https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment0
Partial Transcript: Çocukluğum Ankara'da, Ankara doğumluyum. Ancak yazları Ankara'ya bağlı bir köyümüz vardır. Oraya gidip geliriz. Babam memurdur. İşçidir, memur kadrosunda çalışırdı o zamanlar. Yüksek İhtisas Hastanesi'nde elektrik teknisyeniydi. Yani çok zor koşullarda yaşadık, zor koşullarda ilkokul, ortaokul üniversite, ekonomik açıdan zor koşullarda geçti. O yılların aynı zamanda Türkiye koşullarında ve eğitim koşullarından tabii ki etkilenerek yetiştik. Ve sonuçta üniversiteyi 1974 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nde başladım. O sürece kadar aile çevresi yanında, akraba çevresi içerisinde biraz kapalı bir ortamda yetiştiğimi söyleyebilirim. Ancak bu kapalı ortam, aynı zamanda Ankara gibi bir başkent merkezinde bir kapalı ortam olduğu için çok da kapalı olamıyordu. Kuşkusuz onun çelişkilerini yaşayarak yetiştik. Bizim kuşak, aynı zamanda hem feodal aile gelenekleri, hem de çağın gerektirdiği ilerici düşünce ve kültürün etkisi ve karmaşası altında yetişmiştir. Ben de onlardan birisiyim. 74 yılında üniversiteye başladıktan sonra tabi ki yaş itibariyle de olsa yeni bir öğrenci çevresi, sosyal çevre, politikleşmenin giderek arttığı siyasal koşullar, bu koşullarda, ben de 1974'ün, 75 arasında bir politikleşme sürecine girdim. Daha önceki politik dünya görüşüm, aslında biraz da, daha önce işte bahsettiğim koşullardan dolayı biraz muhafazakar bir süreçti. Ve sonrasında bu eğitim süreci içerisinde, aynı zamanda üniversite mücadelesi, öğrenci mücadelesi, siyasal mücadele, devrimci mücadele, komünistlerle tanışmam ve bu süreç içerisindeki mücadele içerisinde yer almam söz konusu oldu. Ve okulu 4 yıl içerisinde bitirdim, bitirdikten sonra da avukatlığa henüz başlamamıştım, staj yaptım. Avukatlığa başladıktan 4 ay sonra da darbe oldu. Süreç, darbeye kadar olan süreç, özeti bu
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment179
Partial Transcript: Çok yaşadım, yani daha önce bahsettiğim yarı kapalı, yarı feodal bir 00:03:00aile ve sosyal çevreden, o süreçte genel olarak toplumda politikleşme de hızlanıyordu sola ve devrimciliğe doğru, sosyalizme doğru bir politikleşme söz konusuydu ve üniversitelerde bu çok etkiliydi. Ben de bu süreçte ilk kez o feodal geçmişin öğrettiklerinin dışında birçok şeyi öğrenmeye ve merak etmeye de başladım. O zamana kadar çok fazla sorgulamazdım, o süreçten itibaren birçok şeyi sorgulamaya başladım. Sorguladıkça kaynaklara yöneldim, kitaplar okudum, işte bu sol kaynaklar yanında ekonomik kaynaklar, felsefi kaynaklar, bunlara o dönemde yoğunlaştım. Bir taraftan da öğrenci mücadelesi içerisinde yer aldım. O dönemde işte Halkın Kurtuluşu ve birçok değişik dergi ve gazete çıkardı. Hepsini takip etmekle birlikte, o çevre içerisindeki arkadaşlarla, genellikle birlikte mücadele yürüttük. Bu süreç içerisinde işte işçi eylemlerine, 1 Mayıs, değişik öğrenci eylemlerine katılmam söz konusu oldu. Süreç bu yoğun pratik ve araştırma, sorgulama ve kaynakları okuma şeklinde geçti. Ve bir taraftan da okul müfredatını tamamladım ve işte mezun oldum. Sonrasında da avukatlığa henüz işte başladım, yeni başladıktan sonra da darbe süreci başladı. Avukatlığı aslında düşünmüyordum çok fazla, stajı yaptım, avukatlık ruhsatını aldım ama avukatlığı çok fazla düşünmüyordum. Fakat darbeden sonra bütün o sosyal çevrem, arkadaşlarım, birçok insan operasyonlarda tutuklanıp cezaevlerinde işkencelerden geçmeye başlayınca en azından avukat olarak o mücadeleye destek vermek, onların yanında olmak amacıyla avukatlık yapmaya ondan sonra karar verdim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment322
Partial Transcript: Seksenli yıllar, yetmişli yıllardan çok farklıydı. Yani darbe ile birlikte tüm sol toplum susturuldu. Tüm siyasi yapılanmalar feshedildi, kapatıldı. Yüz binlerce insan işkenceden geçti. Ve o güne kadar kazanılmış ilerici kültür diyebileceğimiz ne varsa ezildi, bütün kaynakları büyük ölçüde tahrip edildi, yok edildi ve 12 Eylül darbesi aslında şunu hedefledi, tümüyle siyasi anlamda merkezileşmiş, ekonomik anlamda da sermayenin 00:06:00merkezileştiği bir sistem kurmak. Eski devlet, klasik devlet yapısını tümüyle yeniden yapılandırarak, toplumun bütün alt birimlerine kadar, kültürel birimlerine, alanlarına kadar, her alanını egemen resmi ideoloji doğrultusunda dönüştürecek bir temel atmaya çalıştı. Bunu büyük ölçüde de başardığını söyleyebilirim. Gerçekten de o darbeden sonra, seksenli yılların ikinci yarısına doğru giderken aşağı yukarı, biz onun sonuçlarını görmeye başladık. Darbe öncesi toplum daha çok sorgulayan, politikleşmiş, işçilerin her türlü alacakları, hakları peşinde, daha bilinçli olduğu, memurların, öğrencilerin, yani tüm toplumun, başta işçiler ve öğrenciler olmak üzere diğer toplum kesimlerinin haklarının peşinde olduğu, bilincinde olduğu, iktidara karşı sorgulayabildiği bir kültüre sahipti. Yani şöyle de söyleyeyim bir katliam olduğunda işçiler greve çıkabiliyordu. İstanbul'da bir 16 Mart katliamı oldu. İstanbul Üniversitesi'ndeki öğrencilere yönelik, ertesi gün bir milyon işçi greve çıktı. Bu düzeyi, 12 Eylül darbesi bu düzeyi darbelemek, ortadan kaldırmak için sadece bir devlet yapılanması ile yetinmedi. Darbe öncesindeki kazanılmış ne kadar kültürel düzey, hak, gelmiş bir düzey varsa onu parçalamak için ona göre yeniden yapılandırıldı. Darbe öncesiyle ilgili söyleyebileceğim aslında çok şey olabilir ama şu anda aklıma gelmiyor. Darbe öncesindeki süreç toplumsal hareketlerin yüksek olduğu, ezilen ve sömürülen kesimlerin haklarının peşinde olduğu, bilincin daha ileride olduğu bir süreçti. Darbe sonrası tam tersi oldu. Bu tamamen dağıtıldı. Ve o dönemin kuşağının gelecek kuşaklarla bağlantısını koparacak şekilde yapılandırıldı. Sadece devlet değil, ekonomik alandan eğitime kadar, dine kadar her şey yeniden yapılandırıldı. Bu süreçte önemli olan şeylerden birisi de 12 Eylül darbesinin hani çok laik, cumhuriyetçi, yok Atatürkçü ilan etti ya kendisini, 12 Eylül darbesinin en büyük kötülüklerinden birisi de dinin yeniden toplumda 00:09:00örgütlenebilmesinin ve kadrolarının yeniden toplumda yetişebilmesi için İmam Hatip okulları ve liselerini öyle bir çoğalttılar ki. Daha öncesinde o kadar yoktu, şimdi sayısını hatırlamıyorum, en önemli adımlarından birisi buydu. Diğer önemli noktalardan birisi de hani bütün siyasal muhaliflerin örgütlerini yapılarını dağıttıktan sonra, şöyle bir kültür yerleştirmeye çalıştı -ama bunu sadece darbeciler yapmadı- liberal ideolojinin bütün dinamikleri harekete geçirildi. Toplumu birey anlamında atomize edecek dayanışmayı, birbiriyle etkileşimini bertaraf edip onun yerine kendini düşünmeyi öne çıkaran, hani bireylerine kadar atomize edilmiş bir toplumu yaratacak kültürel araçları; müzikten diğer sanat dallarına kadar ve özellikle de liberal, eli kalem tutan liberallerin harekete geçmesi ile, iktidar medyasının bu anlamda yeniden dizayn edilmesiyle çok farklı bir kültürel saldırı başlatıldı. Geçmişe ait, sola ait, devrimciliğe ait ne varsa demode ilan edildi. Artık kapitalizmin, kapitalist sistemin sonsuz bir sistem olduğu, bunun alternatifinin olamayacağı yönünde yoğun bir propaganda başlatıldı. Tabii 12 Eylül, on binlerce insanı cezaevinde tuttuğu için, birçoğunu da çalışamaz düşünemez hale getirdiği için rahatlıkla bu kültür ve ideoloji 90'lı yıllara kadar yükselişini sürdürdü. 90'lı yıllarda yeniden, toplumsal hareketler yeniden başladı, işçi sınıfı hareketleri, sol yapılanmalar, devrimci örgütlerin yeniden yayınlarını ve işte yapılarını oluşturmaya başlaması söz konusu oldu. Fakat bu süreçte de 90'lı yılların, 93'ten sonra özellikle, yeniden bir saldırı başladı, bu sefer darbe yoluyla değil, 12 Eylül Anayasası ile hazırlanmış ve merkezileşmiş iktidar eliyle başlatıldı. Bu sefer de binlerce yargısız infaz, işkenceler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri devreye sokuldu. Yani 80'li yıllara tekrar bakarsak 90'lı yıllardaki kabarma 70'li yıllardaki kadar olamadı ancak 80'li yıllardaki o darbenin, parçalamanın, atomize etmenin bir sonucu olarak tabii 00:12:00ki biraz zayıf gelişti. Tabii bu zayıflık, 70'li yıllara görece söyleyebiliriz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment731
Partial Transcript: Belediye işçilerinin otobüsleri, yolları çektiğini hatırlıyorum. Öğrenciler hareketliydi. Fabrikalarda yani Türkiye çapında bir milyon civarında işçi protesto grevi yapmıştı 1 günlük. Ben de Ankara'da öğrencilerin saflarında o eylemlere katıldım. 16 Mart'ın ayrıntılarını şu anda hatırlamıyorum, yani Siyasal, Cebeci, hukuk o gruptaki öğrencilerle birlikte Kızılay'da ya da Sıhhiye civarında tam mekanı hatırlamıyorum, korsan miting yaptığımızı hatırlıyorum. Otobüslerin belli ana arterlerde, caddelerde değişik biçimlerde belediye işçileri tarafından oralara çekilip bırakıldığını hatırlıyorum. Ulaşım araçları durmuştu ve semtlerde de eylemler yapıldığı haberleri geliyordu. Değişik, Ankara sanayi şehri değil, o zaman çok büyük bir sanayi şehri değildi ama olan fabrikalarda işçilerin Kızılay'a gidip eylem yaptıklarını hatırlıyorum. O gün, o günün teknolojisiyle ne kadar anında haber alabiliyorsak öyleydi, telefon üzerindeydi, olup bitenler ertesi gün basından, başka yerlerde olup bitenleri basından öğreniyorduk. Ama haberler geliyordu tabi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment820
Partial Transcript: O gün annemin babamın evindeydim. Darbe olduğunda gece yarısı sabaha karşı nasıl haber aldık, babam uyandırdı galiba, işte ordu yönetime el koydu, işte eskilerin deyimi o zaman şeydir, 27 Mayıs'tan beri işte şöyle bir kavram, 'ordu ihtilal yaptı'. Öyle bir kavram kullanılırdı. Komşulardan falan duyduk işte, ihtilal olmuş falan işte. Radyoları açtık, o dönemde televizyon yoktu henüz elimizde. Radyoları açtık, marşlar çalıyor, ırkçı marşlar, ordu marşları falan. İkide bir saat başı darbecilerin bildirisi yayınlanıyor, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Hiçbirimiz, yani işte sokağa çıksak da evimizin önündeki sokak sadece, burası bir semt, merkezi bir yer değildi oturduğumuz yer. Öyle iki gün, yanlış hatırlamıyorsam iki gündü galiba, ya da işte üç gün de olabilir, şimdi ayrıntısını hatırlamıyorum, sokağa çıkmadık, sonra bu sokağa çıkma yasağı geceleri sokağa çıkma yasağı şeklinde devam etti. Tabii o darbe ile birlikte artık neler olabileceğini ben tahmin edebiliyordum. Sevinenler vardı, üzülenler vardı, korkuyla bekleyenler vardı. Onları 00:15:00hatırlıyorum. Ama asıl sürecin nereye doğru evrileceğini belli bir politikleşme düzeyine ulaşmış insanlar daha iyi kavrıyor tabii.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment912
Partial Transcript: Ben darbeden sonra, iki avukat arkadaşla daha birlikte bir oda tutarak avukatlığa öyle başladım. O arkadaşlar benden önce başlamışlardı ben de katıldım. Bu süreçte yoğun bir şekilde, siyasi davalara girmeye başladık, birlikte takip ettik. Cezaevlerine gittik, işkencelerde, cezaevlerindeki işkencelerde, işte, darbe mahkemeleri, askeri mahkemelerdeki davalardı, böyle bir süreci yaklaşık dört yıl yaşadıktan sonra, 85 Mart'ında, İstanbul'da, Kadıköy'de, bir ara sokakta, kafama ve belime iki silah dayanarak gözaltına alındım. Bu gözaltına alındıktan itibaren bir arabanın içerisine işte tıkıştırıldım, nereye gittiğim meçhuldü. Fakat telsiz sesleri, mekan falan derken bir emniyet birimine gittiğimi anladım. Gözlerim bağlıydı, gece yarısına kadar bir altı saat yaklaşık sandalyede, ellerim arkadan bağlı, gözlerim bağlı, bir sandalyede, bir odada, başımda bir polisle öyle bir zaman geçirdim. Gece yarısı da bir hücreye atıldım. Sonradan anladım ki İstanbul Emniyet Müdürlüğü. İstanbul Vatan diye bilirdik biz o zaman, orasıydı ve onun alt katındaki hücrelerden birisine atıldım. Böyle birkaç gün hiçbir sorgulama olmadan geçti. Bu süreç içerisinde dışarıya çıktığımda öğrendim ki kayıp muamelesi yapılmış. Ailem her yerde aramışlar, arkadaşlarım aramışlar ama her yerde, hiçbir yerde yok. Cevap verilmemiş. Bir hafta sonra, kaderim tayin edildikten sonra belki de; çünkü emniyet şöyle bir uygulaması vardı, aldıkları insanları bir kere kayıp muamelesi yapıyordu. İşkence, sorgulama, hangi pozisyonun ne olacağını aşağı yukarı belirledikten sonra, işte burada diye bildiriyordu. Yazılı bilgi değil, sözlü olarak. O dönem Barolar Birliği Başkanı Önder Sav'ın biraz etkisiyle olsa gerek, 1 hafta sonra ancak İstanbul Emniyeti'nde gözaltında olduğum kabul edilmiş.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment1062
Partial Transcript: Bu bir hafta, yaklaşık bir hafta içerisinde hangi gün bilmiyorum, işte sorguya çekilmek üzere bir odaya götürüldüm. Gözlerim bağlı, ellerim bağlı, etrafımda sorgucular soru soruyorlar. Ben de kabul etmiyorum, 00:18:00suçlamaya çalışıyorlar, nereye gidiyordun, kimle buluşuyordun, işte örgütteki faaliyetin neydi, niye bu siyasi davaları takip ediyorsun, bu örgütlerin davalarını size kim getiriyor, bunlarla ilişkileri nasıl kuruyorsun, işte bir sürü soru. İşte büro arkadaşlarınla nasıl tanıştın, işte onlar örgütün üyesi mi falan gibi bir sürü suçlama. Örgüt üyesi olduğum varsayımı üzerinden sorgulama yapılıyordu. Bunları reddettim. Tabii bu süreç içerisinde ben reddettikçe sağlı sollu darbeler sürekli, işte kafama, nereye denk gelirse. Kabul etmeyince oradaki polislerden birisi "Bunu ameliyata alın," dedi. Bu işkencenin başka bir boyutu olacağı anlamına geliyordu. Aradan ne kadar geçtiğini hatırlamıyorum, ertesi gün olabilir, ya da aynı gün müydü tam hatırlamıyorum şu anda, yeniden bu sefer başka bir yere götürüldüm, oradaki polis şefi "Bu cübbeyi sana bir daha giydirmeyeceğiz," diye bir tehdit savurmuştu ilk sorguda. O cübbe dediği şey de, o kafama silah dayayıp yakaladıkları sırada, ben Selimiye'de bir duruşmadan çıkmıştım. Çantamda da cübbem vardı tabi. Avukat çantası. Onu hatırlıyorum. Sonrasında emniyetin neresi olduğunu bilmiyorum, bir yere götürdüler. Ben anladım, işkence başlayacak, daha ağır bir işkence. Direnmeye çalıştım fakat işte kolumu, ayağımı falan tutup tümüyle, tartaklayarak, sonuçta çırılçıplak soydular. Ve kollarımı iki yana açıp çarmıh biçiminde bir tahta sanıyorum, ona tutturup ayaklarım boşlukta olacak şekilde, kollarım iki tarafı açık, o şekilde askıya aldılar. Ve arkasından da işte bir, elektriğin, bir parmağıma kablo bağlandı, onu hissediyor, hatırlıyorum. Sonra da kablonun diğer ucu cinsel organımdan başlayarak, vücudun değişik yerlerinde değiştirerek, dokundurarak, böyle kesik kesik, bazen şiddetli, bazen hafif elektrik vermeye başladılar. Bir taraftan da sorular soruyorlardı tabi. Burada amaçlarından birisi de şuydu, bir tutanak hazırlamışlar, tutanakta işte benim yakalanış tarzım yazılıyor ve tutanakta çantamda örgütsel doküman bulunduğu şeklinde de bir cümle var. Ben o tutanağı imzalamamıştım. "Tutanağı niye imzalamadın!" diye bağırdı elektrik 00:21:00verilirken, o elektrik ekip başı ya da amiri, her kimse. Ben dedim, "Çantamda böyle bir şey çıkmadı," diye cevap verdim. O da hemen sinirli bir cevap verdi, yanlış hatırlamıyorsam, "Senin çantandan," dedi, "arkadaşlarımızı öldüren Mac-5 çıktı!" dedi. Bir silah markası. Yani şu anlama geliyor, bunu imzalamazsan çantandan silah çıktı diye de yazabiliriz. Ben direndim, devam ettim, ondan sonraki sorulara cevap vermedim. Ve arkasından şöyle bir suçlama geldi, işte hangisi konuşuyordu bilmiyorum, bir taraftan elektrik kesik kesik veriliyor, reddettiğim zaman daha şiddetli veriliyordu. Tabii bütün bedeni ayağa kaldıran bir şey. Etkisinden bahsetmeyeceğim daha fazla.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment1317
Partial Transcript: Kimlikler, bana işkence yapanları tanımam mümkün değildi çünkü gözlerim bağlıydı. Daha sonra dosya tutanaklarına baktığımda, isimlerinden tahmin etmek mümkün olabilir belki ama hangisi olduğunu bilmek mümkün değil. Ekip şefinin kim olduğunu dosya tutanaklarında yazılı, ismi aklımda değil ama o dönemin dava dosyası var elimde, kendi dosyamdı. Orada, o ifade tutanağında, imzalamadığım o tutanak var ya, örgüt dokümanı bulundu ya, mesela o tutanağa imza atan polis işkenceye karışanlardan birisidir diye tahmin etmek mümkün. Ayrıca o sorguyu yapan ekibin şefinin işkenceye katıldığını tahmin etmek mümkün. O isimler bana işkence yapan isimlerdir aynı zamanda. Çünkü o sorguyu, ilişkileri, dosya durumu, şuyu buyu en çok vakıf olanlar onlar. Onlardan başkası mümkün değil. Sorulan sorulardan da zaten anlıyordum ki bu tutanaklarda imzası geçen memurlar aynı zamanda işkenceyi yapan kişilerdi. İşkencede, o süreçte, diğer işkencelerde pek rastlanılmaz ama, bana yaptıkları işkencenin izinin kalmaması için şöyle bir tedbir uygulamışlardı, parmağıma bağladıkları kabloya, bir başka şeyle sarmışlar, üstüne kabloyu bağlamışlardı. Yanık izi olmasın diye. Yani onun nereden kaynaklandığını çok keşfedemedim ama 12 Eylül dönemindeki işkencelerde, bazen işkence izlerini, avukat olmamdan da kaynaklı herhalde, gözaltı süreci bittiğinde, tutuklanırsam cezaevine girerken, serbest bırakılırsam dışarıda izi kalmadan geçsin diye bir çaba gösterildiğini hatırlıyorum. 00:24:00 Bu nedenle işkence, gördüğüm işkencenin izi, o otuz günlük sürecin sonucunda, toplamda 41 de, işkenceden sonra ara geçen bir otuz günlük süreçte kalmadı zaten. Eğer hemen bir tedavi, teşhis söz konusu olsaydı işkenceden sonra, bütünüyle bedenimdeki şey, elektrik izi tespit edilebilirdi, darp izleri tespit edilebilirdi. Hiçbir iz kalmayınca, elde bir kanıt yok, 12 Eylül süreci, sadece benim beyanıma dayanarak bir soruşturma yürümeyeceğini bildiğim için, işkence nedeniyle bir başvuru yapmadım. Ama yapan işkencecilerin kim olduklarını biliyorum. Ve birçok işkencecinin işkence davasına da katıldım avukatlık faaliyeti süresince.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment1502
Partial Transcript: O süreçte, çıktıktan sonra, ben bu operasyondan 6 ay önce evlenmiştim, 6 aylık evliydim. Orada olduğum, emniyette olduğum kabul edildikten sonra, arada bir, bir haftada ya da on günde bir, iç çamaşır değiştirecek şekilde bir şey o dönemde vardı, yapılıyordu. Yani dışarıdan yakınlar gelip çamaşır değiştirme işlemi yapabiliyorlardı. Ailem o şekilde geliyordu kapıya, emniyetin kapısına. Getirdiği giysileri alıyordum, eskileri veriyordum, onun dışında bir irtibatımız söz konusu değildi. Onların ne durumda olduğunu ben içeride aşağı yukarı tahmin ediyordum ama dışarı çıktığımda tabii ki öğrendim. Hani bir tanıdık bularak, neyle suçlandığımı öğrenmeye çalışmışlar, aldıkları cevap da "Birçok asker ve polisin öldürülmesi ile suçlandığım" şeklinde bir cevap almışlar. Bu onları epeyce psikolojik olarak etkilemiş. Yalan tabii ki. Bunu hatırlıyorum. O süreç boyunca ailem ancak emniyetin kapısına gelip, işte giysi değişimi yaparak yardımcı olabildi. Valla hissettikleri şeyleri bana tabii ki anlattılar. Panik, panik olmasa da ciddi bir kaygı. Ama yine de soğukkanlı davranmışlar. Annem kalp hastasıdır. Ona rağmen bu cevabı aldıktan sonra, yine de kendini iyi tutabilmiş. O süreçte Ankara'dan İstanbul'a gelip giderek yardımcı oluyorlardı. İşkence yapıldığını tahmin etseler de bilmiyorlardı. 12 Eylül sürecinin nasıl bir süreç olduğunu kulaktan ya da basından duymaları mümkün değil, çoğunu benden 00:27:00 duyuyorlardı. Çıktığımda işkence yapıldığını onlara söyledim. Kuşkusuz çok üzüldüler. Yani bunu anlatmak mümkün değil ama dirayetli davrandıklarını söyleyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment1637
Partial Transcript: O dönemde yani iktidarın devletin silahlı örgüt diye suçladığı örgüt davalarına baktım. Değişik sol yapıların, devrimci örgütlerin davalarını takip ettim. Bunların içerisinde Dev-Yol, TİKB, Kurtuluş, TDKP, PKK, özel-- o dönemde, Diyarbakır bir felaketti. Diyarbakır'da PKK davasına avukat olarak katılmak ayrı bir sorundu. Onu da bir süre arkadaşlarla birlikte takip ettik. Onun yanında işte değişik sendika, dernek ve benzeri, aynı zamanda yayınlar, dergiler, kitaplar bunların sorumlu müdürleri, yazarları, bunlardan bizim büroya düşen ne kadar varsa onları takip ettim. Tür olarak böyle. Yani çok sayıda müvekkilimiz vardı. Birlikte çalışıyorduk. Biz büro olarak yürütüyorduk, tek başıma değil. Çok sayıda müvekkilimiz vardı, işte bir sürü davayı bu şekilde takip edip devam ettirdim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment1716
Partial Transcript: 12 Eylül yargılamalarında hukuki süreç önce işte gözaltı, şiddet, işkence, operasyon, hukuki süreç polisle başlıyordu, MİT ile başlıyordu veya asker ile başlıyordu. Onların girdikleri evler, mahalleler, mekanlar, iş yerleri, oralarda daha önce bildikleri, belki de ellerinde olan kayıtlar üzerinden, bütün buralara operasyonlar, çok yoğun, yüzlerce operasyon. Operasyon, gözaltı ve gözaltı süreci darbecilerin bir yasası ile 90 güne çıkarılmıştı. 90 gün işkence yapma süresiydi, bunun bir tek gerekçesi bu olabilir. Bu süreçte 12 Eylül yargılamalarında esas dinamik işkenceydi. Gözaltına alınan insanların en az yüzde doksanı işkenceden geçiyordu. Şu veya bu şekilde. Bunların içerisinde yüzlercesi işkencede öldü, kaybedildi, isimlerinin kimisi tespit edilebildi, kimisi tespit edilemedi. Sakat kalan çok insan oldu. Bu hukuki süreç, bu işkencelerle başlar evlerde, 00:30:00 mekanlarda, işte insanların üstlerinde, nerede, ne şekilde siyasal doküman, alet, silah da söz konusu olur kimi zaman. Onlar toparlanır, toplanır ve insanlar işkenceden geçirilir, işkencede elde ettikleri cevaplar varsa onlarla, elde edemediklerini bir araya getirip karıştırarak, hiç cevap alamamışlarsa kendileri senaryo hazırlayarak, birçok faili meçhul olayı, rastgele yakaladıkları insanlara yükleyerek sorgulamalar yapılır. 90 gün, bazıları 90 günden fazla da kalmıştır, kayıtsızdır çünkü gözaltı, beni de gözaltına aldıklarında, alır almaz şimdi olduğu gibi kayıt yapılmıyordu, kayıt dışı gözaltı süreçleri de vardı ayrıca. Süreç böyle başlardı. İnsanlar işkenceden geçirildikten sonra, işkence izleri ile birlikte, kimisinde iz kalır, kimisinde kalmaz, kimisinde kalmasını hiç umursamazlar, kimisinde izi yok etmek için belli bir süre bekletirler. Neye göre bunu, ayrımı yaptıkları ayrı bir konu ama sonuçta insanların çoğu işkence izleri ile birlikte, emniyet birimlerinin mekanlarından alınıp sıkıyönetim askeri savcılarının bulunduğu binalara götürülürdü. Emniyet faslı biter, arkasından savcılık faslı başlardı. Savcı bu insanları yaralı haldeyken, işkenceleri falan, izleri çok açıkken ifadelerini alırdı. Kimisine tehdit eder eski ifadeyi aynen onaylatır. Kimisi reddeder ki birçoğu savcılık karşısında ifadeyi, emniyette imzalatılan ifadeyi reddetmiştir. Arkasından savcı tutuklama talebinde bulunur, tutuklananlar askeri garnizonlardaki cezaevlerine götürülürdü. Sivil cezaevleri de askerlerin denetimine verilmişti. Bazı sivil cezaevleri de faaliyetini devam ettiriyordu. Biz buna zaman zaman Ankara Mamak'ta tanık olurduk. Mamak Garnizonunda, 4. Kolordu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinin bulunduğu yer, 4. Kolordu mekanıdır. Mamak-Samsun yolu meşhurdur. Orada kömür ocağının karşısında bir askeri alandır. Orada bir tarafta cezaevi, bir tarafta mahkemelerin olduğu bina vardı. Biz cezaevine görüşme yapmaya gittiğimizde, cezaevinin girişinde, bir, küçük bir bina, tek 00:33:00katlı, o binada pencereden sıraya girip kayıt yaptırırdık önce. Cezaevi binasına girmeden önce. Biz orada kayıt yaptırmaya çalışırken, emniyetten insanlar getirilirdi. Gözleri bağlı. Biraz ilerimizde, 50 metre ileride, bir başka binanın önüne dizilir, hepsi perişan vaziyette, biz de açıktan görürdük onu. Bize de gösterirlerdi, psikolojik bir baskı yapmak için. Getirilen insanlar orada dizilir, ayakta veya yerde bekletilir, sonra içeri alınırdı. Biz de avukat olarak sıra beklerken, bu manzarayı bize de seyrettirirlerdi. Sonra girerdik içeri, Ankara'yı anlatıyorum özellikle, içeriye girdiğimizde bir kafes vardı. O kafeste birkaç kişiyi her zaman görürdük. Perişan vaziyette, yerde oturmuş, diz çökmüş veya arkası dönük, teşhir eden bir manzara gelene gidene. O kafeste insanları görürdük, o kafesin yanından geçip müvekkillerimizle görüşeceğimiz mekana giderdik. Onlar da küçük kabinler şeklinde. İki taraflı, arada tel örgü, karşı tarafta müvekkilimiz. Her kabinde bir avukat, bir müvekkili böyle görüşme yapardık. Ama bu süreçte, genellikle bu süreçte gözlerimizle tanık olurduk. Tanık olmamız da istenirdi zaten, böyle bir psikolojik baskı ortamı da yaratmak için yapılırdı. Bu aşamada, hani avukat görüşmesi ayrı bir konu, ama bu süreç, bizim üzerimizde de tabii ki bir baskı sonucu etkisi yaratıyordu. Avukatlara şu mesaj veriliyordu: bu davaları takip etmeyin, takip ederseniz sonuçları da bu olur. Yani tutuklanan avukatlar da oldu. Ama şunu söyleyeyim 12 Eylül'de tutuklanan, işkence gören avukat sayısı bu döneme göre çok azdır. Şimdi çok daha fazla avukat tutuklu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment2112
Partial Transcript: İlk başlarda o görüşme yan yana kabinler dizili ya, benim avukatın yanında bir asker, tutuklunun yanında bir asker, bu şekilde görüşürdük. İlk zamanlar görüşme süremiz beş dakikaydı. Ve dinlenirdi, asker işkencede ve benzer şeylerden bahsettiğimiz zaman hemen keserdi görüşmeyi. Süre beş dakikaydı. Diyarbakır Cezaevi'nde PKK'li müvekkillerimiz ile görüşmelerimizin süresi ise 1 dakikaydı. Bir dakikada ne söylenebilirse onu söylüyorduk sadece. Ayrıca kimi cezaevlerinde ve özellikle Diyarbakır'da, sonradan öğrendik ki görüşmeye çağırdığımız 00:36:00müvekkilimizi döverek getiriyorlar, görüşme bittikten sonra da döverek götürüyorlarmış. Orada şöyle bir sıkışma yaşadık: Görüşmeye gitsek dayak yiyecek, gitmesek avukatlık görevimizi nasıl yerine getireceğiz? Gittik yine de. Bir defa gittik, en fazla belki iki defa gittik müvekkillerimizle görüşmeye ve sadece avukatınızız, elimizden geleni yapacağız, kendinize iyi bakın demekle geçiyordu, başka da bir şey söyleyemiyorduk. Böyle bir süreç yaşadık. Sonra da o müvekkillerimiz Diyarbakır Cezaevi'nde ya öldürüldüler ya da direnişle, açlık grevinde veya kendilerini yakarak hayatlarına son verdiler. Öyle bir direniş içerisinde, müvekkillerimizin çoğunu kaybettik. Onlar da iki ya da üç kişi sağ kalabildi Diyarbakır Cezaevi'nde. Ankara Mamak'ta, kaldığımız yerden devam edersek, görüşme süresi beş dakika. 5 dakikada, bir yığın suçlama, bir yığın klasörler, belgeler, bunları görüşme imkanımız tabii ki pek olmazdı, çok özet, kısa bir şekilde anlatır, ne kadar anlayabildiysek, ne kadar anlatabildiysek onunla yetinerek, davalarda görevimizi yapmaya çalışırdık. Daha sonra bu süre 10 dakikaya çıkarıldı. Sonra 15 dakikaya çıkarıldı. Mamak Cezaevi'nde 15 dakika sınırıyla kaldı. İstanbul Cezaevi'nde de görüşme süreleri Mamak'a göre biraz daha uzundu ama, aynı koşullar: dinleniyorduk, asker ikimizin ensesinde, onun soluğunu hissederek görüşme yapıyorduk.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment2269
Partial Transcript: Bir kere işkencenin dozu açısından, yaygınlığı açısından, Kürtlere ve onların siyasi yapılarına yönelik operasyon ve işkencelerde vahşetin sınırı yoktu. Batıda da yoktu ama oradaki daha katmerliydi. Yani Diyarbakır Cezaevi tümüyle, emniyet aşamasını da aşan, sürekli, yıllara yayılmış bir işkencehaneydi. Tabii biz buna sadece şurada tanık olduk, işte 1 dakikalık avukat görüşü, avukat görüşünden sonra, onu sonradan öğreniyoruz, dayak atıldığını, doğrudan gözümüzle görecek bir işkenceyi orada yaşamıyoruz ama duruşmalara getirilen insanların halinden aslında cezaevinde de işkencenin ne kadar ağır olduğunu hissedebiliyoruz. Bir duruşma sahnesini hatırlıyorum. Duruşmaya getirilen insanlar, öyle bir 00:39:00 şart koşulmuş ki cezaevinde, duruşmada şöyle davranacaksınız, şöyle ifade vereceksiniz, şöyle duracaksınız, örnek göstereyim: Böyle. (Ellerini dizlerinin üzerine koyuyor ve dikleşiyor.) Eller burada olacak. Cezaevinden getirilen askerler, gözler, eğer elini şöyle yapacak olursan (ellerini çözüp serbest bir şekilde hareket ettiriyor) onun bedeli olur cezaevine döndüğünde. Mahkeme hakimi söz verdiği takdirde konuşur, konuşurken önce bir künye okur, hani askerlerde vardır ya, kimlik bilgilerini hemen takır takır söyler, peş peşe ismini söyler, künye okur, arkasından da "Emret Komutanım!" der. Bu sahneyi biz gördükten sonra, o davalarda birçok şeye müdahale ettik. Kavga dövüş, şu bu ama sonuçta bizim müdahalelerimiz mahkeme heyetine yönelik ne kadar olsa da asıl olarak işkence içeride devam ettiği için, yine de birçok insan o duruşunu bozmazdı. Askeri disiplinin de ötesinde bir işkence. Duruşma süreçleri bile bir işkence ile geçerdi. Daha sonra içeride dört PKK'li kendini yaktı. Açlık grevleri başladı. Ciddi bir direniş söz konusu oldu. 82'de. 81'den 82'ye doğru giderken. Onun biraz başarısıyla, bu bahsettiğim manzaradan biraz kurtuldu insanlar. Bu kadar insan öldükten sonra. Oktay Esat Yıldıran'dı [Esat Oktay Yıldıran] o zaman, yüzbaşıydı oranın komutanı. Daha sonra, yıllar sonra öldürüldü. Yani PKK bunu üstlendi. O dönemki cinayetlerin misillemesi, cinayetlerin ve işkencelerin misillemesi olarak yapılmıştı. Kimse Oktay Esat Yıldıran'ın [Esat Oktay Yıldıran] masum olduğunu söyleyemedi. Çünkü o cezaevinden daha sonra milletvekili olan, akademisyen olan belli elit kesimden insanlar yetişti. Diyarbakır Cezaevi'nin işkencelerinden geçmiş, Oktay Esat Yıldıran'ın [Esat Oktay Yıldıran] işkencelerinden geçmiş insanlardı. İktidar bile sahiplenemedi. Böyle bir farkı var. Orası hani kürt halkının yaşadığı coğrafya, mücadele verdiği coğrafya. O nedenle oradaki zulüm katmerliydi, oradaki davaların seyri de farklıydı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment2500
Partial Transcript: Bu soruya şöyle bir cümle ile başlayayım. 12 Eylül bugündür. Benim fikrimce. 12 Eylül bugünlerin temelini attı. Siyasal merkezileşme, ekonomik merkezileşme, tüm devlet birimlerinin yargı, yasama, yürütme, bunların tek elden yönetilmesi gibi bir hedefi vardı. 12 Eylül 00:42:00anayasası bunun temelini attı. Bu temel üzerinde 12 Eylül, resmi asker kıyafetini çıkardı, onun yerini sivil kıyafetli kişiler devraldı. 12 Eylül'den bugüne, 80'ler, 90'lar ve bugün, hepsine baktığımızda askeri mahkemelerin, darbe mahkemelerinin yerini önce devlet güvenlik mahkemeleri aldı. Sonra özel mahkemeler aldı. Sonra geldiğimiz noktaya baktığımızda, güya özel mahkemeler yok ama tüm yargı, baştan aşağıya tek bir kişiye ya da tek bir makama bağlanarak, tümüyle yargı özelleştirildi. Bu özelleşmenin sonuçlarını şu anda yaşıyoruz. Artık yargı birimleri, en küçüğüne kadar, iktidarın çok önem verdiği, bunlar ekonomik davalar da geçerli siyasi davalar da geçerli, iktidarın ekonomik hesaplaşmalarının görüldüğü mahkemelerde, bu davalara da tanık olduk, siyasi hesaplaşmaların görüldüğü mahkemelerde, şimdi, artık devlet güvenlik mahkemeleri döneminde bile asgari bir hukuksal şekle, şekil olarak diyorum, biraz dikkat edilirdi. Hukuksuzluk çok yaygındı ama o şekil bile şimdi kalktı. Bunun temeli yine 12 Eylül Anayasası'nda. Dikkat edin, bugüne kadar 12 Eylül anayasasının temel güçleri birleştiren, hani güçler ayrılığı yerine güçler birliğinin yolunu açan o temel maddeleri, değiştirilmedi, dokunulmadı onlara. Sadece şöyle şeyler yapıldı, kenar süsleri anlamında, işte demokratikleşiyoruz görüntüsü vermek amacıyla, insan hakları, Avrupa Birliği falan filan. Bunlara karşı bir görüntü vermek amacıyla, 12 Eylül anayasasında belli değişiklikler bazı işte referandumlarla yapılırken, onun arkasında şu da yapıldı: yargının, iktidar gücüne, yürütmeye daha çok bağımlılığını sağlayacak değişiklikler de onun altında getirildi. 12 Eylül Anayasası'nı daha da geriye götürecek şekilde yapıldı, düzenlendi ki şimdi onun sonuçlarını şu anda yaşıyoruz. 90'lar yani veya 80 darbe döneminin mahkemeleri ile bugünün mahkemelerini karşılaştırdığımızda, resmi askeri kıyafetli bu darbe 00:45:00iktidarının mahkemelerinde, asgari bir hukuk ve devletin belli bir klasik biçimini muhafaza etmek gibi bir kaygı vardı. İnsanlar işkenceden geçiyordu fakat mahkemelerde şu arandığı için biraz da işkencelerde öyle ifadeler imzalatılıyordu. Mahkemeler, örgüt üyeliği örneğin, illegal silahlı örgüt üyeliğinin unsurları nedir? Bugünkü mahkemelere bakalım, bir de 12 Eylül'ün mahkemelerine bakarak karşılaştıralım. 12 Eylül mahkemelerinde, örgüt üyeliğinin kıstası, o örgütün hiyerarşik yapısı içerisinde bir görevi olması. Genellikle örgütlerin içerisinde insanların isimleri farklı olur, kod isimleri kullanılır, mesela bir kod isminin olması. Evinde ya da iş yerinde veya üzerinde, doğrudan illegal örgütün dokümanının olması veya silah olması ve benzeri şeyler ve örgüt faaliyetini yürüttüğüne dair, maddi kanıtlar aranırdı. Şimdi maddi kanıtlar meselesine geldiğimiz zaman, bu şekilde kıstaslar, bu şekilde oluşturulunca maddi kanıtlar yetersiz kaldığı yerde, işkence ile ifade tutanakları öne çıkarılırdı. İşkence ile alınan ifadelerde, ya şuradaki şu basın açıklamasına katıldı, ya da işte şu kitabı yazdı, şu dergiyi okudu, evinde şu kitaplar bulundu değil. Asıl olarak da polisin dikkat ettiği şey, örgüt hiyerarşisi içerisinde, şu birimde, şöyle görev yapıyordum diye ifade imzalatmak. Şu kod adım vardı, şu kişilerle ilişkiliydim, şöyle örgütün dokümanlarını şöyle dağıtırdık, falan filan gibi, örgütün baskı makinası falan. Bu tür şeylerle ilişkiyi, bu tutanaklarda cevap alabildiği kadar kurar, cevap alamadığı yerde senaryoyu kendisi oluşturur, bazı ifadelerde silahlı eyleme de katıldı, silahlı çatışmaya girdi, falancanın öldürülmesinde işte benzer şekilde, ikrar içeren ifadeler imzalatılır, yakalanan silah varsa ekspertiz raporluyla birleştirilir falan. Şimdi, bütünüyle baktığımızda, bir örgüt üyeliğinin, hukuksal açıdan unsurları emniyet ifadelerinde özellikle oluşturulmaya çalışılırdı. Şimdi o dönemde, avukatıyla sanık görüşemezdi, zaten işkence var. Avukatıyla görüşmek diye bir şey hayal edemezsiniz. Şimdi çok farklı. Emniyet sürecinde işkence var ya da yok, hala var şu anda ama esas olarak avukatınız ile görüşebilirsiniz. 12 00:48:00Eylül ile şimdi arasındaki fark şu: 12 Eylül delil arardı, şimdi delile ihtiyaç yok. Delile ihtiyaç yok, örgüt üyeliğinden her şekilde suçlanabilirsiniz. Şimdi iltisaklı olmak diye bir kavram da uyduruldu. Sosyal ilişkiniz vardır, sosyal ilişkiniz olan insanla belli siyasal düşünceleriniz de belli noktalarda çakışıyordur, onunla birlikte mesela 1 Mayıs'a katılmışsınızdır, kaydedilmiştir bunlar, o kişi, bir şekilde, bir yerden, örgüt operasyonuyla dahil edilmişse, sizi de dahil edebilirler. Burada 12 Eylül'ün aradığı örgüt hiyerarşisi içerisinde belli bir yerde olmak, maddi örgüt dokümanlarıyla ilişkili olmak, onların üzerinizde, evinizde bulunmuş olması veya işte sizinle ilgili örgüt faaliyetinin, o yasadışı örgüt faaliyetini, eylemlerini, o mesela duvara yazı yazıyorsunuzdur altına da örgütün adını yazıyorsunuzdur, böyle bir delili, şimdi ihtiyaç yok bunlara, 12 Eylül bunları arardı. İşkenceyle imzalatırdı, sonuca öyle ulaşırdı fakat bir süre sonra 83 ya da 84'te sanıyorum, askeri Yargıtay şöyle bir içtihat çıkardı, 12 Eylül yargısını övdüğümden değil, 12 Eylül çok berbat bir süreç, ama Askeri Yargıtay sonuçta içtihatı vermek durumunda kaldı: emniyette alınan ifadeler tek başına örgüt üyeliğine delil olmaya yeterli değildir. O ifadeleri destekleyecek maddi kanıtlar bulunması gerekir. Bugünkü içtihatlara ve uygulamalara baktığımızda, basın açıklamasına katılmışsınız, parlamento kürsüsünden milletvekili olarak Kürtlere yönelik, yasal, gayet de hukuksal, hak olan şeyleri söylemişsiniz, bir eyleme çağırmışsınız, işte bir dergi, yayın ve benzeri şeyler evinizde bulunmuş, işte mitinge katılırken falanca derneğin pankartının arkasında, ya da falanca sendikanın pankartının, ya da müzik grubunun pankartının arkasında yer almışsınız, şimdi yapılan şu: bu 90'lı yıllarda icat edildi, 12 Eylül yargılamalarında yoktu, yasadışı örgütlerin yasal uzantıları diye bir kavram oluşturuldu. Şimdi yasadışı örgütün yasal uzantıları nasıl olur? Dernekler olur, sendikalar olur, dergiler olur, müzik grupları da yasadışı örgütlerin yasal uzantıları olabilir. Arasında maddi örgütsel ilişkiyi gösteren kanıta ihtiyaç yoktur. Bu kanıt nedir? 00:51:00 Emniyetten bir rapor gelir. Her mahkeme, şimdi de var, emniyet bir rapor gönderir. Falanca filanca dernekler, sendikalar, müzik grupları, dergi bunların hepsi falanca örgütlerin yasal uzantısıdır diye raporu gönderir. O rapor dosyaya konur. Sonuçta siz yasal dernek diye gittiğiniz dernekten dolayı, yasadışı örgüt üyeliğinden mahkum olabilirsiniz. 12 Eylül ile bugünkü yargılamalar arasındaki temel farklardan birisi bu. Delili işkence ile elde etmek gibi bir farklılığı var. Sahte delil olayı 12 Eylül'de de var, şimdi daha çok var. Şimdi dijital kayıtlar üzerinde oynanarak sahte delil elde ediliyor. 12 Eylül'de gizli tanık diye bir şey yoktu. Şimdi gizli tanık icat edildi. Gizli tanık yerine işkenceler sonucunda itirafçılaştırılmış bazı kişiler, yol arkadaşlarını ihbar edenler çıkmıştı. Onlar kullanılırdı ama onlar gelir duruşmalarında açık yüzleriyle ifade verirlerdi. Gizli değildi. Şimdi, gizli tanıklar, ne idüğü belirsiz kişiler, gizli tanık olarak kullanılıyor, hiç maddi kanıt bulunamadıysa bile, onların yazdıkları senaryolarla, dosyalar, bir şekilde, mahkumiyetle sonuçlandırılabiliyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment3154
Partial Transcript: 12 Eylül bir kuşak kopukluğu yarattı, daha öncesi, 12 Eylül öncesi toplumun direnme kültürü, sorgulama kültürü, araştırma, bakın o dönemde insanların, tiyatroydu, sanat etkinlikleriydi bunlara olan merakıydı, okullardaki eğitim düzeyiydi, piyasada satılan kitapların sayısının birden bire artmasıydı, dergilerin, işte gazetelerin takibiydi, bu tür şey, öyle bir düştü ki 12 Eylül'den sonra, bir ilgisizlik başladı. İnsanlar sadece buna değil, yanında düşen insana ilgisiz hale geldi. Yani kendinden başka kimseyi düşünmez hale gelen yeni bir kuşak yetiştirmeye çalıştılar, belli ölçülerde de bunu başardılar. Tümüyle değil, ama bir kuşak kopukluğunu başardılar ve o 12 Eylül öncesinin bahsettiğim bu gelişmekte olan her türlü siyasetiyle, kültürüyle, gelişmekte olan toplumu, alt üst ettiler. Bu seferki gelişme tümüyle para, sermaye, çıkar, işte, gelecekte hangi meslek daha iyi kazanç getirir onu seçmek gibi. İdeallerine göre, yeteneğine göre bir gelecek ve meslek oluşturmak değil, 00:54:00bunu gözeterek, gençlerin işte üniversite sınavlarına girmesi, ya birbirini düşünmemek. Bu süreç, bu şekilde mayalanırken 2000'li yıllara geldiğimizde, artık neoliberal dediğimiz bu atomize etme, bireyselleştirmenin de sonuna gelindi. Çünkü bir taraftan sistem bunu yaparken, bir taraftan da insanları birlikte yoksullaştırıyor, birlikte çalıştırıyor, birlikte eziyor. Yani bu temel kaynak, insanları dayanışmaya zorlayan toplumsal temeli yok edemezlerdi. Kültürel anlamda bir süreliğine bunu başardılar, onun etkilerini gördük ama başaramadıkları ve hala da başaramayacakları bir nokta, hala de devam devam ediyor. Çalışan kesimin oranı, ücrete bağımlı toplum kesiminin oranı, yüzde yetmişlere yaklaştı. Aynı zamanda öğrenciye, gençliğe vaad ettiği hani o bireysel olarak gelişip pembe dünyaya ulaşacaklarına dair o o vaatler yerine gelmedi. Tam tersi oldu. Hele krizlerin artması ile birlikte, o gençlik, bu sefer geleceksiz bir gençliğe dönüştü. Geleceğini tayin edemiyor artık. Ve toplumdaki bu dayanışma dinamikleri her zaman temelde varolduğu için, bir süre sonra, bunlar belli bir şekilde mayalandı ve kendiliğinden bir patlamaya yol açtı. Bu sadece Gezi'de değil, dünyada da dikkat ederseniz, neoliberal süreç barutunu tüketmeye başladığında, kapitalizm bütün vahşeti ile toplumlara yüklendiğinde, arkasından kendiliğinden halk hareketleri, peş peşe gelmeye başladı. Afrika'dan Asya'ya kadar. Latin Amerika'ya kadar. Ve hala da devam ediyor, şu anda. Ve Gezi de, bizim, Türkiye'de bitmedi aslında. O mayalanma, yüzeye, dalgaları yüzeye vurmuştu. Şimdi, o dipte yeniden devam ediyor. Bunun hepimiz farkındayız, en çok da iktidar farkında. Bu nedenle öyle korkuyor ki, 10-15 kişinin, bir araya gelip de, barışçı bir şekilde basın açıklamasına bile müdahale ediyor. Hem de nasıl müdahale. Darp ederek, kameraların önünde, hiç kaygı duymadan. Büyük bir cüretkarlıkla. Köylünün arazisine giriyor, oranın doğal yaşamını mahvediyor, köylü karşı çıkıyor. Şimdi bunların birikimi, aslında bize şunu gösteriyor. Bu kapitalizmde, bu sistemde ne kadar isterse, ne yaparsa yapsın atomize etmenin 00:57:00bir sınırı var. Kendi istedikleri kindar kuşakların, kindar ve dindar dediği kuşakları yetiştirme çabasının bir sınırı var. Artık o sınıra geldiler ve o sınırın altına düşmeye başladılar. Sonuçta, toplum, işçi kesimi, emekçi kesimi giderek yoksullaşıyor, hep birlikte çalışıyorlar, aynı kaderi yürüyorlar. Bu nedenle, o bahsettiğim seksenli yıllarda başlayan atomizasyon süreci, o neoliberal süreç, artık sonuna geldi. Devran şu anda bence farklı bir şekilde dönüyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment3467
Partial Transcript: Kadın müvekkillerim oldu, işkenceden, ağır işkencelerden geçmiş kadın müvekkillerim de vardı. Kadınlar tabii, erkekler de buna dahil ama kadınlar daha çok maruz kalıyor, cinsel taciz, cinsel saldırı biçimleri, bunlar da işkencenin olağan halleri haline gelmişti. Bugüne kadar, bu yapılar içerisinde, birçok kadın müvekkilim oldu.
İşkencede ölen müvekkillerim oldu, işkenceyi anlatan kadınları duruşmalarda dinledik. Onlara yönelik taciz ve benzeri şeylerin çok yaygın olduğunu o süreçteki yargılamalarda da gördük, 90'larda da ve hala görüyoruz. Kadınların o süreçte hissettiklerini, biraz da kadınlar daha iyi anlatır diye düşünüyorum. Yoksa dışarıdan gözleneni anlatmak, sadece o, cinsel saldırının yarattığı travma olabilir. Onu ancak bu şekilde söyleyebilirim.
Yani hem 12 Eylül hem doksanlı yıllarda işkencede öldürülen, iki binli yıllarda cezaevlerinde, işkencede öldürülen müvekkillerimiz oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment3543
Partial Transcript: 12 Eylül öncesindeki sol ve özellikle devrimci kesimler, büyük ölçüde kitleselleşmişti. Ve Türkiye'de, sosyalizm, sosyalizme yöneliş, Marksizme yöneliş en üst düzeye çıkmıştı. Daha öncesinden çok daha farklıydı. Sadece Türkiye'ye özgü değil tabi, dünyadaki 68 hareketi, Türkiye'nin sanayileşmede, hani o dönemde doruk noktasına ulaşmış olması, işçi sınıfının artık ele gelebilir belli bir sınıf haline gelmiş olması, öğrenci kesimindeki o dünyadan etkilenen hareketler, bu süreçte Türkiye'de devrimci bir kitleselleşme olarak yansıdı. O dönemin devrimci örgütleri, 01:00:00 bugünle kıyaslanamayacak kadar kitlesel tabana sahiptiler.Ve bir de şunu söylemek lazım, çok hata var tabi ki, bunlar ayrı bir konu. Ama bir emekleme dönemiydi aynı zamanda. Türkiye'ye, bilimsel sosyalizmin örgütlenmesiyle, sınıf hareketi ile, kitle hareketi ile ilk defa pratikte yayıldığı dönem, bu kadar geniş yayıldığı dönem 70'li yıllardır. Bir Fransa'da yüz yıl öncedir. Almanya'da yüz yıl öncedir ama Türkiye'de ilk kez bu yıllarda tanıştığı için, biraz da emekleme dönemi aynı zamanda. Ama ne kadar kuşak kopukluğu yaratsa da, bugünkü siyasi yapılanmaların temel taşlarını biraz da o yıllarda anlamak lazım. Hatalarını hala devam ettirmekle birlikte giderek dönüşmekte olan bir yapı var aynı zamanda. Bugün Türkiye sol hareketi ve Kürt hareketi, Kürt hareketi biraz daha farklıdır kitleselleşme açısından, onun çok özgün yanları da var. O ayrı bir konu. Ama Türkiye'deki sol hareketler, 12 Eylül öncesi ile karşılaştırırsak, oldukça daralmış yapılar halinde şu anda. Bu daralmış yapıların kendini aşması için, öncelikle bu süreçteki, bu yüzyıldaki değişen sınıfsal ve toplumsal yapıyı, toplum kesimlerinin bugünkü durumunu, yakından gözlemlemesi, işçi sınıfının özellikle iç yapısının nereye doğru dönüştüğünü yakından gözlemlemesi, geçen yüzyılın, artık bu yüzyılda işe yaramayan araçlarından, yöntemlerinden vazgeçip yeni araç ve yöntemleri keşfetmesi gerekiyor. Bunun yanında, çok önemli farklardan birisidir, 70'li yıllarla bugün arasında, kitle örgütçülüğüdür. O yıllarda, sol hareketler köylere kadar, gecekondu semtlerine kadar, fabrikalara kadar komiteleşmişlerdi. Oralara kadar kitle örgütçülüğü yaparlardı. Oralarda çalışan, bu hani öncü olan insanlar, o toplum kesimi ile sınıfla, köylü ile, emekçi ile aynı mekanda, birlikte yaşayarak, bu süreci birlikte örerlerdi. Ama şimdi önemli bir fark var; bu kitle örgütçülüğü yapılamıyor ya da yapılmıyor. Daha çok siyasi yapılar, kent merkezlerinde açıklamalar yapıyorlar, polisle karşı 01:03:00karşıya geliyorlar, kimi zaman işte dayak yiyorlar, tutuklanıyorlar ama kent merkezlerindeki bu eylemleri, o geniş toplum kesimleri, özellikle muhafazakar partilerin oy deposu olan kesimleri harekete geçirmiyor. Onların haberi bile yok. Çünkü ulaşılamıyor. Kitle örgütçülüğü yok. Bu dönemin kitle örgütleme araçlarını geliştirmek için de bu dönemin toplumunu çok iyi tanımak gerekiyor. Bu biraz sıkıntılı. Bu dönemde, bu yanıyla, hala bir Gezi hareketi oldu bakın, bir Gezi hareketi oldu ama, sol yapılar bu Gezi hareketinden kitleselleşerek çıkamadılar. Bunların sorgulanması gerekiyor. Çünkü geçmişten gelen birçok hata bugün de devam ediyor. Ama devran dönüyor dedim ya. Devran dönüyor, bu dönen devran birçok hatayı gözler önüne sereceği gibi, çıkış yollarını da bize gösterecektir diye düşünüyorum.
Solun kendisiyle hesaplaşması, 12 Eylül sürecindeki politikaları ile hesaplaşması gerçekleşmedi diye düşünüyorum. 12 Eylül darbesi ile de toplum olarak yüzleşme, hesaplaşma yapılamadı. 12 Eylül darbesi meşrulaştırıldı. Değişik biçimlerde, sürdürülerek, daha sonra gelen iktidarlar tarafından, 12 Eylül'ün attığı temelin üzerine değişik katlar çıkılarak bugüne gelindi. Bu hesaplaşmanın sağlanmasını zaten, egemen sınıflardan, egemen sınıfın partilerinden beklemek doğru değil. Onlar bu hesaplaşmayı hiçbir zaman yapmayacaklar. Ama solun, kendi içinde, o günden bu yana, hem 90'lı yıllar açısından hem 2000'li yıllar ve bugün açısından, ciddi anlamda bir özeleştiriden geçmesi ve hesaplaşması gerekiyor. Bu ucu açık bir değişim anlamında değil. Bu süreçte, geçen yüzyılın deneyimlerinden, yenilgilerinden; Sovyetlerin, işte Doğu Avrupa ülkelerinin yenilgilerinden dersler çıkararak bir hesaplaşma olmak durumunda. Yoksa sadece 12 Eylül ile sınırlı bir hesaplaşma, bugün solu içinde bulunduğu durumdan kurtarmaya yetmez. Bu süreç, o yenilgi 90'lı yılların hatalarıyla birlikte de düşünmek gerekiyor. Ondan bağımsız değil. Yani bu, tarihsel bir süreç, tarihsel bir bütünlük içerisinde. Zincir birbirinden koparılmadan. Geçmişin bütün olumlu deneyimlerini içselleştirerek, hatalarını eleştirerek ve onları da bizim tarihimiz, 01:06:00bizim hatamız olarak görerek geleceğin toplumuna yönelmek, gelecek mücadeleye yönelmek gerekiyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment3973
Partial Transcript: Hesap sormak, 12 Eylül darbesini yapanların çoğu zaten şu anda ölmüş durumda, hayatta değiller. Hesap sormak ancak 12 Eylül zihniyetiyle, faşizmiyle, bugüne kadar onun devam eden biçimleriyle hesaplaşarak hesap sormak mümkün. Hesap sormak da gerekiyor. Çünkü bugün yaşadığımız süreç, bunu daha da elzem hale getiriyor. Ve şu hale geldi; yani 12 Eylül'de bu kadar değildi, devlet içindeki, hani derin devlet diye ifade edilen yapılar vardı, kullanılıyordu o dönemde de, ama şimdi o hale geldi ki bir mafya federasyonuna dönüşmüş, yani bir mafya federasyonu haline gelmiş. Bugüne kadar bildiğimiz egemen sınıf partisidir, muhafazakardır falan diye düşündüğümüz, örneğin şu an iktidarı paylaşan iki partinin, kendi içinde mafyatik reisler hiyerarşisi oluşturduğunu gördük. Şimdi böyle bir sürece geldikten sonra, artık hesaplaşmak daha da tarihsel açıdan elzem hale geliyor. Hesaplaşmak mutlaka gerekiyor. Ama bu hesaplaşma, hani Gezi hareketi biraz bize gösterdi, dünya halk hareketleri de gösteriyor, bu hesaplaşma sadece ve sadece sokakta olabilir. Şu süreçte, sokakta ve sokak dışında fabrikaları kastediyorum, meydanları kastediyorum, işte doğası alt üst edilen köylüleri kastediyorum, geleceksiz hale getirilen gençliği kastediyorum, hepsinin tek tek, parça parça şu anda devam eden dağılmış eylemlerinin, bir şekilde birleşmesinden, örgütlü bir birleşimi ile ancak mümkün. Böyle bir sınıf ve halk hareketi ortaya çıkarsa ancak hesaplaşılabilir. Öyle hale geldi ki, artık yasal yolları kullanarak bir takım mevziler kazanmak, bunlara geri adım attırmak çok mümkün görünmüyor. Hatırlamanın çok büyük önemi var. Tarihe bakmak gerekiyor. Hatırlama dediğimiz zaman aslında bunun bir sınırı yok. Yaşadığımız, her birimizin yaşadığımız, tanık olduğumuz tarihsel kesitten başlayarak daha gerilere giderek, yaşamadığımız ama bilgisine ve belgelerine sahip olduğumuz tarih bilincine ihtiyaç var. Bir zamanlar Doğan Güreş, o doksanlı yıllarda, kürt halkına parmak sallayarak şöyle bir 01:09:00tehditte bulunmuştu: "Tarihe iyi baksınlar!" Tabi, tarihe kim nasıl bakar, onların tarihe baktıklarında gördükleri ve bize de göstermek istedikleri şey, o cümlede içeriği olan şey, tarihte yapılmış olan katliamlardı. Bizim tarihe gerçekten iyi bakmamız gerekiyor. Tarihe baktığımızda, hiçbir zaman o tarihsel, kötü tarihsel koşulları da kastediyorum, sonsuz olmadığını gördük. Hiçbir padişah dönemi, ortaçağdan başlayalım, daha gerilere gidelim, kölecilik dönemine kadar gidelim, bugüne kadar gelelim ve sadece şu cumhuriyet tarihine, bu devletin cumhuriyet tarihine baktığımızda çok şeyin değiştiğini, bu değişen şeylerin birçoğunun mücadele ile değiştiğini görüyoruz. Bu mücadeleler sonucunda, hani sınıflar mücadelesi dediğimiz, ezilen toplum kesimlerinin, halk kesimlerinin mücadelelerinin belli dönemlerde bütün iktidarları, devletleri alt üst edip geçtiğini, ezip geçtiğini görüyoruz tarihe baktığımızda. Bu süreç, bu yüzyıl için şunu söyleyebilirim, bu kapitalizm bu süreci artık doruğuna geldi, bunun daha ötesi yok. Tarihe bakmalıyız. Tarihe baktığımız zaman şu anlayış yıkılır: "Ya böyle gelmiş, böyle gidiyor." Bir umutsuzluk... Hep böyle kalacakmış gibi. Ama baktığımız süreç, kendi yaşadığımız sürecin daha kısa bir kesiti. Tarihe bakmıyoruz aslında. Bakmadığımız için, geçmişte yaşadığımız, birkaç yıldan bugüne kadar baktığımız, hep kötü gidiyor, hep de kötü gidecekmiş gibi. Ama tarihe iyi bakmak gerekiyor. Hiç de böyle olmuyor. Şimdi yeniden devran dönüyor. Yeniden birçok şey mayalanıyor, bunu görüyoruz. İktidarlar bizden daha çok görüyorlar. Gördükleri için, daha çok baskı uygulama ihtiyacı hissediyorlar. Bu sadece Türkiye'de değil, Fransa, Almanya, Amerika, hepsine baktığımızda adım adım, her biri, kendi koşullarına göre kimisi büyük adım, kimisi küçük adımlarla elinizdeki bütün hakları almaya, daha çok faşizm uygulamaya, daha çok baskı uygulamaya dönük yasalar çıkarmaya, tedbirler almaya çalışıyorlar. Niye alıyorlar? Bu gidişin sonunun nereye varacağından korkuyorlar. Onların korktukları bir şey var. İşte tarihe bakarak korkuyorlar. Tarihte benzer şeylerin nasıl yaşandığını biliyorlar, bu sürecin de onların başına neler getireceğini biliyorlar. Onun için baskı uyguluyorlar. O halde biz de onlar gibi tarihe bakmalıyız. Tarihe o şekilde 01:12:00baktığımız zaman, bütün bu umutsuzluklar ortadan kalkar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview108549.xml#segment4327
Partial Transcript: Bu kuşağı, hep Z kuşağı diyorlar ya. Aslında çok olumlu bir kavram değil. Bu kuşak, kuşaklar kopukluğu sonucunda ortaya çıkan bir kuşak. Demin konuştuğumuz konuya geleceğim. Bu kuşak, iki şeye bakmalı: bir, toplumdaki üretim dinamiklerinin nereye doğru, kuşak derken belli bir bilinci var, birçoğu üniversite mezunu. Okuyabilir, görebilir, belgelere ulaşabilir. Bir yanıyla hem tarihe bakmak, hem de bugün üretim süreçlerinin nereye doğru gittiğine bakıp işçi sınıfı, emekçi halk, uçlarda biriken zenginlik ve yoksulluk, bütün bunlara bakarak iki şeyde ısrar etmesi gerekiyor. Bir, bilimsel merakını bir kere arttırması gerekiyor. İkincisi de, bu konuda ısrarlı olması ve sürekli olarak dünyayı ancak eylemle değişebileceğini görmesi gerekiyor. Hani Marx'ın bir, çok güzel ünlü bir sözü vardır. İşte filozoflarla tartışır, idealistlerle tartışır falan ama birçok güzel şey yazar çizer ama sonunda şunu söyler: 'Aslolan dünyayı yorumlamak değil. Dünyanın bilgisine sahip olmak da değil. Ki bu gerekiyor, ama aslolan onu değiştirmek'. Dünyayı değiştirebileceğimizi tarihe baktığımızda görüyoruz. Birçok şeyi değiştiren şey, aslında halk hareketleri, sınıf hareketleri. Spartaküsler olmasaydı biz bugünlere gelmezdik. Bunların hepsi tarihsel zincir içerisinde, direnişlerle dünyanın adım adım değiştirildiğini gösteriyor. Bundan sonraki süreçte de, gençlerin esas alacağı şey; aslolan dünyayı değiştirmek üzerinden yürüyüp, değiştirmek için ne gerekiyorsa onu yapmak. Ama bir şey daha önemli. Kolektifleşmek ve dayanışmak. Yani kolektivizm ve dayanışma ruhuyla birlikte biz bunu ancak başarabiliriz. Onu sağladıktan sonra, gözümüzdeki hiçbir şey bizi korkutmaz. 12 Eylül hatır- şey, 12 Eylül önceki yıllardan örnek olarak söyleyeceğim ve bir de Gezi isyanından söyleyeceğim. O Gezi isyanı sırasında nasıl bir dayanışma ruhu gelişmeye başlamıştı. İnsanlar nasıl gözünü budaktan esirgemez hale gelmeye başlamıştı. Adım adım. Başlangıçtı o. 70'li yıllarda da, bu, yani bu beş yılda, aşağı yukarı 5 bin insan öldü, çok çatışmalar yaşandı, silahlı çatışmalar, birçok çatışmalar yaşandı, beş yıl içerisinde. Ama o süreçte 01:15:00insanları bu kadar cesaretlendiren şeylerden birisi, sosyal dayanışma. Yapılar içerisinde ve sınıf içerisinde, ezilen kesimlerin kendi arasındaki sosyal dayanışmasıydı. Bugün kadın hareketi de bize birçok şeyi öğretiyor. Enternasyonelleşti ilk defa, bakın. Kadın hareketi ilk kez, son birkaç yıldır enternasyonelleşti. Çünkü baskı evrensel. Her yerde aynı tür saldırılarla karşılaştıklarını görüyor. Şu, en son dans [Las Tesis] eşliğinde verdikleri, dünyaya verdikleri mesaj. Çok önemli. Kitleselleşmeye çok, açık, önemli bir araç! Çok güzel araçlardan birisi. Şimdi genç kuşakların da kadın erkek veya sınıf mücadelesi içerisinde, bu tür mesajları verecek olan şey, o dayanışmadır. Kadınlar arasındaki o uluslararası, yan yana gelmeden ortaya çıkan bir dayanışma. Bunlar bizim için bir örnektir. Yeni kuşaklara söyleyebileceğim şey, şeylerden birisi de, bu kadın hareketinin örnek alınması. Çünkü dünya, erkek egemen devletleri, iktidarları bundan korktular. Ciddi bir korku yarattı. En çok korkanlar da Türkiye'deki iktidar oldu. Niye korktular? Karşılarındaki öyle devasa, milyonlarca kadın da değil, niye korkuyorsunuz? Korktukları şey şu: hızla yayılma potansiyeli taşıyor. Bunun kanallarını engellemek için şimdi o hale getirdiler ki erkekleri kışkırtıyor, taciz, tecavüz, çocuklara yönelik bile hakim ve savcılarını dizayn etmiş, olabildiğince az ceza. Olabildiğince cezasız bırakma şeklinde, artık gittikçe daha çok tanık olduğumuz şeyler yaşıyoruz, korku şu, yani gençler de bunun farkında olmalı, hareket ettikçe korkuyorlar çünkü hareketimizin arkasındaki potansiyelimiz çok büyük. Yeter ki o potansiyeli dayanışmacı bir şekilde iç örgütlenmesini, yapılanmasını sağlayabilelim. Umutsuzluğun üstünü çizelim. Umudun yolunu açalım.