https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment0
Partial Transcript: Şöyleydi, kendi şubesinin yani siyasi şube İstanbul Siyasi Şubesi kendi içinde kısımlara ayrılmıştı. "Masa" diyorlardı ona işte "A masası, B masası, K masası" gibi. O masalar siyasi örgütlenmelere göre ayrılmıştı yani bizimle, bizimle ilgilenen "tim" diyorlardı onlara yani içerisinde bir tane emniyet amirinin, müdür ya da amirin olduğu çeşitli rütbelerde polislerin, hepsi sivildi bunların, onların çoğusunun isimlerini bir şekilde cezaevinde yattığımız süreçte şubeye gelip gidenlerden biz tabii öğrenmişiz. Benim o biraz önce söz ettiğim ve bırakacağım örneğin, savunmamda hepsinin isimleri var. Örneğin, Aydın Yıldırım aklıma geliyor. O işkencecilerin o dönem en sert olanlarından birisiydi. Daha sonra, daha sonraki yıllarda vuruldu ve öldü. Ondan sonra şeyin bu demin söylediğim Sabahattin gibi. Sabahattin Türk olabilir. Onu da o da orada var. Fakat şunlar da oluyordu örneğin bu operasyonlar içerisinde, bizim sorgularımız sırasında da oldu, Ankara bağlantılı İstanbul'da arananlar ve yakalananlar da olunca, olduğu için örneğin Ankara'daki siyasi şubeden gene Devrimci Yol masasıyla ilgili bu operasyonu sürdüren, oradan gelmiş polislerle de bizim karşılaştığımız oluyordu. Benim için özel olarak bir de şöyle bir şey oldu. Gene sorgunun bir ilerleyen günlerinde benim sorguma bir tane astsubay geldi, subay, rütbeli bir subay geldi. Ve benim gözümü de açtırdı subay ve şeyle ilgili sorguladı beni nereden haber-- İşte benim babam da asker ya. "Nereden haber aldınız? " işte "baban size bir şey söylüyor muydu" falan gibi. Böyle bir askeri bir sorgu ve bir ifade alma durumu söz konusu oldu. Ama onun dışında genel olarak, siyasi şubenin aslında onların hepsi daha sonra isimleri zabıtlara da bizim davanın zabıtlarına da geçmiş insanlar. Mesela şöyle bazen tesadüfler de oluyordu, beni üçüncü kez siyasi-- 2.Şube'ye aldıkları zaman, bana eziyet 00:03:00eden timi tesadüfen gazetede, tekrar cezaevine döndükten sonra gazetede bir İbrahim Tatlıses yani 2.Şube asayiş işlerine de bakan bir şube olduğu için, ağır suç masası da diye bir yer bizi sorgulamıştı. Operasyonu onlar sürdürüyorlardı. Ha şunu da söyleyeyim bu çeşitli emniyet birimleri arasında zaman zaman buna jandarmayı da katmak lazım. Bir rekabet söz konusuydu açıkça da ifade edilen. Şöyle yani mesela; 2.Şube'ye gittiğim zaman ben daha kapıdan içeride girişte, o zaman orasının amiri Ahmet Ateşli adında o zaman ünlü bir polis. Ünlü bir polis müdürüydü. Daha sonra o da bir yere ataşe oldu. Yurt dışına gitti. Beni şey diye karşılamıştı, "Sen daha önce Gayrettepe Siyasi Şube'de kaldın. Onları tamamen unut çünkü burası 2.Şube. Siyasi şube buraya göre Paris sayılır" diye karşılamıştı. Şimdi aynı şeyi şöyle de yapıyorlardı yani mesela askerler için polisler öyle söylüyorlardı çünkü bazı durumlarda, kenar mahallelerde olan insanlar jandarma bölgelerinde de sorgulanıyordu ve çeşitli şubeler arasında ve şehirler arasında. Yani Ankara'dan gelenler Ankara'daki işkence usullerini methediyorlardı işte İstanbul'dakiler bazen Diyarbakır'dakine dem vuruyorlardı. Çünkü şimdi şöyle mesela ben mesela Gayrettepe'de ve daha sonra 2.Şube'de ama İstanbul'da sorgulandım. Ama bazı arkadaşlarımız birkaç şehirden, şehrin siyasi şubelerine götürülerek sorgulandılar. Uzun süreler, aylar süren bu tür eziyetler oldu. Çünkü her birinde de yani yeniden, yeni baştan yeni bir sayfa açılır gibi yöntemleri böyleydi. Ama benim için Gayrettepe 1.Şube.
Şöyle, şöyle oldu. Şimdi yani daha sonraki yıllarda ceza muhakemeleri usulü yasalarında falan birtakım değişiklikler oldu yani örneğin o zaman işte gözaltı öncesi, sonrası sağlık kontrolünden falan geçmek-- Öyle bir şey yoktu. Ama şöyle bir şey vardı benim de başıma geldi. İşkence süreci içerisinde zaman zaman bizim kim olduklarını bilmediğimiz ama sağlıkçı olduklarını düşündüğümüz birtakım görevlilerin muayenesi gerektiğinde söz konu olabiliyordu. Mesela, şeyden ben 2.Şube'deyken beni 00:06:00 yani işte cezaevindeyiz, cezaevinde artık epey bir yıpranma süremiz de olmuş ve açlık grevi, açlık grevleri süreleri yaşamışız ve beni tekrar aldıkları zaman gözaltına alıp 2.Şube'ye götürdükleri zaman açlık grevine başladım hemen. Tabii tecrübeli bir mahkum olarak oraya geldim ben. 4 yıldır içerideyim zaten. Şimdi o zaman ben fenalaşınca bir gün beni aşağıya indirip yere uzattır ve birisi geldi, doktor dedikleri birisi geldi ve beni muayene etti yani bazen bu tür durumlar oluyordu. Yani hani elinde kalmasından korkuyorlardı zaman zaman. Çünkü bir şekilde artık kayıtlara girdiysen bir sorun oluyordu ama biz savcılığa çıkarken örneğin, biz Selimiye'ye bizi kapalı bir araba içerisinde birbirimize zincirlediler, Selimiye'ye gittik. Selimiye tabii şöyle oluyor, siyasi şubeden nereye gidersen git hani bir tür yarı kurtulmuş hissiyatında oluyorsun. Çünkü orası artık yani şöyle söylenebilir, bu düzenin dibi yani. En dibi ve maalesef başka yerlerde olduğu gibi bizim ülkede de biz şimdi 12 Eylül süreci için konuşuyoruz ama dünden bugüne her zaman olan bir şey bu. Orada hiçbir yasa, hiçbir kanun yok. Zaten bunu ifade ediyorlardı. Bizi sırayla birer birer savcının karşısına çıkardılar. Bu savcıda hepimiz ben de ben öncelikle gördüğümüz uygulamayı anlattık. Savcı sivil, sivil bir savcıydı. Ondan sonra bize eziyet edildiğini anlattık. Duyduğumuz, bildiğimiz isimlerini falan da söyledik. Hatta o eziyet izlerinin halen üzerimizde olduğunu söyledik. Tamam dedi bizi dinledi. Bize istinat edilen suçlamaları söyledi, kısaca bizim yanıtlarımızı aldıktan sonra herhangi bir şeye, o bizim maruz kaldığımız uygulamalara hiç girmeden bizi hakimliğe sevk etti. Daha sonra bizi topluca hemen, çok kısa kısa oldu bu savcılık ifadeleri. Ama bizden bir yani siyasi şubede verdiğimiz, bizden alınan ifadeye ve o sürece itirazımızı belirleyen ve bu suçlamaları kabul etmediğimizi yani ben örneğin, siyasi tutumumu, gözaltına alınmamın bu 00:09:00 eziyetlerin siyasetin nedenlerini de söyleyerek bize yöneltilen suçlamalara cevaplar da vererek, kısa bir ifade verdik. Hakimliğe hepimizi birden çıkardılar. Selimiye'de loş, loş bir salondu bu. Sadece biz ve avukatlarımız yani bazılarımızın avukatları haber alıp oraya gelen avukatlardan birkaç tane vardı. Daha doğrusu ilk o tutuklanma mahkemesinde belki de avukatımız yoktu, emin değilim ama bir tek şeyi fark ettim babamı gördüm arkada yine resmi elbiseyle ve çok kısa süren bir bize isnat edilen suçlamaları söyledi. Usul şuydu gerek savcılık gerek mahkeme, hakimlik açısından usul şuydu. Her gözaltında sorgudan geçen, her sanık için kendisi anlatmış, kabul etmiş olsun veya olmasın; reddetmiş veya olsun veya olmasın siyasi şubeden, tarafından hazırlanan fezleke dediğimiz bir not, gizli not vardı. Bu not bizimle beraber bizim gittiğimiz her yere gidiyordu ve muhataplarımız bizim söylediğimize göre değil, sunulan delillere göre değil o fezlekeye göre karar veriyordu. Bu fezlekeler-- 12 Eylül şöyle bir usulün de yaygınlaşmasına yol açtı. Aslında bu fezlekeler bizimle beraber yıllar ve yıllar boyunca dolaştı. Onlar hiçbir zaman silinmedi ve kaybolmadı. Daha sonradan 12 Eylül'e ilişkin, biliyorsun kayıtların kaldırılması kararları da alındı ama eminim ki bugün de o fezlekeler aynen bizim peşimizde dolaşıyor. 146., 1.maddeden şimdi birkaçımızı 146'ya 1'den. Beni, yanımdaki o aynı gün yakalandığım arkadaşımı tutukladı hakim ve bizi birbirimize zincirlediler. Bir kısmımızı 146'ya 3'ten yani çeşitli anayasal düzeni örgüt kurarak, teşkilatlanarak ortadan kaldırma suçunun çeşitli varyasyonlarından 141'e kadar yani herhangi bir eylem isnadı olmayan tutukluklar için söylüyorum. Bizi tutukladılar hepimizi götürdüler. Birkaç tane tutuklanmayan da oldu. O tutuklanmayan arkadaşı da biz anlam veremedik mesela. Öyle şeyler de oluyordu 12 Eylül'de yani sen tutuklanıyorsun, seninle beraber aynı şeylerden suçlanan başka bir arkadaşı bırakabiliyorlardı. Ama bu belli bir amaçla yapılan şeylerdi. 00:12:00Peşinden ya onu izliyorlar, takip ediyorlar ya da onu başka daha başka bir şey için sıkıştırıyorlar. Yani polise yardımcı olma konusu da buna dahil olmak üzere. Bu yıllar boyunca sürdü. Bu konu yüzünden çok ciddi sorunlar yaşayan insanlar oldu, yıllar sonra tahliye olduktan sonra. Neyse. Durumu şöyle izah edeyim, durumun trajikomikliğini. Biz, bizim çoğumuz idamlık olmak üzere, bizi yeniden arabalara doldurdular. Her taraf kapalı, demir arabaya. Demir arabanın birdenbire kapısı açıldı, arka kapısı ve kapıda bir baktım babam gene resmi elbiseyle. Tabii duymuş bizim sevk edildiğimizi, hemen orada bizi izlemiş, çok üzülmüş. O zaman bize moral vermeye çalışıyor. Yüzü, ağzı kulaklarında açıldı kapı, dedi ki "Çocuklar" dedi, "sakın korkmayın" dedi, "ben" dedi, "biraz önce hakim beyle konuştum" dedi. "Sizi asmayacaklar" dedi. "25 yıl yatıp çıkacaksınız" dedi. Onu da unutamıyorum bize moral vermek için. Biz de dedik ki, "Ya Orhan Amca, gözünü seveyim yapma böyle" dedik. Sonra bizi oradan bir askeri birliğin, hani bütün bu 12 Eylül sürecinde hani önceden yeterince hazırlığı yapılmamış, çok kitlesel tutuklamalar yapıldığı için çeşitli askeri birliklerin uygun birimlerini hapishane olarak kullandılar. Askeri cezaevi. Bizi oradan yine bir askeri birliğin, asker yatakhanelerinden oluşan Hasdal Tutukevi'ne götürdüler. Belli bir ayrımla. Kimisini de başka cezaevine götürdüler. İstanbul'da o dönem birçok cezaevi var. Ben, sonuç olarak onu devam eden 5 yıl boyunca Hasdal Cezaevi'nde, Sultanahmet'teki tarihi, Osmanlı'dan kalma şimdi otel olan cezaevinde. Sağmalcılar'da yapılan 12 Eylül'den sonra yapılan, hücrelerden oluşan, hücre tipi özel cezaevinde ve son olarak Metris'teki, İstanbul'daki kötü muamele uygulamalarının en yaygın olduğu Metris Cezaevi'nde kaldım tahliyeme kadar. Demek ki bu cezaevlerini dolaşmışım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment878
Partial Transcript: Bu cezaevi süreçlerinin hemen ilk başta, ilk iki, insanın aklına gelen iki başlığından birisi açlık grevleri, diğeri de cezaevi sürecinde cezaevindekilerin yakınlarının, özellikle annelerinin ilk günlerden yani 1.Şube'nin önünden çocuklarını sormaya yığıldıklarından başlayarak 00:15:00 sürdürdükleri direniş. Bu ikisi hem birbiriyle ilgili hem birbirlerinden ayrı. Cezaevi süreci İstanbul'da da başka şehirlerde de bir direniş süreci şeklinde geçti. Özellikle İstanbul cezaevlerinde, İstanbul'un birtakım özellikleri nedeniyle, onların da birtakım etkileri var. İstanbul'daki o yoğunluk nedeniyle yani binlerce kişiden bahsediyoruz, 300'den fazla kişi sadece bizim davamızda vardı. İstanbul'da en başından itibaren, daha biz hemen tutukevlerine gittiğimiz andan itibaren bir direniş şeklinde süreç yürüdü yani en ufağından başlayarak söylersek, asker, askerlik kurallarına uymaktan başlayarak ama bunların hepsi adım adım ve eziyet şeklinde. Yani şöyle olduğu zamanlar oldu cezaevi sürecinde, insanların, siyasi tutukluların siyasi şubelerde geçen günlerine yakın günler yaşadıkları yani orada sayılı belli bir süren eziyetin daha belli olmayan, geniş, günler boyunca sürdüğü ve bunun yanında yıllar ve yıllar boyunca süren ziyaret yasakları ve bütün olanak, haberleşme olanaklarının kısıtlandığı, ziyaret yasakları sürdü. Uzun yıllar yani şöyle söyleyeyim ben sana biz Sağmalcılar Cezaevi'ndeyken yani 84. Yan yana alt alta kaldığımız, yıllarca birlikte kaldığımız koğuşlardaki arkadaşları artık neredeyse yani akraba olmuşuz yıllar boyunca hani ses, konuşuyoruz camdan, küçücük camlardan. Hücreydi bunlar hep çünkü. Bir kere bile yüzünü görmediğimiz, yıllar sonra sesini duyarak, birbirimizi seslerimizden tanıdığımız süreç yaşadık. Açlık grevleri cezaevleri süreçlerinin hemen başından itibaren yani yeni cezaevinden girenler açısından şöyle başladı süreç. Her giren oradaki insan yani daha sonra girenler, daha önce, biz daha önce yani artık 1 seneye yaklaşmış 12 Eylül uygulamaları, ilk girenler daha ağır baskılar ve daha ağır eziyetle karşılaşmışlardı. Ve biz sonradan gelenler hep o ilk gelenlerin moral ve motivasyonunu da yükseltme ve bir direnişi örgütlenme durumunda kaldık. Şöyle yaptık, komünler oluşturduk. Koğuş organizasyonları oluşturduk. İdare-- Yani biz genelde her zamanki usul ve yöntemlerimizi orada da hayata 00:18:00geçirmeye çalıştık. Yani aç olana aç bırakmamak için, kimsesiz olana kimsesiz bırakmamak için ailelerimizden gelen olanakları birleştirdik, "komün" diyorduk biz ona. Merkezi, olabildiğince merkezi yapılar oluşturduk. Hem cezaevindeki bütün koğuşlarla, o bütün olanaksızlıklara rağmen akla gelmeyecek yöntemler icat ederek haberleştik. Hem de İstanbul'daki bütün cezaevleriyle ve neredeyse Türkiye'deki bütün cezaevleriyle haberleştik. Yani cezaevi sürecini aslında bir bütün olarak yaşadık. Bu bir direniş süreciydi ve uzun olduğunu biliyorduk. Çoğumuz idam cezası, istemiyle yargılanıyorduk ve yıllar boyunca orada kalacağımızı düşünüyorduk eğer öldürülmezsek. Ve bunlar olurken, benim yakalandığım günlerden de itibaren bir yandan idamlar sürüyordu. Dol ayısıyla her idam, biz 146'ya 1.maddeden yargılanan, idam cezasıyla yargılananlar için bir tehditti. Cezası kesinleşmiş olan çok sayıda insan vardı ve baskılar fizik en bizim artık karşılayamayacağımız aşamaya gelince biz açlık grevi yapıyorduk. Açlık grevlerini, bir dayanışmak için, çeşitli nedenlerle dayanışmak için. İkincisi şey, cezaevlerinde bize yönelik birtakım uygulamaları protesto etmek için ve üç, daha büyük saldırıları topluca karşılamak için yapıyorduk. Bu söylediğiniz uzun açlık süreci tek tip elbise süreciyle ilgilidir. Cezaevlerinde tek tip elbise uygulaması, 12 Eylül'ün aslında fotoğraf olarak çözülmeye başladığı sivillerin yönetimde olduğu dönemde gündeme geldi. Ben o açlık grevi sırasında Sultanahmet Cezaevi'ndeydim. Sultanahmet Cezaevi'nde, Sultanahmet Cezaevi İstanbul'un merkezindedir. Şehrin ortasında biliyorsunuz daha zorlu tabii öyle bir mahpusluk yatmak. Çünkü yüksek duvarların arkasındaydık ama vapur ve martı seslerini de hatta sokaktaki konuşmaları da biz duyuyorduk. Ailelerimiz kapının önünde sürekli eylemdeydi. Biz içeride sürekli eylemdeydik. Bize yönelik şiddet gittikçe arttı ve tek tip elbise uygulamasını ilan ettiler Metris'te. Yani İstanbul'un diğer bazı cezaevlerinde başlamıştı. Ve direniş kararı alınmıştı. Bu topyekûn bir direnişti ve o direnişin bir aşamasında açlık grevine dönüştü. Daha sonra süresiz açlık grevine dönüştü ve süreçte olan insanlar oldu biliyorsunuz İstanbul'da. Fatih 00:21:00Öktülmüş'ün de içinde olduğu. İnsanlar öldü. Fatih'le de Sultanahmet Cezaevi'nde aynı havalandırmaya bakan bölümde biz kalmıştık. O dönemin işte bilinen siyasi tutuklularından bir tanesiydi. Şöyle, şöyle oldu operasyon biz havalandırma yasaklarıyla ve hoparlörler yani Nazi kamplarından apartma şöyle bir yöntem vardı askeri cezaevlerinde. Hoparlör merkezi ses sistemi var ve o sonuna kadar açılır. Ve sonuna kadar ve sürekli. Sabaha kadar ve akşama kadar. Ve bunu düşün, Sultanahmet Cezaevi gibi İstanbul'un göbeğinde olan bir yerde de yaptılar. Hasdal'da zaten yaparlardı. Yani bazı insanların akıl sağlığını zedeleyecek bir şeye yol açardı bu. En yüksek seste bir müzik sesi ve hiç ondan kaçma olanağın yok. Hani demin dedim ya cezaevlerinde işkence çeşitli şekillerde sürdürüldü. Örneğin Hasdal Cezaevi'nde, askeri koğuşlardan dönüştürüldüğü için koğuşta tuvalet yok, lavabo yok. Tuvalete askerler, gardiyanlar keyfi olarak ve gruplar halinde bizi tuvalete götürürlerdi. Ve bazen bir nedenle, bize ceza vermek istediğin cezaevi idaresi tuvalet yasağı uygulaması yapardı. 1 gün, 2 gün, 3 gün insanları tuvalete götürmezlerdi. Bu çeşitli arızalara, çeşitli hastalıklara yol açtı bizde. Bu tek tip elbise direnişindeki operasyondan kulağımda kalan İbrahim Tatlıses'in çığlık çığlığa söylediği türküler. Biz şubedeyken de zannediyorum, "Ayağında Kundura." Onun ilk türküsü çıkmıştı. O da dahil olmak üzere en sesi gür olan, oktavı yüksek olan İbrahim Tatlıses olduğu için en çok o çalınırdı. Tabii ki marşlar. Davudi sesle söylenen meşhur 12 Eylül türküleri. Müzikler bunlar yani. Marşlar ve İbrahim Tatlıses'in türküleri. Biz barikatlar kurarak, temsilcilerimiz aracılığıyla tek tip elbiseyi kabul etmeyeceğimizi, direneceğimizi ifade ettik. Onlar ise bize zorlan tek tip elbise giydireceklerini ifade ettiler. Temsilcilerimiz var. Ben de temsilcilerden biriydim. Bölüm bölüm havalandırmalara göre temsilcilerimiz vardı. Cezaevi temsilcilerimiz vardı. Biz cezaevindeki mücadele sürecinde de bir demokrasi işletmeyi hep sürdürdük. Yani şöyle bizim konseyimiz vardı. 00:24:00Cezaevi idaresiyle muhatap olacak arkadaşları biz seçiyorduk. Aynı zamanda 1 kişi de olsa 300 kişi de olsa. Örneğin İstanbul cezaevlerinde Devrimci Solcu arkadaşlar kalabalıktı. Biz de onlara yakın bir kalabalığa sahiptik. Ama bazı öyle siyasetler vardı ki 2 kişi mesela. Her siyasetten 1 kişiyle temsil edildiği konseylerimiz vardı bizim. Onlar çeşitli biçimlerde toplantılar yapar, kararlar öyle alınırdı. Biz direniş kararı aldık, diğer cezaevleriyle de mümkün olduğu kadar da haberleştik. Tek tek koğuş kapılarını, günler süren bir saldırıyla açarak, kırarak veya işte kaynaklarla açarak çok sayıda asker bizim koğuşlardan, döverek aldılar. Tek tek hepimizi şeye götürüp idare binasına, döverek götürdüler. Koridorlarda, o cezaevlerinde çok yapılan bir şeydi. Koridora, iki tarafına askerler dizilir. Ellerinde coplarla ve sen onların arasından girmek zorunda kalırsın. Koridorun uzunluğuna göre, bunu Hasdal'da da yaparlardı, 50 metre, 100 metre bazen 150 metre öbür tarafa sağlam çıkarsan. Oradan götürdüler bizi, soydular ve zorlan bize tek tip elbiseleri giydirdiler. Tabii şöyle yani zorlan, usulen giydirdiler. Biz onları koğuşlara gelip çıkardık, attık. Havalandırmalara attık ve yırttık. Ve bir direniş süreci başlamış oldu, açlık grevi başlamış oldu. Bu süreçte operasyonlar devam etti. Elbiselerimizi aldılar. Şimdi biz elbiseyi giymeyince, elbiselerimizi aldılar. Örneğin mesela şunu da zihnimde yer etmiş şeylerden biri. Sultanahmet Cezaevi'nde o kış, cezaevi taş bir bina ve koridorlarda birkaç tane soba var. Şey kalorifer falan yok, zaten soğuk bir bina. Bizi çıplak bırakıp, don ve atletle koğuşlarda bırakıp, koğuşlardan çıkmak zaten yasak. Bütün koğuşların camlarını söktüler ve biz bir kışı camları açık olarak o buz gibi binada sadece birbirimizin sıcaklığıyla ve işte birer tane battaniyeyle, birer tane battaniyeyle idare ettik. Ben o zamandan beri üşümeyi hiç sevmem ve hala da ne zaman üşüsem aklıma o geliyor. Sonra biz bir şekilde onu uzun bir mücadeleyle geri aldık. Yeniden o camları taktık, taktırdık. Sadece su içerek açlık grevi yaptık. Önce yani daha önce de toplu açlık grevlerimiz de oldu bizim. 28 00:27:00gün yani ben mesela en uzun 28 gün zannediyorum açlık grevi yaptım. Zaten çok zayıftım o açlık grevinde, o en uzun olan tabii 10 günlük, 1 haftalık, 3 günlük, 2 haftalık ve 1 günlük bizim çeşitli açlık grevi eylemlerimiz var. Çünkü açlık grevi şöyle, bir direniş ifadesi ve bir deklarasyonuydu. İkincisi, tutuklular açısından bir birlik ifadesiydi, üçüncüsü yani bazı durumlarda şunu da engelliyordu. Sürekli süren eziyeti kesintiye uğruyordu. Çünkü cezaevi idareleri biraz önce anlattığım siyasi şubeye göre biraz daha dikkat ediyorlardı. Yani bizimle ilgili sürekli bir eziyet vardı ama hani cezaevinde birisinin ölmesi daha büyük bir hadiseydi. Çünkü artık orada olduğumuz belli ve ailelerimiz peşimizde. Eylemcim, bizimle hiç görüşemeyen o 2 yıl boyunca neredeyse hiç görüşemeyen o ailelerimiz bir hafta bile aksatmadan cezaevinin kapısına geldiler. Annelerimiz ve babalarımızın da bazıları yanlarında olmak üzere. Hiçbir zaman bizim peşimizi bırakmadılar. O bizim bu cezaevi sürecimizde, özellikle İstanbul için söylüyorum, bizim ayakta kalmamıza hem moral hem fiziki olarak en önemli nedenlerden biridir. Açlık grevi şöyle işte günde şeye göre, şeker yani şeker olurdu, toz şekerimiz olurdu yani içimizde tabii doktorlar da var özellikle beyin çökmesini engellemek açısından yani şeker kaybının yol açacağı hızlı komaya girme durumunu engelleme açısından şekerli su önermişlerdi. Sadece şekerli su alırdık ve birkaç önceki birkaç günden sonra hissizleşmeye başlayarak o direnişi sürdürdük. Nitekim şöyle de olurdu tabii aynı zamanda tartışmalar da sürerdi. Tabii ki dışarıda olan tartışmalar içeriye girince bitmedi. Yani şöyle oldu, dışarıdaki bütün siyasi oluşumlar içerde de siyasi mücadele ve tartışmalara devam ettiler. Mesela cezaevindeki durumlara göre yani ilk gittiğimiz örneğin Hasdal Cezaevlerinde, Cezaevi'nde ortak komünler oluşturmuştuk. Öyle karşılayabiliyorduk saldırılar. Daha sonraki cezaevlerinde yavaş yavaş ayrı komünler oluşmaya başladı. Yani siyasetler kendi içinde komünler 00:30:00oluşturdu. Bu cezaevindeki direnişler konusunda da zaman zaman tümümüz ortak davranarak direnişi sürdürürdük. Zaman zaman da farklı tutumlar söz konusu olabilirdi. Örneğin açlık grevi konusunda biz cezaevindeki süreçte hep açlık grevlerinin, hemen hemen çoğuna katıldık. Fakat o açlık grevlerinin belli bir zamandan sonra İstanbul cezaevlerinde bir süresiz açlık grevi, süresiz açlık grevi de yaptığımız oldu yani haklarımız alınana kadar. Oldu. Sultanahmet'te öyle bir süreç de geçirdik. Ölüm orucu, tartışmaları oldu. Özellik birkaç siyasi eğilim bu cezaevlerindeki süren direnişin o zaman tabii ülke koşullarında odak yani darbeye karşı, cuntaya karşı direnişin budur merkezi özetli diyebilecek bir fikriyatın devamı olarak. Burayı her şeyin merkezine oturtup ölüm orucu tartışmaları gündeme geldi. Biz o süreçte buna karşı çıkan siyasi yönelimlerinden biriydik. Dolayısıyla o açlık grevlerinin ölümlere yol açmaması için bu tartışmalarda elimizden geleni yaptık ve o açlık grevlerinin kimisi başarılı, kimisi başarısız oldu. Bu Sultanahmet'teki olay hepimizi çok etkiledi yani açlık grevinde insanların ölmesi. Ondan sonra da maalesef o süreçler cezaevi boyunca devam etti. Daha sonra da biliyorsunuz, 12 Eylül'den sonra da cezaevlerinde ölüm oruçları sürdü ve yani keşke olmasaydı diyebileceğimiz şeyler de yaşandı. Fakat bizim yaşadığımız dönemde yani birkaç eylemde, birkaç eylemin bütün tutukluların katılımıyla sürememesinin dışında yani belli bir aşamada tutukluların çoğunluğunun eylemi bırakmasına rağmen bazı grupların ve kişilerin sürdürerek, işi, olayı ölüme kadar, ölüm noktasına kadar, sayısı çok fazla olmadı ama ölen arkadaşlarımız oldu, sürmesinin dışında o 12 Eylül sürecinde direniş, toplu direniş olarak sürdü. Yani şöyle söyleyebilirim örnek olarak. Örneğin Metris'te ya usul şöyleydi gene koğuşlar var, koğuş temsilcileri var ve sayımlar olurdu ve her sayım bir eziyet olurdu. Her sayım bir yaptırımın pratik uygulaması şeklide olurdu. Ben Metris Cezaevi'ndeki uzun mücadele sürecinde başka 00:33:00cezaevlerindeydim ama Metris Cezaevi'ne de en son geldim ve oradan en son tahliye oldum. Koğuşun temsilcisi de dahil olmak üzere sayıma çıkılır, bazen çıkılmaz. İdare o gün için, o hafta için ne istediyse bizden biz onun tersini yapardık. Usul buydu. Yani saçlar kesilecek dediği zaman idare, hepimiz saçlarımızı uzatırdık. Saçlar serbest oldu, saç uzatmak serbest oldu dediği zaman hepimiz saçlarımızı kazıtırdık. Bıyık kesilecek dedikleri zaman bıyıklarımızı uzatırdık. Çünkü usul şöyleydi sen bir adım geri attığın zaman o geri adım bizim üstümüze geliyordu. Dolayısıyla cezaevi sürecini zorlan askeri yaptırımlara uymadan, zorla İstiklal Marşı söylemeden-- Ya bu da cezaevi süreçlerinde en çok karşılaştığımız eziyetlerden biridir. Biliyorsunuz sonradan filmlere konu oldu, kitapları oldu Diyarbakır'da yaşananı bir kenara koyuyorum. Mamak'taki yaşanan eziyeti oradaki ruh hastası yöneticilerin de katkısıyla uygulamaları bir kenara kokuyorum. Onlar kadar veya onlara yakın İstanbul cezaevlerinin idarecileri de ruh hastasıydı. Yani genel olarak şöyle diyebiliriz, sadist insanlar zaten seçilip cezaevine yöneticilik yaptırılıyordu ama istisnalar söz konusu. Yani şöyle istisnalar, örneğin Sultanahmet Cezaevi jandarma bölgesinde kalıyordu. Dolayısıyla jandarma idi onların yöneticileri. Mesela onlar daha böyle birlikten seçilmiş yani cezaevi komutanının çok eziyetli bir süreçte bu direnişler boyunca bu tek tip elbise direnişi sırasında bizimle, temsilcilerle görüşmesi sırasında hani çaresiz kalıp gözünün yaşardığını, ağladığını hatırlıyorum ben. Mesela öyle şeyler de olurdu. Örneğin şunu da hatırlıyorum yani prototip değil tabii bu insan tipleri. Hasdal Cezaevi'nde bizim "Deli Faik" dediğimiz bir binbaşıydı cezaevi komutanı. Biraz sadist biraz çatlak bir adamdı. Ama yıllar sonra o cezaevi sürecinden geçmiş bir siyasi davada yargılanmış bir kızla evlendiğini duyduk biz onun yıllar sonra ve yıllar sonra Nokta dergisinde cezaevinde yapılan sadist uygulamalarla ilgili röportajı yayınlandı onun. Cezaevindeyken elinde uzun, elektrikli copla gezer ve hiç çekinmeden kafamıza vururdu onu yaptırımlara uymuyoruz diye. Yaptırımlardan kastı şu, ant içilecek, tekmil verilecek, "komutanım" denecek, İstiklal Marşı okunacak vesaire. Yani çünkü genel olarak politika, o politika uygulanıyor. Fakat her gün, iki günde bir koğuşumuzu 00:36:00basıp bizi döven adam hafta sonları, ben bunları daha önce de yazdım bir yerde. Küçük bir oğlu vardı ilkokula giden. Koğuşun kapısı açıldı bir gün. Oğlanı getirdi içeriye, ittirdi. Sarışın, güzel bir çocuk. "Bak oğlum" dedi. "Bunlar" dedi, "komünist" dedi. "Fakat" dedi, "bu memleketin en akıllı adamları bunlar ve bunların içinde" dedi. "Bunların" dedi "kimisi doktor, kimisi mühendis içinde" dedi, "uçak mühendisi olan bile var" dedi. Nitekim vardı bizim çeşitli okullardan. "Burada" dedi, "bunlarla otur" dedi, "akşama kadar." "Ben" dedi "gelip seni alacağım." "Bu abilerle" dedi. Yani böyle de ilginç bir süreç yaşadık. Ama aynı adam sonra da bizim kafamızı da kırıyordu evet. Nitekim o cezaevinde de bir arkadaşımızın öldüğüne tanık olduk. Devrimci Kurtuluş davasında yargılanan bir arkadaşımız, bir ziyaret günü şeyin, subayın silahını alarak kaçmaya yani dışarı çıktı ve biz bütün cezaevi de bunun tanığıyız camlardan. O geniş askeri birliğin top sahasına kadar gitmeyi başardı. Enterne etti yanında birisiyle, birini yanına alarak ve top sahasını geçtikten biraz sonra silah seslerini duyduk ve öldü. Vurdular, öldürdüler onu. Aynı gün hemen biz açlık grevine başladık, cezaevi olarak toplu eyleme başladık. Akşam Sıkıyönetim adli müşavirlerinden rütbeli general rütbesiyle bir yetkili geldi falan işte onunla görüşmelerimiz oldu. Yani bu anlattığım süreç bir yandan da bu tür olaylarla da devam eden bir süreç.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment2275
Partial Transcript: Sonradan tekrar 4.davada da idamla yargılanırken, mütalaa yayınlandı biz tutukluyken. Mütalaada savcılığın yeniden yorumu söz konusu oldu ve örneğin ben mütalaada 168'e 1.maddeden yargılanır oldum. Yani bu tür değişiklikler bizim için hiçbir şey fark etmiyordu pratikte ama ailelerimiz açısından çok önemliydi tabii. Onlar çünkü şöyle düşünüyordu, idamla yargılanıyorsan ölüm tehdidi altındasın. Öbür türlü aman yatsın cezaevinde de babamın dediği gibi 25 yıl yatsın ama hiç olmazsa çocuğumuzu asmasınlar. Sonra dava tabii yani hemen küçük bir parantez koyup, şunu da söylemek lazım. Davalarımız da olağanüstü koşullarda sürdü yani şöyle benzetmek gibi olmasın ama bugünkü hukuk felaketini yaşadığımız şu günlerde, yerlerde sürünen siyasi nitelikli davalarda olan bazı şeyler evet, o gün olmuyordu. Ama sonuç olarak askeri 00:39:00kışlaların içinde, tamamen enterne edilmiş, etrafımızda silahlı kişilerin beklediği duruşma salonlarında ve genellikle bütün bu süreç direnişle geçtiği için don ve atletle, ayağımızda terlikle biz mahkeme salonlarında idik. Kendimizi savunuyorduk diyelim ama yani tırnak içinde aslında öyle bir şey yoktu. Biz ne söylersek söyleyelim, heyetlerin bunu dikkate aldığı yoktu. Heyetlerde askeri ve sivil hakimler vardı. Askerler genellikle tamamen bizim siyasi muarızımız düzeyindeydi. Buna rağmen biz siyaseten de mümkün olduğu kadar, derdimizi anlatmayı orada bir görev bilerek yani en azından bir kısmımız diyelim, onu anlatmaya çalıştık. Mesela benim savunmam da var. Aşağı yukarı bizim yaşadığımız süreci siyaseten de anlatmaya çalışıyorum ve onları ikna etme çabasında olmadığımı, böyle bir gayemin olmadığını, onlardan hiçbir şey istemediğimi ama bu yaşanan sürecin nasıl bir süreç olduğunun farkında olduğumu anlatıyorum ki çeşitli davalarda daha ileri düzeyde siyasi savunmaların yapıldığı davalar da oldu. Bütün bu süreç eziyetle geçti, şöyle mahkemeye gitmek bir eziyetti çünkü direniş sürecinde olduğu için ya bizi zorla koğuştan alırlardı, döve döve götürürlerdi, zincirleyip bizi demir arabaların içerisinde eziyetle duruşmaya götürürlerdi. Dönüşte cezaevinde gene bizi eziyet, her cezaevinde farklı olmak üzere bu tür eziyetlerle biz duruşmaya giderdik. Zaman zaman koğuşlarda baskı, basılır, belgelerimiz alınır. Doğru dürüst iddianameleri bile okuyamayız. Yani adı üstünde faşizm ve sıkıyönetim mahkemeleri. Ne yazık ki siyasi, siyasi tutuklular açısından bu cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede olan bir şey. Yani hemen hemen her dönemde işte içinde bulunduğumuz dönemde de yakın yıllarda da yüzlerce reforma rağmen, adli reforma rağmen bu işler böyle sürmeye devam ediyor. Dolayısıyla bizim yargılanma sürecimiz de don gömlek geçti diyebilirim.
Mart'ın işte o duruşma gününde gruplar halinde bizi duruşmaya götürmeye başladılar o da bir protestonun yansımasıydı. Sorgu vermediğimiz dönemler oldu. Cezaevlerindeki direnişlere bağlı olarak mahkemeleri de protesto ettiğimiz oldu. O çok ciddi bir şey tabii bizim hayatımızla ilgili bir şey. Mahkemeyi protesto edince adam senin savunmanı almamış oluyor, sorgu vermedim örneğin ben. Israrla sordular. "İyi o zaman sorguyu geç, sorgusunu almadık" dediler. En son beni tek olarak Selimiye'ye çağırıp sorgumu 00:42:00aldılar. Mesela bugün bazen bunlara uymuyor mahkemeler ve bunlar normal adli mahkemeler. Sıkıyönetim yargısıydı yani subayların başkan olduğu mahkemelerdi. Ona rağmen. Bir Metris'te, onun, dönemin koşulları içerisinde ancak 18 sayfa kadar yazdığım bir savunma hazırladım. İşte gruplar halinde bizi götürüp savunmamızı ve son sözlerimizi istemişlerdi. Savunmam da devam edeceğim ben anlatmaya diyerek, tahliye ve beraatımı istemedim. Özellikle ısrarla sordular ama istemedim. Çünkü onun da bir inatlaşma olduğunu farkındayım ve çoğumuz yani orada bir şekilde siyasi kimliğimizle orada yargılandığımızı vurgulamak da istiyoruz. Fakat o yıl yani 86 yılı aynı zamanda çeşitli infaz düzenlemeleriyle yani aşağı yukarı, ortalama 5 yıldır cezaevinde olan insanların önemli bir bölümünün hükümlülük, tutukluluk daha doğrusu dava devam ediyor bütün davalar devam ediyor, siyasi davalar. Tutukluluk süreçlerine son verilmesine bir yerlerde karar verildiği zamanlardı ve infaz yasası, bir infaz değişikliği yasası da çıkmıştı. Zaten örneğin benim cezam 10 yıl ceza verdiler bana. Zaten yattığın süre o cezaya karşılık geliyordu. Ben şeyden sonra savunmamı yaptığım mahkemede beni tahliye etti heyet.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment2634
Partial Transcript: Şöyle oldu bizi tahliye olduk, şöyle oluyordu aslında bütün bu tahliyeler de bir sürprizdi. Yani şöyle, oldukça ağır cezalarda yargılananlar da olmak üzere birdenbire tahliyeler yoğunlaşmaya başladı. Örneğin bizim dava için söyleyeyim, davadaki en ağır iddialarla yargılanan bir numaralı sanık da dahil olmak üzere ben de ilk sıralardaki sanıklardan bir tanesiydim. Tahliyeler söz konusu olmaya başladı. Bunların hepsi bizim için sürpriz oluyordu. Duruşma salonunda tahliye olduktan sonra, ailelerimiz bizi izliyorlar tabii bu duruşmalarda. Ve bugünkü, Silivri'deki duruşma salonundan o askeri Metris'teki askeri kışla içerisindeki duruşma salonu adeta tırnak içinde söylüyorum demek ki daha medeniymiş. Şöyle, hiç olmazsa onları görüyorduk. Yanımızda göz teması, ses teması olabilecek bir yakınlıktaydı. Şimdi Osman Kavala duruşmalarını takip ettim ben. 00:45:00Neredeyse sanıklarla bizim aramızda 1 kilometre mesafe vardı. Neyse duruşma, tahliyelerden sonra bizi tekrar cezaevine götürüyorlardı. O gece cezaevinde kalınıyordu ve tahliye olan için veya olanlar için bir tür uğurlama etkinliği yapılıyordu. Eşyalar ne varsa kitap, eşya vesaire kalan arkadaşlara bırakılıyordu. 3-5 tane yanına alabilirsen-- Çünkü bir şeyi daha unuttuk. Tahliye olunca da kurtulmuş olmuyorsun çünkü. Demin adı geçmedi, "çıplak arama" diye bir felaket çıkardılar. Biliyorsunuz bu, bugün de maalesef gündeme getirilen zaten daha önce konuştuğumuz siyasi şubelerdeki işkenceler süresince falan o aranmaz yani orada zaten çıplak herkes ve her türlü onur kırıcı muamele zaten orada işin gereği diye düşünülüyor. Fakat cezaevlerinde, cezaevlerinin güvenlik tedbirlerinin bir parçası olarak çıplak arama aslında bir eziyet biçimi olarak uygulanmaya başladı çeşitli vesilelerle. Yani zorlan çünkü sen buna direniyorsun. Kadınlar ve erkekler. Fark etmez. Sen buna direniyorsun onlar seni karga tulumba, üstünü başını parçalayarak, çıplak yapıyorlar. Ondan sonra yapınca maksadına erişmiş oluyorlar. İşi tacize kadar götüren sapıklar var tabii ve sonra seni koğuşa atıyorlar, peşinden de çamaşırlarını atıyorlar. Şimdi bu usul, bizim tahliye olduğumuz yani yıl olmuş artık 1986. Halen yürürlükteydi ve tahliye olanları da çıplak aramayla koğuştan alıyorlardı. Yani aslında inanılmaz gibi geliyor ama bu 12 Eylül bir biçim olarak yani bir toplumu aşağılama biçimi olarak yerleşti ve bugünkü iktidarın yaptıklarının da ilhamı oralardadır tabii. Yani bunu söylemek mümkün. Çünkü dikkat edilirse hemen bir kriz durumunda akla gelen çarelerin ve yapılan uygulamaların ilhamı 12 Eylül sürecindedir. Ertesi gün bizi, bizi, yani bizim davadaki 5-6 arkadaşla birlikte tahliye olduğumuz ilk-- Hatta içinde şöyle olanlar da var. Aynı gün girmişiz, aynı gün tahliye olduk 5 yıl sonra. Yine hepsi birbirini tanıyan ve Orhan Aydın'ın da hepsini bizim çocuklar tanıdığı insanlar bunlar. Ailelerimiz cezaevi önünde, çünkü görüşme olanakları falan da yok. Genellikle kısıtlı. Bizi takip ediyorlar. Bizi bir arabaya bindirdiler ve bizi tekrar 1.Şube'ye 00:48:00götürdüler. 1.Şube'ye yani o işkencelerden geçtiğimiz siyasi şubeye, Gayrettepe'ye. Şimdi Gayrettepe'de bizi yeniden hücrelere koydular ve hücrelerden yani 5 yıl geçmiş aradan bizi tek tek yukarıya aldılar, sorgu bölümüne aldılar. Şimdi o dönem, o girdiğimiz zamandakiler değişmiş çoğusu ama tek tük var, aynen hala görevde olanlar var. Bizi veya ben şöyle benim için şöyle söyleyeyim bu genel uygulamalar bunlar ama ben yaşadığımı söyleyeyim. Bir odaya aldılar beni. Duvarda hala bizim girişteki pano, İstanbul Devrimci Yol'un örgütleme şeması duruyor. O örgütleme şemasında herkes yani aradan yargılamalar geçmiş, mahkemelerde suçlamalar çökmüş, yüzleşmeler vesaire bir sürü şey olmuş. Onların hiçbir geçerliliği yok. Görevli, gözlerimiz bağlı. Gözümüze açtıkları da oldu. Gözümüz genellikle bağlı. Önündeki kara kapaklı koca dosyayı açtı ve aynı gözaltı sürecinde iken karşılaştığım ama karşısı boş kalmış, boşluğa düşmüş sorular sordu bana. Şimdi tabii biz de hani artık yıllardır cezaevinden oraya gelmişiz bizim de konumumuz ilk yakalandığımız psikolojiden farklı. Yani biz bu, ciddiye almadık tabii bunu. Ama buna rağmen baskı gören o son gün yani serbest bırakılacağı gün dayak ve eziyet gören-- Örneğin Çetin Uygur. Bizimle beraberdi. Bizden oldukça büyük. Yeraltı Maden İş kurucusu başkanı ve o dönemde hem DİSK davasında hem bizim davada da yargılanıyordu. O da vardı. O şeyde toplaştığımız yerde, şeyin ona bir fazladan bir eziyet yapmaları söz konusu olmuştu. Şeyin, hemen oradan yani, "Hayır. Ben bu sorulara cevap vermem zaten ben tahliye olmak için buradayım. Ben bunlardan yargılandım ve mahkeme tahliyeme karar verdi." şeklinde anlatılabilecek bir şeyle karşıladım onu. Neyse o kara kapaklı defteri kapadı. Komiser dedi ki "Bu defter hep burada, görüyorsun bu şema da burada ve sizi mahkeme tahliye etmiş olabilir ama devlet biziz, biz her zaman sizin peşinizde ve karşınızdayız. Her zaman tekrar buraya gelirsin, tekrar aynı süreci baştan yaşarsın. Bunları yaşamaman için bir fırsatın var" diyerek öbür 00:51:00mevzuya geçti. Bu mevzuda o dönemdeki süreçlerde zaman zaman bugün de oluyor, yaşanmış bir şey daha sonra röportaj konuları oldu bunlar ve bu yüzden de sıkıntılar yaşayan, psikolojik sıkıntılar yaşayan insanlar oldu. Şu dedi ki, "Bir yol var seni rahat bırakmamız için. Bize yardımcı olursun bize yani çok senden bir şey istemeyiz. Arada bir görüşürüz, okuluna gidersin. Bak okulunu bitirirsin. Hem de kolaylıkla bitirirsin. Yerinde yükselirsin" vesaire. Yani şunu hemen hemen hepimize yani konuştuğum arkadaşlara bir deneme bir girişim olarak o tahliye olmuş, mahkemeden tahliye ile gelmiş aslında tamamen keyfi uygulama tabii bu. Bizim o şubeye götürülmemiz de keyfi uygulama. Herkese önce tehdit, işkence tehdidi sonra polise yardımcı olma. Hani bir tür muhbirlik önerisi ile sıkıştırarak yani 1 saat 2 saat süren bir sorgu. Tekrar sorgudan geçerek. Kimine tabii kimine müdahale de ederek, döverek ve eziyet ederek bizi o gün oradan biz, tahliye ettiler, bizi uğurladılar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment3155
Partial Transcript: Sonra şeyin, biz tabii o zaman yani aradan geçen 5 yıl süre içerisinde yürümeyi bile unutmuşuz aslında. Bizi mahallemizdeki karakollara kadar gene şey altında o araçlarla götürerek, bir kısmımızı asker kaçağı olduğu için direkt askerlik şubelerine sevk ederek ama mesela benim gibi halen kağıt üzerinde öğrenci olanları ailesinden birine vererek yani örneğin babasına yani neyse birine emanet ederek çünkü belli bir süre içinde askerlik yani zorunda askerlik meselesi de bizim karşımıza 12 Eylül sürecinin devamı olan bir başka eziyet biçimi olarak hemen ilk günden karşımıza dizildi. Yani 5 yıl cezaevinde yatıp çıkmış adamlara, "yarın askere gideceksiniz" dediler. Ve beni şeye Bakırköy Kartaltepe Karakolu'nda avukatım Kemal Keleşoğlu, babam Orhan Aydın ve benden birkaç gün önce ayrı bir davada gene bizimle ilgili ama toplu dava olmayan ayrı bir davada yargılanmış, yıllarca hemen hemen aynı süreçte tutuklu ve hükümlü olarak kadın cezaevlerinde, kadın koğuşlarında kalmış arkadaşım içeri yani 12 Eylül öncesi de aynı 00:54:00bölgelerde de çalışma yaptığımız arkadaşım Feride şimdiki eşim, avukatımın yani hemen çıkar çıkmaz. Demek ki şöyle, girdiğimiz zamanla çıktığımız zaman arasında şöyle bir bağlantı var. Aynı içeri girdiğimiz zaman gibi çıktığımız zaman da hemen ertesi günü ne yapılıyor, ben ne yapabilirim, neye yardım edebilirim diye düşünerek daha önce kendisi adliyede çalıştığı için öğrencilik yıllarında avukatın yanında ona yardımcı olmak üzere asistan olmuş. O zaman asistan falan diye bir laf yoktu ama yardımcısı olmuş ve o da arkadaşlar tahliye olduğu dediği için ki hem Feride hem onun abisi Fikret de biz aynı süreçte cezaevlerinde yaşadık. Yani bunu şunun için eklemiş olayım, bazı anne babaların 2-3 çocuğu o dönemde cezaevindeydi. Feride de öyle olanlardan birisiydi. Beni de ilk karşılayan 3 kişiden 1'si o oldu ve çoğumuz gene olduğu gibi ben de mahalleye döndüğüm zaman, o ilk gözaltına alındığım siteye alkışlar içerisinde ve bütün mahallelinin tezahüratıyla girdim. Ve hemen ben de aynı diğer arkadaşlarımın yaptığı gibi içerden çıktığımın, bir hafta sonuydu zannediyorum. Pazartesi günü hemen avukatımın bürosuna giderek zaten Feride'de orada çalışıyordu. Henüz sürmekte olan davamızın sonu için yapılacak olan, o avukatın yapacağı toplu, siyasi nitelikli bir savunma için çalışmaya başladık. Yani şeyi şöyle bir gene 12 Eylül sahnesi artık iş o kadar yoğunlaşmış ki Feride'nin annesi yani Sündüs Teyze benim kayınvalidem. Hem oğlu hem kızı 12 Eylül sürecini yaşadı. Oğlu erken tahliye olmuştu bizden önce. Bizim davada yargılanıyordu. Kızı Feride Bartın Cezaevi'nde -kötü cezaevlerinden biridir- yatıyordu. Bütün bu süreçte hemen şunu söyleyelim buna paralel ama emin olun bizden daha fazla eziyet gördü kadınlar. Bütün bir süreçte. Ve bütün bu süreçte Mamak'takiler dahil olmak üzere İstanbul Cezaevi'nde de en direngen kadınlar oldu. Dolayısıyla kadın arkadaşlarımızın yerini ayrı bir yere koymak gerekir ve bu kadın arkadaşlarımız bizim kadar da konuşmadılar, anlatmadılar ve yazmadılar. Son yıllarda birkaç kitap çıktı bu konuda ama kadınların direnişi 12 00:57:00Eylül'de inanılmazdır ve o kadınlara o erkek ortamında, o cinsiyetçi ortamda yapılan baskı, eziyetin ise ifadesi bile zaman zaman zordur. Bize yapılanın hep, kat ve kat fazlasıdır. Bir tek şöyle bir şey vardı. Bizim siyasi davalarda yargılanan kadın sayısı bize göre çok azdı. Örneğin bizim İstanbul'daki davada birkaç kişi. Sonradan tutuksuz olarak eklenenler oldu, tutuklu olarak bir kişiydi genellikle. Diğer büyük davalarda da öyle yani sayıları daha azdı, daha direngendiler. Şimdi Sündüs Teyze yalnız yaşayan bir kadın ve İstanbul'dan Bartın'a Feride'yi ziyarete giderken Feride'de aynı bizim olduğumuz gibi erken tahliye olmuş infaz yasası düzenlemesiyle. Bartın'dan çıkmış, hiç kimseye haber verme olanağı yok şeye doğru geliyor, İstanbul'a doğru. Arada, mola yerinde iki otobüs yan yana gelince, zaten Bartın'ın bir tane otobüs işletmesi var. Aa Feride bir bakıyor ki yanındaki otobüste annesi ve Sündüs Teyze bakıyor ki-- Ya filmde olsa dersin ki ya olur mu böyle şey. Feride bakıyor ki yandaki otobüste annesi. Tabii, şimdi Bartın otobüsleri de o zaman şöyleydi. Örneğin Bartın bir cezaevi şehriydi, örneğin Çanakkale bir cezaevi şehriydi. Antep öyleydi. Yani 12 Eylül yıllarında bütün Türkiye bir cezaeviydi evet ama artık cezaevi şehirler oluşmuştu. Şimdi de Silivri'nin olduğu gibi. Ve bir şey oluyor, şenlik oluyor iki otobüste de çünkü gelenlerin de gidenlerin de yarısından çoğu siyasi tutukluların yakınları. Yani böyle bir süreçle de tahliye olduk. O gün bugün de Feride'yle de ellerimiz birliktedir yani, beraberdir.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment3541
Partial Transcript: Bir kere çok güçlü bir adaletsizlik duygusu içerisindeyim. Ben 12 Eylül'ün evet biz muhataplarıydık rejimin ve doğal olarak yani şöyle düşüyorum örneğin ben şöyle düşünüyorum, vay bu işler nasıl benim başıma geldi diye hiçbir zaman düşünmedim. Şeyde de o tahliye olduğum duruşmada okuduğum savunmamda da bunu söylemişim zaten. Yani bu şeydi, bizim beklediğimiz bir şeydi aslında. Hatta daha önceden de başka ülkelerde yaşananları biz biliyorduk aslında birçok ülkede yaşananlar kadar ağır da bir süreç yaşamamıştık. İstanbul-- Kendim için söyleyeyim Türkiye'nin çeşitli cezaevlerinde yaşanan süreçlere göre de daha ağır bir süreç ben yaşamamıştım. Dolayısıyla bu yaşadıklarımızı biliyoruz. Fakat başta, işkence-- Biz hep kendimizi 01:00:00tedavi etmeye uğraştık yani şöyle söyleyeyim işkence sürecinden başlayarak, o işkence sürecinde şu veya bu şekilde ne tavır almış olursak olalım ve başımıza ne iş gelmiş olursa olsun cezaevi süreçlerinde sadece kendimizi değil, bütün arkadaşlarımızı tamir etmeye çalıştık. Yani cezaevine girdiğimiz gibi hiç olmazsa çıkmak için uğraştık ve örneğin İstanbul'da bunu büyük oranda başardık. Fakat o adalet beklemiyorduk biz o günlerden evet. Ama aslında biz de aslında bütün toplum da hiç hak etmediği kadar ağır bir şiddetle, hak gaspıyla yüz yüze oldu ve fena olan şu ki, bu sonradan usul oldu ve yıllar boyunca çeşitli tamiratlar geçirmesine rağmen, çeşitli ara rejim değişiklikleri yaşanmasına rağmen bu dönemle hesaplaşılmadı. Bu dönemle hesaplaşılmayınca şöyle oldu, ben işkencecilerimle aynı toplumda, aynı sokak ve caddelerde yaşıyor oldum. Bak mesela şöyle örnekler söyleyeyim, örneğin işkencesiyle, işkencecisiyle karşılaşan çok arkadaşımız oldu. Mesela ben siyasi şubedekilerle değil ama örneğin asker oldum ben yani sonra. Önce okula geri döndüm bir süre daha sonra okuldaki kaydımı dondurdular, kısa devre askerlik olanağı çıktı diye beni zorla askere götürdüler. Sonra o kısa devre askerliği, beni jandarma yaptılar. O askerlik kısa devre iptal oldu çünkü o sırada Doğu'da çatışmalar başladı ve artmıştı. Ben askerlik yaparken o jandarma birliklerinde çok ilginç cezaevindeki çünkü Sultanahmet Cezaevi demiştim ya jandarmanın yönettiği bir cezaeviydi ve komando birlikleri gelirdi cezaevlerine. Hasdal'da olsun, diğer cezaevlerinde olsun. Cezaevlerinde görevli olup bize eziyet yapan insanlarla karşılaştım. Şimdi benim başıma o karşılaşmalarda olumsuz bir şey gelmedi. Daha çok şöyle bir şey oldu, onlar bize aslında hani ruh hastası olmayanlar diyeyim, çünkü bizim onlarla öyle bir ilişkimiz de vardı. Aslında bize saygı duyuyordu çoğunlukla. Çünkü bizi takdir ediyorlardı. Çünkü kendileri de bir tür esaret içindeydi o cezaevlerinde. Ve onları her gün sıra dayağına geçirip döven komutanları, bizi dövmek için onları bizim üzerimize yürüyorlardı, yürütüyorlardı. Ve onlar gıkını bile çıkaramadıkları, dayak ve eziyet karşısında bizim dik 01:03:00durmamızdan çok etkileniyorlardı. Bizim sabahlara kadar çalışmamızdan, her yolu kullanıp haberleşmemizden, dayanışmamızdan ya bize ayakta tutan aslında bu cezaevi sürecindeki dayanışmamız oldu. Bu 12 Eylül sürecini çok daha zor geçiren insanlar için bu daha ağır bir harabiyet. Ama şunu söyleyeyim ben, bir gün bile işkenceye maruz kalmış bir insanı eskisi kadar sağlıklı kalması mümkün değil. Ben şöyle düşünüyorum, 12 Eylül döneminde işkence günlerini, gecelerini yaşamış ve cezaevlerindeki o süreçleri, o onur kırıcı uygulamaları yaşamış insanların hiçbirisi bunu unutamadığı gibi, insanın yaşamında bir gün bile varsa ki sen o bir günü hiç kimseyle konuşamıyorsun ve anlatamıyorsun. Bu bir travma. Kadın arkadaşlarda bu daha çoktur, vardır. Ama bizim için de var. Bu tür boşluklar var artık bizim zihnimizde. Şunu söyleyebilirim, yıllarca, dışarı çıktıktan sonra yıllarca cezaevindeymiş veya sorgu evindeymiş gibi rüyalar gördüm ben. Şubeden, her şubeden geldiğimizde, siyasi şubeden veya 2.Şube'den geldiğimizde cezaevindeyken günlerce-- Ya işkenceye şöyle çağırırlardı bizi işte belli bir saatte aşağıya indirirlerdi hücrelere. Sonra sabah gene işkence saati başlayınca, onlar da biraz dinleniyorlar çünkü. Numarasını söylerlerdi işte mesela "Bülent Aydın 13." Diyelim ki sen 13 diyorsun, o Bülent Aydın diyor bilmiyor senin nerede olduğunu. Yüzlerce insan var demir kapının arkasındaki deliklerde. Sen de 13 diyorsun, gelip kapıyı açıyor seni çekiştirip götürmek için. Şöyle şey hatırlıyorum, cezaevinde mesela bazen adın geçer işte arkadaşın, "Ahmet" dersin mesela, Ahmet sıçrayarak uyanır "15" diye bağırır. Yani orayla sınırlı kalmadı ne o işkence ne o cezaevi. Fakat bunu bir kısmımız şöyle tamir ettik diyebilirim. O, o süreci yani siyasi varlığımızı, ideallerimizi yani bizi oralara da düşüren ama hiçbir zaman utanmadığımız ve hiçbir zaman bizim haksız olduğumuzu düşünmediğimiz daha iyi bir toplum için mücadele etme isteğini çoğumuz, hepimiz demeyeyim. Çünkü şöyle tabii ki yani benim de tanıdığım, hiç sanki o yıllar yaşanmamış gibi davranan insanlar oldu. Böyle davranan 01:06:00insanlar daha ağır bir depresyon geçirdi ve hala geçiriyor. Ama ben şöyle davrananlardanım. Örneğin biz İstanbul'da her yıl birlikte yakalandığımız, yargılandığımız ve bütün bu süreci birlikte yaşadığımız insanlardan ölmeyip, hayatta kalanlarıyla her yıl 1 gün buluştuk. Şeyi saymıyorum tabii işte çeşitli siyasi çalışmalarda birbirini gören, görmeyen. Hayır öyle değil. Almanya'dan, İtalya'dan, Hollanda'dan gelenlerle de dahil çünkü bizim arkadaşlarımızın epeycesi de mülteci oldu. Yurtdışına gittiler. Siz onunla ilgili çalışma yaptınız. Onlar daha ayrı bir travma yaşadılar. Hala bugün devam ediyor. Ona rağmen ayakta kalmaya çalıştılar. Dayanışma içinde oldular. Türkiye'deki siyasi oluşumlara oradan destek vermeye çalıştılar. Hala gelemeyenler var Türkiye'ye. Bu da tabii çok ağır bir süreç. Biz ise her yıl bir araya geldik o insanlarla. Bak sonuncusunu bu yıl yapamadık pandemi nedeniyle. Geçen yıl da yapamadık. Biz onun adına, biz "Eski Dostlar" dedik. Yani şöyle söyleyeyim sana 400 kişi bir aradayız ve biz, bizim siyasi davada yargılanan 400'den daha az insandık ama tabii kimimizin eşi ve çocukları da bizim sürecimizin bir parçası. Ve şöyle ayakta kaldık bir kısmımız, kendimizi tamir ettik. Geçmişe sahip çıkmak, birlikte mücadele ettiğin insanların anılarına ve acılarına da sahip çıkmaktır bir anlamda. Ben öyle düşünüyorum. Birbirimizin derdine, sıkıntısına da koşmaya yani şöyle oldu, ailelerimiz de dahil olmak üzere bizi perişan etmek isteyen, paramparça etmek isteyen, bunun için üzerimize saldıranlar aslında bizi bir aile haline getirdi. Bu genel olarak 12 Eylül mağdurları için de geçerlidir ama ayrı ayrı her bir siyasi davanın çerçevesi için de geçerlidir ve aileler için de geçerlidir. Bizim annelerimiz, babalarımız, o dönemde aslında yaşamlarının bir açıdan en coşkulu günlerini yaşadılar. O eziyet günlerinde, onların kimisi kitap yazdı, şiir yazanlar oldu. Annem de bana şiir yazdı ve onu yıllarca sürdürdüler. Yani biz, aslında bizi perişan etmek isteyen 12 Eylül'ü bir zaman zaman bizi güçlendiren bir şeye dönüştürdük ve öyle dışarı çıktık. Nitekim süreç daha sonraki yasal, demokratik siyaset platformlarını oluşturma ve onun içinde yer alma, eklemlenme süreciyle birleştik. Arada bir, arada şöyle yaklaşık olarak 10 yıla yaklaşan bir boşluk vardır. Yani 86'da biz çıktık. Çoğu 01:09:00 arkadaşımız 90'da çoğusu çıktı bu siyasi davalarda yargılananların. Toplu davada yargılananların. Sonra 1996'da 12 Eylül'ü yaşamış çeşitli sol, siyasi çevrelerden insanlar bir araya gelerek Özgürlük ve Dayanışma Partisi'ni kurdular, sen de hatırlıyorsun. O aradaki boşluk senesinde ise şöyle bir şey oldu, hepimiz hemen hemen hepimiz hayatlarına yeni baştan yani sıfırdan, okulu gitmiş olarak, kiminin ailesi dağılmış olarak, kimisinin hiçbir şeyi olmadan sıfırdan, yeniden başladılar. Yani ben de bir açıdan öyle oldu çünkü şöyle oldu, okulu bitirmedim yani bir de zorlan beni askere götürdüler. Döndüğüm zaman çalışmaya başladım. Dolayısıyla daha önce hiç hesapta olmayan bir işte çalışma hayatına başladım. Çoğumuz zorla askere götürüldük. Orada da bir sürü eziyet yaşadık. Kimisi kısa devre yaptı ama çoğumuz uzun yaptık ve o askerler dönemi bizler için hemen cezaevinden sonra cezaevinden beter bir süreçti. Yani düşün cezaevinde yıllar boyunca komutanım dememek için, yemek duası yapmamak için bir araba sopa yediğin bir süreçten geçtikten sonra her tarafın emir ve komuta olduğu bir ortama soktular bizi. Neyse ki o süreçlerde de yan yana olacak, dayanışma içerisinde olacak birilerini bulduk.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109408.xml#segment4238
Partial Transcript: Evet, hala hesap sorabiliriz. Şimdi bir anlamda şöyledir bu, bana öyle geliyor. Bir anlamda bir hesap sorma süreci hep devam ediyor yani şöyle, 12 Eylül ne iyi ki, yani bu ülkenin iyi insanlarının da çabasıyla, sadece o süreci yaşayanların değil, hiç o süreçle ilgili olmayan, örneğin 12 Eylül'de çocuk olan yani bizim ve arkadaşlarımızın çocukları bile 12 Eylül'le yüzleşmek ve hesap sormak için geçtiğimiz yıllarda bir mücadele içerisinde oldular örneğin. Ben de ona da tanık oldum. Bu bir örnek sadece. Bunun dışında kitaplar yazıldı. 12 Eylül'ü, bütün bu süreci bizzat yaşayan insanlar bu cezaevi sürecinden başlayarak yani önce cezaevi sürecinde bizim o mücadelemizin, o hesap sormanın bir ifadesi olarak bizim mektuplarımız ve bizim yazmaya başladığımız şiirler. Benim de var öyle şiirlerim. Bir şiir kitabım da çıkmıştı ben içerdeyken. Annemin marifetiyle. Daha sonra artık sonraki yıllarda iyice yoğunlaşan biçimde 12 Eylül sürecine ilişkin yayınlar halen devam ediyor. Bu yayınların hepsi aslında bir anlamda o dosyayı açık tutan yayınlar. Onun dışında 01:12:00 geçmişte hatırlarsanız bir 12 Eylül Mahkemesi süreci oldu. Biz o dönem 78'liler girişimi gibi yani 12 Eylül sürecinin devamı olan, bizlerin de içinde temsil edildiği veya desteklediği, yer aldığı kuruluşların da takibi de içinde olmak üzere siyasi bir kampanya dönüşmesi için 12 Eylül'ün yargılanma sürecinin yani 12 Eylül'ün yargılanması önündeki siyasi engellere biraz aralandığı süreçte örneğin ben de o dönemde, o mahkemeye katıldım. Ankara'da oldu mahkeme. Hatta mahkemeye suç duyurusunda bulundum. Dilekçemi verdim. Daha sonra, epey zaman sonra bana mahkemeden sanıkların öldüğü, dolayısıyla şeyin düştüğü yani ortadan kalktığı şeklinde bir yanıt da geldi. O 12 Eylül mahkemesinde de buna yönelik bir çaba oldu. Fakat yani toplumun, toplumun aslında bir bütün olarak mesele ettiği ve dolayısıyla hesap sorduğu bir süreç haline getirilemedi. Bunda bizlerin de benzer rolü var yani şunun da bunda etkisi var. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki biz sadece bugün değil, 12 Eylül değil ki. 100 yıldır öyle büyük felaketler yaşanmış ki bu ülkede yani 1915'te yaşananlar bile unutturulmaya çalışılmış ve unutulmuş, konuşulmamış yıllarca. On yıllarca. 12 Eylül'den sonra da böyle bir süreç söz konusu oldu. Yani dünya bir yandan büyük bir dönüşüm yaşanıyordu fakat 12 Eylül sürecinde yaşananların ve o büyük hak gaspının peşinde olmak bugün için-- Zaten bunları da bunun için konuşmamız bence kıymetli. Bunu takip edenlerin çabalarının hepsi kıymetli. Çünkü en somut bırakalım hepsini bugüne gelelim ya daha bugün, dün ve evvelsi gün yaşadıklarımız ve gördüklerimiz bu ülkede 12 Eylül ile yüzleşmeden bu ülkenin bir adım daha atmayacağını göstermedi mi bize? Yani daha dün Sedat Peker'in anlattıkları da çünkü 12 Eylül'le ilgili.