https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment0
Partial Transcript: Ben 7.12.1960 Antalya doğumluyum. Çocukluk hayatım Anadolu'da geçti. Isparta, Giresun ve İstanbul gibi. Babam devlet memuruydu. Başarılı bir öğrenciydim bütün öğrenim hayatımda. Üniversite, yüksekokul mezunuyum. Matematik bölümü mezunuyum. Gayet mutlu bir çocukluğum geçti. Oldukça yaramazdım ve itirazcı bir çocuktum. Çocukluğumla ilgili söyleyebileceklerim bunlar. İlkokulu Giresun'da okudum. Yeşil Giresun İlkokulu'nda. Ortaokul ve liseyi İstanbul Davutpaşa Lisesi'nden mezun oldum. Dereceyle mezun oldum. Daha sonra Atatürk Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü'nü bitirdim. Atamam çıkmıştı Ordu Aybastı 50.Yıl Lisesi'ne. Orada tutuklandım. 12 Eylül geldi ve gözaltına alındım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment80
Partial Transcript: Evet, devrimciydim, ortaokuldan itibaren devrimci mücadele gelişmeye başlamıştı ve bulunduğumuz bölgede hemen hemen benim gibi lise ve ortaöğrenim gençliğinin büyük bir kısmı devrimcileşmeye başladığı bir dönemdi. Ben de orta son dönemlerimde ilk defa okulda bir boykotla birlikte muhalif kimliğimi dışavurumcu bir biçimde ifade ettim. Bizim okulumuzda birçok devrimci vardı. Karşımız Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ydi. Orada da abilerimiz vardı, Tıp Fakültesi öğrencileri. Onlar işte ilk meşhur Cerrahpaşa işgali eylemine biz de liseliler olarak destek verdik. Zaten bizim lisemizde o dönemde işkencede katledilen, infaz edilen birçok devrimci de işte Selçuk Küçükçiftçi, Bedri Yağan gibi arkadaşlarımız da bizim lisemizdeydiler. Daha sonra 12 Eylül karanlığında infaz edildiler. Böyle hemen hemen okulun tamamı devrimci öğrencilerden oluşuyordu. Sivil faşistlerin de güçlendiği bir bölgeydi aslında yaşadığımız bölge. Faşistlerin yurtları vardı işte Fındıkzade tarafında Çapa tarafında. Genel olarak devrimci öğrencilerle faşistler, sivil faşistler sıkça karşı karşıya gelirlerdi. İşçi hareketlerinin yükseldiği tabii ki bir dönemdi. Hani çoğumuz memur ve işçi çocuklarıydık. Bu yüzden de dünyada ve ülkede gelişen her dinamik bizim ilgimizi çekiyordu ve hızlıca 00:03:00devrimcileşiyorduk. Hızlıca okuyorduk, çok fazla okuyorduk aslında dünyayı ve ülkeyi tanımak için. Ekonomik durumlarımız iyi olmadığı için sürekli kitaplarımızı değiştirip birbirimizle değiştiriyorduk. Ve şey tabii, devrimcilerin sivil faşistler tarafından katledildiği, yoğunlukla bu katliamların arkasından büyük cenaze törenlerinin yaşandığı falan bir dönemdi. E biz de liseliler olarak daha sonra üniversiteliler olarak bu törenlere katılırdık. Dünyayı ve ülkeyi anlamaya çalıştığımız ve devrimcileştiğimiz bir dönemdi diyebilirim. Ya ben tabii biraz kendi yaşıtlarımdan farklı, daha böyle okumaya yatkın bir aileden geliyordum ve çok küçük yaşta klasikleri ve mitolojik yazınları falan okumuştum. Tarih yazınlarını falan okumuştum. Bu yüzden gelişen her şey çok ilgimi çekiyordu, büyük kitle gösterileri. 77 1 Mayıs'ına da mesela ben gidenlerden biriyim. Hemen hemen biz, hepimiz, benim yaşımdaki gençler alanlarda, sokaklarda işçilerle; meydanlarda emekçilerle yer alan bir süreçti. Büyük kitle gösterilerinin olduğunu, büyük direnişlerin olduğu. Ve bu, gidemediklerimizi izleyerek sadece tabii ki kendi ülkemiz değil mesela dünyada gelişen her şey çok dikkatimizi gelişiyor-- çekiyordu. Bütün muhalif hareketleri çok yakından izlemeye ve onların bastığı kitapları, çevirileri büyük bir merakla okumaya çalıştığımız bir dönemdi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment297
Partial Transcript: Ya 16 Mart Katliamı-- ben İstanbul Üniversitesi'nde okumuyordum. Anadolu yakasındaydı benim okulum. Ama kendi okuluma dair katliamları belki paylaşabilirim. Tabii ki öğrenci gençlik üzerinde korkunç etkisi olan bir katliamdı. Hiç-- Öğrenciler okuldan çıkarken yaşadıkları bir katliamdı. 1 Mayıs Katliamı-- 1 Mayıs. O gün ben alandaydım. 77 1 Mayıs'ında. Çok keyifli bir biçimde, bir kız arkadaşımla herkese dokunarak ve çok böyle hayatınızda görebileceğiniz en kalabalık 1 Mayıslardan biriydi. Ve Taksim'e çıkan hemen hemen her yol işçilerin büyük bir nümayişi ve keyifli coşkusuyla, kararlı adımlarıyla, davullarla, zurnalarla büyük bir, büyük bir mitingdi. Biz de bundan çok keyif almıştık arkadaşımla dolaşırken. Fakat neden bilmiyorum biz, biraz 00:06:00erken ayrılmak istedik. Yorulduk herhalde. Biz Fındıkzade'de oturuyorduk o yıllarda. Benim üzerimde beyaz bir deri ceket vardı. Daha sonra eve geldim. Tabii annelerimizden babalarımızdan birazcık da gizlice gidiyorduk yani. Anneler babalar çocuklarını korumaya falan-- Benimki pek o kadar değildi ama gene de tedirgin oluyorlardı çünkü her an faşistlerin ateş etmesi, bombalaması, bir suikast haberi gelen dönemlerdi. Biz erken gelmiştik eve ve yanımızda evimizin, Niğde Yurdu vardı. Solcu ve devrimci öğrencilerin kaldığı. Biz oradan bu katliamı öğrendik ve dağılan kortejler, evimizin önünden hızlıca gelip geçen insanlar tanıdığımız abiler, ablalardan. Hatta benim, ezilen kadın devrimcilerden bir tanesinin üstünde beyaz bir ceket var imiş. İşte acaba ben miyim diye benim arkadaşlarım biraz paniklemişler. Belki de ülkenin en coşkulu, en büyük, en güzel 1 Mayıslarından biri kana bulandı. Ve biz bunu büyük bir üzüntüyle öğrendik. Benim okuduğum okul da Atatürk Eğitim Enstitüsü'ydü. Daha sonra akademi oldu. Faşist işgali altındaydı biz kayıt yaptırdığımızda. Bizim okulumuzda da öğretmenlerin ders verdiği kürsülerin altına bomba yerleştirmişlerdi ve Fen-Edebiyat Fakültesi'nde bir öğretmenimiz paramparça olmuştu. Kadıköy İskelesi'nde de öğrencilere saldırıp ateş açmışlardı. Hem bombalama olayında hem de iskeleden çıkan gençler ateş açıldığında yaralanan hatta felç kalan arkadaşlar olmuştu. İskeledeki kurşunlamada ben de vardım ama ben biraz gerideydim ve ayağımdan ayakkabılarım çıktığı için yere düşmüştüm yani üstümden kurşunların geçtiğini hatırlıyorum. Bunları söyleyebilirim.
Bizim okul faşist işgal altında olduğu için devrimci öğrenciler belli buluşma noktalarında bir araya gelip vapura birlikte binerek karşıya geçiyorlardı. Okula-- okulun başlama saati de belli olduğu için binilen vapur da belliydi. Zaten hani izlenilmesi de mümkündü buluşma saatlerinin. Yani öyle planlı bir saldırıydı topluca gelen, güvenlikleri açısından 00:09:00 topluca gelen öğrencilere yönelik. Yani bağımsız, demokratik, özgür bir ülke için devrimcilik yapıyorduk tabii ki öğrenci hareketinin içerisindeydim ben de. Özellikle antifaşist mücadelede yerimizi alıp hani faşist saldırılara karşı tepkimizi gösteren bir süreç içerisindeydik.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment565
Partial Transcript: 12 Eylül 1980 sabahı bir evdeydim. Sabah erken saatinde dışarı çıkacaktım, sokağa çıkma yasakları 5'te bitiyordu. Benden önce bir arkadaşım çıkmıştı, geri geldiğinde şeyi, ihtilal olduğunu söyledi. TKP'nin de kuruluş yıldönümüydü. "Ya TKP mi ihtilal yaptı" diye sordum ben. "Hayır, askeri darbe olmuş" dedi. Ve biz bir an evvel evden çıkmak istedik çünkü hem ne olduğunu anlamak istedik hem de-- anlamak istedik ve evden çıktık. Bilmeyen bir aile işe gidiyordu ve bizi arabasına aldı. Anadolu yakasındaydım ben. Bir yere kadar aileyle birlikte gidebildik. Yanımdaki arkadaşımın durumu biraz benden daha kötüydü değişik aranmaları vardı. Öyle biliyorduk veya. Daha sonra-- hemen hemen herkesin değişik nedenlerden dolayı aranmalarının olduğu bir dönemdi. Ben aranmıyordum ama arkadaşımın yanında gitmiştim. Ankara asfaltından tanklar geliyordu İstanbul'a. Ve yani bölgenin değişik yerleri askerler tarafından tutulmuş ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Zaten bizim hareket ettiğimiz aileyi geri gönderdiler. Biz de rica minnet, hastaneye gideceğimizi söyleyerek ilk barikattan geçtik. Ankara asfaltından tanklar geliyordu ve direnişçi işçilerin çadırlarını sökerek, işçileri kamyonlara doldurarak geliyorlardı. Onları görmüştük. Daha sonra ben geri dönerken Kadıköy Meydanı'nı bir görmüştüm. Oraya çıktım bilmeden ve tamamen resmi ve sivil bir sürü görevliyle doluydu ve İstanbul dışından gelen araçlardan insanları evlerine servis ediyorlardı. Tamamen bir işgal edilmiş kent görüntüsü vardı yani İstanbul'un.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment713
Partial Transcript: Ben 1981 yılında, nisan ayında gözaltına alındım. Maltepe'de bir evden alındım. Evimiz uyarı 00:12:00 yapılmadan, ateş açılarak, bomba atılarak basıldı. 2 arkadaştık biz. Silahsız olduğumuzu ve dışarı çıkmak istediğimizi söylememize rağmen işte gaz, bomba ve mermilerle ateş açtılar. Maltepe'de işçi evlerindeydik, İdealtepe'de. Evimizin bazı yerlerinin uçtuğunu hissediyorduk ama biz bir türlü teslim oluyoruz ve dışarı çıkıyoruz diyemiyorduk. Halbuki biz silahsızdık ve çok gençtik ve dışarda bir ordu vardı. Neyse sonuç itibarıyla dışarı çıktık, bizi dipçiklerle yere yatırdılar. Komşularımız bizi kurtarmaya çalıştı. Çocuklar ve kadınlar üzerimize atladı. Daha sonra onların da gözaltına alındığı öğrendik ki hiçbir şeyimiz yoktu çocuklarını sevme, sevmenin dışında.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment785
Partial Transcript: Gayrettepe Emniyet Amirliği'ne götürüldük. Gözlerimiz araçların içerisinde bağlandı zaten. Hem sinir bozucu gaz ya da gaz gibi şeylerden çok miktarda yutmuştuk. Baktığımızda zaten ev baya bir harabe olmuştu. Biz nasıl sağ çıktığımızı pek anlayamadık açıkçası yani. Benim ayaklarım çıplaktı. Çünkü ayakkabılarımı giymeye fırsat bulamamıştım. Boğaz Köprüsü'nün üstünde aracı durdurdular ve beni erkek zannetmişler. İşte kadın olduğumu anladıklarında "Ya bak işte ne biliyorsan söyle, buradan götüreceğimiz yere giden herkes, 100 kişi öldü" dedi. Ben de dedim "99. muyum, 100. müyüm, 101. miyim? Hani tamamladınız mı 100'ü" diye sordum. Ve çok garibime gitti ve çok sinirlendi adamlar. Gayrettepe Emniyet Amirliği'ne götürüldük. O zaman işkencehane olarak kullanılıyordu orası. Zaten kapıdan içeri girer girmez sizi bir hoş geldin dayağı ile karşılıyorlardı. Gözlerimiz böyle pankart ya da kirli bir bez parçasıyla bağlanıyordu. Oraya götürüldüm. Gayrettepe'ye gidene kadar aynı araçta ama birbirimizle temas etmeden götürüldük. Yani orada da işte başımızı önümüze eğmemiz vesaire gibi yaptırımlar uygulandı. Ve biz bunları kabul etmedik. Daha sonra Gayrettepe'de işkencehaneye alındık gözlerimiz bağlı. 00:15:00Benim ayaklarım çıplak olduğu için aslında daha fazla alanı tanıma şansına sahip oldum galiba. Merdivenden çıktığımı merdivenden indiğimi falan. Çok kötü kokulu bir ortamdı zaten. Orada insanlara işkence yapıldığı ve hani bundan kaynaklı bir koku, uzun süreli kalındığı belli olan bir havasız ortamdı. Daha sonra biz o gün sabaha karşı alındık ve aynı gün saat 10'da bir başka arkadaşımız Nurettin Yedigöl de oradan alındı ve daha sonra gözaltı sürecimizin 4. Gününde Nurettin işkencede kaybedildi ve hala aramaya devam ediyoruz onu. 90 gün kaldım ben Gayrettepe Emniyet Amirliği'nde. Hemen hemen her gün sistematik işkence uygulamaları yapılıyordu. İşkence uygulamalarının temel nedeni teslim almak, itiraf ettirmek ve itaat ettirmek amaçlıydı. Bu anlamda da aslında Filistin askı, işte falaka, kaba dayak, soğuk su, tazyikli su şey köpek işkencesi, tecavüz tehditleri, tekerlek işkencesi ve tabii ki de elektrik sıkça uygulanan işkence yöntemlerindendi. Kaldığımız ortamlar çok küçük hücrelerde çok sayıda insan bir arada kalıyorduk. Ve kadınlar bir bölümde kalıyordu. Bizim tabii çok popüler bir dönemimiz, Tarık Akan da bizim dönemimizde gelmişti falan. Müjde Ar'ı da getireceklerini söylüyorlardı. Yani sadece öğrenciler değil, aydınlar, sanatçılar söyledikleri cümlelerden dolayı oraya getiriliyorlardı. Tarık Akan'ın boyu uzun olduğu için ayakları yere değip değmeyeceğini merak ettiklerinden astıklarını söylüyorlardı. Kadınlar tuvaletinde böyle ayaklarımız falakadan şişmiş işte tuvalet git-- dönmeye çalışırken karşıdan paçalarını sıvamış elinde florasan lambasıyla Tarık Akan'ı gördüğümüzde film çekiyormuşuz gibi bize böyle çok şey gelmişti, komik gelmişti falan. Toplumun her kesiminden kadınlar ve erkeklerin ağır işkence gördüğü, aranan kişilerin yakınlarının, çocuklarının, annelerinin, babalarının biz tabii çok gençtik ama yaşlı insanların da getirilip işkence yapıldığı 00:18:00 bir ortamdı ve bu yüzden ben direndim. Direnmenin bir onur olduğuna inandım 90 gün boyunca. Sorulan şeylere cevap vermedim, suçlamaları kabul etmedim ve polisin bu işkenceci tavrını protesto ettim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment1100
Partial Transcript: Ve 90 gün sonra Metris Cezaevi'ne sevk edildik. Sevk edildiğimiz gün 2 arkadaşımın asılarak öldürüldüğü, Ahmet Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner'in asılarak öldürüldüğü haberini bana işkenceciler verdi. Metris Cezaevi askeri bir cezaeviydi. 12 Eylül'le birlikte cezaevleri askeri cezaevleri haline gelmişti ve cezaevlerinde askerileştirme politikası uygulanmaktaydı. Bu arada tabii şeyi de söylemek, Nurettin'den bahsettim de gözaltında insanların kaybedilmesine, battaniyelerle insanların götürülmesine de tanık olduk yani bazılarının. Kim-- Süleyman Cihan'ı hatırlıyorum. Konuşulan Aktan İnce'yi hatırlıyorum. Böylesi bir dönemdi yani. Hem insanların sokaklarda infaz edildiği hem gözaltında işkencede pervasızca öldürüldüğü hem de ağır işkencelerden geçirildiği bir dönem. Metris Cezaevi de bir askeri cezaevi olarak bir işkencehane olarak tasarlanmıştı. Politik tutukluları, politik tutuklu olarak saymıyorlardı. Biz politik tutukluyduk ve politik kimliklerimiz vardı çünkü. Onları daha çok, bizleri daha çok asker sayıyorlardı. Ve biz de bu yüzden eylemlerin büyük bir kısmında "Asker değil siyasi tutukluyuz" diye slogan atardık. "Kahrolsun Faşizm" de bir yaptırımı ifade eden genel bir slogandı. 3 buçuk yıl boyunca iddianamemiz hazırlanmadı ve mahkemeye çıkmadık. 3 buçuk yıl sonra mahkemeye çıktık. 3 buçuk yıl askerleştirilebilmek için, politik kimliğimizden arındırılabilmek için her gün askerileştirilme politikasına tabii tutulduk, her gün dayak yedik, her gün direndik. Ve her türlü güzelliğin yasak olduğu bir şeydi. Mesela ben ilk koğuşa girdiğimde ertesi gün dikkatimi çekmişti kadınlar alelacele duvarlara trafik kazası fotoğraflarını falan yapıştırmaya çalışıyorlardı. Çünkü bütün resimler toplanmıştı. Resim asmanın bir hak olduğu artık ellerinde kalan her resmi duvara asmaya çalışıyorlardı ve bu nedenle de askerlerden tarafından dövülüyorlardı. Cezaevinin içerisinde askerler ve kadın 00:21:00polisler görevliydiler. Kadın polisler topuklu ayakkabılar giyerek her sabah "Her şey vatan için" diye şov yaparlardı ve sonra da koğuşlara girip bu vatanın gencecik çocuklarını dövmekten büyük bir keyif alırlardı. Birçok kere açlık grevi yaptık, fiili olarak ya her gün hemen hemen direndik. Neredeyse yani 3 buçuk yıl boyunca yüzlerce açlık grevi yapmış olabiliriz. Tam sayısını hatırlamıyorum. Kadınlar hiçbir zaman teslim olmadılar ve aralarındaki dayanışmayı asla bozmadılar. Ya bu bütün o yıllar Metris Cezaevi'nde ve Gayrettepe'de gördüğüm kadınlar adına onurla paylaşabilirim sizinle. Kadınlar arasındaki dayanışma çok yüksekti. Bu şiddete ve saldırıya karşı gülümsemeyi ve direnmeyi hedefledik biz ve koğuşlarımızı talan ettiklerinde sebepsiz arama bahaneleriyle iç çamaşırlarımızı yağ şeylerin içerisine doldurduklarında ya da uçlarını yaktıklarında birtakım şarkılar üretmiştik işte, onları söyler, halay söylerdik. Gönül Yumurtacı, kocası Zeki Yumurtacı yargısız infazla öldürüldü. Theodorakis'in bir bestesini Nazım Hikmet'in bir şiirine uyarlamıştı. "Hoşçakalın Dostlarım." Bu bizim tahliye marşımızdı ve her gideni böyle uğurlardık. Çocukları olan kadınlar da vardı hapishanede. Hamile kadınlar da vardı, doğuma gittikleri zaman işkence görüyorlardı. Tabii ki her anı işkenceyle dolu olan bu süreci biz her anını kocaman bir gülümsemeye çevirmeyi çok iyi beceriyorduk. Hem dayanışmayla hem de yaratıcılıklarımızla diyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment1409
Partial Transcript: Ya herkesin, şimdi nasıl terörist olduğunu söylüyorlarsa o zaman da herkesin örgüt üyesi olduğunu-- Benim bir silahlı örgütün üyesi olduğumu kabul etmemi-- yer, herkesten yer, silah, isim, ev falan istiyorlardı. Herkese bu yüzden işkence yapıyorlardı. Benzer şeyleri bana da soruyorlardı. İşkenceci polislerin kod isimleri vardı. 860 gibi. Garip gibi. En çok tanıdığım ve bildiğim isimlerden biridir Garip. Daha sonra 00:24:00 kendisiyle dışarda da karşılaştım. Kod isimleriyle hitap ediyorlardı. Emniyet amirinin adını hepimiz biliyorduk, şimdi tam hatırlayamayacağım ama. Biz Nurettin Yedigöl ile ilgili suç duyurusunda bulunduğumuzda, işkencede öldürüldü, gözaltına alınıp kayıtlara geçirilmediği için, bütün bunları savcıyla konuştuk. Ben tahliye olacağım gün savcılıktan bir kağıt geldi ve bana çok garip gelmişti. Şahıs kendisi de gözaltına alındığında, oraya buraya kendisini vurarak kendi kendini darp etmiş ve yalan söylemektedir gibi bir şeydi. Mahkemelerde ailelerimizin büyük direnişi ve desteğini alıyorduk. Başta Didar Şensoy olmak üzere. Biliyorsunuz daha sonra insan hakları mücadelesi de o dönem işkenceye ve hapishanede yaşanan zulme karşı ses veren ailelerin üzerinden gelişti. Gerçekten Metris'in önünde bir kahve vardı ve bizim annelerimiz orada bekliyorlardı ve sürekli dışarıda bir mücadele geliştirerek bizim sesimiz olmaya çalışıyorlardı. Dilekçeler veriyorlardı, yürüyüşler ve onlar da birçok saldırıya maruz kalıyorlardı. Tehditler alıyorlardı, dayaklar yiyorlardı falan ama hiç yılmadan bize en büyük desteği veren yani herkesin o korkutucu, saldırgan dönemde, her şeyden umudunu kestiği bir karanlık dönemde bizim annelerimiz büyük bir ışık ve destektiler. Hatta bir kez onları gözaltına almışlardı Metris'te biz koridordan görmüştük. Hani bize moral olsun diye ne yapıp edip o beyaz başörtülerini havalandırmalara atıp bize cesaret ve moral vermeyi çalıştılar. Yani 2 buçuk yıl falan galiba görüş yasağı oldu gibi hatırlıyorum. Tabii ki bizim için çok önemliydi ama görüşe giderken tek sıra askeri nizam yürümemizi istiyorlarsa çıkamıyorduk, yürümüyorduk. Çıktığımız zamanlarda da ailelerimizin arkasında askerler, bizim arkamızda askerler oluyordu. Yasak şeylerin konuşulması yasaktı yani neyin yasak olduğunu tanımlayan bir şey de yoktu yani açıkçası. Her şey yasaktı. İşkence demek yasaktı. Polis demek belki yasaktı. Hangi polis anlamına geliyordu. Dışardan yiyecek alınmıyordu. Sadece bir direniş 00:27:00sonucunda bayramda dışardan yiyecek alma hakkını kazanmıştık. Yani görüş günleri mahpus açısından her zaman son derece güzel ama biz bu kadar çok severek yaptığımız 2 şeyden çok kolay vazgeçebiliyorduk. Bir çay içmek, iki görüş günü. Onun için çok sıkça çay yasakları yani çok garip gelecek size ama çay yasakları koyulurdu. Açlık grevinde de aslında eskiden vardı hala bazı yerlerde var. Köfte arabaları vardır. Çok güzel kokar, sokak köfteleri. Onları gezdirirlerdi bazen şeyde, arabaların şey koğuşların arasında. Tabii görüş yasağı kadar mesela havalandırmada da yaptırımlar vardı. Havalandırmada diğer koğuşla konuşmak vesaire gibi şeyler yasaktı. Fakat biz hiçbir zaman bu yasaklara uymuyorduk. Tabii burada belki Reha İsvan'ı biraz anımsamak ve hatırlamak ve anmak isterim. Hepimizden daha büyüktü ve o bizim kadar genç olmadığı için biraz farklı bir, Barış Derneği davasından geldiği için mesela adli-- Selda Bağcan da aynı şeyi yapmıştı. Adlilerin arasında kalmaktansa bizim yanımızda olmayı tercih etmişlerdi. Reha Hanım moralimizi düzeltmek için kendi kaldığı koğuştan havalandırmaya tek başına, bize havalandırmalar yasak oluyordu direnirken. Çıktığında o asil endamıyla Kalinka dansı yapardı. Biz de böyle pencerelerden Kalinka söylerdik falan. Tabii ki bunun arkasında dayak yerdik mesela çünkü kurallara uy, hiçbir zaman uymadık. Ya da Reha Anne'yi tahliye ederken Klasik Türk Musikisi korosu oluşturmuştuk. Böyle beyaz gömlek ve lacivert etekler yapmıştık korodaki arkadaşlara. Ah Tut-i Mucize Guyem söylemişlerdi. Selda çalıştırmıştı o koroyu. Askerler bilinmeyen bir dilde şarkı söylendiği için havalandırmayı basmıştı ve tabii ki basma demek, dayak demekti. Coplamak, kan revan içinde. Kar üzerinde saatlerce beklemek demekti. Ama buna rağmen bunları yapmak güzeldi. Kurallara boyun eğmemek güzeldi. Benzer şeyler mahkeme, hastane gidişlerinde de aynı dayatmalara maruz kalıyorduk. Hatta tek tip uygulamasında erkek arkadaşların çırılçıplak, ayakkabısız karın 00:30:00 üstünde havalandırmada bekletildiklerini gördüm. Çünkü elbiselerini mahkeme salonunda yırtmışlardı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment1810
Partial Transcript: Avukat görüşü fazlasıyla engellenmiyordu. Ama avukatla görüşmek bir süre sonra iddianame çıkmayınca çok anlamlı da olmuyordu yani. Avukat görüşme yani yaptırımın olmadığı her dönemde avukat ve aile görüşüne çıktık ama yasak yani bizim direndiğimiz, yaptırımların yoğunlaştığı dönemlerde çıkamadık. Ya biz çıkmadık ya çıkarılmadık. Bazen bizim çıkmadığımız da olmuştur. Fakat avukatların, avukat görüşleri yani böyle geçiyordu avukat görüşlerimiz. Mahkemeye ilk çıktığımızda yani üst araması dayatılmıştı mesela. Çıkamayan arkadaşlarımız olmuştu. Böl, parçala, yönet politikası gibi yani bazılarımız. Ben mesela ilk çıktığım günü hatırlıyorum böyle küçük bir kapı gibi bir yerden çıkmıştık ve askerler çift sıra dizilmiş ve sürekli vurmaya çalışıyorlar ve köpekler vardı. Şey gibiydi böyle distopik bir dünya gibiydi yani bir yokuşun üstünde ailelerimiz biz bir dayak koridorundan geçerek mahkemeye çıkıyoruz ve kelepçelenmişiz falan. Metris'in içindeydi mahkeme salonu ve oldukça büyük bir salondu. Kadın gardiyanlar ve polisler üzerimizi arıyorlardı ve bir sürü tabii ki tacize maruz kalabiliyorduk her seferinde. İşkencelerin tutanağa geçirilmesi, Nurettin'in kaybedildiğinin geçirilmesi ve duyurulması falan gibi çabalarımızda sürekli direnen bir mahkeme heyeti. Ve basın yoktu. Yani ailelerimiz bu yüzden basını her mahkeme sonrası geziyordu ve işte Şükran Ketenci falan yazmaya çalışıyordu. Diğer cezaevlerinden gelen arkadaşlarımızın durumlarına biz üzülüyorduk. Onlar bizimkine. Tabii biz kendimizi görmediğimiz için karşımızdakine bakınca herkes perişan bir vaziyette. Ama bu zulme karşı direnmenin onurunun bu işkenceyi durduracağını ve en azından bizden sonraki kuşakların bir dönem daha rahat olabileceğini biliyorduk ve biz de direniyorduk yani. Hiçbir yaptırımı kabul etmiyorduk. Mahkemeler şimdiki gibi bir komediydi. Yani her şey önceden sanki belirlenmiş bir senaryonun parçalarıydınız.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment1983
Partial Transcript: Ben karar 00:33:00 mahkemesinde tahliye oldum. Örgüt üyeliğinden de ceza aldım birçok insan gibi. Yani zaten karşılıyordu, o yüzden tahliye edilmiştim. Ve benim yargılandığım davada birçok kalem kırdı yani idam cezaları verildi. Birçok davada yani bu böyle zaten herkesin, benim iddianamemde 2 kez idamım isteniyordu. 2 kez mi 3 kez mi tam hatırlamıyorum şimdi. 3 kez idam edilmek ne demek diye herkese soruyordum yani asıp bir daha mı asacaklar falan. Tabii arka arkaya da idam haberleri de biliyorsunuz, Kadir ve Ahmet'ten sonra Erdal Eren ve birçok insanın asılması haberleri geliyordu. Birçok insan öldürülüyordu arkadaşlarımız sokaklarda. Vur emriyle aranıyor ve duvarlara resimlerinin yapıştırıldıklarını biliyorduk. Mahkeme de bir komedi gibi yani hukuk tartışılır bir biçimde devam etti ve biz, ben tahliye oldum. Ve karar mahkemesinde ailelerimiz bu kırılan kalemlere karşı tepki gösterdi. Avukatlarımız ve ailelerimiz mahkeme salonunda avukatlar cübbe attı, aileler yanımıza gelmek istedi ve mahkeme salonunda da dayak yedik. O gün, karar mahkemesinde. Ben öyle bir ortamdan tahliye oldum. Tahliye olmak da yetmiyordu. Gayrettepe 1.Şube'ye götürülüyordunuz. Sizi semt karakoluna teslim ediyorlardı, bir sürü karakol geziyordunuz ve yanınıza bir tane polis memuru verip sizi eve getiriyorlardı. Ben de 2-3 gün Gayrettepe'de tutuldum. Orada gene tehdit ve işkence tehdidine maruz kaldım. Sonra yanıma bir Şehremini Karakolu'na oradan da yanıma bir polis verilerek eve gönderildim. O kadar yorulmuştum ki elimdeki poşeti polis memuruna "Sen taşır mısın?" demiştim ve çok saçma gelmişti her şey. Böylelikle de tahliye olmuştum.
Yani soruşturmalar, hiç bitmeyen bir soruşturma ritüeliydi. O yüzden yani. Yeni birileri yakalanmış oluyordu bilmem yani her an yeniden gözaltına alınabilmek. Zaten, ben mesela Metris'ten 2 kez emniyete yeniden alınmıştım ve direnmiştik biz kadınlar koğuşu olarak. Cezaevinden tekrar emniyete alınmaya direniyorduk. Çok saçma bir nedenle alınmış ve geri getirilmiştim. Yani her an işkence her an tutuklanma her an baskı devam ediyordu diyebiliriz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2157
Partial Transcript: Tabii başta Didar Şensoy vardı. Daha sonra kendisini bir açlık grevlerine 00:36:00karşı cezaevlerindeki eylemde polis dayağı sonrası şeker komasında kaybettik. Öncü Didar Şensoy'du. İlk imza dilekçelerini toplayan. Leman Fırtına, Vahide Açan, Güzel Teyzeler, Selvi Teyzeler, Hüseyin Abiler, Ümit Sezerler, genç kadınlar. Bir sürü arkadaşımız ve annemiz. Benim annem, Zeliha Teyze, bir sürü. Hepimizin annesi vardı aslında. Yani aslında hepsi ev kadınlarıydı. Benim annem biraz daha aydın hani daha kamudan gelen bir kadındı ama çoğu annelerimiz yani benim annem de son yıllarda ev kadınıydı. Yani evlerinden çıkıp, çocuklarının hakları için ilk defa evlerinden çıkıyorlardı çoğu. Aslında hepsi birbirinden öğrenen önder direnişçiler oldular çocukları için. Yani ilk Didar Abla kardeşi Hasan için, Hasan Şensoy için Metris Cezaevi'ne ziyarete gittiklerinde çivili sopalarla dayak yediklerini fark edip müdürün odasını basarak başlıyor yani "İzin vermeyeceğiz işkence yapmanıza" diyor. Ve bu doğal önderlik aslında bir ölçüde bir insan hakları, yani bilincini de doğal bilincini de oluşturuyor onlarda. Yani insan hakları mücadelesi de bir kadın hareketi olarak doğuyor aslında bizim ülkemizde. Bunlar, bu kadınlardan işte bazılarını kaybettik. Leman Teyze'yi kaybettik, Vahide, Didar Abla'yı kaybettik. Hangileri-- Şimdi birini söylemesem öbürü-- Ya hepsi bizim annelerimiz, hepsi son derece değerli insanlardı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2290
Partial Transcript: Üniversite bitmişti ve benim atamam çıkmıştı Ordu Aybastı 50.Yıl Lisesi'ne. Fakat göreve başlayamadım. Zaten bizim hepimize kamu haklarından men cezası verildi, annelik babalık haklarımızdan da men edildik. Ne demekse yani. Taa yıllar sonra 78'liler Federasyonu'nun bir çalışması sonrası kaldırıldı bunlar ve biz neredeyse 40 yaşlarına gelmiş ya da geçiyorduk yani onca yıl bu hakları kullanamadık. E çocuğunuz olursa üzerinde bir hakkınız olmuyor, olmaması demek yani. Hiç. Miras hakkı başta olmak üzere herhangi bir hakkınızın olmaması demek. Ya benim tabii çocuğum olmadığı için bilmiyorum ama mesela ben kamuda çalışamadım. Bir öğretmendim. Matematik öğretmeni olarak atamam çıktığı halde göreve başlayamadım. 00:39:00 Yıllar sonra sabıkamız kaldırıldığında ve bu, bunlar silindiğinde 78'lilerin çalışmasıyla. Bu sefer bize çok komik, dediler ki "sınava girin." Yani KPSS sınavıyla atamanız yapılacak. Yani dalga geçer gibi yıllarca. Zaten ben insan hakları alanında çalışmaya başlamıştım o yıllarda. Yani insanların hayatlarıyla dalga geçmek gibi yani şimdi olduğu gibi aynı. Nasıl Barış Akademisyenleri görevlerinden alındılar ve bütün olanaklarını kaybettilerse, o zaman da bizler çalışma hayatından men edildik yani. Hayattan men edildik aslında yani varlığımız kendi direnişimizle sağlanmıştır yani.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2391
Partial Transcript: Ya ben 89'da bir kez daha böyle 15 gün büyük bir gözaltı ve 1 buçuk yıllık hapislik cezası sonrası yani bu kadar işkencenin, zulmün, kötülüğün karşısında hiçbir zaman umudumu yitirmediğim için aslında annelerimizin başlattığı insan hakları mücadelesini çok anlamlı buldum ve İnsan Hakları Derneği'nde çalış-- Zaten kuruluş döneminde hazırlıklarda da yer almıştım ve İnsan Hakları Derneği'nde başladım. Ve İnsan Hakları Derneği'nde uzun yıllar profesyonel olarak çalıştım. Daha sonra yönetici oldum. 2012 ve 14 yılları arasında da İHD İstanbul Şube Başkanlığı yaptım. Daha sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı'na 2014 yılında geçtim. Ve işkencenin, işkence gören kişilerin iyilik haline ulaşmalarıyla ilgili ve cezasızlığın önlenmesiyle ilgili burada çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2456
Partial Transcript: Ben 2 tane işkencecimle karşılaştım. Bir tanesi Garip ya Garip zaten insanlara hukuki tacizde, polis tacizi devam ediyordu yani sürekli takip ediliyorsunuz. Bir anda bir araç duruyor, "aracın içerisine gelsene, sohbet edeceğiz" gibi. Ben de bir gün böyle Üsküdar'da yürüyordum bir araç beni takip etmeye başladı ve göz bağımız olmadan gördüğümüz tek kişi Garip'ti herhalde. Beni çağırdı aracın içerisine. Ben de "sen, ne istiyorsan sen gel" dedim. Ve Garip'ti. Onunla öyle karşılaştık ve ben araca binmedim. O da benim ne kadar inatçı olduğumu söyledi ve ayrıldık. Bir de direkt işkenceye girmeyen ama bizi işkencehaneye götürüp getiren, çünkü işkencehane yukarıdaydı ve hücreler yani nezarethaneler aşağıdaydı. Gözlerimiz bağlı olduğu için bir memur bizi götürüp getiriyordu ve biz böyle çok bitlenmiş falandık yani. 90 gün banyosuz ve 00:42:00 ortamda kaldığımız için. O adam bir gün bana şey demişti, artık hangi kitaptan okudu bilmiyorum. "Ben sizin gibi düşünmüyorum ama size saygı duyuyorum" demişti beni götürüp getiren adam. Ben de bu klasik olarak "o zaman simit satabilirsin" demiştim. Ben tahliye olduktan sonra bir vergi dairesinin önünde mübaşir olarak gördüm onu, bana iş değiştirdiğini söyledi ama ben pek inanmadım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2553
Partial Transcript: Ya işkenceyle insana yapılmak istenen şey büyük bir umutsuzluğun, karanlığın ve sıkıştırılmışlığın içerisine itilmek. Yani beyninizin, bedeninizin ve ruhunuzun parçalanarak aslında sizi kişiliğinizden yoksun bırakmak. Sizi var eden koşulları ortadan kaldırmak hedefleniyor. Ben bu duyguları yaşamadım çünkü daha iyi bir dünyaya ve daha iyi bir geleceğe inanıyordum ve bana bunu yapanların olmadığı bir dünyanın kurulacağına inanıyordum ve sosyalist düşünceyi rehber edinmiş idim. Bu nedenle de beni parçalamayı beceremediler. Parçalanan insanları gördüm yani ruhları, bedenleri ve gelecekleri parçalanan. Oradan hastalanarak ruhsal ya da fiziksel olarak çıkan arkadaşlarımızı gördüm. İşkence herhalde bir insanın, insan eliyle insana yapılan en kötü edimlerden biri diyebiliriz. Hemen akabinde çıkmayan ama yıllar sonra bir X nedenle çıkabilen değişik etkiler yaratabiliyor. Yani ben işkencenin o anlık, o günlük, o saatlik olduğunu düşünmüyorum. İşkenceye karşı, işkence yapanların korunması, onların kod adlarının, maskelerin ya da göz bağlarının arkasında görünmez hale getirilmesine karşı da benim kişisel edinimim, eylemim direnmek ve açığa çıkartmak, hesap sormak şeklinde oldu. Bunu işkence gördüğüm andan itibaren rehber edindiğimi söyleyebilirim. Şimdi yürüttüğüm mücadele de bunun bir devamıdır. Asla cezasız kalmayacaklarına inanıyorum ve yanlarına da kalmayacağını düşünüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2694
Partial Transcript: Yani hesap sorabiliriz tabii ki yani faillerin sonuna kadar kimliklerinin 00:45:00 bulunması, işkence suçunu işlediklerinin kanıtlanması ve yargı önüne çıkarılması için mücadele etmek gerekiyor. Ben zaman zaman sonuçlar aldığımızı gördüm, hiçbir sonuç almasak bile bizim varlığımız engelleyici bir unsurdur. Yani "hayır" diyen, bu cezasızlık politikasına karşı duran ve bu suçu işleyenleri bulmaya çalışan insan hakları savunucularının ya da hak savunucuların ya da hukukçuların varlığı, adli tıpçıların varlığı önemlidir yani daha da pervasızlaşmayı engellediği gibi bir gün işkencesiz bir dünyanın mümkün olduğunu düşünüyoruz, olacağını düşünüyoruz biz ve ateşin düştüğü yeri yaktığına inanıyoruz. Yani 12 Eylül topluma çok önemli bir ge-- bir saldırıda bulundu yani bu postmodern diyorlar. Yani büyük bir saldırıydı aslında bu bir kuşağa, bir dönemi silmeye, bir gençliği ortadan kaldırmaya, işçi sınıfı mücadelesini köreltmeye, demokratik şeyleri tıkamaya, muhalefeti, ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştı ve ülkeyi çok geriye götürmeye ve kendini yeniden yapılandırmaya çalışan bir dünya sistemi karşısında hani kocaman bir devin omuzlarında küçücük cüceler gibi biz mücadele ettik. Ben şöyle söyleyebilirim. Ben cezaevinden çıktıktan sonra mesela bizim okuldan Kadıköy'e inen yolda biz her zaman marşlar söyleyerek yürürdük hak mücadelesi için. Böyle her şeyin, bütün yaprağın kımıldamadığı bir ortam olduğunu biliyordum ve ama birden bir ses duymuştum ve maça giden çocuklar olduğunu, maç holiganları olduğunu. Ben 12 Eylül'ün etkilerinin hala devam ettiğini düşünüyorum anayasasından, hukuk sistemine, işkencesinden, kültürel dinamiklerine kadar. Hala süren, 40 yıldır devam eden bir tehdit unsuru oldu. Ülke açısından da işte binlerce insanın katledildiği, hapsedildiği, hayatlarının çalındığı, gelişmeye açık dinamiklerin ortadan kaldırıldığı ve demokrasi, demokratik hakların epeyce geriye gittiği bir süreci ördü diyebiliriz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107918.xml#segment2876
Partial Transcript: Ya yaptığım hiçbir şeyden, hiçbir zaman pişman olmadım. Hayatımda hiç 00:48:00 keşkelerim olmadı. İnandığım her şeyi sonuna kadar yaptım ve bundan büyük bir keyif alıyorum. Dün, dün gerekenleri, bugün, bugün gerekenleri yapıyoruz. Ve çok onurlu bir his veriyor içime yani bunu söyleyebilirim. Yani bugün yaşadığımız süreçle 12 Eylül'ü karşılaştırıyorlar. "12 Eylül daha iyiydi" falan diyenler var. Faşizmin iyisi kötüsü yok. Her-- her süreç kendi özgül durumunu yaşıyor. Siyasal iktidarlar, hegemonlar ve totaliter faşizan yaklaşımlar her dönemin karakterine göre tarihte yerini alıyor. O tarihin sayfaları yakılıyor onlar tarafından. Ve çırılçıplak elleri olan genç insanlar da o perdeyi söküp alıyor. Almaya çalışıyor. Hak mücadelesi bir yandan yükseliyor ve devam ediyor. Bugün de aynı şeyi yaşıyoruz. Yani Boğaziçi direnişçileri boyun eğmiyor, LGBT hakları sokaklarda onur yürüyüşü yapıyor, kadın mücadelesi yükseliyor, işçi sınıfı hakkını aramak için fabrikaların önünde direniyor. Yani umut her zaman bir yerden içimizi ısıtan bir güzellikte avuçlarımızın içinde duruyor. Ama saldırılar, tabii ki hani her dönemi kendi karakteri içerisinde konuştuğumuzda biraz daha iyisi biraz daha kötüsü, "12 Eylül'de bile bu yapılmadı" denilen birçok şey sıralayabiliriz ama herhalde bunu saatlerce konuşmak yetmez. Ama yani daha özgür, demokratik ve bir dünyaya eriştiğimizi, erişinceye kadar bunlar hep olacak ve hep direnen birileri çıkacak.