https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment0
Partial Transcript: 12 Eylül sabahından önce Ankara'da bir toplantı için 13 Eylül'de gidecektim Ankara'ya ama fırsat olmadı tabii 12 Eylül gelince. Sabah zaten, sabaha yakın 3-4 civarında bütün arkadaşlarımızı evlerinden gözaltına almaya başlamışlardı. Beni de aldılar. Alır almaz da Artvin'deki gözetim yeri eskiden öğretmen okulu olan Çoruh kenarındaki bir kampüs diyelim, öğretmen okulu kampüsü. Burası, öğretmen okulu kapatıldıktan sonra Jandarma Alay Komutanlığı'na tahsis edilen bir yer. Tabii onun öncesi var kısa ona değinmekte yarar var. Buranın jandarmaya verilmeden önce bir okula tahsis edilmesi için il çapında bir imza kampanyası yürütüyorduk. Hatta o dosyaları, imza dosyalarını bakanlığa ben götürmüştüm. Jandarma alay komutanıyla da hem kızı benim okulumdaydı hem de öncesinde bir iki konuda tartışmamız söz konusuydu alay komutanıyla. Dolayısıyla 12 Eylül olduğunda zaten bütün sıkıyönetim komutanı ayrı bir de jandarma alay komutanı vardı. Bütün oradaki, sorgu yerlerindeki işlerin denetim işlerinde jandarma alay komutanı, Ahmet Selek yürütüyordu. Bizi özellikle 7-8 kişiyi gözetim koğuşu olarak kullandıkları yere koymadılar. Diğer arkadaşların yoğun olarak bulunduğu büyük koğuşların içerisine koymadılar. Öğretmen okulunun geçmişte buzdolaplarının işte gıda maddelerinin saklandığı bir zemin katta bir yere, ayrı bir yere koydular ve hepimizi birbirimize kelepçelediler. 3 gün boyunca, arkamızda her birimizin birer asker uyutmamak-- ayakta durarak sakladılar. O süreç içerisinde de bir akşam bu çok, o bölgede gözaltına alınanlar tarafından bilindiği için anlatmak istiyorum. O arada bir asker 00:03:00gelerek beni isimle çağırdılar, götürdüler bu büyük gözetim koğuşuna. Gecenin bir vakti sabaha yakın. İçeri girdiğimde gözlerim açık, içeri girdiğimde Jandarma Alay Komutanı Ahmet Selek, MİT mensupları işte sorgu timi polisler ve Ahmet Selek'le birlikte bazı askerlerin hepsi oradaydılar. Bütün o gözetim koğuşunda bulunan arkadaşların hepsi ayakta bekletiliyordu. Ortayı açtılar böyle ortada işte Ahmet Selek, "Artvin'i komünist ettin, kızımı komünist ettin işte bütün ilçeleri komünist ettiniz" falandır. İşte "kızımın hocası" o arada sarhoş kendisi. Hemen hemen hepsi sarhoş neredeyse oradaki sorgu timlerinin. "Kızımın hocası" diyor işte durmadan işte "kızımı da komünist ettin" diyor falan. Dil sürçmesiyle "kızımın kocası" diyor arada bir falan. Neyse bu 1 saate yakın sürdü. Orada bir tek dikkat ettiğim bir şey vardı arkadaşlarımızın önünde bize boyun eğdirmek istediler. Onlara psikolojik olarak işte "sizin arkadaşınızı bak böyle yaptık" demek istediler. Ben de cevap verdim onun söylediklerinin hepsine. Sonra bizi, beni tekrar aynı yere aldı getirdiler. Bu 12 Eylül fıkrası olsun. Getiren asker yolda gelirken durmadan şunu söylüyor arkamdan, "Ya" diyor "hoca senin ne biçim kayınpederin var." Ben ilkten anlayamadım işi. Tekrar tekrar "ne biçim kayınpederin var." Dedim "Kim benim kayınpederim?" "Ya Ahmet Selek" dedi, "kızının kocasıymışsın sen. Nasıl yapıyor" dedi "sana işte damadına böyle işler" falan. Ben de saydım bir sürü, "öyle kayınpederin başı batsın" falan filan diye. Bu fıkradır. Bunu halen daha anlatır arkadaşlar gülerek. Ve iki, üçüncü günden sonra hepimizi teker teker sorguya almaya başladılar. Ve o bölgede, Artvin bölgesinde ilk sorguya giren 8-10 kişiyiz biz. Bunların içerisinde Ender Karagöz var, Müzekkir Saymaz var, Erdem Uzun var, Yalçın Yılmaz var. Şimdi aklıma gelenleri hemen saymaya çalışıyorum. Ve ekimin, eylülün sonuna kadar, ekimin sanıyorum 3'ü 4'üne kadar sorguda kaldık. Tabii ilk sorgular, onlar da bu konuda deneyli değil. Çok acımasız işkenceler yaptıkları, birçok arkadaşlarımızın 00:06:00ayakları patladı işte ayakta duramaz haldelerdi falan. Son derece kilo verdi bütün arkadaşlar doğal olarak. Yara bere içerisinde kaldı. Bildiğiniz işkence türleri. Aklınıza gelebilen ne varsa hepsi var. Elektrikten tutun, falakadan tutun, sudan tutun işte öğütülmemiş tuzun üzerine patlamış yaralarla yürütmeden tutun. Yani aklınıza gelebilen her türlü işkence yöntemi uygulandı. Sonra ne olduysa, bu süreçten sonra her birimiz sorgunun dışında kalan bölümlerde, kısa aralıklarla da herkes ya bir kalorifer demirine ya şeye bağlı olarak kaldı, kelepçeli olarak kaldı. Hatta birçok arkadaşımıza-- benim de vardır bileklerimde kelepçe kesikleri. Onun dışında kalan bölümler zaten sürekli sorgu halinde geçti, işkence altında geçti arkadaşlarımızın. İşte ben TÖB-DER'i anlatmaya çalışıyorum. Diyorum ki "Ben TÖB-DER genel yönetim kurulu üyesiyim. Bu örgütlülük içerisinde çalıştım. Bu kapatılıncaya kadar yasal bir dernekti." "Hayır" diyorlar "bize Dev-Yol'u anlat." Baskı bu. Bir sürü isim istiyorlar işte falan, kim ne yaptı falan gibi böyle. Artvin'de olmuş bitmiş ne kadar olay varsa onların tamamını soruyorlar ve bu süreç ne zaman bitti-- 3 Ekim'e sanıyorum, yanlış hatırlamıyorsam 3 Ekim'de bitti. Bizi apar topar, hepimizi, eskiden Artvin'de Lif Levha Fabrikası denen fabrikanın 7-8 katlı lojmanlarının en üst katında "Revir" diye bizi oraya kaldırdılar hepimizi. Çünkü gerçekten hem ilk olması açısından hem de onlara göre Artvin'deki bütün siyasi hareketin onların deyimiyle ele başısı durumundaki kişileri sorguladıkları için ağır işkenceden geçti arkadaşlarımız ve o revir denen yere kaldırdılar bizi. Orada yaptıkları bir tedavi falan da yoktu. Çünkü herkes yara bere içinde, perişan durumda, fiziki olarak ayakta duracak halde değil. Günlerce hem aç, susuz, uykusuz ve işkenceye maruz kalınca da bu süreçte bir tedavi de yapmadılar. Revirde bize herhangi bir tedavi falan yok. Herhangi bir doktor kontrolü yok. 00:09:00 Alınmış bir rapor yok o tarihte. Sanıyorum 2 gün kaldık orada.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment552
Partial Transcript: 5 Ekim gecesi, sabaha yakın 3 civarında, üstümüzde başımızda giysi de yok doğru dürüst. Hemen hemen neredeyse yarı çıplak bütün arkadaşlar. Mesela ben bir, üstümde bir şey olmadığı için alt katta kadın arkadaşların kaldığı bir yerden bir kadın mantosu getirdi askerler bana. Ben o mantoyla gittim Erzurum'a. Pantolonu bir başkasının pantolonunu getirdiler. Benim gibi 2 kişinin sığabileceği genişlikte bir belli pantolon. İple bağladım falan filan. Diğer arkadaşlar aynı durumda ve 5 Ekim gecesi, sabaha yakın 3 civarında bir askeri konvoy eşliğinde Erzurum'a getirdiler. Getirdiler ama normal Artvin-Erzurum karayoluyla değil de Oltu-Olur, Narman üzerinden dağlardan geçen bir yoldur bu. Oradan bizi Erzurum'a getirdiler. Erzurum'a indiğimizde artık sabah açılmıştı. Bizi 1 saate yakın Erzurum'un ana caddelerinde gezdirerek işte "Artvinli teröristler yakalandı" bilmem ne diye anons ederek, o konvoyla beraber dolaştırdılar. Sonra bu timin, bizi getiren timin komutanlığını da yapan yüzbaşı, benim okulumda Fransızca öğretmenliği yapan bir kadın arkadaşın kocasıydı. Bizden sorguda olduğumuz tarihte de Artvin'de sürekli yapılan propaganda işte falanları filanları, isim isim sayarak birkaç kişinin ismini. İşte onları öldürdük. Bilmem kaybettik falan gibi de tabii şeyler, propagandalar yapılıyordu. Bir tek revirde olduğumuz süreçte, onu atladım ben o benim için çok önemli. İlk defa annenle, seni getirmişti aşağıya, en üst kattan, camdan aşağıya bakma izni verdiler. Hatta seni kucaklayıp askerler getirdiler içeriye, revirin olduğu yere. İşte kısa bir süre belki 5-10 dakika kalabildin orada. Küçük bir not kağıdı yazdım, üzerine giydiğin bir külotlu çorap vardı. Annene bir not iletmek istedim. Onu külotlu 00:12:00 çorabın içerisine koyarken de tembihledim, "Bunu sakın kimseye gösterme, eve gidince annene göster" diye. Ve o gecenin sabahı da zaten Erzurum'a götürdüler bizi. Onu annen belki sana anlatmıştır. Sonra yalnız kalınca annene "Babam not gönderdi" diye sessizce kulağına söylemişsin. Ve Erzurum'da biz artık cezaevine götürüleceğimize inanarak sorgu yerine gitmeyeceğimizi umarak gidiyorduk. Bizi Erzurum-Kars karayolu üzerindeki "Bölge Trafik Müdürlüğü" denen bir binanın önüne getirdiler. Bu binanın bütün bu anayoluna bakan bir bina, kenarında bir bina. Binanın bütün camları, gözlerimiz açık. Demir çerçevelerle kapatılmış vaziyetteydi. Anladık tabii nereye geldiğimizi. Nitekim bizi giriş kapısından girdiğimiz andan itibaren 2 kat toprak altı olan bir yere indirdiler. Uzunca bir koridora. Bu koridorda 1'e 1 buçuk, 2'ye 1 buçuk hücrelerin olduğu bir bölümdür burası. Ve bizi biraz daha büyük olan bir hücreye, 13 kişiyi kapattılar. Ayakta 13 kişi zor duracak bir durumda. Herkes yara bere içinde zaten ayakta duramıyor. İçimizde 3 tane yaşlı abimiz var. Bunların 2'si öğretmen 1'i muhasebeci. O tarihlerde 60'lı yaşlarda, 65'li yaşlarda falan. Çok kötü işkence görmüşlerdi. Hele birisi oturamaz haldeydi. Ertesi sabah bu Bölge Trafik Müdürlüğü'nde ilk beni sorguya aldılar. İkinci olarak da Secaattin arkadaşımı, Artvin TÖB-DER Şube Başkanı bu arkadaşımız o tarihte. İkinci olarak da onu almışlardı. Ve biz orada da aynı işkenceler devam etti ve Ekim'in sonuna kadar biz orada sorguda kaldık o ekip. O sorgunun sonunda bizi oradan alıp, 3 No'lu Cezaevi denen, içerisinde hiçbir tutuklunun olmadığı koskoca bir askeri birliğin içerisinde büyük bir binaydı orası. İlk defa bizi aldılar oraya. Kısa süre orada kaldıktan sonra 2 Nolu Cezaevi'ne aktardılar 00:15:00bizi. Yine askeri birliğin içerisi burası, Kars karayolu üzerinde. Epeyce müddet orada kaldık. Şeyin, 2 [3] Nolu Askeri Cezaevi'nde. Artık doktor taleplerimizin, muayene taleplerimizin hiçbir tanesi karşılanmadı maalesef. Hepimizdeki yaralar, arkadaşlarımızın-- çok ağır yaralı olan arkadaşlarımız vardı işkenceden dolayı. Bunların hepsi kendi koğuştaki olanaklarla var olan, pamuğu bile zor buluyorsun, işte hiçbir şey ya da ilaç yok, herhangi bir şey yok. Onlar zaman içerisinde yavaş yavaş kendi koğuş dayanışmasıyla geçiştirilmeye çalışıldı falan. Bu süreç içerisinde 2 Nolu Cezaevi'ndeyken yine bir gün benim ta 71'den Erzurum'dan arkadaşım olan Halit Güneş'le aynı koğuşa düştük tesadüfen yıllar sonra. Halit bir gün koğuş sorumlusuydu. Koğuşun bir başında onun yatağı bir başında bizim kaldığımız yatak. Böyle şaka yollu dedi "Hadi bugün sizi yemeğe davet ediyorum ben" falan. Koğuşun bir başından öbür başına geçtik. Tam yemeğe otururken hiç unutmuyorum kuru fasulye vardı. Çok şey, özel bir yemek cezaevi için. Tam o arada da o günlerde çokça dışarıda tutuklanan olduğu için cezaevinden yasa dışı olarak sorguya götürüyorlar. Bunun adı korsan sorgu. Cezaevi terimiyle. Ben de takıldım tam beyaz minibüs gelince kapıya. Dedim ki "Halit, gidip bir sağlam parka giyelim, çorap giyelim, kazak giyelim bak geldi minibüs" falan. Böyle takılıyoruz birbirimize. Tam o arada kapıdan içeriye girdiler koğuşa. Önce benim ismimi okudular. Hemen gözümü bağladılar koğuşta. Sonra Karslı bir arkadaşımız Hasan Alıcı. Onu gözünü bağladılar. Yine Karslı, fotoğrafçı bir yaşlı, 65 yaşlarında Kemal Abi dediğimiz bir arkadaşımızın gözünü bağladılar. Ve bizi yine Kars-Erzurum karayolu üzerindeki aynı işkencehaneye, bölge trafik müdürlüğüne götürdüler. Tabii ekip aradan geçen zaman içerisinde de hiç değişmemiş. Bana da durup durup "Şef" diyorlardı oradaki sorgucular. "Şef" dediler "sen cezaevinde de rahat durmuyorsun, öyle mi" dediler "gel bakalım." Gittik, tabii niye gittiğimizi hiçbirimiz bilemiyoruz. Nedir, problem ne? Sonra sorgu başladı. 00:18:00Sanıyorum bir 25-26 gün sorguda kaldık o dönemde de. Bu korsan sorguda. Tam o tarihte annemle babam görüşe gelmişlerdi oraya götürdüklerinde. Tabii nerede olduğumuzu kimse cevaplamıyor. Ölü müyüz, sağ mıyız ailemize kimse cevap vermiyor. Böyle bir süreç de yaşandı o tarihte. Sonra olayı öğrendik tabii. Olay bir askerde, bir not yakalanıyor nöbetteyken. Ve yakalandığı yer bizim kaldığımız koğuşun, bizim yattığımız pencereye çok yakın bir yer şey olarak. Pencerenin, camın birisi de hafifçe köşesinden kırık olsa olsa bu not buradan alınıp verildi hesabı yaparak bizi götürdüler. Tabii asker bir şey söyleyemiyor çünkü bizimle bir ilişkisi yok. O arada Sütevler'de bir başka ev var. Orayla iletişim var falan. Sonradan öğrendiğimiz şey bu. Ve biz tabii reddettik "askerle hiçbir ilişkimiz yoktur" dedik. Ama 20-25 gün maalesef 3.bir işkenceden de geçtik. Sonra bizi gece apar topar böyle tedirgin bir biçimde hatta bana, üstümüzde bir şey olmadığı için askeri parka getirdiler, giydirdiler falan. Ondan, o ciple getirip tekrar bizi aynı koğuşa, cezaevine bıraktılar. Nedenini sonra öğrendik. Hasan'ın babası, Kars'ta böyle etkili yetkili birileri. Bir tanıdık alpay sanıyorum birilerini bulmuş. Ondan sonra da onun baskısıyla bizi öyle apar topar getirip tekrar bıraktılar. 2 Nolu Cezaevi sonrası, Karskapı denilen yerde eskiden bildiğimiz at ahırları diye kullanılan bir yeri cezaevi yaptılar. Sadece önünde bir küçücük havalandırma penceresi olan, başka da hiçbir penceresi olmayan tipte koğuşları olan eski yapı bu. Tarihi yapılar bunlar. Orayı A-B Blok olarak, 2 blok halinde cezaevi yaptılar. 83 yılına kadar o cezaevinde kaldık şey olarak. Tabii o dönem cezaevinde sürekli baskılar, bir şey fark etmiyor, yani sorgu yerinde gördüğünüz işkencenin başka biçimlerini cezaevinde görüyorsunuz yine. En basiti havalandırma yasak, tuvalet yasak. İzin verilmedikçe işte şununla 00:21:00konuşmak yasak. Koğuş içerisinde her akşam sayım vermek gibi sayılamayacak kadar çok kural. Bütün bunlar tabii o dönemdeki tretmanın askeri cezaevlerinde uyguladığı şeyler, uygulamalar. Tabii devrimci insanlar ona boyun eğmek istemedikleri için de içeride neredeyse hemen her gün insanlar coplanıyor, işkence ediliyor bir başka türlü. İşte havalandırmada buzun üzerine yatırılıyor, saatlerce orada bekletiliyor insanlar. Ve buna benzer şeyler. Daha sonra bu mavi elbise çıkınca, elbise giymeme eylemleri başladı. Dolayısıyla bu baskılar karşısında da benim hatırladığım kadarıyla, orada kaldığım sürece 3 kez açlık grevi oldu. Bu açlık grevleri sona erdikten sonra bir müddet düzelme söz konusu oldu. Bir ara bütün koğuşları açtılar. Havalandırmaya bütün koğuşlar ortak çıkabiliyordu. Ama bunlar bıçak sırtı gibi saniyelik değişebilen kurallar. Canı istediği zaman kapatıyor, her şeyi yasaklıyor. Gazete girmiyordu ilk zamanlar. Kitap girmiyordu. Radyo yok. Televizyon yok. Hiçbir şey yok. Tabii Türkiye'de 12 Eylül'ün cezaevleri içerisinde Diyarbakır, Mamak çok bilinen, duyulan ve üzerinde çok konuşulan cezaevleri. Çok ağır şartları olan cezaevleri gerçekten. Ama bütün cezaevleri o kadar olmasa bile ona yakın biçimde her türlü işkencenin sürdüğü cezaevleridir gerçekten. Diğer sıkıyönetim bölgelerindeki arkadaşlarımızla da çıktıktan sonra konuştuğumuzda hemen hemen aynı şeyleri duymak mümkün.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment1385
Partial Transcript: En son, tabii ben 2 davadan- hem Artvin Devrimci Yol davasından hem TÖB-DER Genel Merkez davasından aynı anda yargılanıyordum. İkisinden de tutukluydum. Dolayısıyla TÖB-DER davası Ankara'da sürerken ben hiçbir biçimde davaya müdahil olamadım. Ancak oradaki avukatlarımız müdahil oldular. İddianameyi, TÖB-DER iddianamesini zorla getirterek, ifade vermeyeceğimi söyleyerek Erzurum'da ifade almak isteyen hakime zorlayarak getirttim. Ve öyle savunma yapmaya çalıştık. 83'ün Kasım'ında TÖB-DER davası kesinleşince beni Mamak'a göndermek istediler. Dava orada 00:24:00görüldüğü için, TÖB-DER davası. Cezaevi komutanına artık cezamın kesinleştiğini, Mamak'la, Mamak'ta yatan arkadaşlarımızın da oradan alındığını başka bir cezaevine gönderildiğini biliyordum ben. Dolayısıyla Mamak'a gitmek istemediğimi söyledim. Yazıştılar. En son beni Erzurum Sivil Kapalı Cezaevi'ne naklettiler Askeri Cezaevi'nden. Cezam kesinleştiği için. Sivil Cezaevi'nde de sanıyorum bir 3 ay ya da 4 ay şimdi geçmiş zaman. Net hatırlayamıyorum. Kaldıktan sonra oradan da Malatya E Tipi Cezaevi'ne naklettiler. Malatya Cezaevi'ne naklettiklerinde bizimle beraber otobüste olan diğer tutukluların çoğu eski Sivas davasının faşistleriydi. Sadece benimle bir Ağrı'dan arkadaş, devrimci bir arkadaş. İkimiz varız. Diğeri otobüsün faşist doluydu. Biz de açlık grevindeydik o sevk yapıldığı zaman askeri cezaevini desteklemek için. 16.gün falandı. Tabii her tarafımız açlık grevinden kaynaklı şiş halde falan. Tunceli Pülümür'de mola verdiler. Bunların hepsini indirdiler. Orada bir salaş, restoran gibi bir yerde onlara yemek yedirdiler. Yemek yemelerine izin verdiler. İkimizi indirmediler, tuvalete bırakmadılar. Hatta itiraz ettiğimiz için otobüsün içerisinde de dipçiklediler falan. Ve öylece Malatya E Tipi Cezaevi'ne geldik 83'te. Yine cezaevi girişinde bu diğerlerini hiçbir şey demeden sessizce aldı götürdüler. İşte bize mavi elbise giydirmeye çalıştılar. Giymeyeceğimizi söyleyince orada işkence hemen başladı. Bu, Ağrılı arkadaşla beni müşahede hücreleri denen cezaevinde ayrı bir bölüm vardır, E Tipi Cezaevlerinde. Oraya koydular. Aşağı yukarı yanlış hatırlamıyorsam bir 40-45 gün tek hücrede kaldık yan yana o arkadaşımızla. Ayrı hücrelerde. Sonra kız kardeşimin eşi o tarihte Kahramanmaraş'ta savcıydı. Ziyarete gelmişti cezaevine ve hücrede olduğum dönem bu. Üstümüzde başımızda doğru dürüst giysi de yok. Olan da zaten simsiyah her şey. Götürdüler, infaz savcısının odasında görüştürdüler falan. İnfaz savcısı şaşırdı. "Hangi koğuşta 00:27:00kalıyorsunuz siz?" Dedim "hücredeyiz." "Nasıl yani" dedi. "Burada hücrede kimse yok" dedi. Sanki bilmiyor adam. Ve Osman gittikten sonra hücreden aldılar bizi. Başka koğuşa verdiler. O koğuşta da yine Artvin'de lisede beraber çalıştığımız Ali Demir [Güven] diye bir arkadaşımla tesadüfen karşılaştık. Koğuşta da kısa süre kaldık. Sonra bir başka koğuşa verdiler. Yine 68 hareketinden Oktay Etiman'la aynı koğuşta uzun süre yattık. Aynı havalandırmaya eski Dev-Genç başkanı Ziya Yılmaz camdan konuşabiliyorduk ama yine birbirimizi görebiliyorduk her gün. Ertuğrul Kürkçü başka bir koğuştaydı. Onunla görüşme olanağımız olmadı o tarihte. Ve 85 yılının sanıyorum, sonuna doğru tabii infaz tamamlanınca, 8 yıl cezanın infazı oradan Malatya E Tipi Cezaevi'nden tahliye oldum. Bu arada infazı Devrimci Yol davasından tutuklu olarak kaldığım süreleri TÖB-DER davasına saymamaya çalıştılar. Avukat çok uğraştı, avukatımız. Sonunda o şeyi, yattığımız süreyi TÖB-DER davasına kattılar. Dolayısıyla öyle çıkabildik. Şöyle söyleyebiliriz onu, Erzurum'daki avukatım Vedat Altun diye bir avukatımız vardı bir de İsmet Atalay. Avukat görüşmemiz bizim ancak 81-- Dava açılma aşamasına çok yakın bir zamanda avukat görüşmesi ancak yapabildik. Ondan önce zaten avukat görüşmesi diye bir şey yasak. İkincisi, Erzurum'daki Dev-Yol davasından önce 146/3'ten açtılar davayı. Onun karşılığı da 15 yıl falan ceza o tarihte. Sonra onu 168/1'le değiştirdiler iddianamede. Başkalarıyla, arkadaşların tümüyle ilgili. TÖB-DER davasında 141/1 yani gizli örgüt kurmak, sevk ve idare etmek olarak yargılandık. Tabii TÖB-DER davası kesinleşince ceza, 8 yıllık ceza Dev-Yol davasında örgütü sevk ve idareden TÖB-DER davasında ceza aldığım için Artvin Dev-Yol davasında yeniden ceza tesisine yer-- 00:30:00 gerek yoktur diye karar aldılar. Ve dolayısıyla tutukluluk halini kaldırdılar. TÖB-DER davası kesinleştikten sonra oluyor bu ama. Ondan önce 2 dava birlikte yürüyor. Dolayısıyla aynı örgütten 2 kez ceza verilemeyeceği için Dev-Yol davasındaki cezayı kararı bağlamadılar. TÖB-DER önce bittiği için. Karara bağlandığı için.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment1828
Partial Transcript: Ve infaz tamamlanıp bittiğinde cezaevinden işte, E Tipi Cezaevi Malatya'da o tarihte, Elazığ yolu üzerinde çok sapa bir yerde olan bir yerdi. Annenle, kayınpeder gelmişlerdi Malatya'ya. Fakat o arada bir polis cipine aldılar beni. Niye aldıklarını şimdi kafamda tartmaya çalışıyorum falan. Şehre doğru gidiyoruz. Her tarafı seyrediyorum ilk defa seneler sonra. Ve [Malatya] Emniyet Müdürlüğü'nün önüne getirdiler. Emniyet Müdürlüğü'nün en üst katına çıktığımızda, çıkardıklarında koridor yüzleri duvara dönmüş birçok insanla doluydu. Gözaltına alınmış insanlar vardı. Ve beni bir komiserin odasına soktular. Tabii niye şeye, o komiser hiçbir şey söylemeden dedi ki "tamam duvarın oraya bırakın" dedi "bir dursun orada." Tabii diğer o gözaltındakileri arada bir copluyorlar, o arada ben de coplanıyorum. Onca sene yatmış biri olarak. Sonra ikide bir dönüp diyorum ki "Ya beni niye buraya getirdiniz?" dedikçe onlar iyice kızıyorlar, copluyorlar falan. En son komiser dedi ki, "Bir getirin bakayım bu ne diyor ya." En son getirdiler beni. Dedim ki "Ya ben ceza yatmışım, bu kadar ceza. Beni buraya niçin getirdiniz? Ben asker kaçağı değilim. Askerliğimi yapmışım. Başka bir ifade için mi getirdiniz, onu söyleyin bana?" Birbirine baktılar, sordular ettiler. Niye geldiğimiz belli değil ve sonra dedim ki "O zaman benim yakınlarım buradalar, onlar şimdi beni merak ediyorlar. Çıktığımı biliyorlar." "Bir de" dedim "benim bir akrabam var. Ona telefon edeceğim." "Kim?" Dedim "Bir savcı var" dedim, "ona telefon edeceğim." Onu deyince tutuştular iyice. Ve beni hiç sorgusuz, sualsiz hiçbir işlem yapmadan getirip Emniyet Müdürlüğü'nün kapısına bıraktılar dışarıya. Ondan sonra annenle, Hasan Bey'le buluştuk. Oradan da 00:33:00 Ankara'ya geldik. O gelişten sonra da işte bütün yaşamımız 30 yıla yakın Ankara'da geçti. Mektupla iletişim o tarihte, işte herkes ailesine, çocuklarına mektup yazarak iletişim kuruyor. Eğer cezaevinin özel bir cezalandırması yoksa yani görüş yasağı bu tür işler yoksa bazen 15'te 1 falan görüş yaptırılıyordu. Tabii o da aileler için ayrı bir işkence. Onları dışarıda Erzurum'un soğuğunda sıraya sokuyorlar, üstünü arıyor, başını arıyor. Getirdiklerini kontrol ediyorlar. Bir sürü hakaretler ediyorlar o insanlara. Tabii aileler açısından da çektikleri ayrı bir işkence. O dönemde görüş yasakları ancak açlık grevleri dönemi ya da içeride herhangi bir eylem konmuşsa cezaevinde yasaklama yapıyorlardı. O tarihlerde görüş yapılamıyordu. Malatya Cezaevi'ne zaten kimsenin gelip gitme şansı yok uzaklık açısından, benim açımdan. Artvin'den oraya gelip gitmek en az 3-4 günlük bir yol demek. Dolayısıyla sık görüşme olanağımız olmuyordu. Bu arada tabii annen Ağrı'ya sürülmüştü o tarihte. Ağrı'da öğretmenlik yapıyordu. Zaten sık sık gelme şansı da yoktu çünkü izin almak zorundaydı. İzin almak son derece zordu o tarihlerde. Çok sık görüştüğümüz söylenemez ama çok sık mektuplaşıyorduk, mektup yazıyorduk. O mektuplar sanıyorum halen duruyor bir yerlerde. 2 No'lu Cezaevi sanıyorum, yanlış hatırlamıyorsam. Orada bir biraz daha insancıl olan bir astsubay vardı. Nevzat isminde. Evet, iyi hatırlıyorum. O Özlem ile senin için şeyden, kantinden bisküvi gibi bir şeyler aldırmıştık. Görüş yeri tel örgülü bir yerdi. Tel örgünün arasından onları verdik. Siz ikiniz toprağın üzerine oturdunuz, onları yemeğe başladınız. İşte biz de annenle görüşüyoruz falan. Seni sonra koğuşun içerisine getirdiler. O astsubay aldı getirdi. Çoğunlukla koğuştaki arkadaşlarla, Artvinli arkadaşlardı yatanlar, büyük bölümü. Tabii herkes kucaktan kucağa, orada dolaştın falan. Çok da şey yapmıştın, şaşırmıştın böyle. Öyle bir süreci hatırlıyorum ben.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment2156
Partial Transcript: Artvin'de özellikle 12 Eylül döneminde işkencede öldürülen 2 tane 00:36:00arkadaşımız var. Bir tanesi öğretmen arkadaşımız Cengiz Aksakal bir diğeri de genç arkadaşımız Ensar Karahan. Bu 2 arkadaşımızın öldürülmesiyle ilgili bu Ahmet Selek, Ferit Ildırar, sanıyorum Mecdi Cengiz. Bunlar sorgu ekibi aynı zamanda. Şimdi diğer polislerin adını hatırlamıyorum. Araştırsam onları da bulabilirim tabii. Bunlar yargılandılar uzunca zaman. Ama ne yazık ki içeride çok az kaldılar. Özellikle Ahmet Selek ve Ferit Ildırar çok az cezalarla kurtardılar bu işi. Onun dışında Artvin'de bu işkencelerden ötürü özel bir davayı hatırlamıyorum. Çünkü hiçbirimizin raporu yok. Yani o işkence izlerini tespit etme gibi herhangi bir şey yok o tarihlerde. Maalesef. Şöyle-- Bu, tabii sorgu sırasında sürekli gözler bağlı olduğu için, 20-25 gün hiç açılmayan bir göz bağından söz ediyoruz. Gün ışığı görmeyen bir insandan söz ediyoruz. Hiçbir şey yemeyen, hiçbir şey içmeyen insanlardan söz ediyoruz. Tabii o süreçte bir süre sonra fiziki olarak artık beyin hiçbir şeyi algılayamaz hale geliyor. Bir tek şey sizi etkiliyor işte çok yüksek voltaj elektrik verilmişse ya da çok yüksek dozda kaba işkence yapılıyorsa. Ya da işte kırılmış bir kaburganız varsa gibi böyle yoğun işkencelerde ancak kendinize gelebiliyorsunuz. Onun dışında zaten yarı uyur vaziyettesiniz. Fiziki olarak vücut ve beyin artık sizi idare edemez haldedir. Bunun psikolojisi de ayrıca tabii var. Dolayısıyla o tür şeyleri daha sonra duyduk çokça. İlaç falan işlerini ama ne derece doğru-- Onu bir şey söyleyemiyorum maalesef. Ama özellikle 2 No'lu Cezaevi'ndeki uygulamalar gerçekten ağır uygulamalardı. Özellikle A Blok'ta gençlerin ağırlıklı kaldığı bütün siyasi hareketlerin doğudan, Kars'tan, Ağrı'dan getirilen arkadaşların bütün siyasi hareketlerden arkadaşların olduğu bölümde de çok yoğun baskılar, işkenceler çektiler onlar da. Onu iyi biliyorum. 00:39:00Dolayısıyla bütün bu sürece rağmen açılmış davalardan haklı çıkan hiçbir arkadaşımız olamadı ne yazık ki. Hepsi bir biçimde ya beraat ettirildi ya dava zamanaşımından düşürüldü. Ve o insanlar, o işkenceciler ellerini kollarını sallaya sallaya toplum içerisinde yaşamaya devam ettiler. Tabii bitmedi cezamız, nedeni şu. 141'e 1'den ceza aldığımız dönemde, o dönemde sadece ceza, 8 yıl cezayla kurtaramıyorsunuz. Bütün kamu haklarından ömür boyu men cezası var. Alt başlık. Yine 3 buçuk yıl İzmit'te genel gözetim altında kalma cezası var. Aynı cezanın eki. Dolayısıyla şey, dışarıda da devam ediyor, ceza. Bir anlamda. Ama bu 141'e 1 Özal'ın döneminde kaldırıldığı için tam İzmit'e gidecek aşamadaydık işte o zaman. 141'e 1 kaldırıldığı için gözetim cezasından kurtulmuş olduk. İzmit'e gitmedik dolayısıyla. Ama kamu haklarından men olduğumuz için de göreve dönme şansımız zaten yoktu. Fakat 141'e 1 kaldırıldıktan sonra, tüm sonuçlarıyla kalktığı için yeniden kamu görevine dönme olanağı bulduk. 26 [24] yıl sonra. Evet, maalesef mesleğimizi yapma şansı bırakmadılar bize. 2003 yılında yeniden göreve döndüm ben ve Akçakoca'da başladım ilk defa göreve. Daha sonra Ankara'ya geldim ve Ankara'dan emekli oldum. Şöyle, söyleyebiliriz onu TÖB-DER davası bence sadece Türkiye hukuk sisteminin değil, dünya hukuk sisteminin üzerinde dönüp dönüp çalışması gereken bir davadır. Çünkü biz 12 Eylül öncesi de birçok konuda, 12 Eylül iddianamesinde yer alan birçok konuda yargılanmış, beraat kararları almış, takipsizlik kararları almış örgütüz. Buna rağmen aynı şeylerden yeniden yargıladılar. 9 yıl, 8 yıl, 5 yıl gibi cezalar aldı arkadaşlarımız. İlginçtir. Yakalanmayıp, yurt dışına siyasi göçmen olarak çıkan genel başkan TÖB-DER'in Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, Genel Sekteri Kemal Uzun da dahil olmak üzere dosyalara ayrıldı biz yargılanırken TÖB-DER 00:42:00davasında. TÖB-DER davası sonuçlandıktan sonra bu arkadaşlarımızın ayrılmış dosyaları daha sonra sivil mahkemede yeniden gündeme geldi ve beraat kararı verdi sivil mahkeme aynı davadan. Yani biz 8 yıl aldığımız davadan, aynı genel başkan, genel sekreter ve diğer merkez yürütme kurulu üyeleri ve genel yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımızın bir bölümüne beraat kararı verildi. Bu bir hukuk garabetidir ülkedeki. İkincisi, tabi TÖB-DER'in sadece dernek olarak kapanmasıyla her şey bitmedi çünkü TÖB-DER Türkiye'deki kitle örgütleri içerisinde mal varlığı açısından en büyüklerden bir tanesiydi. Çok mal varlığı olan bir örgüttü. Nedeni de şu, federasyon, TÖS ve o dönemden bu tarafa gelen üyelerinin ödentileriyle edinmiş olan taşınır, taşınmaz mallar açısından gerçekten çok zengin olan bir örgüttü. Kapatma davası verildiğinde idari tedbir olarak yazar bunu mahkeme kararında. Buna rağmen mallarına el konulmuştur ama mücadele burada bitmedi. Biz, çoğu arkadaşımızı kaybettik tabii o genel yönetim kurulu üyesi arkadaşlarımızdan. Ama hayatta olanlar biz halen bu, bu davayı sürdürüyoruz. Şu anda dava Anayasa Mahkemesi'nin önüne kadar geldi yeniden. Muhtemelen reddedecektir malların iadesini. Dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşınacak yeniden dava. Yani bu şey sürüyor, bu mücadele sürüyor halen. Takip ediyoruz onu, avukatlarımız var. Arkadaşlarımız onu takip ediyorlar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment2650
Partial Transcript: Şimdi birincisi şu, ülkenin şu andaki siyasal tablosuna baktığımızda aslında aynı sayfanın arkasında 12 Eylül'ün açtığı bir kanalı görebiliriz. Nedir o kanal? Şudur. Birincisi, TÖB-DER üyesi öğretmenler ilerici, demokrat, devrimci insanlardı. Sosyalist insanlardı. Yansımasını esas tartışmamız gerekiyor ya da söylememiz gerekiyor. Birincisi şu, Türkiye'de yetişmiş öğretmen, deneyli öğretmen kadrolarının çok büyük bir bölümü 12 Eylül sonrasında ne yazık ki mesleklerinden oldular. Mesleğe dönemediler ve 00:45:00okullarda bu anlamda büyük boşluklar oluştu. Belki de 12 Eylül cuntacılarının en büyük verdikleri zarar budur. Yetişmiş öğretmen kadrolarını saf dışı bıraktılar. Dolayısıyla da okullarda demokratik eğitimin d'si kalmadı. Bilimsel eğitim kalmadı. Ve bundan daha kötüsü 12 Eylül öncesi kapatılmış olan öğretmen okullarına ek olarak eğitim enstitülerini kapattılar. Eğitim enstitüleri bu ülkede, bunu bilim insanları da araştırmacılar da söylüyor, Köy enstitülerinden sonra öğretmen yetiştiren en önemli okullardan bir tanesiydi. Ne yazık ki onu da kapattılar. Ve öğretmen yetiştiren kurum maalesef bu ülkede kalmadı. Sonra eğitim fakülteleri adıyla yerler açtılar ama oradaki gerek mesleki enformasyon ve buna benzer şeyler eski eğitim enstitülerindeki kadar değer verilmediği için, önemsenmediği için de ne yazık ki gerçekten öğretmen, öğretmenlik mesleğini gerçek anlamda yapabilecek öğretmenler yetiştirilemedi. Bunun anlamı şudur, bu ülkenin gelecek 50 yılını, 100 yılını bu ülke heba etmiştir. 12 Eylül cuntasından sonra. Çünkü o kadrolar bir daha dönemediler ne yazık ki görevlerine, büyük bölümü. Ve bugün toplumda yaşadığımız, ülkemizde yaşadığımız siyasal İslamcı eğilimlerin, tarikatların kök, dal budak salmalarının temel nedenlerinden bir tanesi budur bence. Ve bu kapatılacak gibi de bir açık değildir bu ülke açısından. Çünkü her meslekten insan başvurduğu zaman öğretmen olabiliyor ne yazık ki yapılan yasal değişikliklerle. Pedagojik formasyon almamış, çocuk psikolojisi okumamış, ölçme değerlendirme okumamış, o formasyonları almamış birçok insan ne yazık ki bugün tüm ülkedeki okullarda görev yapıyor. O arkadaşlarımızı küçümsemek için ya da başka değerlendirmek için söylemiyorum bunu. Onların hiçbir suçu yok bu konuda. Bu, bilinçli bir biçimde toplumun bilimsel, demokratik eğitim almasının engellenme çabasıdır. Bu, bu çok önemlidir. Bu TÖB-DER'le beraber, diğer kurumlarda da aynı şeyler maalesef yaşandı. İşte Türk 00:48:00Mimar Mühendis Odaları'ndaki arkadaşlarımızın birçoğu mesleğini kaybetti. Diğer TÜM-DER'de, TÜS-DER'deki arkadaşlarımızın birçoğu mesleğinde deneyimli insanlar ne yazık ki devre dışı bırakıldı. Bilinçli bir biçimde meydan başkalarına bırakıldı. Maalesef. Cezaevinden çıktıktan sonra tabii günlük yaşamınız rahat olmuyor. Çünkü arkanızda, her gittiğiniz yerde bir sivil polis var. Bu 1 buçuk, 2 yıla yakın böyle devam etti. Sürekli gözaltındasınız dışarıda. İşyeriniz varsa, işyerinizin çevresinde sürekli denetleyen, gözetleyen bir sivil polis var. Ya da başka görevli var. O koşullar içerisinde bir tarihte yine TÖB-DER'de Genel Başkan Yardımcısı İsmet Yalçınkaya arkadaşımızla ve yine TÖB-DER'den Erol Savumlu isminde bir arkadaşımızla böyle işte bir yerde bir araya geldik. Kimler var Ankara'da eski arkadaşlarımızdan TÖB-DER örgütlülüğünün içinden tanıdığımız. Bunlarla şöyle bir sohbet ettik falan. Tabii o tarihte insanlar bir araya gelmeye bile çekinir durumdalar. Hatta sokakta çok eskiden iyi tanıdığınız arkadaşınıza selam verdiğiniz zaman bile kafasını çeviren insanlar da oluyordu. Bu son derece doğal. Psikolojik bir durum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment2986
Partial Transcript: O süreçten sonra bu görüşmelerimiz devam etti. Daha sonra ilk olarak, ABC denen bir dergi etrafında bu tartışmalar yürüdü. Her, TÖB-DER içerisindeki her eğilimden arkadaşların birlikte kotardıkları bir iştir bu iş. O, önce ABC dergisi etrafında başladı bu iş. Dergi halen yine yayında şu anda. Çok sık yayınlanmasa bile o yayın hayatını devam ettiriyor. O derginin, o tarihte bütün kağıt işleri falan onları ben sağlamaya çalışıyordum. Sonra dergiden sonra EĞİT-DER kuruldu. Eğitimciler Derneği diye. Yine bu derneğe emek veren arkadaşlarımız eski TÖS genel başkanlığı yapan, geçenlerde kaybettiğimiz Feyzullah Ertuğrul, Ali Bozkurt yine eski TÖB-DER başkanlarından. Hemen isimlerini hatırlayabildiğim bunlar. O arkadaşlarımızın büyük emeği var. Türkiye genelinde şubeler açarak, 00:51:00örgütlenme çalışmaları başladı. Bu çalışma sürerken bir taraftan da sokakta fiili sendika mücadelesi yürütülmeye başlandı. Özellikle Ankara'da hemen hemen her gün Kızılay'da sendikal hak talebi dile getirilen eylemler yapılmaya başlandı. Hatta belki anımsarsınız, Kızılay Meydanı 3 gün boyunca kapatıldı. İnsanlar orada sabahladı 3 gece. Ve o süreçten sonra da Eğitim-İş denen-- adlı sendika ilk kuruldu. Bütün çabamız bizim, eski TÖB-DER'liler olarak ayrı sendika kurulmasın istedik çok. Ama o arkadaşlarımız genellikle sosyal demokrat eğilimli arkadaşlarımızdı. Onlar sendikayı kurdular. Daha sonra Eğit-Sen kuruldu. Bu sendikanın kuruluşundan sonra. Aradan 1-1 buçuk yıl geçtikten sonra tekrar bu 2 sendikanın birleşmesi için uğraşıldı. Ve birleştirildi ve Eğit-Sen, Eğitim-Sen ismiyle sendika olarak kuruldu. Şu anda da aynı isimle biliyorsunuz şeyini devam ettiriyor, faaliyetini. Tekrar bu Eğitim-İş'li arkadaşlarımızın bir bölümü de şeyden, Eğitim-Sen'den tekrar ayrılarak Eğitim-İş'i devam ettiriyorlar şu anda. Ayrıca. O süreçte içerisinde de elimizden geldiğince o mücadeleye katkı vermeye çalıştık. Sadece ben değil, diğer TÖB-DER genel yönetim kurulundan arkadaşlar, TÖB-DER üyesi arkadaşlar büyük emek verdiler bu sendikalaşmaya. Ve kısa sürede de büyüyerek örgütlendi Eğitim-Sen. Ama bugün geldiğimiz noktada eski gücünde olmadığını düşünüyorum ben. Sendikal mücadele geçmişte bizim alıştığımız, TÖB-DER'de deneyimlediğimiz çalışma tarzına uygun bir çalışma yürütmediğini düşünüyorum. Ve bu eleştiriyi de sürekli, genel merkezdeki arkadaşlarla zaman zaman tartıştık biz. Ama ne yazık ki bütün eleştirilerimize rağmen bir düzelmeyi görmedik. Tabii öğretmenliğe başladıktan sonra bir üye olarak da bulunduğumuz bölgede Akçakoca'da, uzun zaman 2 buçuk yıl boyunca, sendikanın orada örgütlenmesi, güçlenmesi için çaba sarf ettim ben. Ve bugün geldiğimiz noktada Eğitim-Sen eski gücünde maalesef değil bence. KESK eski gücünde 00:54:00değil. Bu tümüyle sendikal çalışma alanlarının iş yerlerindeki yürütülen faaliyetlerle ilgili bir durumdur. Nedeni de şu, birebir işyerinde, okulunda kendi üyenizi hem mesleki sorunlarıyla hem ülkenin politik sorunlarıyla tartışır hale gelmezseniz sadece üye olarak onu orada, üyelik formunu alıp bıraktığınız andan itibaren o örgütlülük maalesef büyümüyor. Eğitim-Sen de bunu yaşadı acı biçimde. Bence. Ve bu geldiğimiz noktada da işte Memur-Sen gibi şeyin, hükümetin örgütlediği sarı sendikalar ne yazık ki bu ülkede en büyük sendika şu anda. Hayatın içindeydi TÖB-DER. Mahallesinde, okulunda, köydeki öğretmenin yanında, seminerde, tiyatroda, mesleki sorunları tartıştıran, ülkenin politik sorunlarını tartıştıran bir çalışma tarzı. Sürekli sahada. Ve bu yıllarca sürdü yani TÖB-DER'in büyümesinin nedeni bu. TÖB-DER kapatıldığı zaman, yanlış anımsamıyorsam 700.000 üyesi olan, 670 şubesi olan ülkede bir örgüttü. Yani sonuçta TÖB-DER sadece öğretmenlerin ekonomik demokratik taleplerini dile getiren bir örgüt değil, ülke sorunlarını düşünen, kafa yoran ve kendi kitlesine ülkenin geleceğini anlatan çalışmaları da birlikte sürdürdü. Burada en temel özelliğinden birisi TÖB-DER'in o tarihteki diğer demokratik kitle örgütleriyle çok iyi ilişkileri olan bir örgüttür. DİSK'le, Mimar Mühendis Odalarıyla, TÜM-DER'le, TÜS-DER'le. O tarihte var olan diğer demokratik kitle örgütleriyle de ortak mücadele zeminleri, ortak çalışma zeminleri yaratmaya çalışmıştır. Dolayısıyla büyümesinin temelinde özellikle Anadolu kentlerinde hızlı şubeleşme ve üye kazanmanın altında yatan temel nedenlerden bir tanesi de budur. Alanda bizzat muhatabıyla, orada çalışan arkadaşlarımızla birebir ilişkiler kurarak bu örgütlenme gerçekleştirilmiştir. Ve sürece yayılarak da nicel anlamda üyelerin 00:57:00niteliklerini yükseltmek için de işte daha önce söylediğimiz gibi seminerlerle, meslek içi birtakım çalışmalarla bu iş örgütlendirilmeye çalışılmıştır. Hayır. Hiçbir şey, elimizde olan hiçbir şey yok. Ancak şöyle bir çalışma yürüttük. Yine TÖB-DER'in genel yönetim kurulundan, merkezi yürütmeden arkadaşlarımızla zaman zaman Ankara'da toplantılar yaparak arkadaşlarımızda bulunan belge, bilgi ne varsa bunların toparlanması için bir grup çalışması yapıldı. Önemli bir bölümü tabii kayıp. Çünkü çoğu arkadaşımızı ne yazık ki kaybettik. Toparlananların bir bölümü de dijital ortama aktarıldı. Eğitim-Sen'in genel merkezinde olması gerekir o çalışmaların.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment3489
Partial Transcript: Tüm cezaevinden çıkan arkadaşlarımız gibi ailemiz ve aile çevremiz, geniş anlamda söylüyorum, bize sahip çıkmasaydı işimiz çok zordu. Birinci madde bu. Yani aile çevremizdeki bütün akrabalarımız, bütün insanlar o süreçte biz içerdeyken ailemize, dışarı çıktığımızda da bizimle ilişkilerini hiç eksik etmediler. Yardımcı oldular. Dolayısıyla en büyük sorun, ekonomik sorun. İşsizsin. Bir mesleğin var ve mesleğin elinden gitmiş. Hiçbir güvencen yok. Dolayısıyla ilk iş bir yerden geçimini sağlayacak bir iş oluşturmak sorunu vardı. Dolayısıyla bir müddet sonra bu kaygı ağır basmaya başlıyor. Ankara'da kirada oturacaksınız evde. Evin kirası ödenmesi gerekir. Eşimin aldığı maaş kiraya yetmiyor. Birilerinin çalışması lazım. E çocuklar okula gidecek. Onların masrafları var. Dolayısıyla ilk iş, iş bulmak. Tabii içerden çıkan hiç kimseye kolay iş vermiyor kimse. Hele o dönemde, son derece zor herhangi bir kurumda ya da özel firmada iş bulma şansınız yok. Meslek gereği zaten yapacağınız bir iş de yok. Yani ne iş olsa yapacaksınız ama iş veren de yok size. Dolayısıyla kendi işinizi kendiniz kurmak gibi hiç aklımızın köşesinden geçmeyen ya da o zamana kadar hiç düşünmediğimiz işlere soyunduk hepimiz. 01:00:00Arkadaşlarımızın birçoğu gibi biz de soyunduk. Dolayısıyla babam Artvin'de artık baskılardan ötürü doğru dürüst işlemeyen kırtasiyesini sattı. Kayınpederim tek evini sattı. Onları getirdi bana sermaye diye verdiler. Ve Ankara'da Necati Bey Caddesi'nde bir kitap-kırtasiye gibi kağıtçılık gibi bir işle uğraşmaya başladık. Şimdi düşünün, onca yıl eğitimini aldığınız, çalıştığınız öğretmenlikten sonra hiç aklınızın ucundan geçmeyen bir işle karşı karşıyasınız. Piyasayı tanımıyorsunuz, sermayeniz zaten son derece kısıtlı. İşi bilmiyorsunuz ama bir taraftan da para kazanmak gibi, geçiminizi sağlamak gibi bir kaygınız var. Bana göre cezaevinden daha zor bir süreçti benim için orası ama başka çare yoktu. O işi sürdürmeye çalıştık. Sürdürdük. En son söylediğim şuydu, "çocuklar üniversiteyi bitirince ben artık bu işleri yapmayacağım" dedim ve gerçekten de öyle oldu. Üniversiteler bitince derhal o işten elimizi, eteğimizi çektik. Sanıyorum "Geleceği Birlikte Kuralım" sürecinden bahsediyorsunuz. O sürece en son katılanlardan biriyim ben. Siyasi gerekçelerim vardı. Çünkü özeleştiri sürecinin geçmişe yönelik çok doğru yapılmadığını düşünüyordum. Bu nedenle de başlarda o tartışmaların içerisine katılmak istemedim. Uzun zaman da katılmadım zaten. Ve daha sonra bu partileşme süreci başladıktan sonra arkadaşlarım çok yoğun bir biçimde gelip gitmeye başladılar bana. Ve uzun zaman yine tartıştık. İkna olmadım bazı şeylere. Ama bir süre sonra şöyle düşündüm. Tamam bu ülkede sol adına sosyalizm adına ayakta kalmış hiçbir örgütlülük yok. Dolayısıyla bir şey yaratmak gerekir, bir şey üretmek gerekir. Bir şey yapmak gerekir diye düşündüm ve en son yine TÖB-DER'den ve siyasi hareketten tanıdığım Ali Başpınar arkadaşımla uzun tartışmalardan sonra ben o dönem işte ÖDP'nin, partinin kuruluş sürecinden sonra parti içerisinde çalışmaya başladım. Yaklaşık 8-10 yıl tam gün partinin Türkiye genelinde örgütlenmesi çalışmalarına 01:03:00katkı vermeye çalıştım. Genel merkezde görevler üstlendim. Merkez yürütme kurulunda, genel yönetim kurulunda görevler yaptım. Genel başkan yardımcılığı yaptım. Ankara il başkanlığı yaptım. Dolayısıyla ticari hayata son verdikten sonra da öyle bir alana geçmiş olduk. Ve en son öğretmenliğe döndükten sonra tabii eskisi kadar çok zamanım olmadığı için ara ara parti çalışmalarına katkı verdim. Ve 2015 yılında emekli olduktan sonra da arkadaşlarımla oturup tartışarak, Ankara'dan ayrılacağımı bildirerek parti görevlerinden, organ görevlerini almayacağımı söyledim ve o süreç öyle kapandı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment3844
Partial Transcript: Şunu söyleyeyim devrimcilik zorla yaptırılamaz. O mücadeleye hiç kimseyi zorla sokamazsınız. Devrimcilik bir yaşam tarzıdır aynı zamanda. Bugün hiçbir şey yapmasanız bile aldığınız devrimci disiplin toplum içerisindeki yaşamınıza kadar etkilemeli bence. Attığınız her adımı devrimci bir insanın toplum içerisindeki yaşantısına örnek olmak zorundadır. Dolayısıyla geriye dönüp pişmanlık duyabileceğim hiçbir şey yok benim. Bugün yine o yaşlarda olsam yine aynı şeyleri yapmaya çalışırım, katkı vermeye çalışırım, mücadele etmeye çalışırım. Bugün de bu yaştan sonra yapabileceklerimiz var. Onları yapmaya çalışıyoruz. Katkı vermeye çalışıyoruz bulunduğumuz yerde. Dolayısıyla pişmanlık diye bir şey devrimcilerin sözü olamaz. Yaşam bir bütündür. Son nefesimize kadar, bulunduğumuz yerde, verebildiğimiz her türlü katkıyı vermeliyiz bence. Bunu yapmadığımız zaman, önceki, geçmiş kendi mücadelemize leke sürmüş oluruz. Günahıyla sevabıyla geçmişi evet, eleştiririz. Özeleştiri veririz. Tüm eksiklerimizi kabul edebiliriz, etmeliyiz ama devrimci mücadelenin, hiç ayrım yapmaksızın bütün siyasi eğilimler için aynı şeyi-- duygu içerisindeyim. O mücadelenin içerisinde olan, işini, aşını, sağlığını, bedenini yitiren insanlar, arkadaşlarımıza rağmen 01:06:00bugün ne küçümsesin kimse ne de o insanlara farklı gözle baksın bence. O bir şeydir, ateştir içeride yanan. Onun yaşı falan da yoktur. Dolayısıyla pişmanlık zaten asla söz konusu olamaz. Değerli hocan senin, fakülteden Ünsal, Ünsal Hoca'nın bir kitabında şöyle bir söze rastlamıştım hatta yazdım bir yere onu, bir yerde duruyor şimdi. Diyor ki Ünsal Hoca, "Yenilenler acı çekerler. Yenilgiler acıdır ama yolu da onlar açarlar." Bu çok önemli bir söz. Hocanın sözü. Çok sevdiğim bir söz. Her gün karşımda dursun diye onu ayrı bir şeye, kendi el yazımla yazıp okuyorum onu ben. Bunu şunun için söylemek istiyorum, şimdi yenilgiler olabilir, kaçınılmazdır ama teslim olma duygusu toplumlarda yer etmeye başladığı andan itibaren herkese geçmiş olsun. Şu anda Türkiye bıçak sırtı, öyle bir sınırı yaşar haldedir. Dolayısıyla bulunduğumuz yerden gücümüz yettiğince, yine her şeye katkı vermeye çalışmalıyız bence. Yani bugün siyasi tarihine ta Osmanlı'ya kadar, geriye doğru baktığımızda aslında çok fazla değişen bir şey yok. Yani geçmişten bugüne kadar neredeyse birebir özellikle sorgu yöntemleri ve işkenceler teknolojik anlamda birazcık farklılaşmamış olsa bile bir şey fark etmiyor. Ve işkenceciler hiçbir dönemde neredeyse, bu yaptıkları, işledikleri suçun cezasını görmemişlerdir. Bu, Türkiye'de bütün bölgelere baktığınız zaman 12 Eylül sürecinde, 12 Mart sürecinde daha öncesinde, dolayısıyla devlet kendi memurlarıyla işlettiği bu suçu her zaman karartmıştır, kapaklanmıştır, o insanları korumuştur ve hiçbir ceza da almamıştır birçoğu. Tesadüfen ceza alanlar olmuştur. Tek tük. Onlar da ele güne karşı, toplumsal baskıyı ya da şeyi, engellemek için örnek olsun diye geçici, küçük cezalarla geçiştirilmiştir. Şimdi düşünün, az önce söyledim ben size. Artvin'de Ensar Karahan'ın, Cengiz Aksakal'ın işkencede öldürülmesiyle ilgili raporları ben çok okudum. İnceledim. Hatta yakın tarihte tekrar okudum. Yani o raporlarda yazılanları, işkenceleri yapmış, tespit edilmiş insanların hiçbirisi gerektiği gibi ceza almamıştır. 01:09:00Dolayısıyla asıl yüzleşilmesi gereken önümüzdeki süreçte budur. Yani toplumda işkence yapmış, insanların ölümüne neden olmuş bu sorgucular elini kolunu sallayarak toplum içerisinde geziyorsa o ülkede hukuk sistemi bir kere bitmiştir ve bunun yolunu açacak şey de geçmişte yaptıkları gibi göstermelik referandumla, anaya değişikliğiyle cuntacıları yargılıyoruz diye politik argümanlarla falan çözülecek işler de değildir. Geçmişte de o davalar açıldığı zaman örneğin ben hiçbir zaman şey olmadım, başvuru yapmadım. Herhangi bir yargılamanın hukuksal anlamda yapılmayacağına inanıyordum. Ve doğru çıktı bunlar. Hayat bizi doğruladı. Dolayısıyla önce gerçekten, gerçek anlamda bir hukuk sisteminin bir ülkede oturması gerekiyor. Öyle bir sistem ne yazık ki ülkede yok şu anda. Bu olmadığı zaman da siz onları yargılayamazsınız ama toplumun hafızasına bunlar bir yerde kaydedilmelidir. O isimler, bir yerlere kayda geçmelidir. Çünkü o, o insanların yaşayanları halen toplumda geçmiş bilmem ne albayı emeklisi ya da işte komiser emeklisi diye elini kolunu sallaya sallaya geziyorlar. Oysa binlerce insanı işkence tezgahından geçirmiş insanlar onlar. Bu ciddi bir mücadeledir aynı zamanda. Ve bence bu ülkede göz ardı edilmiş de bir mücadeledir. Asıl üzerine gidilmesi gereken en önemli konulardan bir tanesidir. Şöyle söyleyebiliriz. Birincisi, siyasi hareketin benimle ilgili olan alanı, benim sorumluluğumla ilgili olan alanıyla ilgili daha çok şey söylerim ama. Genel anlamda şunu söyleyeyim sorduğun soruyla ilgili. Birincisi şu, Devrimci Yol hareketi özellikle 77'den itibaren Türkiye genelinde çok hızla kitleselleşen bir örgüt. Ve onun etkisiyle de Devrimci Öğretmen hareketi hiç gidip gelmediğimiz, Türkiye'nin herhangi bir ilindeki yerde bile kendiliğinden, Devrimci Öğretmen gruplarının oluştuğunu gördüğümüz bir grup. Bunu şunun için örnekledim. Kartopu gibi bir kitlesel büyüme var ve bu kitlesel büyümeyi sevk, idare edecek lojistik, her türlü aklınıza gelebilecek her türlü önlemleri alabilecek bir yapı bu işin altından kalkamaz hale 01:12:00gelmişti son zamanlarda. Çok hızlı bir şey. İki, bu örgütlenmenin üst düzeylerde olduğu yerlerde de çok yoğun polis ve asker baskısı yenmiştir. Evet, o hazırlıkların hepsi yapılıyordu. Her bölgede yapılıyordu. İşte cunta geliyor, geldi. O tespitleri en iyi yapan da Devrimci Yol'dur. Bütün dergilerini açıp baktığınızda geriye doğru çok açık, net biçimde bunların yazılıp çizildiğini de görebiliriz. Bunun gereklerini belki yerine tam olarak getirilememiştir. Dolayısıyla bugün farklı siyasi hareketlerin birbirlerini değişik biçimlerde eleştirmeleri, haklılık payı mutlaka vardır ama bu yetmez. Herkesin durumu ortaya çıkmıştır. Burada kimsenin kimseye söyleyecek sözü yoktur fazlaca. Yani 83'e kadar, 83, 85'e kadar hatta bazı bölgelerde bir sürü insan o mücadeleyi sürdürdü dışarıda. Ne kadar yaptık emin değilim. Tabii Özgür-- bir baba olarak baştan zaten hiç farkında değil işin. Çünkü 5 yaşına gelmişti ben çıktığımda. İlk defa eve bir yabancı geliyor ve baba olduğunu söylüyorlar. Tabii ilişki kurmak kolay olmadı. Bu sadece çocukluk dönemiyle de ilgili bir şey değil ayrıca. Ondan sonraki süreçlerde de onun etkisi bir müddet devam etti tabii. Biz Özgür'le ancak yıllar sonra bir arkadaş, baba-oğul olabildik ne yazık ki. E sizle-- Özlem'le de-- çok küçüktü. Onunla da çok ilişkimiz olmadı. Ama senin bir anekdot olsun diye anlatayım. İlk defa okuluna öğretmenler-- veli toplantısına geldim ben. Öğretmenin bir kadındı. Öyle hatırlıyorum yanlış hatırlamıyorsam. Bana, işte neden şimdiye kadar hiç okula gelmediğimi falan -Dikmen'de okuduğun zaman bu- sordu. "İşte işlerim vardı" falan diye geçiştiriyorum ben. Gerçeği söylemiyorum. Ama kadın çok ısrar etti. En son dedim ki "böyle böyle olduğu için gelemedim" falan. Kadın çok üzüldü beni zorladığına ve özür diledi benden. Ve sonra da dost olduk biz daha sonraki gelişlerimde. Valla sorgu sırasında hiç keşke diye bir sözcük aklımıza gelmedi. Ben kendi adıma hiç öyle bir şey düşünmedim. Hatta bir sorguda 01:15:00şunu dediğimi anımsıyorum ben, polislere sürekli onu diyordum. "Öldürürseniz kurtarırsınız bizden ama öldürmezsiniz ben yine giderim, Artvin'de bu işlerle uğraşırım" diyordum. Ve sırf o nedenle de 12 Eylül'den sonra parti örgütlenmesi için Artvin'e gittim. Meydanda özellikle miting yaptım. Kürsüye çıktım ve ilk söylediğim cümle de şuydu yanlış hatırlamıyorsam. "12 Eylül'de bizi bitirdiğini zannedenler yanıldılar, biz buradayız" dedim. Ya şu çok önemli içerideki insanlar için. Ruhsal dayanışma. Bunu belki ilk defa duyuyorsun. Bu bilimsel bir terim de değildir, bizim bulduğumuz bir terim. Yani içerideki arkadaşlarla bu dayanışmayı sağlayamazsanız zaten o süreci yatamazsınız. Yani cezaevinde yatamazsınız, sorguda çok sıkıntı çekersiniz. Bu paylaşım cezaevlerinde çok önemlidir. Düşünün, bir tarafta 17 yaşında öğrenciniz var. Öğrencilerim de yattı benimle beraber. Bir tarafta babamızın yaşında, 65 yaşında arkadaşlar var, yaşlı insanlar var ve bir tarafta da benim yaş grubum var. Böyle karmaşık bir yerde. Orada kendi derdinizle hemhal olma şansınız yok. Orada da bazı sorumluluklar üstleniyorsunuz ister istemez. Oradaki çıkan problemleri çözmeye çalışıyorsunuz. Ya da işte katkı vermeye çalışıyorsunuz falan. Oradaki yaşamı çekilebilir hale, yaşanabilir hale getirmek için çaba sarf ediyorsunuz. Cezaevi öyle bir yer. Zaten bu biçimde davranmadığınız zaman bitmez o ceza. Yani o hem ruhsal hem fiziksel anlamda korkunç çöküntüye yol açar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview107920.xml#segment4614
Partial Transcript: Şimdi birincisi şu, bugün ülkenin siyasal tablosuna baktığımız zaman iş açıcı bir durumun olmadığı açık. 12 Eylül cuntasının bu ülkeye verdiği en büyük zararlardan bir tanesi siyasal İslamcı örgütlenmelerin kanallarını açmıştır, yolunu açmıştır. Sırtını sıvazlamıştır ve bugün gelinen noktanın temel taşları orada atılmıştır. Ondan öncesi de var mutlaka ama asıl önü açılan budur. Çünkü 12 Eylül cuntasının üzerine gittiği asıl şey devrimcilerdir, sosyalistlerdir, ilericilerdir, demokratlardır. Önce onları silip süpürmeye çalıştılar. Dolayısıyla bugün gelinen durumun baş suçlusu 12 Eylül cuntasıdır. Bugün gelinen noktada elbette ülkede artık hiçbir şey yapılamaz ya da işte ya atı alan, hani çok kullanılan bir deyim, Üsküdar'ı geçti gibi genelgeçer 01:18:00söylemlerle işi geçiştirecek durum ne yazık ki aşılmıştır. Yapılacak şeyler halen var. Bu ülkede bu mevcut sisteme, düzene muhalif olan insanlar var bu ülkede. Bu ülkede demokrat insanlar var, ilericiler var, devrimciler var, sosyalistler var. Dolayısıyla herkesin-- aydınlar var, biliminsanları var. Herkesin yapabileceği birtakım işler var. Ama neresinden, nasıl tutulacağına dair elbette bir örgütlülüğe bir yapıya ihtiyaç var. Ve o yapılar da şimdi ortalıkta gördüğümüz siyasi partiler. Önümüzdeki süreç bence hiç fazla tartışmaya gerek duymadan, bütün muhalif güçlerin ortak bir paydada, asgari bir programla -adını ne koyarsanız koyun- bir birlikteliği yaratarak, mevcut sistemi sorgulayan ve o, o sisteme alternatif bir demokrasi mücadelesini örgütlemesi gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde artık her şey geç kalınmıştır bu ülkede. Çünkü siyasal İslam'ın sadece günübirlik, televizyondan izlenen politikalarının ötesinde toplumdaki örmeye çalıştığı, örgütlemeye çalıştığı ağları görmek gerekiyor. Buna karşı örgütlenmeler yaratmak gerekiyor. Bıkmadan, usanmadan da bu bir arada olmanın yolları aranmak zorundadır. Ama ne yazık ülkede siyasal partiler sadece bir seçim ittifakı ya da genel geçer, günü kurtarma politikaları güdüyor. Bu da çözüm falan değil kesinlikle. Bir taraftan ülkede Kürt hareketini dışlayan, onu görmeyen, ondan uzak durmaya çalışan ama oyları da bana verin, arka cebime koyun gibi kaba deyimiyle bir siyasi davranış içerisinde olan siyasi partilerin mevcut düzene, rejime karşı mücadele yürütmeleri ne yazık ki mümkün değil. Bunu gören bir yerden yeniden ve yeniden bir araya gelerek çok uzun boylu bir programdan söz etmeye gerek yok. Kısa, demokratik birtakım hakları, anayasal hakları gündeme alan birtakım çalışmalar, birliktelikler yaratılmak zorundadır. Bu yapılmadığı takdirde, geçmiş olsun.