https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106612.xml#segment0
Partial Transcript: Derler ki çocukluk insanın hiçbir zaman küsmeyeceği, küsemeyeceği bir masalıdır veya şiiridir. Hangi yaşa gelirsen gel çocukluğa dönüp baktığın zaman oradaki hikayelere baktığın zaman küsmeyeceğin bir şey vardır, orada bir hayat vardır. Çünkü masalsı yaşamışsındır, hikayesi, hikaye gibi yaşamışsındır. Dahası da kızacağın-- kırgınlıkların, alınganlıkların çocukluğunda yaşadığın her şey aslında belli bir yaş diliminden sonra iyiliğe dönüşür. Hakikat imgeye dönüşür. O nedenle hep ben çocukluğa böyle geriye dönüp bakmaya veya bu tür hikayelerde bunu söylerim başlangıçta. Ben 1950 yılında Ordu'nun Ünye ilçesinde doğdum. Soğuk Savaş yılları diyelim. Yani Kore Savaşı öncesi Büyük Savaş’ın, ikinci büyük savaşın sonrası doğdum. Bunu özellikle altını çizerek, Kore ve İkinci Büyük Savaş diyorum çünkü 50 ile 60 yılları Soğuk Savaş'ın bütün neden ve sonuçlarının kasabalara kadar yaşandığı bir ortamda büyüdük biz. Ama aileme ilişkin şunu söyleyebilirim, küçük bir kasabanın en yoksul hani dip yoksullukta hani aç-- Şöyle de ifade edebilirim bunu, köylerde yoksulluk vardır açlık yoktur. Çünkü ekip biçtiğin bir şeyler vardır vesaire vesaire. Akşam sofrada bir şeyler vardır. Ama herhangi kasabada biri akşam eve ekmek getirmiyorsa, yemek getirmiyorsa açsındır. Böyle dip yoksulluğun olduğu bir ortamda büyüdüm. Bir ailede büyüdüm. Kendi en yoksul kesimin de en yoksul bir ailesi olarak büyüdüm. Bu, bana avantaj olarak da döndü. Bunu böyle bir, nasıl söyleyeyim. Şimdi yoksulluk iki şekilde tezahür eder benim algıma göre. Biri, yoksul estetiği olarak tezahür eder, gündelik hayatın bilgeliğini öğrenirsin, sokaklardan öğrenirsin. İkincisi de negatif bir etkiyle yoksulluk insanı savurabilir. Sistem içi bir dünya tasavvuruna zaman içerisinde dönüşebilir. Bizim yoksulluğumuz işte sokaklarda büyüyen, şimdiki o tinerci çocuklar, gülcü çocuklar gibi sokaklarda büyüyen bir çocuk. 6 yaşında, 5 yaşında, 5 yaşında sokağa düşmüş bir çocuk tasavvur edelim kafamızda işte onlardan biri benim. 5 kardeşin 1'i benim. Bunun tabii temel nedeni bir de ekstrası, annemin 52 yıl, 52 yılında, ben 2 yaşındayken filan o zaman deli şimdi şizofren olmasının getirdiği bütün sıkıntıları yaşamış olmak sokakta. Çünkü hem yoksulun çocuğu olmak, aç açık olmak ben ona aç aşık olmak diye böyle metaforik anlatırım. Hem de bir delinin çocuğu olmanın getirdiği belaları üstlenerek büyümek diye bir şey var. Pozitif dediğim şey de biraz da bu. Yani ben devrimci olduktan sonra ben bunları zaten biliyorum demiştim. Kendim, ilk algım buydu. Çünkü sokağın dilini biliyordum. Travmatik bir aile içinde büyüdüm, anne duygusuz büyüdüm, ev duygusuz büyüdüm. Bir evimiz vardı ama ev denemez. Hep şöyle anlatırım ben onu, benim hiç annem ve evim olmadı diye. Bende anne bir imge, bir metafor. Sürekli ağlayan bir kadın, sayıklayan bir kadın ve onun sayıklamalarının izini süren çocuklar peşinde işte onun, sık verdiğim bir örnekle, hülasa etmek için hikayeyi, işte 5 kardeşi bir gün oturttuğunu hatırlıyorum bir dut ağacının altına oturttuğunu hatırlıyorum. Tek tek saçlarımızı tarayıp, "Biliyor musunuz çocuklar, babanız benim ruhumu ve şeklimi bozdu" demişti. Bu cümleyi ben hiç unutmadım ve hayatım boyunca-- Daha sonra işte feminizm, eril dil vesaire bütün bunları yıllar yıllar yıllar sonra öğrendik ama bu cümle benim hayatımın manifestosu. Çünkü dayak var, kültürel kodları farklıydı. Babam okuma yazma bilmeyen bir marangozdu, dul bir adamdı. Annem şarkı bilen, şiir bilen, ud çalan bir kadındı. Cinsel travmalar, duygusal travmalar, sosyo-ekonomik travmalar içerisinde, böyle bir çocukluk içerisinde büyüdüm. Yani 12 yaşına kadar hayatım böyle geçti. Çok özetle gitmek gerekirse. Biraz şansım benim, kasabada öğretmen okulunu kazanmam oldu. O yıllarda şehir kontenjanından köy enstitülerinin hala esintilerinin sürdüğü öğretmen okullarına kontenjandan, yüzde 10 kontenjandan gidiliyordu. Ben onu kazandım. Benim hayatımda böyle özetle gidersek beni bugüne inşa etmiş birkaç şey varsa bunun biri annem, biri sokaklarda büyümüş olmam olmam, sokakların dilini öğrenmiş olmam sonra kavramsal dili biraz öğrenmeye çalıştım şiir dilini, edebiyat dilini. İkisi de hala köy enstitülerinin rüzgarının estiği bir öğretmen okulunda. 62-63'te girdim, 67-68'de mezun oldum. Yani nezaketsizlik olmasın söyleyeceğim, birincilikle mezun oldum. Bunu şunun için de söylüyorum yani çünkü köy enstitüleri halen, Türkiye'deki köy enstitüleri dernekle falan da dahil olmak üzere bir olgu olarak, iki kıymetli proje olarak, ikisi de sorunlu bir proje olarak ele alınmıyor. Hep güzelleme üzerine kurulu bir köy enstitüsü algıları var. Ben köy enstitülerinin çok güzel yanlarıyla büyüdüm. Tek dereceli seçimler, duvar gazeteleri, edebiyat, spor vesaire yani milli futbolculuğa özenecek kadar bir futbol, spor serüvenim oldu, edebiyat serüvenim oldu. Ama bunun yanında büyük bir dayak furyasının olduğu. Büyük sınıfların, küçük sınıfları, öğretmenlerin dövdüğü. Yani pedagojik eğitimin dayakla yani köy enstitüleri geleneğinin dayakla karartıldığı, eksiltildiği bir süreci de yaşadık. Kız arkadaşınla yüz metre yürüdüğün zaman hiç şansın yok. Okuldan sürülürdün vesaire. Onu demin nezaketsizlik saymayın dediğim şey şuydu, ben birincilikle bitiriyorum okulu, milli futbolcu olmayı kuruyorum, 18 yaşımdaydım. 18 yaşımdayım yani. Evet bir solculuğumuz var ama öylesine bir solculuk. Abim Diyarbakır'da Eğitim Enstitüsü'nde okuduğu için de biraz, biraz da yoksulluktan dolayı solculuk, biraz da Ünye'de bir, çok eskiden beri bir damar olduğu için. Neyse ve mezuniyet töreninde bile şey dikte edildi bana, "şunu konuşacaksın, şunu söyleyeceksin, şu kıyafeti giyeceksin." Ve ben mesela o günkü aklımla bunu reddettim, reddetmiştim. Yani o dönemin klişesi şuydu, bütün bunların benim daha sonraki hayatımda hep asi ve aksi olmamla da bağlantısı var. O dönemin klişesi şuydu öğretmen okullarında filan bir konuşma yapacaksan, "Tanrı gökten yere indiği zaman mutlaka öğretmenlik mesleğini seçerdi, bizim için Ardahan'la, işte Hakkari fark etmez" gibi bir klişe vardı. Ben mesela bu klişeyi konuşmam diye söylemiştim ve öğretmen okulu birincisi olarak dayak yemiştim eğitim şefinden. "Şu kıyafeti giyeceksin" demişlerdi. Bir kıyafetim vardı orada da şurasına, şu anda o arkadaşım benim, mürekkep döken, ünlü bir ressam. Mürekkep dökmüştü. Onu giyemezsin demişlerdi. Ben onla çıkacağım demiştim. Ve böyle çıkmıştım çünkü okul göze alamamıştı vali filan geliyorlardı filan. Şunu söylemek istiyorum burada yani öğretmen okulu negatif kısımları bir yana benim bugünkü kendimi inşa ettiğim, okuma, yazma, değerler sisteminde çok önemli bir bölümü, köy enstitüleri esintileri olarak çok önemli, edebiyat, spor başta olmak üzere tarih, mitoloji vesaire. Biraz da meraklı olmanın getirdiği, bunu şey yapabilirim. Çünkü öğretmen okulundan sonraki yani öğretmen okulunu, çocukluğumla öğretmen okulundaki süreç, 18 yıllık süreç, benim hayatımda böyle illa kategorize etmek gerekirse bir bölümü oluşturur. Ama orada şunu da ifade etmem gerekir ki, yaz tatillerinde bile biz fındık, bizim orada fındık ameleliği denir yani. Fındık işçiliği yaparak büyüdük. Yani böyle bir sürekli bir emek yoğun bir hayatın içerisinden, evi beslemek üzere ve yoksul ailelerde bilenen bir hikaye vardır birbirimizi okutma üzerinden-- Ben mesela milli futbolcu olma serüvenimi kardeşlerimi okuma, okutma yüzünden bıraktım ve Fatsa'da öğretmenliğe başladım. Eğitim enstitüsüne de gitmedim yani kazanabilirdim mesela. Yüksekokulu da gitmedim. Mesela yüksekokulu seçildim gitmedim. Bizim zamanımızda 5. sınıfta yani öğretmen okulu 5'te yüksek öğretmen okuluna seçiliyordu ben mesela gitmedim. Gidenlerin çoğu da daha sonraki, bir kısmı katil Sami Bal'dır işte bilenenlerden biri. Benim sınıf arkadaşım. Nail Karaçam'ı öldüren 70'lerde. Çok ünlü, çok özel bir cinayettir. Nail Karaçam'ı öldüren Sami Sarı [Bal], MHP'nin eğitimcisi olarak 12 Eylül iddianamelerinde geçer. Bizim sınıf, okul, sınıf arkadaşımdı. O gidenlerin çoğu faşist oldular yani siyaseten söylemek gerekirse. Ha, ben öyle olur muydum? Olmazdım. Ama okuldan atılırdım bir şey olurdum. Yani okuyamazdım orayı çünkü yani kodlarım farklıydı yani hem yetişme kodlarım farklıydı hem kültürel kodlarım farklıydı.
Keywords: Aile; Eğitim; Faşist; Katil; Köy Enstitüsü; Okul; Sınıf; Çocukluk
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106612.xml#segment749
Partial Transcript: Çünkü daha başından itibaren ezme ve ezilme üzerinden etik kurmuş biriydim. Sonrası öğretmenlik serüveni. Ona da devam edebiliriz, devam edebilirim. Tek tek insanların hikayelerini bilemiyorum ama genel olarak geriye dönük hayat hikayeleri anlatılırken kurmacaların devreye girmesini doğrusu yadırgamışımdır hep. Tek tek bazı insanlar hakikaten çok küçük yaşta, özellikle 74-80 dönemi için söylüyorum. O dönemde militan olmuş veya değişik siyasetlerde, değişik kademelerde çalışmış insanların yani 12-13-14 yaşında hatta çok küçük yaşlardan itibaren siyasetle tanışmaları hakikat olarak biliyorum. Çünkü benim elimde de evimde de büyüdü öyle pek çok insan. Ben onların elinde ve evinde büyüdüm. Ama bizim kuşak açısından yani diyelim ki 68 kuşağı açısından hele de 68 kuşağının taşrada yaşayanları açısından hep şunu yadırgamışımdır ben. Diyelim ki Ünye ve Fatsa üzerinden gidersem hani kendim bulunduğum yer yani ona Sinop'u da dahil edebilirim çünkü 70'te Sinop'taydım. 70'te bile öyleydi o. Gidersem oradan bir yolculuk yaparsam şunu görürüm ki, o dönemde tek tek bazı insanlar hariç ki onlar da Ünye'de, Fatsa'da, Alaçam'da değişik yerlerde varlar yani. Yani 68'in temas ettiği, Dev-Genç'lilerin geldiği zaman kısmen daha önce TİP'le temaslar sırasında-- Tek tek insanların, tek tek gençlerin temas ettiği bir siyasal kimlik ne denir meyli, inşası da demeyeyim, meyli olmuş olabilir. Yani bu-- Ama bunu anlatırken baştan itibaren işte ben şimdi 16 yaşımda, 15 yaşımdan itibaren Ünyeli, Fatsalı olduğum için sosyalisttim filan diye anlatırsan hem tarihin kalbi kırılır hem siyasetin kalbi kırılır. Hem kendi hayat hikayeme mahcup olurum. Burada esas mesele şudur, ben kendi hikayem açısından esas mesele şudur, bizim efsaneyle ilişkilenmemiş, öğretmen okulunu bitirdikten sonra benim şahsen efsaneye ilişkilenme üzerinden anlatabilirim ancak. Çünkü efsane yani 68'in Türkiye'ye gelişi, Avrupa'daki 68'in, Türkiye'de kendi koşullarında bir devinim yaratması, tercüme edilmesi, yerel anlamda tercüme edilmesi daha çok şehirlerde, metropollerde bunun esmesi bu rüzgarın oralarda esmesi, zaman zaman da köylü çalışmalarına bağlı olarak örneğin Karadeniz'de fındık, tütün işte başka yerlerde başka başka yerlere bağlı olarak da işte toprak işgalleri, şudur budur. Bu efsanenin, mesela TİP bir efsane olarak var olmadı. TİP kurumsal bir hakikat olarak var oldu ve işte parlamentoya işte milletvekili, şey senatör sokması vesaire vesaire. Ama 68 bir rüzgar olarak esmeye başladı. Dev-Genç esmeye başladı. 68'in daha önce beraber olan sonra ayrışılan insanlar sonuçta Che Guevara'yla başlayan keçi sakallı Ho Şi Minh de dahil olmak üzere 60'tan itibaren gelişen bu ulusal kurtuluş mücadelelerinin kendi sembolleri, hakikatleri, başarıları o dönemde çok kıymetlendiriliyordu. Bugün ne durumda oldukları ortada. Bu efsanenin bizim gibi taşradaki insanlarla tanışması aslında 68'den sonra 70'lerde filandır. Yani bizim esas olarak sosyalizme meyletmemiz bir kitap, tamam okuyan çocuklardık vesaire ama burada bir efsanenin sızması üzerindendir. Bunu ben kendi hayatım açısından da öneriyorum, önemsiyorum. Hem de sözlü tarih çalışmalarında da bunu önemsiyorum. Yaptığım sözlü tarih çalışmalarında. Diyelim ki, X kasabasında Karadeniz'de 70'ten itibaren tek tek insanlara efsane temas ediyor. Bu çok önemli. Önce evrensel düzeyde Che efsanesi kısmen işte Ho Şi Minh efsanesi. Başkaları da var tabii böyle damla damla gidiyorum ama yerel efsane düzeyinde ise önce Deniz [Gezmiş] efsanesiyle tanıştı taşra. Mesela Mahir [Çayan] çok sonradır. İbrahim [Kaypakkaya] zaten bilinmezdi. O çok sonradır. Önce Deniz efsanesiyle. Ve burada aslında efsanenin tarihteki rolünü konuşmak gerekiyor hani uzun detaya gerek yok ama parkalı Deniz, botlu Deniz sürekli devinim halinde bir idol. Önce Deniz efsanesi ulaştı. Solcu olarak bulaştı. Onun şeyinden bağımsız olarak THKO'dan veya tek tek insanlar biliyor olabilir. Yani Mahir'in şeyi çok sonra işte Dev-Genç'lilerin tezahürü vesaire vesaire vesaire. Yani burada şunu söylemek istiyorum bir kuşak, bir kuşak tek tek insanlar dışında onlara hani direkt temas edilen insanlar olabilirler tek tek insanlar dışında esas olarak daha soyut düzeyde bir rüzgarla, efsaneyle, efsanenin kendilerine sızmasıyla da sosyalizme meylettiler. Ben bunlardan biriyim. Bu nedenle de- bu nedenle de kendi kimliğimi inşa ederken, 68'den itibaren inşa ederken işte solcu bir abim, THKO'luydu abim, işte inşa ederken hep okuyordum. Hep okuyordum, araştırıyordum, edebiyat biliyordum, kendime göre bir, futbol oynuyordum deminde söylediğim gibi filan ama beni çarpan aslında telaffuz edilmese de veya geriye doğru kurmaca hikayeler yapılsa da esas bizi çarpan bir efsaneyle, efsanelerle buluşmamızdı. Yerel ve evrensel efsanelerle buluşmamızdı. Hatta bunu şöyle de devam edebilirim buna çünkü katmanlı bir muhabbet yapıyoruz unuta-- unutmalar oluyor, aklıma geldikçe serpiştirmek isterim. Mesela 74'le, 74'teki başlangıcın moral olarak çok değerli olması ve giderek kitleselleşmesi mümkün olmuşken neden diyelim ki 12 Eylül'den sonra, 40 yıl geçtiği halde biz yeni bir başlangıç yapamıyoruz. Şimdi burada çok temel bir şey var yani cümleyi kavramlaştırabilirsek güzel yenilmekle, güzel yenilmemek arasındaki bir hikaye birincisi. Yani evrensel düzeyde sosyalizm deneylerinin yıkılması, yerel deneylerimizin iflası vesaire pek çok pek çok neden sıralayabiliriz buna. Şu andaki mevzumuz o değil ama 74'ten sonra, 71 yenilgisine rağmen burada yenilgi kavramını kullanıyorum ben. 71 yenilgisine rağmen 74'ten sonra yeni bir başlangıç yapılabilmesi, kıymetli başlangıç yapılması, yapılabilmesi ve Türkiye sosyalist hareketinin, hareketlerinin toplamda tarihinin en büyük nitel ve nicel seviyesine ulaşması yüz yılda bir, elli yılda bir gelecek bir olanaklar silsilesi. Dünyada bir sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşlarının rüzgarının esmesiyle ilgilidir. Bunu devralmamızla ilgilidir ama demin söylemek istediğim bağlamda efsane denilen tarihsel kısmen de mitolojik hale getirilen olguların yenilmeme üzerine kurulmasıdır. Yani fiziken yenilenler yenilmiş olsalar bile efsaneler bir yenilmezlikleriyle insanların kalplerine, bilinçlerine sızarlar ve gizli bir örgütlenme yaratırlar. Bu bütün kasabalarda aşağı yukarı-- Hatta sıradan halk arasında bile işte "yazık oldu çocuklara, şu çocuklara neden kıydılar." Yani onların bir şekilde saflığının ve haklılığının da yarattığı efsanede içkin olan. Yani bunu hep sıkça söylediğim bir şeydir. Bir kere daha ifade edeyim. Buraya da not düşmüş olayım tarihe. Bu konuda benim zihnimi açan şeylerden biri Cemal Süreya'nın "Ün ve Efsane" makalesidir. 3 sayfalık bir makaledir. Çok bence kıymeti bilinmemiş, 24 ayar-- Bizim tarihimizi okumamız açısından sadece bir bölümünü söyleyeyim, ne söylemek istediğimi anlatabilirim. Ün türlü koşullar içinde yarışı kazanan attır. Efsane yarışı kaybetse de kaybettikten sonra da bir süre daha koşan bir at. Tıpkı Zapata'nın atı gibi. Vurulduktan sonra da bir süre daha uçan bir kuş. Halk onu alır, can kafesine koyar orada besler durur. Ünümüz başkasındadır. Efsanemiz halkın yazgısında. Yani bu mekanizmayı Türkiye sosyalistlerinin atladığını düşünüyorum. Çünkü 74-80 dönemini hep kendi başarılarıyla ifade-- Yani nesnel rüzgarı unutarak bir, ikincisi de şurada kitleselleşmemiz, "biz, biz çok marifetliyiz zaten teorimiz sağlam, pratiğimiz sağlam, garantili devrimden yanayız, gelecek garantili." Kendi muhalefetleri üzerine kurgulamak isteyerek de böylece hem kendi deneyimlerine haksızlık etmektedirler hem de bu efsane kültünün bizim hayatlarımızdaki payına haksızlık edilmektedir. Bu nedenle de şunu söyleyerek kapayım. Yani 68'le 72 arasında benim kendi inşa etmem bakımından birinci dereceden efsane kültünün bende yarattığı etik, estetik kıymet yani bu kıymeti daha sonra kitaplarla, okuyarak taçlandırdım, ete kemiğe büründürmeye çalıştım. Esas olarak da 72'den sonra hani siyasi hayata dahil oldum. İşte o da yani işte-- Mesela Denizlerin mesela burada bir konu daha var zamansal olarak, zamanla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum şu anda konuşurken. Bir şey-- Efsane derken aynı zamanda ölen efsanelerin yarattığı şeyler. Bunu daha sonra da yaşadık biz. Mesela 74-80 döneminde de pek çok yerde ölen ve öldürülen insanlar üzerinden bazen tabu ve kutsal haline getirilerek bir, ne denir-- Yalan efsane demeyeyim şimdi ayıp olur, tarihimize yazık olur yani biraz yanlış bir efsane okuması da yapıldı ama hele ölme öldürülme kitleselleşmenin dinamiği olarak da hayatlarımıza yaşadı. Çünkü biz antifaşist mücadelede özellikle de anti-faşist mücadelede savunmadayken tarihin vicdanına geçtik. Çünkü antifaşist olmak dünya tarihsel bir değerdi ve yerel bir değerdi elbette ki. Savunmadayken çok kıymetli işler yaptık, doğru işler yaptık. Ne zaman hücuma geçtik büyük yanlışlar da yaptık. Yani bunların da kimliklerimizin inşasıyla beraber bilinmesi gereken olgular olarak özellikle 74-80 dönemini yaşayan insanlar açısından değerlendirilmesi gereken olgular olarak düşünüyorum. Burada işte ben 68-72 arasında okudum, hala futbol oynuyordum. Tabii ki TÖS sürecinden geçtim ama TÖS süreci bizim için boykot, sürekli boykot yapsalar da tekrar biz de hem tatil yapsak hem gelsek, tamam 2 öğretmeni örgütlesek, bazılarının kulağını çeksek hani böyle. Ama futbol oynuyorduk filan. O dönemlerde zaten bütün kasabalarda temel kategori, dikkat ederken edebiyat alanı üzerinden de işte bu Türkiye'de işte Barış Mançoların, Cem Karacaların, Durul Gencelerin gündeme geldiği, müzikal düzeyde farklı bir müzik beğenisinin-- Mesela bizim kasabada çok alaturka müziği hani musiki cemiyetleri çok gelişmişti ama birden şeyler başladı yani orkestralar ne denir işte o anlattığım müzikler. Temel kriter yakışıklı olmak, güzel olmak, iyi yüzmek kasabada, yüzme yarışlarında birinci olmak, üçgen vücut olmak vesaire gibi değerler sistemi var. Bunları atlayarak kendimizi birden böyle sosyalist olduk, örgütün de başına geçtik veya ortasına geçtik diyelim. Böyle sıçramalı ve kurgusal bir şey yapmanın ben ayıp olduğunu düşünüyorum böyle, yani çok gündelik kavramla ayıp olduğunu düşünüyorum. Bunu söyleyebilirim. Bunu söyleyebilirim. Çok rastlantısal olarak, ben ona kendi hayatımda hep diyalektik rastlantı diyorum. Fatsa'da öğretmenliğe başladım. İşte öğretmen okulundan mezun olunca 3 yer size bahşediyorlardı. Ben işte Muğla'yı, Fatsa'yı şey işte Ordu'yu filan söylemiştim de sonuçta Fatsa'ya tayin oldum. O tabii ki benim için şey ne denir hem Ünyeli olmam itibariyle hem de Ünye ile Fatsa zaten 19 kilometre şimdi daha da kısa olmuştur. Bu benim için yeni bir dönemin başlangıcıydı öğretmenlik. Çünkü öğretmenliğe hazır değildim. İyi bir öğretmen olduğum söylenir. 79'da istifa ettim hani sonradan şimdiden söyleyeyim onu. 79'da. İyi öğretmen olduğum söylenir yani özellikle 1. sınıfları okutma konusunda uzmanlaşmıştım yani. Pedagojik şey bile ne denir, tez bile yazabilecek durumdaydım. 1. sınıflarda okuma yazma öğretme konusunda. Fakat öğretmenliğe ben hiç ısınamadım ne denir, ruhumda yoktu. Köy bilmiyordum bir. Köy benim zaman zaman babamla gittiğim Gürcü köyleriydi, Ünye'de gittiğim. İkincisi, hala bir futbol oynuyordum. Üçüncüsü, şehirli bir hayata alışkındım ve sosyal bir insandım ve bütün bunlara ket vuran bir şeyi vardı öğretmenliğin. Ama bir yandan da mecburdum. Aileye bakmam lazım, kardeşlerimi okutmam lazım vesaire gibi meseleler vardı. Orada benim şansım, görece şöyle bir şansım oldu işte 68'de başladım. 68-69 öğretim yılında başladım öğretmenliğe. 2 yıl Fatsa'da öğretmenlik yaptım. O arada gidip gelirken işte Terzi Fikri ile tanıştım. Tesadüfen böyle işte zaman zaman futbol oynarken, orada, değişik şekillerde, meyhane ora bura. Nasıl olduğunu da çok hatırlamıyorum ama. Böyle dikkatimi çeken bir abiydi. Sokakta da büyüdüğüm için yani böyle sokağın dilini de bildiğim için böyle halk tipi insanlarla kolay haşır neşir olabilen veya onların gölgesinde durmayı seven. Bu bazen bir meyhane olabilir, bazen bir tavla maçı olabilir, bazen futbol maçı olabilir vesaire. Onunla tanıştım. Onun dükkanındaki bir hayat tarzıyla tanıştım. E o, onlar tabii TİP ekolünden. Mesela ben Ünye'deyken TİP ekolünden insanlarla tanışmadım yani evet biliyordum işte mesela bir arzuhalci amca vardı, ona komünist derlerdi. Ona kötü davrandıkları zaman biz onu korurduk. Ya biz de işte kasabanın çocukları işte solcuyuz, moderniz filan ona laf söyletmezdik filan. Baybay abi önemli bir karakterdi. Şimdi Ünye'de TİP'le bir temasım yani hiç hiç böyle bir temasım filan, hiç böyle bir temasım olmadı ama orada şeyi fark ettim hani 68'den sonra baktım hani orada başka türlü bir cümleler kuruluyor. Yani benim Ünye'de, gençlik arkadaşlarım içinde veya işte daha büyüklerimiz içerisinde kurulan cümlelerin dışında başka cümleler kuruluyor. İşte arada devrim geçiyor, arada sosyalizm geçiyor ama TİP geçiyor yani. TİP, TİP üzerinden. O zaman THKP-C falan hiç duymadık yani 68'de. TİP hani TİP, TİP lafı böyle çok o zaman büyülü bir laftı ve TİP lafına bir de TİP lafı bir mecaz da tip ya, tip yani tip . Hani Can Yücel de der ya "ben ömrümce nega-- şey negatif yaşadım bu yüzden kan grubum RH- der." Yani TİP bir negatiflikte ben de şey yapıyordu. Onlara bakıyordum, onlara bakıyordum filan o zaman Ziya Abiyi tabii Ziya Yılmaz'ı tanıdım orada. E orada biraz da çok hafif şey de var tabii bir Gürcülük damarı da var hani Gürcü olmanın getirdiği. Ama bu çok temel bir şey değil yani ben hayatım boyunca Gürcülük filan üzerinden bir hikaye kurmadım. Ama Gürcüce bilmediğime de pişman oldum. Bu da yani orada, orada beni şey yapan bir dükkan. Zaten ora, o dükkanın yani Fikri Abinin dükkanının, onların işte matbaaları falan vardı, detayı şimdi hatırlamıyorum. Yani orada bir TİP, TİP ekolü vardı ve o, o benim ezberimi bozdu dersem yine abartırım, kurmaca yaparım ama beni irkiltti böyle. Bir de ben şeyi seven bir insanım, ezberimin bozulması, ezberimin bozulmasını seven bir insanım. Böyle yeni keyif ve keşiflere hazır bir çocuktum, gençtim, o dönemde de hep onların böyle kullandığı kavramları, kullandığı sözcükleri, yaptıkları muhabbet beni etkiledi. Etkiliyordu. Ama kısmen etkiliyordu çünkü sonuçta bir saat oturuyorduk, iki saat oturuyorduk. Ben oradan köye gidiyordum, Ünye'ye gidiyordum. Futbol oynuyorduk vesaire vesaire. Ama onların benim belleğimde temel bir hatıra olarak kaldığını ve hatta yıllar sonra TİP çok değişip TİP ekolünden değişik abilerle ki Kurtuluş ekolünün önderlerinden İsmet Öztürk de TİP'ten aynı kuşaktan gelme. Çörtük İsmet söylüyorum. Onu da gördüğüm zaman mesela orada başka bir şey olduğunu, başka bir şey olduğunu halkla daha teması olan, bir halkla temas hani büyük şehirlerde daha çok aydın, okumuş, yazmış insanlarken TİP'liler, bizim oralarda, daha sonra Samsun'da gördüm, Alaçam'da gördüm, Çarşamba'da gördüm, Fatsa'da zaten görmüştüm filan. Baktım şöyle abilerimiz, amcalarımız gibi kasketli yani kasketi mitingde yalandan yere takanlardan değil yani halklaşmak için filan işte halkla. Hakikaten kimi kumar oynayan başlangıçta sonra bırakan, kimi kabadayı, kimisi çiftçi ama çok değişik özellikleri olan hakikaten hem birer portre olan, halen de öyle düşüyorum bu konuda, her biri birer portre olan, olan o insanlar, o insanlarla ve ömrümce onlarla daha yakın temas edemediğim için kendime hep kızar dururum. Fatsa süreci böyle bir süreç oldu benim için. Oradan yani bir şeyim oldu irkildim, ezberim bozulmadı hala eski tarz biriyim. İrkildim. Yeni bir kapıdan geçer gibi oldum o da küçük sözcüklerdi, TİP'ti, sosyalizmdi. Devrimi çok az duyduğumu hatırlıyorum. Böyle laflardı bir de çok şeylerdi yani bizim gibi, bizim gibi değil yani bizim mahalledeki bakırcı ustası gibi ben bu arada yaz tatillerinde bakırcı çıraklığı da yaptığım için, bakırcı arastalarında bulunan insan tiplerini biliyordum. Bizim abilerimiz gibiydi böyle. Kabadayılar gibiydi. O halen bana çok kıymetli gelen bir özelliktir. Sonra askere gittik biz köy öğretmenleri 45 gün, 4 ay askerlik yapıyorlardı. Askere gittik, askerde de ben yeniden bir irkilme yaşadım. Futbol oynuyordum. Futbol oynamak hep avantajdır yani futbol oynayınca işlerin kolaylaşır askerde. Yani iyi bir futbol yani ayıp değil söylemesi iyi bir futbolcuydum. Hala da iyi futbolcuyumdur. Böyle şımarıklıklar yaparım zaman zaman kendime. Orada bir futbol maçında subay, bir arkadaşımızı, o da öğretmen, bir arkadaşımızı "bu takıma giremez" dedi. Biz böyle-- Yani en iyi takımız yani. Yani şampiyon olacağız. Ama bizim subay, başımızdaki diyor ki "o olmayacak" diyor. "Neden?" dedim ben de. Biz de-- Sadece ben değil birlikte dedik 2-3 kişi, "Neden" dedik "yani hem iyi futbolcu hem öğretmen arkadaşımız, takıma girmesi lazım." "E Ermeni" dedi. Nazar diye-- Amasyalı bir arkadaş. Hala izini arıyorum onun. Hala izini arıyorum. Nazar diye Ermeni diye bir arkadaş. İsminin de Ermeni olduğunu, Nazar olduğunu bilmiyorduk biz. Lakap mı takmıştık neydi. O söyleyince böyle takıma girmeyecek dedi. Biz de dedik ki girecek. Bizde şey var ya böyle muhaliflik. Sonuçta biz hakim olduk yani şampiyonluğu gözden çıkarmayı göze alamadı subay. Girdi filan. Orada irkildim ben. Tamam Ünye'de de biliyordum. Ünye'de de böyle Ermeni arkadaşlar vardı tek tek filan. Hatta benim şiirlerimde de vardır. "Evde şarkı bittiğinde annem komşuya şarkı almaya gönderirdi. Evde komşu bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi." İşte "Annemin şarkı sandığını miktarı kafi aşk, miktarı kafi meşk, miktarı kafi fasıllar vardı. Aşk sandığında annemin, tarih sandığında annemin azınlık bir odun, azınlık bir cümbüşün koro telinden koparılmış solo, hüzzam, Ermeni şarkıları vardı bilir misiniz?" diye böyle giden bir şiirdir bu. Şeyi hatırlıyordum yani yoksullar komşuya gaz, tuz almaya giderler işte annen gönderir seni gaz al, işte evde gaz yok, şeker al filan. İşte yoksulluğun her halinden biridir bu. Annem bizi şarkı almaya yollardı. Bu bende sonra anladım işte Ermeni komşularımız var bizim vesaire. Onları biliyordum ama böyle bir şunu da biliyordum annem zaman zaman eski aklına, bunu tırnak içinde kullanayım yani yeni aklına, eski aklına arada bir aklı başına geldiği zaman diyeyim, anlatmakta, sözcüklerde zorlanıyorum. Geldiği zaman şey derdi, onlar tez dön-- o kovulanlar derdi, kovulanlar tez dönsünler peşinden ben şey döktüm diye bir tas, bakır tasla Karadeniz suyu dökmüştüm. Onlar dönecek geriye derdi. Ama sayıklarken derdi bunları. Biz bunları da biraz toplaya toplaya büyüyen çocuklar olduğumuz için. Ama o futbol maçındaki şey beni böyle dedim, tamam burada bir, bir hikaye var. Ha bir de şunu söyleyeyim bu da benim hayatımda-- Unutuyordum bunu. Hatta not bile almamışım. Notla konuşmayı sevmiyorum. Fatsa'da öğretmenlik yaparken Aslancami köyünde, eski köy Aslancami'de, daha sonra Dev -Yol'dan arkadaşların büyük kitleselleştiği işte Çamaş, Gürgentepe'ye bağlı bir yerdir. Hatta benim öğrencilerim çoğu Devrimci Yolcu oldular falan filan. Okuma yazma öğrettiğim çocuklar falan. Orada ismini şimdi tam hatırlayamadım. Elazığ, Elazığlı bir terzi vardı ama oralı değildi. İsmi aklıma gelebilir bilmiyorum. Terzi vardı. Onunla tavla oynardık zaman zaman. Çok değişik bir adamdı. Bir yanıyla böyle babacan bir adamdı. 70-80 yaşlarında böyle. Bir yanıyla da zalim bir yanı vardı filan. Ben bunu hissetmiştim. Tabii o zaman söylemeye gerek yok, silahımız falan var. Yani illaki devrimcilikle bağlantılı değil silah taşıyoruz, bizim orada herkes silah taşır filan. Ondan sonra zaman zaman silahımı ona bırakıyordum filan. Düğünlerde filan bırakıyordum. O adam, ismini hatırlayamadığım o adamın ikinci yılda, Fatsa'daki ikinci yılda Elazığlı, ikinci yılda Zülfü Usta şimdi aklıma geldi. Zülfü Usta'nın ikinci yılda işte Dersim, oradaki katliamlara ilişkin, bunları nasıl teatral bir şekilde anlatırdı öve öve. İşte o bildiğimiz hikayeleri, Dersim katliamına ilişkin bildiğimiz hikayeleri geniş zamanlarda böyle halkı toplanıp orada tek tek işte üçer, beşer, altışar toplayıp nasıl işte kesip, biçildiklerini falan anlatırdı. Bu ikinci yılındaydı ama oradan da böyle tarihe merak sarmıştım. Bu ne yapıyor-- Adamla ilişkimi kesmiştim. Siyasetten çok etik nedenlerle. Yani iyi kalpli olmadığını varsaydığım için kesmiştim. 70'in ilkbaharı olabilir böyle. Kesmiştim ilişkimi. Hatta devamlı peşimden haber yolluyordu. Bunu da şunun için anlattım yani o olay çok önemliydi benim için, yani irkilme olayı. Yani Kürtlerin nasıl kesildiğini böyle sinemasal bir şekilde anlatıyordu. Eskiden sinemaya gidenler, gidemeyenlere anlatırlardı ya kadınlar kapı önlerinde veya erkekler kahvehanelerde birbirlerine sinemayı anlatırlardı. Bir de sinema anlatır gibi onu hiç unutmadım adamın şeyi. Sonra işte Sinop'a gittik bu maç meselesi. Bu Çanakkale Ezine'de oluyor bu arada askerliğim. Ya Sinop benim açımdan bir aydınlanmaydı. Sinop benim için bir eşik oldu, her anlamda eşik oldu. Bir aşk eşiği oldu. E ben Sinop'a tayin olduğum zaman diyordum orada kız öğretmen okulu var, futbolda oynuyorum, şimdi beni merkeze alırlar işte güzel bir kızla sevgili oluruz işte evleniriz. Onu bilmiyorum ama böyle bir şeyle de gittim oraya. Gittim ki Sinop'un Durağan denen bir kazasını yürüyerek 8 saatte gittiğim, atla 4 saatte gidilen, jeeple 3 saate gidilen bir orman köyüne tayin oldum. Bütün sosyal hayatım kesildi ve işte Denizlerin, Mahirlerin hikayelerini filan hep oralarda radyodan-- Yani silahımı sattım, o zaman Kondor marka bir radyo aldım. O radyodan onların hikayelerini işte 70'teki bütün o hikayeleri dinliyordum minliyordum. Kızıyordum, köpürüyordum vesaire vesaire. Sonra işte şu anda eşim, beraber yaşadığımız Sevgi oraya ikinci yıl geldi işte aşık olduk, sevgili olduk. İlginç bir hikayemiz vardır. Şimdikilere bakarak o yıllarda baya böyle anarşizan aşklar yaşadık. Mektupla babasından istedim. İşte evlendik vesaire vesaire ve Sivas'a tayin olduk 72'de. Ve benim hayatım kökten değişti. Çünkü Sinop'ta TÖB-DER ile hemen ilişki kurdum. TÖB-DER süreci başladı. 73'te oğlumuz doğdu. Yani teoriyse teori, pratikse pratik şeyden başladım işe yani bütün klasiklerden başladım, bu THKP-C tarihinde adı sık geçen Alaçamlı Köylü İsmail vardır. İsmail Yeşilyurt. Keşke yani geçen yıllarda kaybettik onu. Gerçi onun hayat hikayesi birkaç defa kaydedildi ama çok iyi bir anlatıcı ve çok iyi bir hikaye anlatıcısıydı. Hani Mahir Çayan'dan tut herkese kadar temas ettiği insanları. O gelirdi Sinop'a ve Sinop'ta ne yapardı? Bana bir gün böyle teksir kağıtlarıyla kesintisizi getirdi. Ben bu sefer yine silahımı sattım, daktilo aldım. Sinop'ta şu anda nükleer santralin yapıldığı yerin orada, oradaki, orada öğretmenlik yapıyoruz. Saraycık'tır orası. Onun şu anda kuzeyinde nükleer santral tasavvuru var, orada öğretmenim, öğretmenlik yapıyorum. Daktiloyla kesintisizleri 7 nüsha, o zaman karbon kağıdı koyuluyordu, çoğalttım ve buralarımın nasırlar olduğunu hatırlıyorum ve kendimce Mahir Çayanla tartışacak kadar da okudum onu, iyi okudum yani. Öyle derdim hep. Mahir de gelse şuraya bunu, konuşabiliriz üzerine diyecek kadar da çok okudum, tartıştım, şey yaptım. Öyle bir hikaye kuruldu ama yine ben sosyalisttim öyle bir şeyim yoktu henüz. Hani THKP-C'ye meyilim vardı hani Deniz bize önce ulaşmıştı ama Mahir'i de artık biliyorduk filan ve Karadeniz'de büyük bir hareketlenme başlamıştı. Yavaş yavaş hissediyorduk bunu. O yenilgiye rağmen hissediyorduk hani kaynıyordu etraf.
Keywords: 68; Dev-Genç; Efsane; TÖB-DER; Öğretmen
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106612.xml#segment2868
Partial Transcript: Yani rüzgar böyle durur gibi olmuştu 71'de ama hemen esmeye başlamıştı, hissediyorduk. İşte o süreçle beraber ben hızla Sinop'taki hem öğretmen hareketinin hem siyasal hareketinin kısa zamanda önderi oldum. Yani birkaç yıl içerisinde benden önce de bazı arkadaşlar vardı ama işte teorik, politik böyle başka başka bakımdan. O dönemde zaten tüzüğe, programa göre bir şey almıyordu yani hayatın içinde böyle bir şey, değişik özelliklerim itibariyle. Sonra şey başladı işte bu, "biz THKP-C'liyiz filan, Dev-Genç'liyiz." Tamam buralar doğru bir meyil var ama malum, ayrılıklar başladı. O dönemin Sinop'u açısından, ben Türkiye'de Sinop'un yanlış bilindiğini düşünenlerdenim. Şimdi delillerimi kendimce sıralamak isterim. Yani Türkiye'de şöyle bir Sinop algısı var, modern bir şehir evet, sosyal bir şehir evet, işte siyaseten genel olarak CHP'li. Genel olarak özellikle merkezi ve kıyı kasabaları işte iç kasabaları değişik siyasi hareketlerden vesaire vesaire. Yani Sinop'un sosyalliği, kültürel olarak dini bir tutuculuğunun olmaması, özellikle merkez kasabalarında o sosyal-- denizle kurduğu ilişkilerdeki modernlik. İşte herkesin sandalı vardır, denizlere girer. Benim eşim benden iyi yüzme bilir neredeyse yani. Hayatları denizde geçer, balıkla geçer, tekneler vesaire. Orada kurulan bu sosyallik, sosyallik siyasete de mutlak bir ilericilik hatta devrimcilik olarak da tercüme ediliyor. Bu hala geçerli. Bunun ben doğru olmadığını düşünenlerdenim ve bunu biraz kazıdığınız zaman halkından, ulusal milliyetçilikten tut değişik milliyetçiliğe kadar çok değişik o hümanizminde altında böyle kaskatı bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama bu diğer yani kıymetsiz kıldığım anlamına gelmez. O yanı da kıymetli. Şimdi 72'lerin Sinop'u yani 72'den sonra 72 ile 80 arasındaki Sinop bir kez, bir bir defa TÖS geleneğinin çok kuvvetli olmadığı bir yer. Evet, TÖS bir esmiş orada bir esintisi filan var ama çok güçlü bir TÖS geleneği filan yok, var ama yok denemeyecek kadar şey. Yani TÖS'den TÖB-DER'e devredilen bir miras yok denilecek kadar azdı. Çünkü direkt biz orada siyaseten sosyalistlerle CHP'liler arasında ayrıştık yani. Yani bu mesela çok önemli. Bana göre yanlış da ayrıştık da yani biraz sert ayrıştık. Bugün baktığım zaman direkt böyle ayrıştık. İkincisi, Sinop'un bilinmeyen yanı bugün de hala nükleer santral var, kent surlarının restorasyonu diye bir proje var, cezaevini belleksiz kılmaya çalışıyorlar, hikayesiz kılmaya çalışıyorlar. Turistik objelerin olduğu bir mekan kılmaya çalışıyorlar. Ve Sinop'ta doğru dürüst bir hareket yok yani NKP var, işte Eğitim-Sen var vesaire vesaire. Şimdi geriye doğru bunun çok önemli nedenlerinden biri, Sinop'un Soğuk Savaş yıllarının modern bir şehir olması. Özellikle 50'lerden itibaren bu "Radar" denilen orada, Türk-Amerikan dinlenme tesislerinin kurulması ve bunun Amerika'yı, Rusya'yı izleme üzerine kurulu sistem. Şehrin tepesinde, şehir kadar bir başka şehrin olması. Amerikan yaşam tarzının işte 500'e yakın işçi vardı ve sendika ilericiydi 12 Eylül'den önce. Yukarda 500-600 bir o kadar asker vardı, istihbaratından Rusça bilenlerden vesaire vesaire vesaire. Yani bir şehir vardı yukarda hatta Sinop'un bu modernleşmesi, modernliği biraz da Amerikan etkisiyle de bir modern. Biraz da oradan kaynaklanan. Tarihten gelen şeylerden. Bunun anlamı şuydu: Sinop’ta herkes demeyeyim de pek çok sevdiğimiz, doktor dediğimiz, çocuğumuzu muayene ettirdiğimiz, gidip alışveriş yaptığımız insanların çoğu Soğuk Savaş konseptine bağlı olarak ve Komünizmle Mücadele Dernekleri konseptine bağlı olarak aylık rapor verirlerdi devlete. Yani biz bunları sonradan, zaman içinde fark ettik ve benim sorguma yani benim sorguma katılanlardan biri işte öğretmenler içerisinden biriydi. Yani sesiyle hem tanıdığım biriydi, ilerici geçinen, demokrat geçinen biri. Benim Sinop, birkaç yerde sorgum oldu benim. İstanbul, ora bura falan. Sinop sorguma katılanlardan biriydi. Oradan da anladık ki yani mesela çok derin. Yani burada şunu söylemek istiyorum yani Sinop güzel bir şehir, modern bir şehir evet. İşte sosyal bir şehir fakat bu bizi yanıltmamalı. Sinop halen de dikkat ederseniz bu radardan sonra füze rampalarını yerleştirdiği ilk yer oldu. Radarın olduğu yere füze rampaları yerleştirdiler yeni, dokunulmaz bölge olarak şey yapıldı. Sinop sürecini şöyle özetleyebilirim, benim siyasi tercihlerim biraz şöyle gelişti. Birinci o İsmail dediğim arkadaş bu THKP-C'den yatmış çıkmış. Sonra 74'te insanlar çıktılar. Sinop TÖB-DER, çok güzel bir TÖB-DER binası, yüzlerce insan işte kadınlar, erkekler işte tiyatrolar. Klasik TÖB-DER'in yaptığı iş ama şehrin en güzel yerinde çok güzel herkesin bildiği, oturduğu böyle kitlesel bir TÖB-DER'den söz ediyoruz. Sürekli okunan, yazılan, tartışılan bir TÖB-DER'den söz ediyoruz çünkü işi çekip çevirenler biraz okuma yazmaya meraklı insanlardı, benim gibi insanlar. Başka arkadaşlar da tabii. Öğretmen arkadaşlarımız da vardı. Şimdi orada şu oldu, 74 burada kritik nokta. Yani 74 bizim açımızdan kritik. Her bölgede nasıl olduğunu bilmiyorum. Çünkü 74'te hapishaneden çıkıldıktan sonra, insanlar çıktıktan sonra hapishaneden işte THKP-C'lilerde, bizim Karadeniz'de THKP-C'liler vardı. Başka kimse yoktu. Ünye, Fatsa, Alaçam, Çarşamba işte oralarda THKP-C'liler vardı. Tamam TİP'de abilerimiz de vardı ama biz THKP-C'lilerle hep temas içinde. Ha TİP'de abilerimiz, abilerimizdi çok severdik. Onlar da bizi çok severlerdi. Ama işte o kadar yani severdik. Halen de öyledir yani yaşayan abilerimiz, onlar bizi çok sever biz onları da çok severiz. Orada bizi çarpan işte bu efsane kültüne bağlı olarak bir şey söylemek isterim yine burada. Burada başka bir şey daha oldu. THKP-C'den çıkanlar içinde, içinde özellikle Kızıldere falan yaşandı, bitti filan. Özellikle dördü, dördü efsane, efsane kültü, yerel efsane kültüne yakın insanlardı. Temas ettiğim insanları söylüyorum. Biri Fikri Abi, biri İsmet Abi, İsmet Öztürk işte Çöltük İsmet denilen İsmet Abi. Biri Ziya Yılmaz biri de Alaçamlı Köylü İsmail denilen, çorbacı, İsmail Yeşilyurt. Beni doğrusu bu 4 insan çok etkiledi. Ziya Abi tabii hapishanede kaldı, o çıkmadı Ziya Abi hapishaneden çıkmadı. Tamam geride Ünye'de ona, ona da abi dediğim işte Hasan Aslan, Mehmet Gümüş, Hüseyin, Hüseyin vardı ama onlar öğretmen. Böyle efsane kültüne yakın insanlar değildi. Tek tek başka arkadaşlarımız, abilerimiz de vardı veya benim yaşıtlarım tek tük vardı. Ama bu 4 kişi, yani daha sonraki süreçte de zaten bu belli oldu. Mesela efsane kültünü devralmış bir tipolojiydi Fikri Sönmez. Yani sadece böyle militan filan değil. Yani bir insan gençlik önderi olabilir, öğretmen önderi olabilir, hatta köylülere de önderlik yapabilir halk-- Ama efsane kültü başka bir şey. Orada başka bir sihir var, başka bir. Dokunduğu her şeye etkileme özelliği var. İster tanı ister tanımadan efsaneleştir. İşte Che gibi söylediğim gibi, Mahir gibi, Deniz gibi. Bu 4'ü bence Karadeniz'de, kimseye haksızlık etmek istemem, kimseye haksızlık etmek istemem ama bu 4 büyüğümüz ki 35 doğumlu bunlar. 35-36 doğumlu. İsmail 42 doğumludur o da benden 7-8 yaş büyük yani. Bu 4'ü bir efsane kültü olarak beni çok çarptı. Fikri Abi ile zaten bir hukukum vardı. Öğretmenken, orada filan. İsmet Abi’yi tanımıyordum, tanımaya başlamıştım İsmail'i. Alaçam'la Sinop çok yakındır geliyordu, gidiyordu filan. Çok özellikleri olan, değişik özellikleri olan bir arkadaşımızdır. İsmet Abi hapisten çıkıp gelince hakikaten bambaşka bir seyir başladı şeyde yani Karade-- Yani bizim orada bambaşka yani Karadeniz'de daha sonra Kurtuluş ekolü olacak. Çünkü bambaşka bir adamla karşılaştım. Bildiğimiz şeylere uymayan, bildiğimiz işte TİP'liye bak. O da TİP'ten gelmiş ama tam TİP'lilere benzemiyor. İşte THKP-C'lilere de benziyor, benzemiyor. İşte kumarhane işletmiş, onu yapmış, malını mülkünü parti, cepheye vermiş yani mülksüz bir adam. Bir karyola. Eşber Yağmurdereli var o arada. Bir karyola ve Karadeniz Dev-Genç kuruldu, kurulmuş. Yani yüz, onlarca insan yerlerde, karyolalarda yatıyorlar böyle komün hayatı yaşıyorlar 74-75'te. Ben Sinop'tan geldiğim zaman devam tartışılıyor. Dernekler var, şeyler var. Yani o zaman antifaşist mücadele çok yaygın değil filan. Bazı arkadaşlarımız hemen tıp fakültesini bırakıp gelmişler, yani devrimcilik için gelmişler. İki saat önce kendime düştüğüm bir not vardı, yani 74 bir yenilgi olarak yaşanmaması çok önemli bir faktördü. Yani yeniden başlamak için insanlar bütün enerjileri vardı, teorik, politik istek. Okulu bırakıp tıp fakültesinden geliyordu ki ben de daha sonra 2-3 sene sonra öğretmenliği hemen bıraktım. Dedim hani "başka bir iş yapalım" filan. Bu nedenle burada, tercihimde söylemek istediğim şey İsmet Abin’in bizi çok etkilediği meselesi. Burada da şunu söylüyorum ben işte klasik bir hikayedir, Dostoyevski şey için der ya büyük Rus edebiyatı için, "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık" der. Yani bütün Rus, büyük Rus edebiyatı Gogol'un paltosundan çıktı der. Biz İsmet Abi’nin paltosundan çıktık Karadeniz'de. Yani onun bu sihri işte ilkokulu mezunu bir adam okuyor, Marx anlatıyor oradan filan. Ezberimizi, ezberimiz bozuldu yani sözcüğün güzel anlamıyla bozuldu ezberimiz. Mesela Fikri Abi de ezber bozan bir tipti. Ama o başka bir ekoldü. O kendi parıltısını zaten yerel yönetimde gösterdi, o Fatsa'da yerel yönetimin başına geçtiği zaman gösterdi. Yani bu mevzu benim siyasal hikayem açısından çok önemli. Yani 4, 4, biri hapishanede Ziya Yılmaz, 4 efsane tipiyle karşılaştım ve biri odağımda oldu. İsmet Öztürk'ü söylüyorum. O arada siyasi betimlemeler geliyor o bildiğimiz, değişik kitaplardan da okuduğumuz, işte önce Dev-Genç'ten Kurtuluş'un ayrılması sonra da en son Dev-Sol Dev-Yol ayrılması vesaire gibi çok katmanlı hikayeler şeklinde. Bugün geriye baktığım zaman bölünmenin yüzde altmışının yanlış olduğunu düşünüyorum, o bölünmelerin bir hakikate dayanmadığını çok hakikate, birkaç konu dışında dayanmadığını daha çok yani ego odaklı, iktidar odaklı bir bölünmelere de denk geldim. Bütün yani Dev-Genç, Kurtuluş daha sonra Dev-Genç, Dev-Yol, Dev-Sol. Bütün bu örgütlenmelerin yani aynı zamanda çok fazla felsefi, ideolojik, teorik nedenlerden daha çok özellikle başlangıç dönemlerinde iktidar odaklı, ego odaklı nedenlere dayandığını düşünenlerdenim. Ben tercihimi Kurtuluş'tan yana yaptım. Yani ve galiba 75'ti. 75'te artık iyice kristalleşiyordu iş. Yani Kurtuluş kendini ifade etmemişti henüz. Ama 76 Haziranın da Kurtuluş Sosyalist Dergi çıktı. Çıkınca işte biz orada Kürt meselesi, sömürgecilik, politikleşmiş askeri savaş stratejisinin eleştirisini filan üzerinden bana göre tabu kıran bir hareket olarak-- Yani THKP-C tabusuna karşı eleştirel-- Ne kadarsa o kadar, aklı ne kadar yetiyorsa. 76 aklıyla düşündüm. Bugün ben o metinlere baktığım zaman yani bütün sosyalist külliyata baktığım zaman zaten başka cümleler kuruyorum ama bu değil önemli olan. O zamanki aklımızla yani THKP-C bir şeydi, fenomendi. Başında efsaneleri olan Ulaş gibi, Mahir gibi, Ulaş gibi vesaire vesaire. O efsaneye karşı laf söylemek yani teorik, politik analizler yapmak e baştan zaten şey demekti yani ötekileştirilmen anlamına, hain anlamına halen de öyledir bu iş yani yanlış bir kategorizasyonla ve Kurtuluş böyle bir dezavantajla işe başladı çünkü anında, gençlik hareketi içinde anında inkarcı vesaire vesaire ilan edilen bir sürece girildi. Hani onun detayları çok önemli değil ama şu, şu önemli benim, benim için. Bugün de öyle düşüyorum. Bugünkü yeni bir başlangıç yapamamanın dertlerini kendi kendime hakikaten yatağımda bir taraftan bir tarafa dönerken, her gün düşünüyorum. Bunun nedenlerinden birinin, kendi cümlelerimle ifade edersem birbirimize devlet olmak olarak yapıyorum. Yani birbirimizle kurduğumuz ilişkinin, ilişki neredeyse devletle kurduğumuz ilişki. Bunu işte bunun terminolojisi de var bilinir, küçük burjuva derler, inkarcı derler, o ona onu der, bu buna bunu der. Ama burada temel mesela şudur, tekçi bir yani sosyalizmi ve Marksizm'i yanlış algılama üzerine bir külliyat söz konusu Türkiye sosyalist hareketinin. Yani bütünlüklü bir algı üzerine değil, düşünsel bir gelenek ve süreklilik üzerine değil tek tek parçalar üzerine ve yanlış çeviriler üzerine bunu da not düşmüş olayım tarihe. Mihri Abilerin [Belli], Sevim Ablaların [Belli] yanlış hatta zaman zaman kasıtlı çevirileri üzerine de kurulmuş yani 70'teki çevirileri kastediyorum. Bir külliyat üzerinden, demokrat devrim mi sosyalist devrim mi ayrışmalarına baktığımız zaman, o çevirilere baktığımızda onlara delil olan, bu çevirilerin çoğunun yanlış çeviriler olduğu bugün zaten herkes tarafından söylenen bir mevzu. Ama esas olarak parça üzerinden yani Marksizm'in, Marksizm adına yola çıkılıyorsa Marksizm'in felsefesine külliyatına hakim olmadan, özetin özetin özetin özeti bilgiler üzerinden kimlik inşa etmenin bütün neden ve sonuçlarını hem birbirimizle ilişkilerinden hem devletle ilişkilerinde hem anti-faşist mücadelede biz yaşadık. Bu şu demek, şu demek yani bu eleştiri ki ben bu eleştiriye 79'da başlamış biriyim. Yani kendi geleneğim içerisinde 79'da yani benim için kırılma noktasıdır 79. 79'da başlamış biriyim. Şunu söylemek istemem böyle bir yerde, böyle anlaşılmasını istemem yani 74-80 dönemindeki mücadelenin, mücadeleye haksızlık etmek anlamına gelmez bu. Anti-faşist mücadele yapmamız anlamına gelmez ki böyle bir eleştiriler de var. Aslında anti-faşist olmamalıydık deniliyor bugün. Mesela anti-faşist olmak evrensel bir değerse anti-faşist olursun. Anti-faşist olmamak demek başka bir şey. Anti-faşist mücadelede yaptığımız hataları eleştirmek başka bir şey. Aslında başlangıç şöyle oldu bu çok ilginç gelir bana. Bir gün ben Samsun'a gitmiştim, Samsun'da böyle bir köşk var eski tip bir evin avlusunda. O zaman Emekçi-Der miydi-- İsmi bir şey olan. İşte bu dediğim arkadaşlar İsmet Abi başta olmak üzere toplanmışlardı 25-30 kişi. 75 filan olmalı. 75'li yıllar olmalı. Yani Karadeniz'de örgütlenmeye konuşuyorduk, konuşuluyordu. Ben de Sinop'tan her zamanki gibi gelmiştim muhabbete. Sinop'un işte biz de bir defa örgütlemiştik, bütün kasabaları kazalarıyla beraber TÖB-DER'ler işte gençlikler vesaire. Hani Kurtuluş'un ne denir o zaman klasik deyimle kesin hakimiyetinde olan bir yerdi Sinop. Hele 76-77'de filan. 76'da miting yapmıştık vesaire. Şimdi Samsun'da o benim çok ilgimi çekmişti, şey konuşuluyordu. Ben sonradan geldim muhabbete böyle ellerine kalem defteri almışlar, insan bulma üzerine şey yapıyorlardı. Yani Karadeniz'de yeniden örgütleneceğiz nasıl yapalım, kimleri bulalım diye böyle çetele tutuyorlardı. İşte Ünye'de şu var, Trabzon'da bak Karadeniz KTÜ'de şu arkadaş var, yav Ankara'da şu arkadaş vardı ODTÜ'de forumlara katılıyordu ya o şuralıydı onu da bulalım gibi. Şimdi bu mesela bana çok şey geldi böyle komik demeyeyim ama öğretici geldi, hoşuma da gitti böyle çetele tutuluyor filan. Sinop'a da beni yazmışlardır. Sinop zaten benim üzerimden gidiyor, birkaç arkadaş daha var. O arada ben Ünyeli olduğum için baktım planda şey yok. Şimdi örgütlenme şöyle kuruluyor bu da arkadaşlar şimdi ne derler bilmiyorum ama merkez Samsun olacak, akademik merkez Trabzon olacak bu arada Sarp sınır kapısıyla bütün Zonguldak arasını örgütleyeceğiz. Ama Samsun merkez, akademik merkez de Trabzon. İşte KTÜ'de zaten yoğun bir şey var, mücadele var Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde. Özel olarak bana göre tarihinin yazılması gereken bir yer. Bütün okullar gibi pek çok hafıza açısından filan. Benim dikkatimi şey çekti, İsmet Abi o ara dedi ki "Ya Artvin'i ve Fatsa'yı bırakalım Ünye'yi" dedi. Ben de buna biraz alındım, biraz şey yaptım. Biraz da orada da tabii kendi içimizde de biraz hiyerarşik bir ilişki var. Yani İsmet Abinin çevresinde arkadaşlar var, çok kıymetli arkadaşlar e ben daha taşradayım yani Sinop'tayım arada bir dahil oluyorum. Henüz eşit değiliz yani onun çevresinde olmak başka bir şey. E ben de biraz alındım bundan hem Ünyeli olmak hasabiyle. Dedim, "Ya" dedim "niye böyle oluyor ki yani Ünye'ye yani bir de Ünyeliyim gidip orayı da örgütleriz filan veya Artvin niye hani." "Erken kavga ederiz" dedi. "Erken" dedi "şey başlar" dedi "aramızda." Kan demeyeyim de "kavga başlar, gerilim başlar, hikaye başlar" dedi. Ben anlam veremedim buna yine anlam-- Daha sonra tabii yaşadıklarım itibariyla. Bir anekdot söyleyeyim mesela 76'da Kurtuluş Sosyalist dergi çıktığı zaman Fatsa'ya götürüyorduk biz. Bölge komitesindeki bir arkadaşımız Raif Gümüş'tür adı. Keşke o da görüşse, o TİP döneminden beri de yaşı benden küçüktür ama siyasi yaşı büyüktür yani TİP döneminden beri şeyde vardır. O TİP dönemine de ait bir tanıklıkları olan bir arkadaşımız. O mesela Fikri Abiye Kurtuluş Sosyalist dergilerini götürürdü 76-77 arasında. Hatta yine yakın zamanda konuştum. Başka bir nedenle Raif'le konuştum. Dedi, "Ben gidiyordum Fikri Abi'nin yanına çayını, kahvesini içiyordum işte 10 tane 15 tane Kurtuluş Sosyalist dergi bırakıyordum. Hemen geliyordu birileri “Buraya böyle bir dergiyi bırakamazsın." Fikri Abi de tabii hukukları olduğu için onlarla, benim böyle bir İsmet Abi’yle, Raif'le başka arkadaşlarla hukukları da olduğu için o da "Ya işte şu kitapçıya götürün bırakın ben göz kulak olurum hani benim dükkanda olmasın hani ben bu dükkandan bunu şey yapamam." İlk zamanlar ilişkiler böyle. İyi kötü bir şey vardı yani ne denir bir temas vardı. Ama hemen kısa zamanda bu temas birbirimize karşı politikleşme ve ötekileştirme, parça üzerinden birbirimize tahakküm kurma ve iktidar kurma her iki taraf için de söylüyorum bunu, çok olanın çok hata yaptığı, az olanın az hata yaptığı bir şey üzerinden. Anladık ki hakikaten girilebilecek durum değil. Bunu arkadaşların bir kısmı alınıyorlar, ya olmadı öyle bir şey diyorlar ama 80'de ben kültür festivaline gittiğim zaman derdest edildim, Ünye Fatsa arasında atıldım yani derdest edildim. Yani oraya girmek mümkün değildi falan filan. Yani işte dönersem geriye Artvin'i ve şeyi Fatsa dışında, Ünye, Fatsa dışında bırakalım şeyine ben alınmıştım sonra onu delmeye çalıştık Ünye'de filan. Biraz deldik, örgütlendik falan filan. Ama bu şu demek değil, biz olsaydık orayı dağ, taş Kurtuluşçu olurdu gibi kaba bir dil kurmak istemiyorum. Şunu, oradaki Devrimci Yolcu arkadaşlarımızın Fatsa deneyimi dahil olmak üzere yaptıkları marifetleri küçümsemek değil bu. Tam tersine hakkını vermek. Orada onlar oldu, başka yerde başkası oluyordu, başka yerde başkası oluyordu bu tarihsel süreç böyle bir süreçti. Bir rüzgar gelmişti. O rüzgar nerede kim varsa onun üzerinden-- Dersim'de başka şekillendi, öbür tarafta başka şekillendi vesaire üzerinden. İşte o mesele çok önemliydi. O toplantı benim için çok önemliydi. Sonra biz hakikaten KTÜ, Giresun, Bulancak vesaire vesaire yani kitleselleştik yani Karadeniz'de yani amiyane deyimle böyle yarıştırır ya siyasetler birbirlerini, birinci siyaset bizdik, öbürü siyaset bizdik. Kurtuluş Karadeniz'de kitleselleşen yani öğretmen hareketinin dışına, işçi, öğretmen, köylü hatta Bulancak gibi, Fatsa gibi halk hareketi olmaya ki Artvin gibi de denebilir kısmen. Yönelik şeydi. Ama bizim tasavvurumuzda böyle lokal, lokal adacıklar olmadığı için işçi sınıfına da dönük olmadığı için başka tercihlerimiz filan oldu. He bu geriye dönük, bunu da zaman zaman düşünüp tartışmadığım, tartıştığım, tartışıyorum aram--
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview106612.xml#segment4608
Partial Transcript: Şunu söylemek mümkün yani bütün Karadeniz açısından veya kendi içsel hikayem açısından. Ben 75'ten itibaren 79'a kadar yani öğretmenlik yapıyordum ama yani Sinop da öğretmenlik yapıyordum ama bütün bölgede devrimcilik yapıyorduk yani esas olarak yaptığımız iş örgütlenmeydi işte klasik propaganda, ajitasyon. Örgütlenmeydi. Sol içi münazaralara katılıyordum. Münazara diyorum ben onlara, birbirimizi mat etme muhabbetleri olurdu ya. Özellikle ilk başlarda sosyal emperyalizm hikayesi. Ha bu arada şunu da söyleyeyim o dönemde demin bir şey söyledim kendim, kendime 79 benim için kırılma noktası dediğim yani baştan itibaren hep sorularla var olan biri oldum ben. Tamam kabullerim vardı, Kurtuluş kabullerim vardı. O ilk kendimi inşayı oradan yapmıştım ama hep soru sorarak ilerleyen biriydim. Bir noktayı geriye dönüp yine bir noktaya daha gelmek isterim Ünye deyince aklıma geldi. Çok irkildiğim, hayat hikayemde de küçük notlarımda da yazdığım bir şey var. 76'da Ünye'de çok önemli bir miting oldu. 1976 olmalı. Bütün Karadeniz geldi işte 76'da bütün Karadeniz'in geldiği miting. Hatta benim bir arkadaşım da mitingi şu anda tiyatrocu bir arkadaşım, işte ajitasyon, propaganda mitingin dilini filan kuruyordu. Orada çok, ilk defa yine-- Benim hayatım bir irkilmeler toplamıdır, yadırganmalar toplamıdır biraz da. Orada KTÜ'den, o zaman sosyal emperyalizm söyleyen gruptan arkadaşlar gelmişti. O zaman Halkın Yolu grubu var mıydı bilmiyorum. Ama ilk ayrışma yani 74'ten sonra işte Maoculuk, THKP-C üzerinden de olduğu için oradan böyle 15-20 kişilik bir grup gelmişti ve onlar da külliyen işte diğerleri Dev-Genç ekolü. O zaman yeni ayrışmıştık. Kurtuluş, Dev-Genç filan ama ilişkilerimiz normaldi yani. Orada o arkadaşlara slogan attırmadılar ve ben böyle bir şeyi de görmemiştim. Niye slogan attırmıyorlar diye biraz hatta bunu eleştirdiğim zaman daha sonra hümanist olduğum, yeteri kadar ne denir, devrimci kararlılıkta olmadığıma dair eleştiriler. Hatta daha sonraki süreçlerde ise edebiyatla da ilgili biri olduğum için edebiyat yapmamam gerektiğini, hayatın, siyasetin edebiyatla böyle onun bağlamında yürümediği. Orada şu olmuştu, ben gördüm orada çünkü Ünyeliyim. Oradaki bütün ilişkileri biliyorum. Biraz da ne denir güvenlik gibiydik yani herkesi tanıdığım için. O arkadaşları dövdüler orada ve kan aktı orada, orada kan aktı. Şimdi bunun biraz öncesi ise şu, bizim çocukluğumuzda bir liman reisi vardı. İki marifeti vardı adamın. Birinci marifeti, dürbünle uzaklara bakıp, yazın çok uzaklara açılan çocukları geri getirmek için annelerine, babalarına haber vermekti. İkincisi de koltuğunun altında Hint horozu vardı. O meydanda, 50 metre ilerisinde Mahirlerin, Çayanların İngilizleri kaçırdığı otelin 50 metre yakında, meydanın orada horoz dövüştürürdü. Kasabadan 40-50 kişi toplanırdı işte kumar gibi kan, revan içinde. Biz de işte çocukluğumuzda biliyorum yani simit satarken falan onun yanına giderdik. "Simit satarım, girebilir miyiz" filan diye. Ve o adamın bu metafor değil bu bir hakikat söylüyorum. O adamın yani liman reisinin dövüştürdüğü horoz dövüşlerinin kanı sinmişti şeye parke taşlarına. Öyle kan orada kalıcı hale gelmişti. İşte bizim 76'da Maocu diye adlandırılan arkadaşları dövdüğümüz zaman o kanın üzerine bir kan şey yaptı ve bunun hikayesini de yazdım. Bu çok trajik gelir bana. Bütün bizim mahallenin çocuklarının benim deyişimle, birbirlerine devlet olmalarının, birbirlerine iktidar olmalarının ve birbirlerinin nesi olduklarının ayırdına varamadıkları bir örnek gibi gelir oradaki hikaye bana. Buradan dönersek sonuçta ben 79'a kadar böyle bir işte bütün Karadeniz'de orada burada hatta zaman zaman İstanbul'a tartışmalara geliyordum. Biraz da okuma yazma, okuyan biri de olduğum için hani eski deyişle teorik yanımda olduğu için, ağzımda laf da yaptığı için filan burada, burada ta şey vardı İstanbul'da burada Aksaray'da TÖB-DER vardı. Tartışma merkeziydi. Oraya tartışmalara gelirdim Karadeniz'den. Ankara'ya tartışmalara falan giderdim falan filan. Böyle seyyar yani tabii ki eşim, onu da-- Oğlumuz büyüyor bu arada işte 3-4 yani zor bir süreçti ve eşim de devrimci biri. Sevgi adı. Sevgi de hani bütün zamanlarda, bunu protokol bir cümle olarak kullanmıyorum. Bütün zamanlarda ben hep şöyle bir şey kullanırım, bir cümle kurarım kendime, derim ne örgüte ne devlete hiçbir şeye borcum yok yani hepsinden alacaklı bile olduğumu söyleyebilirim yani burada metaforik olarak söylüyorum. Ama Sevgi'ye borcumu ödeyemem. Yani gerek 12 Eylül öncesi gerek 12 Eylül'den sonraki illegal yaşadığım süreçler gerek hapishane süreci gerek sorgu süreci vesaire. O tabii şimdi zorluğunu, biz yani söylemeye bile gerek yok ki bütün örgütler zaten erkek olduğu için, Türkiye'deki bütün örgütler mentalite de erkek olduğu için. Her ne kadar sevgiye dayalı aşka dayalı bir ilişki tarzımız olsa da sonuçta nesnel olarak işleyen mekanizma kadınların aleyhine bir mekanizma. E onlar buna öyle kolay teslim olan tipler de değillerdi. Benim Sevgi de öyle teslim olan, olacak öyle olur olmaz şeylere ama mekanizmanın kendisi hepimizi teslim aldığı gibi onun üzerinden şeyleri sürdürür. 79 kritik nokta. Çünkü 79'da ben istifa ettim öğretmenlikten, dedik bu iş böyle olmuyor. Şöyle de bir hayalimiz yoktu tabii devrim yakındır, hemen devrim olacak işte uzakları yakına çağırdık öyle bir şey yoktu. Sistematik olarak Kurtuluş'un böyle bir şeyi yoktu zaten. Ama genel olarak aşağılara doğru gittikçe gençler içerisinde böyle sanki devrimin yakın olduğuna dair özellikle de çok kitleselleşen hareketlerde böyle artık yani, hatta 12 Eylül'den sonra hepimiz, "Aa yapılır çok yerde, yav işte uyanırlar." 12 Eylül sabahı, der radyoyu dinlerler yav darbe olmuş, devrim olmuş der annesi falan. Hemen uyanan der, "Hangi siyaset yaptı?" esprisinde olduğu gibi böyle tuhaf durum. Ben 79'da Samsun'a gittim ve illegal yaşamaya başladım, illegal yaşamaya başladım. Yani nasıl illegal yaşamsa işim legal, arada Sinop'a gidiyorum geliyorum falan. Yaşamaya başladım. İşte o arada ben şunu net fark ettim, o süreçte bir de Türkiye’de malum Dev-Yol, Kurtuluş çatışmaları bu ölümlerle sonuçlanan o tuhaf hikayenin Karadeniz'e yansımaması için yani neler yaptığımızı yani Yaşar Kemal gibi 3 tane roman çıkar. Yani Karadeniz'e bir yansısaydı o mevzu nasıl bir trajik sonuçlarla karşılaşırdık-- Onun için neler yaptık karşılıklı neler yaptık falan. Orada da büyük bir kırılma yaşandı ve 79'dan itibaren ben bütün siyasi ekollerin ve kendi siyasi ekolümün yetmezliğini fark ettim. Biz artık teorik olarak, politik olarak, felsefi olarak kimliğimizi neyle inşa ettiysek o kadar, buraya kadar. Çünkü 79 Türkiye'de bütün siyasi hareketlerin pik yaptığı bir noktaydı. Bütün siyasi hareketler 79'da pik yapmıştı ve başka bir şey yapmak gerekiyordu ondan sonra. Ne yapmak gerekiyordu şu anda onu bilemiyorum ama başka bir şey yapmak gerekiyordu. Teorik, politik, geriye çekilmek gerekebilir başka bir vesaire. Başka bir şey yapmak gerekir. Hem devletle ilişkiler hem faşistlerle ilişkiler hem de birbirimizle ilişkiler yani siyasi ekoller açısından başka bir şey yapmamız gerekiyordu. Ben bunun şahsen ayırdına vardım ve bunu dillendirmeye çalıştım. Yine bunu da söyleyeyim o zamanki aklımla o zamanki aklımla bunun böyle gitmeyeceğine, başka bir yapmamız gerektiğini ve altını tekrar çiziyorum kendime de unutmamak için, hem devletle ilişkilerde hem siyasi hareketlerin birbirleriyle ilişkilerinde hem hayatla ilişkilerimizde, faşistlerle başka bir şey yapmamız gerektiğine dair sorular sormaya başladım. Ben esas soru sorma-- şöyle söyleyeyim ona nasıl biraz önce kendime şöyle bir cümle kurdum kendime, kuruyorum sık sık. Kurtuluş'un beni cezbeden yanlarından biri tabuya karşı, tabu kırıcı bir hareket, neyse o kadar teorik, politik hareket olmasıysa ben de biraz tabu kırıcı bir kişi olmaya başladım. Kendi geleneğimin tabularına karşı sorular sormaya, onların cevaplarına karşı sorular sormaya. Bu bazen örgütsel sorular, bazen işte siyasal sorular aklım erdiği kadar, okuduğum kadar teorik sorular sormaya başladım ama hiçbir siyasi hareket gördüğüm kadarıyla-- bu konuda mesela TSİP ayrıcalıklı bir harekettir Türkiye'de çok bilinmez. 12 Eylül'den önce çok iyi önlemler almış bir harekettir. Çok iyi bilinmez çünkü onlar reformcu, revizyonist ilan edildiği için, onları görmezlikten gelinirler filan. Böyle bir şey yaptım. Zaten o furyayla da bütün siyasi hareketler açısından geriye çekilme aslında başlamıştı ama bunu dillendirmek istenmiyordu. Herkesin kendini güzellemesi üzerine bir hikaye kuruluyordu. Bugün de geriye doğru tarih anlatılarında benim gördüğüm, mesela şöyle bir örneği sık veriyorum. Geçenlerde de bir sunum yapmıştım orada da verdim. Bir arkadaş Karadeniz'i anlatıyor işte öyle bir anlatıyor ki anti-faşist mücadele kendilerinden başka kimsenin olmadığını. Bütün Karadeniz'de anti-faşist mücadelede. Ya ben de o sunumumda şunu anlattım, ya cümleyi şöyle kurmak gerekli ; en sağı tanımladığımız hareketler dahil diyelim ki TKP, TİP, TSİP. Herkes antifaşist mücadelede, Karadeniz'de ve memlekette gücü oranında yer aldı ve bu kıymetli bir şeydir. Kimse, Samsun'da TKP'li şeyde TİP ve TSİP'i Trabzon'da başka başka yerlerde kimse kimseyi yok sayarak bir tarih kurgusu yapamaz ama bu bizim ta o zamandan başlayan, o zamandan başlayan yani kendi-- bunu sayıların hayatımızdaki kötülükleri olarak da daha sonra teorik olarak anlatmaya çalış-- Sayıların hayatımızdaki kötülükleri, sayısal bir tarih kurmaya ve 12 Eylül'den sonra malum o tarih, o sayısal tarih çöktü. Çünkü 12 Eylül'ü karşılayacak hiçbir teorik, politik, askeri vesaire vesaire-- Yani güzel yenilmemek dediğim şey. Yani 12 Eylül'e kadarki hikayeyi böyle bir ama orada 79 önemli. 79 benim yeni arayışlar içerisinde olduğum, sorular sorduğum ama sorulara yeterli cevap veremediğim, daha sonra bir kısmına cezaevinde cevap verdim, bir kısmına çıkınca vesaire. Böyle özetleyebilirim orayı da.