum da. "Yüzerim belki gece filan" dedim çıktım. Gittim baktım orada bir kadınla erkek bir grupla içlerinden sadece 1 kişiyi tanıyorum ben, sohbet ediyor. Yanlarına yaklaştım. O Sinop'taki adama dediğim gibi hani "Seni bildim, sesinden tanıdım" dediğim gibi. "Seni tanıdım" dedim sadece. "Bak seni tanıdım" dedim ayrıldım oradan. Sonra ertesi gün ben bizim ekibi topladım. Dedim "Arkadaşlar böyle böyle bu adam benim işkencecim. İşte Samsun Cezaevi'nde" şudur budur anlattım filan. Çok sevdiğim ama hakikaten çok 00:36:00sevdiğim şimdi kaybettiğimiz, tiyatroculuk da tiyatrocu aynı zamanda şarkıcı, öğretmen bir ablamız vardı. Çok sevdiğim bir abla. "Sezaiciğim yanılıyorsun, sen dedi halüsinasyon görüyorsun" dedi. "Ya" dedim "o adamın adı Oktay değil mi abla? Samsun Cezaevi'nde bu asker değil miydi?" "Evet." "E tamam" dedim "işte bu bana kronometreli bana değil bize yani." "Yok" dedi "Sezaiciğim ondan öyle bir şey--" Neyse bu temelde bir şey kurdu. Sonra öğreniyoruz ki kadınlar Samsun Cezaevi'nin, Cezaevi sivil cezaeviyle yan yanaydı. Kadın adliler filan olduğu yerde de kadın gardiyanlar. Bu kadın gardiyanların biriyle işte sevgili olmuşlar, evlenmişler. O kadın gardiyan da bana söylenenlerin şeyi yani kadın politikasıyla ilgilenen feminist bir arkadaş. Bu tırnak içine alarak söylüyorum feminizm buraya. O zamanki işte 90'lı yılların kadın duyarlılığı neyse. Benim de çok sevdiğim bir arkadaşımın ayrıca kankası. Ona dedim ki ya-- ertesi gün toplantıda, ya nasıl öyle bir şey. "Ya" dedi "o bizim kızımızla evlendi" dedi "böyle böyle" dedi. "Bizim yanımızda normal bir insan gibi duruyor bu" dedi. Ben de dedim ki "bu böyle böyle böyle." Ama bu bende mesela çok önemli bir yara olarak-- Sonra öğrendim Kıbrıs'a gitmiş. Çorlu'ya gitmiş. İzini sürdüm tabii. Sonra o kadın arkadaştan ayrılmışlar. Bu yaz o kadın arkadaşla görüşeceğim. Yani izini sürdüm bu hikayeyi kadın arkadaşı buldum, izini buldum. Ayrılmışlar filan aradan yıllar geçti tabii. Onunla görüşeceğim. Bu işkenceciyle yüzleşme meselesi deyince hep aklıma bu gelir mesela. Ama orada söyleyeceğim, demin söylediğim gibi affetmeme hakkı saklı bir hak ve özür dilemek, yüzleşmek koşuluyla böyle bir şey-- Ama bunu yerine getirebilir miyiz böyle bir teorik varsayımı veya ilkesel varsayımı, kendi açımdan söylüyorum. Karşı karşıya kaldığımız zaman nasıl davranırım onu bilmiyorum ama yanlış yapmayacağımı düşünüyorum, yanlış yapmayacağıma. Yani kendimi inşa ettiğim ilkelere uygun davranacağımı düşünüyorum. Umarım kendi mahcup etmem kendime zor bir konu çünkü.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106610.xml#segment2339
Partial Transcript: Barış biraz önce bir genelden bizim çocuklarımız yani bizim kuşağın 00:39:00çocukları genelde savruldular çoğu savruldu. Bu savrulma siyasi savrulma olabilir, iktisadi savrulma-- Yani "babamız yüzünden aç susuz kaldık işte kapitalist olalım." Çok karikatürize ediyorum. Veya "siyasetten uzak duralım." İşte "babamız gibi bedeller ödemeyelim." Değişik kategorilerde, benim gördüğüm bizim kuşağın çocukları, elimizde büyüdü, beraber büyüdük işte böyle sorunlar yaşandık. Bu hikayenin bizim üzerimizden yaşanması ise şöyle bir şans üzerinden oldu yani Sevgi dedim ya ne devlete ne örgüte hiçbir kimseye borcum yok. Ödemeyeceğim borç varsa illaki Sevgi'yedir dedim. Bunu içimden söylüyorum böyle protokol bir cümle değil. Sevgi bizim şansımız oldu hem Barış'ın şansı oldu hem benim şansım oldu. Düşün biz İstanbul'dayken 18-22 saat Erzincan'a görüşe gelmek, çocuk büyütmek, çocuğun okul işleri falan. O nedenle Barış'ın bu travmatik sürecini dengeledi ama Barış çok 2.sınıfta, 1'den 2'ye geçtiği zaman zaten 12 Eylül olmuştu. Sinop'ta çok hem de TÖB-DER'li bir öğretmen tarafından çok travmatik bir sahne olay yaşayıp ne denir okumaya karşı nefret demeyelim de okuma isteğini kırmış, kırıldı, kırılmış. O da şu işte sınıfta hayat bilgisi dersinde konuşulur ya öğretmen sınıfa girer "senin annen ne iş yapıyor senin annen, baban ne iş yapıyor" gibi. Bizim anne babasının kaçak olduğunu bildiği halde arkadaş ama dalgınlıktan ama bir sonuç yani böyle bir sonuç beklemediğinden Barış'a da soruyor. "Barış kalk" diyor, "senin annen baban nerede?" Barış başlıyor ağlamaya ve sınıfı terk ediyor. Okul, okulun yanında da 200 metre ileride kayınvalidenin evi. Kayınvalide de şu anda 85 yaşında atom karınca. Okulu basıyor gidip "siz nasıl, bir de TÖB-DER'lisiniz, bir de sosyalistsiniz utanmıyor musunuz" neyse işte ne söylemek gerekiyorsa. Şimdi ben çıktığım zaman Barış işte ergen olmuştu 14-15 yaşındaydı. Vefa 00:42:00Lisesi'nde okuyordu. Hani Sevgiyle bile biz konuştuk, Sevgi'ye ben şunu söylemiştim. O da ben İstanbul'da yani şeyde yaşamak istemiyorum Sinop küçük yer biterim ben burada demişti ve İstanbul'a geldi. İşte tekstilcilik, ev tuttu tek başına ikisi bir hayat kurdular. Ben zaten hazıra kondum yani. Hani öyle bir hazıra kondum yani. Zaten genel olarak da hikayeler böyle oldu ya kadınların, yarattığı-- Ayrıca şunu da baştan itibaren bir cümleyi unuttum. 12 Eylül'den sonraki bütün süreçlerde yani sorgu dahil illegal çalışma dahil legal dönem dahil yani erkek kadrolar ve erkek sosyalistler kadınlarla kıyaslanmayacak kadar hani bir laf kullanmak gerekirse sınıfsaldılar. Yani kadınlar çok önemli başarılar gösterdiler. Hem illegal yaşarken, legal yaşarken, hapishanede ve sorguda. Toplamda. Bunun istatistiki bilgilerine sahip değilim ama delilleri biliyorum bu ülkede yani yaşadığımızın delilleri biliyorum. Ben çıktığım zaman Barış işte Vefa Lisesi'nde okuyordu. Ama devamlı "Ben okumayacağım, ben istemiyorum okumak." İşte konuşuyorduk yani sonuçta babasını biliyor yani derneklerde, mitinglerde büyüyen bir çocuk yani. Ben doğrusu savrulmasından çok çekindim yani savrulmasından. Pardon. O arada benim şimdi kaybettiğimiz abimiz eski THKO'lu. İHD'nin kurucu--İHD'nin aktivistlerinden. Şimdi kaybettiğimiz İsmail Sarıoğlu, benim abim. BEKSAV'ın kurucularından eski. O da hapishaneden çıkmıştı. Kedi Bar. İlk feministlerin girdiği, şeyde yaşadığı, Defne Sandalcıların filan bu Boğaz'da Bebek Beşiktaş, Bebek'te bir mekan açmıştı. Daha doğrusu oranın müdürlüğünü yapıyordu. Barış da oraya gidiyordu amcasına. Orada böyle Tom Cruise gibi bir barmen görüyor oğlan işte hareketler yapan işte odur budur falan. Ben barmen olacağım diye tutturdu. Ben dedi barmen olacağım yani yav işte biz ikna etmeye çalıştık filan. Yok. Tamam dedik biz de zor yok yani. Barmen oldu ve iyi bir barmen oldu. Sonra barmenliği bıraktı, başka işler yaptı. Askere gitti geldi işte şudur budur. Şimdi kendi kuzenleri içinde böyle 8-10 kuzen var kimi Amerika'da kimi profesör kimi bir şey filan. Mesela 00:45:00Barış onların şeyi ne denir içlerinde bütün hepsini dengeleyen bir çocuk olarak-- Yani ortalama bir genç, 47, çocuk dediğim 47 yaşında. 12 yaşında Nar, torunumuz var yani Nar var. Bu yanıyla güzel bir çocuk. Siyaseten öyle anladığımız aktif bir siyasi şeyi yok ama. Nereye oy atacağını, nereye tartışacağını, nerede cümle kuracağını bilir. Hatta espriyle söyleyeyim bundan 1 ay önceydi Nar oturuyordu, yemek yiyorduk. İşte 12 yaşındaki Nar dedi ki "Dedeciğim hiç farkında değilsin sen" dedi "ben siyasete çok ilgi duyuyorum" dedi. Biz ona siyaset filan konuşmuyoruz tabii. Bilfen'de okuyor filan dil biliyor filan. E hakikaten ortam içinde ama biz Barış yani kendisi de öyle söyler galiba hani o annesinin ürünü, esas olarak annesinin şeyi. O büyük ve altın dengeyi kurdu hayatta. O hem politik olarak hem iktisadi olarak savrulmayan bir çocuk oldu ama burada benim payım çok dolaylı bir paydır. Evet benim de payım vardı ama esas pay Sevgi'nin. Onlar beraber büyüdüler yani beraber büyüdüler. Onu, onunla ilgili onu söyleyebilirim. Şimdi Nar'da şansımızı deneyeceğiz. Nar'a bakacağız.