https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment0
Partial Transcript: irkeci Garı'ndan trenle yurt dışına çıktım. Sahte bir bilet vardı elimde. Oradaki kadın bana benzemiyor. Yaşı bana benzemiyor. Yani çok tuhaf bir duygu. Bilmediğim birisinin kimliğine bürünmüş oluyorsun. Oradaki bilgileri ezberlemek zorundasın. Ama bu arada tabii ki bir planla kurmak zorundasın. Yani herhangi bir şekilde sorarlarsa sen kimsin, nereye gidiyorsun, nereden gelir, nereye gidersin türünde. Şöyle bir plan kurdum kafamda. Güzel giysiler, temiz pak, şık. Hatta o günlerde çok çizme moda değildi hatta çizme falan da giyerek bir 23 Nisan günü yola çıktım. Saçlarım böyle aşağı yukarı bu uzunlukta kestirdim. İlk defa olarak tek renge boyattım. Benim saçlarım hep böyle biraz şey meçli gibidir. Dümdüz boyattım saçlarımı. Şık bir kadın. Tırnaklarıma ojeler sürdüm, ayaklarıma falan. Plan şu, Fransa'da bir iş kadınıyım ben. Fransa'da bir şeye gidiyorum hem düğüne gidiyorum hem iş halledeceğim. Fransa'ya gidiyorum diye çıktım yani. Biletim Fransa bileti. Fakat Bulgaristan'da indim. Bulgaristan'da bir uçak bileti aldım. Demokratik Almanya Devleti, Doğu Berlin'e uçtum. Tabii ki yol çok maceralı. He kapıdan, aslında biraz şansım yaver gitti. Biraz da çenem bana yardımcı oldu. Kondüktör geldiği zaman biletlerimizi kontrol etmek için, Sirkeci'den ayrıldıktan sonra. 2 tane de turist kız var benim oturduğum şeyde, vagonda. Karşılıklı böyle. Onlar böyle tam hippi. Ben de böyle çok şık bir kadınım. Şey dedim kondüktöre "Benim çok midem bulanıyor acaba siz de bir ilaç var mı?" dedim. Çok ilgilendi adam benimle. Gitti ilaç getirdi, mide bulantısına iyi gelir bu diye. Arada gitti geldi sordu beni falan. Böyle bir şey kuruldu adamla aramızda diyalog kuruldu. Sonra böyle aradan 1 saat 1 buçuk saat geçti. Geldi tam karşıma bir adam oturdu. Genç bir adam. Rahatsız etti adam 00:03:00beni. Böyle takım elbisesi var. Takım elbisesinin içine böyle bir tuhaf bir şey giymiş. Yelek gibi bir şey giymiş. Ayağında köseli ayakkabılar. Yani bir yolcudan ziyade bir memur görüntüsü var adamda. Soru sormuyor bana ama bakıyor. Üstüme, başıma, kızlara bakıyor. İşte ben elimde bir dergi var, kadın dergisi. Onu kaldırdım. Onu okumaya çalışıyorum ama hep aklım adamda hiç okuyamıyorum. "Nereye gidiyorsunuz" diye sordu en sonunda bana. Dedim "Fransa'ya gidiyorum." Ama tekrar dergime döndüm yani konuşmak istemediğimi belli ettim. Ama adam oradan kalkmıyor böyle işte ona ben de bakabilir miyim, şöyle. Yani benle ilgileniyor, benle konuşmak istiyor. Kalktım ben, çıktım. Kondüktörü buldum. Kondüktöre dedim ki, "Böyle böyle bir adam geldi, galiba bana şey yapıyor, kur yapıyor. Asılıyor. Hiç, yani yeri falan da değil. Baştan gelmedi. Beni çok rahatsız etti genç bir adam" dedim. Ondan sonra geldi benimle beraber vagona. Baktı. "Aaa, hiç merak etmeyin o bizim trenin sivil polisi" dedi. "Girer vagonlara oturur." Sivil polismiş. Ondan sonra bir işaret yaptı adama ya da konuştular. Şimdi hatırlamıyorum. Adam kalktı gitti. Sonra şey yaklaşınca, yani böyle bir yakınlık kurulunca aramızda kondüktör şöyle bir şey yaptı. Ben artık iyice kötüleşmiş gibi de yaptım. Böyle uyuyorum falan. Midem çok kötü şeylerindeyim, pozlarındayım. Ama sahiden de kötü. Yani sadece poz değil, heyecandan öleceğim. Kusacak vaziyetteyim. Çünkü sınıra yaklaştım. "Siz" dedi "pasaportunuza bana verin. Ben gösterivereyim. Şimdi biraz sonra köpekli adamlar binecek. Onlardan da korkmayın. Ben yokum bundan sonra. Bulgarlar devralacak treni" dedi. Benim pasaportumu aldı gitti. Şeyler geldiği zamanda Türk gümrükçüler, bu hanımefendi dedi, şeyimi gösterdi benim, kimliğimi gösterdi. Pasaportumu gösterdi. Bana hiçbir şey sormadılar. Bana verdiler pasaportumu ben geçtim. Yani ne denir tahtalara vurmalı. Böyle bir şansım oldu. Aslında belki de kimseye fazla bir şey de sormuyorlardı ama ben kafamda neler kurdum tabii. İndirecekler şöyle olacak, böyle olacak. Nitekim bazı insanları da indirdiler. Ben bekledim. Ondan sonra şeyler geldiler. Bulgarlar geldiler köpekleriyle. Sofya'ya kadar gittim. Sofya'dayım ben. Bulgarlar binince rahatladım. Artık dedim, yakalanırsam da söyleyeceğiz böyle böyle bir durum var diye. Çünkü o zaman henüz daha 00:06:00Bulgaristan komünist bir ülke. E biz de Türkiye Komünist Partisi. Bulgaristan'da da bir sürü arkadaşımız var yaşayan. Gazeteciler, şunlar, bunlar. Sofya'da indim. Tek kelime Bulgarca bilmiyorum. Tanımadığım bir alfabe. Ne nerededir, kim nedir, nereye gideceğim, nereden bilet alacağım. Uçak bileti almam gerekiyor. Elimde de dolar var. Dolar, dolarla çıktım dışarı. Orada ortalığı süpüren bir adam şey dedi, "Ne arıyorsun sen bacım?" Türkçe konuştu benimle. "Bu trenden indin değil mi?" Evet dedim. O da Bulgar Türklerinden bir tanesiymiş. "Ben sana yardım edeyim" dedi. Hatta çantama da yardım etti. O zaman tekerlekli şeyler, bavullar yok. 40 yıl önce. Gişeye götürdü beni. Orada bilet aldı bana. Paranın üstünü de verdi. Biletimi de verdi. Beni de bir taksiye bindirdi. Taksici de Türk. "Kaç liraya aldın bileti" diye sordu. İşte söyledim. "Bir say elindeki parayı" dedim. Ben bir saydım. Herif mesela 100 levaya aldıysa bileti bana 200 leva üzerini vermiş. 100 lirasını cebine indirmiş. Şey dedi, "Burada bunlar hep böyle yapıyorlar ama geçmiş artık" dedi. Sonra adam bana, taksi şoförü de yardım etti. Ama Allahtan o bir üçkağıt yapmadı. Pardon. Sofya'da bilet almadım para bozdurdum. Ama levanın ne olduğunu bilmediğim için eksik para vermiş bana adam. Biletimi öbür adam aldı ama orada bir sorun yaşamadık. Ondan sonra şeye geldim bir Rus uçağıyla. DDR'ye geldim, indim. Orada beni karşıladılar. Yeni hayat başladı. Ama DDR'de kalmadım. Aşağı yukarı bir 10 gün kadar kaldım orada. Ondan sonra Batı Berlin'e geçtim. Batı Berlin'den Duisburg'a geldim. Çünkü gazete Duisburg'da çıkıyordu, çıkacaktı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment496
Partial Transcript: Evet, onların desteğiyle. Onların evlerinde kaldım. Onların dayanışmasıyla, yardımla ilk zamanlarımı geçirdim. Oradaki işçiler aslında TKP'liler. Sıradan insanlar. Eşimle tabii DDR'deyken buluştum. Ertan da daha önce Berlin'e gelmiş. Batı Berlin'e. Orada kalıyormuş. Benim geldiğimi tabii ki biliyor. İlk gece kendim tek başıma kaldım, bir parti okulunda kaldım. Onun otelinde kaldım. Bana tembih ettiler "Sakın dışarı çıkma, orada birilerini görebilirsin. Görmemen gereken birilerini." Ben biraz galiba şeyim, laf dinlemez bir tipim. 00:09:00Çıktım odamdan. Oteli dolaştım falan. Ooo bir sürü tanıdık gördüm. Kaçan. Tabii ki konuşmadık ama haklıymış adamlar çıkma demekle. 1 veya 2 gece sonra, gün sonra beni geldiler odamdan aldı bir arkadaşımız. Ertan'la buluşacaksın diye. Bir kahve gibi bir yere gittik. Ertan'la orada buluştuk. Çok korkunç bir andı. Çünkü çok acayip bir baskı altında hissediyor insan kendini. Böyle sarılamıyorsun. Bütün bir 3 yıl boyunca düşünmüşsün, mektuplar yazmışsın. Her gün aklında. Aynı şey onun için de söz konu. Hiçbir şekilde ne o ne ben birbirimize şeyimizi gösteremedik yani ne kadar özlediğimizi, koşup sarılamadık. Böyle tuhaf bir tutukluk içinde el sıkıştık. Yani o olacak bir şey değil. Şimdi düşünüyorum ama ol-- oldu yani. Sonra Ertan'ın benimle bir kalmasına izin verdiler. 1 gece. Aynı odada kaldık. Gene hiç öpüşemedik, sarılamadık, koklaşamadık. Yan yana yattık. Böyle ellerimiz ellerimizin üstünde. Hiç konuşmadan, sabaha kadar uyumadan. Belki sabaha karşı uyumuşumdur ben. Ondan sonra böyle buralarımızdan yaşlar akarak hiç konuşmadan konuştuk. Öyle geçti şeyimiz ilk buluşmamız, günümüz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment646
Partial Transcript: Sonra ben Duisburg'a gittim. Şöyle 15-20 gün belki 1 ay sonra Ertan'da taşındı. Yani Duisburg'a taşındı. Ondan sonra normal hayatımıza döndük. Aynı gazetede çalıştık, aynı ortamlarda çalıştık. Kız kardeşim Türkiye'de kaldı. Aydın da çıktı. Onlar biraz burada yaşadıktan sonra Bodrum'a gittiler. Bodrum'da yaşamaya başladılar. İşte orada kamping kurdular, meyhane açtılar falan filan. Fakat bu arada Aydın, Politika gazetesinin yazı işleri müdürü olduğu için yüzlerce yıla varan yani TKP davasından çıktı ama yüzlerce yıla varan basın şeyleriyle suçlanıyor. Yurt dışına çıkmaya karar verdiler onlar da. Ve bir süre sonra, galiba bizden 1 buçuk yıl sonra falan, 1 buçuk 2 yıl sonra onlar da geldiler. Şeyde çalışmaya başladılar, Türkiye Postası diye bir dergi çıkartıyorduk. İşte benim de çalıştığım yer. Orada çalışmaya 00:12:00 başladılar. Aydın iyi bir gazeteci. Zerrin de zaten gazetecilik şeyi görmüş. O da gazeteci. Biz 4'ümüz. Ertan, ben, Zerrin kardeşim gazetede çalışmaya başladık. Yani neredeyse bütün yükünü aldık üstümüze. Böyle geçti yıllar. Tabii bu arada Almanca öğrenmeye çalıştık. Ben hiç Almanca, tek kelime Almanca bilmeden gittim yurt dışına. Devlet ilk önce kurslara gönderdi bizi, kurslara devam ettim. En azından derdimi anlatacak kadar Almanca öğrendim. Aşağı yukarı 3 sene filan İngilizceyle idare ettim. Sonra tabii ki artık yavaş yavaş ilerliyor konuştukça. Ama hep Türklerin, Türkçe konuşan insanların arasındayız. Dolayısıyla böyle çok temelde bir Almanca olamadı. Şeyde sonra Sovyetler' in yıkılmasıyla birlikte, özellikle de duvarın yıkılmasıyla birlikte bizim Almanya'daki gazete maceramızda sona erdi. Çünkü parti artık yayın yapmaz oldu bir. İkincisi 141, 142'nin kalkması için büyük bir kampanya yapıldı. TKP'nin Genel Başkanı Nabi Yağcı Kutlu ve TİP Genel Sekreteri, o da ikisi de genel sekreter. Sargın, Nihat Sargın Türkiye'ye gittiler. Tabii ki tutuklandılar, hapse girdiler. Bir süre daha biz yayıncılığa devam ettik yani Avrupa'yla Türkiye arasındaki bağlantıyı kurmak için.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment832
Partial Transcript: Sonra ekipler halinde Türkiye'ye dönülmeye başladı. Dönmeye başladı bizimkiler. Biz de bu ekiplerden bir tanesine katılmak üzere hazırlık yaparken Ertan birden hastalandı. Böbreğini aldılar, kanser çıktı. Ve 6 ayda bir kontrol edilmesi gerekiyor. Biz bu macerayı göze alıp Türkiye'ye dönemedik. Kaldık orada. Gazete kapandıktan sonra ben Essen Üniversitesi'ne gidip gelmeye başladım. Orada arkadaşlarım vardı. Alman arkadaşlarım. Onlarla ilişki kurdum. Orada çalışmaya başladım. 1995 yazında çok Türkiye kökenli öğrenci vardı Essen Üniversitesi'nde. Bir bölüm kuralım diye düşündük ve bir bölüm kuruldu. Türkçe Öğretmenliği bölümü. İşte Almanya için Türkçe öğretmeni yetiştirmeye başladık. Süreç içinde tabii bölüm 00:15:00tamamlandı. Profesörler atandı, geldi ve ben de o bölümde çalışmaya başladım. Türkistik bölümümüzün adı. Genellikle Türkoloji'yle karıştırılıyor ama. Türkistik adını da biz koyduk. Hani Anglistik var, Romanistik var, Germanistik var niye Türkistik olmasın diye. Çünkü aynı işi yapıyoruz, aynı alanda çalışıyoruz. Türkistik bölümü kuruldu. Ben de orada çalışmaya başladım. 25 yıl çalıştıktan sonra emekli oldum. Ama bırakamadım üniversiteyi, öğrencileri. Çalışmaya devam ediyorum. Şu anda da Türkiye gidip gelmeye başlıyorum, başladım. 8 yıl gidemedik biz Türkiye'ye. Ben gelemedim. Çünkü mahkeme devam etti. Hakkımızdaki tutuklama işte kararları kalkmadı. 8 yıl sonra bu iş bitince şeye, buradaki Türkiye Konsolosluğu'na gittim. Sığınmacı pasaportumu Almanlara geri verdim. Türk pasaportu aldım ve Türkiye'ye gitmeye başladım 8 yıl sonra. İlk kez gittim. O 8 yıl içinde tabii çok korkunç bir özlem. Yani sonuçta insanın doğduğu memleket, ülkemiz. Yani hep Yunanistan'a gidiyorduk tatile. Yunanistan'dan bakıyorduk. Biraz benziyor bize Yunanistan. Türkçe konuşan insanlar çok var orada. Böyle hasret gideriyorduk.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment992
Partial Transcript: Evet. Onlar geldi arada. Annem daha çok ama babam daha az. Uçak korkusu vardı babamın. Öyle görüşebildik. Biz geldikten çok kısa bir süre sonra yani Ertan'la buluştuktan çok kısa bir süre sonra Ertan'ın annesi vefat etti. "Ben sizin buluşmanızı bekliyorum. Sonra gideceğim" diyordu. Hakikaten bizi buluşturdu. Duydu. Telefonla konuştuk. "İyiyiz biz" dedik. 1 hafta sonra falan can verdi. Yaşlıydı, çok yaşlıydı. Annem geldi. O yıllarda daha dinç, hareketli. Bize rakılar getirdi Türkiye'den. O zaman Almanya'da rakı bulmak çok zordu. Yoktu gibi. Sevdiğimiz şeyleri getirdi. Bazı eşyalarımızı getirdi. Mektuplarımızı getirdi. Her gelişinde bir şey getirdi yani. Biz de bir bavulla gittiğimiz Almanya'da yeniden bir hayat kurduk. Koskoca bir ev oldu yani kitaplarıyla, eşyalarıyla, hatıralarıyla. 84'ten bugüne kadar. Az bir yıl da değil yani.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment1065
Partial Transcript: Evet aramızda bir kent vardı. Yani o başka bir kentte oturuyordu ama 20 dakikalık bir mesafe. Çok uzak bir mesafe değil. Hemen hemen her gün görüşüyorduk. Kardeşim, arada böyle gazetede çalışırken çok küçük bir 00:18:00felç daha geçirdi. Bir yüz felci gibi bir şey. Hastaneye kaldırıldı. Orada iyice bir şey, taramadan geçti. O taramada şey çıktı, buradaki atardamarların üstünden parmak izine benzeyen bereler, yaralar göründü. Ama o yüz felcini çok çabuk atlattı. Zaten çok fazla araz da kalmamıştı. 1900-- 95'te bölüm kuruldu. 98'di galiba. 98 ya da 99. Tam hatırlayamıyorum yılını. Kardeşim bir felç daha geçirdi. Ondan sonra felçli kaldı sol tarafı. Schlaganfall dedikleri yani yarım felç. Birincisi de öyleydi. Birincisinde sağ tarafı tutmuyordu. Beyin sol tarafa gelmiş. İkincisinde de bu tarafa geldi. Sol tarafı tutmaz oldu. O sırada Aydın'la boşanmışlardı. Ama Zerrin'in bir Alman arkadaşı vardı. Reiner. Reiner Zerrin'i çok seviyordu. Zerrin de onu seviyormuş gibi görünüyordu ama bence Aydın'ı hiçbir zaman unutamadı. Reiner'le beraber oldular. Zaten Zerrin bu ikinci büyük felci Reiner'ın yanında geçirdi. İyi ki de orada geçirmiş. Hayatı öylece kurtuldu. Hemen hastaneye kaldırdı Reiner onu. Ve tabii ki çok ilginç bir şey. Kardeşime yani kurtulamaz dediler aslında. Fakat Reiner Zerrin hastanede, komada kaldığı süre içinde onun yanında kaldı böyle elini tuta tuta tuta. Hatta bir gün getirip parmağına bir yüzük de taktı. Zerrin böyle gün gün gün bir çiçek gibi açtı. Şey fizik tedavi yapıldı tabii hareket edebilmesi için. Sordu fizik tedavi yapan çocuk, "Elini mi tercih edersin kullanmayı, ayağını mı?" diye. O da "elimi şey ayağımı kullanmak isterim, yürümek isterim" dedi. Bacağının üstüne gittiler. Çünkü beyinde öyle bir hasar olmuş ki bir tek organı kurtarabilecekler. Ayağının üstüne basabiliyordu ama bastonla ama çok zor yürüyordu. Konuşmasında bozukluklar oldu. Sol elini ise hiç kullanamıyordu. Yani yemek pişiriyoruz mesela. Ocağın üzerine düşüyor eli. Yandığını duymuyor yani his de yoktu. Tekerlekli iskemlenin üstünde, evde de bir bastonla 2008 yılına kadar yaşadı. Reiner'le evlendiler bu arada. Reiner onu hastaneden kucağında getirdi. Doğrudan hiç evine götürmeden doğru Berlin'e 00:21:00götürdü. Çok güzel bir düğün yaptılar. Alman Düğünü. Evlendiler. Ama 2008 yılında, benim kardeşim de biraz deliydi. Biz galiba ailecek biraz böyleyiz. Reiner'ı bıraktı ve geldi Essen'e. Çünkü Reiner tabii ki çocuk istiyor, genç bir adam. Zerrin'in çocuk doğurma şansı yok. Ve çok yalnız bırakıyor evde. Başka yerlere gitmek zorunda kalıyor. Zerrin de tek başına çok fazla mobilize olamıyor. Aralarındaki sevgi de bu şekilde böyle biraz törpülenmiş oldu. Bir de baktım ki bir gün bu Reiner tutmuş elinden, tek başına gelemeyeceği için. Getirdi Zerrin'i bana. Bir süre bende kaldı fakat bende kalmak da istemiyor. Bağımsız yaşamak istiyor. Bana yakın bir ev buldu. Böyle internetten arkadaşlar edindi. Tekrar bir ilişki kurmak istiyordu tabii ama kolay bir şey değil. Ben de ona kızıyordum tanımadığın insanlarla buluşuyorsun falan filan diye. Böyle çok cesaretli bir kızdı, cesur bir kızdı. Felç geçirmeden önce, geri dönüşler yapıyorum kusura bakmayın ama, o yani bir okula gitti teknik ressam oldu Almanya'da. Çalışmaya başladı vesaire. Ondan sonra geçirdi bu felci zaten. Tam hayatını düzene koydu. Geldi. Ona bir ev bulduk. Oraya taşındı. Döşedik, dayadık. Bu arada bir erkek arkadaş edindi. Asosyal bir adam arkadaşı. Böyle terliklerle dolaşan, üstü başı perişan. Hani böyle sokakta yatıp kalkan adamlara benziyor. Tanıştırdı beni de. "Ya Zerrin" dedim, "nasıl bir ilişki bu?" Yani nasıl-- Adam kansermiş aynı zamanda. Buluşuyorlar baya. Ona gidiyor evinde kalıyor, ona geliyor evinde kalıyor. Adamın bir de oğlu var 7-8 yaşında. Bir şey söyledi bana. Onu burada söylemek istiyorum mutlaka. "Ya abla" dedi "sen şimdi beğenmiyorsun bu adamı ama" dedi "ben" dedi "hayatımda ilk defa bana ihtiyacı olan bir adamla beraberim." Çünkü adam dedim ya çok perişan bir adam. Yani Zerrin ona demek ki katkı yapabiliyormuş, yardım edebiliyormuş. Sonra 2008 yılının 00:24:00yılbaşında Zerrin Köln'deydi çocuk. Dietrich adı. Dietrich. Zerrin onda geçirdi yılbaşını. Ona gitti yani kaldı 10 gün kadar. Ben de Türkiye'deyim. Türkiye'den geldim, ben 2008'in. Evet, 2008'in doğru söyledim. 2008'in ocak ayında, 6'sında, 7'sinde geldim ben. Hemen Zerrin'i gidip görmek istedim. Fakat çok geç saatte eve geldim. Ertesi gün de üniversitede dersim var. Gitmek zorundayım. Kardeşime uğrayamadım. 8 Ocak sabahı çok erken bir saatte Zerrin bana telefon etti. Böyle tuhaf konuşuyor. "Abla yataktan kalkamıyorum" dedi. "Eyvaaah" dedim. Gene bir şey oldu buna. Çünkü sigara içmeye başlamıştı. Yasaktı sigara içmesi ve çok zayıflamıştı. Atladım ben arabaya aceleyle işte bir 8-9 en fazla 10 dakikalık bir yol. Sabah trafiği tabii. 15 dakikayı buldu benim gitmem. Anahtarım var. Kapıyı çaldım. Kapıyı açmadı. Anahtarla girdim içeri. "Zerrin Zerrin." Ses yok. Bir çatı katıydı oturduğu ev. Yatakta yatıyor. Yanında köpeği var Ponpon. Ağlıyor köpek. Zerrin de böyle yatmış, gözlerini açmış, başucunda şurada bir tane şey vardı, pencere vardı. Buradan aydınlığa bakıyor gibi yatıyor. Gittim. Ölmüş. Yani çok korkunç bir şey. Öldüğüne inanamadım. Sarstım. Hiç hareket yok. Köpek ağlıyor. Çok sevdiği bir köpekti. Şu kadarcıktan almıştı. Hemen telefona sarıldım. 112'yi aramam lazım numarayı hatırlayamıyorum. Hiçbir yerde yazmıyor. Dışarı fırladım komşular var. Orası böyle şey bir evdi hani engellilerin ve yaşlıların kaldıkları bir ev. Böyle küçük küçük daireler. Kapıları vuruyorum. "Açın kapıyı, kardeşime yardım etmek istiyorum. Telefonunuz var mı? Telefon numarası falan--" Artık neler söylüyorsam bilmiyorum. Şey yürüyorum, kapının altından geliyorlar. Kapıya kadar duruyor geliyor yani karaltıdan anlıyorsun. Kapıyı açmıyorlar. Almanlarda da böyle bir şey var. Geri döndüm. Bir taraftan ağlıyorum. Üniversitenin numarası geldi aklıma. Hala acil gelmiyor aklıma. Bütün bunlar 1-2 dakika içinde oluyor 00:27:00tabii. Sekreteri aradım. O numarayı söyledi. Hemen acili aradım. Telaştan evin numarasını yanlış söylemişim. 110 diyeceğime 100 demiştim. Böyle 2 dakika 3 dakika sonra telefon geldi. "Adresi yanlış verdiniz" diye. Hemen bulmuşlar. Neyse onu da söyledik, geldiler. Beni kapının önüne attılar, köpeği attılar dışarı. Aşağı yukarı bir 40 dakika falan uğraştılar ama gitmişti kardeşim. En zoru ne oluyor biliyor musunuz? Ölmüş bir insanın evini boşaltmak. Çünkü hani büyük eşyaları atmak problem değil de çekmeceyi çekiyorsun, bir kağıt parçası, şöyle bir taş. İşte ne bileyim bir şişe, kırık bir cam. Senin için hiçbir şey ifade etmiyor onlar. Ama onun için çok değerli olsa ki kutunun içinde saklamış. Onların hepsini atıyorsun. Ya da işte neyse. Kaldırıyorsun. Yaa. Öyle gitti kardeşim. Tam 50 yaşında gitti. E tabii şöyle düşünüyorum 12 Eylül mağdurudur benim kardeşim. Orada bir cinayet işlendi ama 30 yıl sonra ancak gördük sonucu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment1716
Partial Transcript: Yani şöyle söyleyeyim birkaç tanesini gördüm tabii ki ama hani doğrudan boynunu sıkan kardeşimin, onları bilmiyorum. Ama o dönemdeki TKP timi doğrudan bu olaydan sorumlu yani hangi timse o tarihlerde. Bir tanesinin yüzünü çok iyi hatırlıyorum, gördüm. Çünkü o benim iyi polisim oldu sonradan. 12 Mart döneminde de anlatmıştım size defalarca içeri girdim çıktım, girdim çıktım. Bunlardan bir tanesinde beni evden alıp şubeye götüren polis daha sonradan komiser olmuş. Beni tanıdı. Ben onu tabii ki tanımadım gözlerim bağlı olduğu için ama o beni tanıdı. Benimle gözlerimi açarak konuştu. "Bak işte şöyle yap böyle yap. Ne istiyorlarsa söyle bir an önce buradan kurtul" türünde. Onu biliyorum. Tabii ki ismini bilmiyorum. Ama hani görsem hiçbir zaman unutulacak bir yüz değil. Ama onun dışındakileri tabii ki şöyle biliyoruz. İşte isimleri vardı "Kemikkıran"dı işte ne bileyim "Köse" idi böyle kendi aralarında arkadaşları konuşuyorlardı oradan biliyorum. 00:30:00Yani maalesef. Kardeşimin anlattığına göre çok korkunç bir şeyler yapmadılar abla bana dedi. Birkaç tane tokat atmışlar. O birkaç tane tokat da tabii ki bu şeyler var onların ellerinde, şövalye yüzükler, onunla şöyle şöyle bir tokat attıysa zaten az bir tokat değil o. Tartaklamışlar. Tehdit etmişler. Ses dinletmişler. İşte bu ablanın sesi. Bana da yaptılar aynı şeyi. Ondan sonra ama esas itibariyle gırtlağını-- Çok zayıftı benim kardeşim. Böyle senin gibi hatta biraz bakınca sana onu da hatırladım. Sen dedim kusura bakma. Öyle bir şurada resmi var. Öyle şey yaptım bir. Çok zayıf olduğu için herhalde buradaki damarlar çok yıpranmış. Boğazını sıkmışlar daha çok işkence olarak. Ya da boğaz sıkan bir polis ona denk gelmiş. Benim boğazım sıkılmadı mesela.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment1869
Partial Transcript: Gerçekten çok kötü hissettiriyor. Hatta şöyle yani ben şimdi kindar bir değilim, belki fark ettiniz, çok da yumuşak bir insanım. Ama şunun acısını çok duyuyorum. Mesela bu özellikle asker olanlar, işte o zaman albaydılar, yarbaydılar. Bunların çoğu emekli oldu. Şimdi bunlar çoluklarıyla, çocuklarıyla, torunlarıyla işte ne bileyim Datça'da bilmem ne koyunda işte bilmem nerede, bilmem ne koyunda evlerinde mutlu mesut yaşıyorlar. O polisler büyük bir ihtimalle ya yüksek rütbelere gelmişlerdir. Onlar da genç insanlardı. 30'lu yaşlarında, 20'li yaşlarında. Ya benim yaşımdadırlar. E onlar da artık polislik yapmıyorlardır ya da çok üst mevkilerdedir. Yani bunların, ne yazık ki çok üzülüyorum. Sokakta gördüğüm insanlardan bazen hani böyle "Aaa ben polis emeklisiyim" falan deyince yani Pol-Der'li de olabilir tabii ama işkenceci bir polis de olabilir. Yani bütün polisler işkenceci değildir mutlaka ama bu tür Gayrettepe'de, 1.Şube'de vesairede çalışanlar gerçekten çok acımasız şeyler yaptılar insanlara. Bunlardan çok azı ceza aldı. Çok azı. Yani aldıkları cezalar da devede kulak cezaları. 1-2 yılla yırttılar, girdiler. Bu beni çok üzüyor. Şimdi, örneğin Kenan Evren olayı. Şimdi ben Türk vatandaşı olmadığım için tabii ki oy kullanamadım. Ama hala söylüyorum eğer bu iktidar zamanında biliyorsunuz 00:33:00 onlar yargılanmaya başladı, 12 Eylül generalleri. Minnettar olurdum yani onlara ceza verebilselerdi. Tamam. Kenan Evren hüküm giyerek öldü. 12 Eylül'den sorumlu tutularak ama bunun hiçbir ceremesini çekmedi yani. Yatağında zaten yatıyordu işte "sen hüküm giydin" dediler, öyle öldü. Adam son dakikasına kadar da "Yaptıklarımın hiçbirisinden pişman değilim" demeye devam etti yani. Yani AKP'ye oy verirdim anlamında anlamayın bunu ama bir oylama yapıldı. Evet referandum yapıldı. "Yetmez ama evet" dediler. Belki ben de "Yetmez ama evet" derdim o dönemde yani o günün koşulları ve bizim yaşadığımız şeyler bunu mecbur kılıyordu. Ya bugünkü kafamla bakarsam yani şu anda gelinen duruma, demezdim herhalde ama o gün diyebilirdim gerçekten.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment2053
Partial Transcript: Bir kere şunu söyleyeyim yani yurt dışında olmuş olmak bana çok şey kattı. Yani bir kere Türkiye'ye kuş bakışı bakabilmek önemli bir şey. Burada o dönemde tanımadığım birçok değeri tanıdım. Mesela dayanışma ne kadar önemli bir şey bunu gördüm. Yani Alman komünistlerinin, Alman solcularının bizimle yaptığı dayanışma, sığınmacılarla inanılmaz güzeldi. Yani bir şey anlatmak istiyorum. Burada da belki yaşanıyordur belki böyle şeyler ama o dönemde bir evde oturuyoruz. 3 arkadaş, 3 kaçak biz, sığınmacı. Bir gün kapı çalındı. Öyle kırmızı saçlı, kıvırcık saçlı, çilli bir delikanlı geldi. 20-25 yaşlarında bir delikanlı. Elinde böyle balkona astığımız saksılar var ya öyle bir saksı. İçinde de bardaklar var. Bardakların içinde köklendirilmiş bitkiler. Tabii Almanca bilmiyorum, İngilizce konuşuyoruz. İçeri davet ettim. "Ben" dedi "bunları size getirdim." İlk ağızda ben düşünmedim çocuğun böyle duyarlı bir insan olabileceğini. Yani niye getirmiş bunları diye de düşünmedim değil açıkçası. "Şey" dedi, "siz köklerinizden koparıldınız bizim ülkemize geldiniz. Gelmek zorunda kaldınız" dedi. "Bu çiçekleri dedi saksılara ekin, hiç değilse burada kök salın" dedi. Düşünebiliyor musunuz? Yani benim için o kadar değerli ve o kadar unutulmaz bir şey ki bu. Ve bütün Alman arkadaşlarım korkunç bir şey gösterdiler. Evlerini açtılar, aylarca 00:36:00onların evlerinde yaşadım. Mariana ve Holsmehe mesela. Alt katta avukatımız Rolf vardı. Şey von Gemeinschaft gibi yani ortak ev gibi yaşıyorduk. Ben onların evine giriyorum, onlar benim evime giriyorlar. Birlikte yiyoruz, birlikte içiyoruz. Para istemiyorlar. Tabii ki kira veriliyordu, kira veriliyordu eve ama yani çok mesela dayanışmanın ne kadar değerli olduğunu bir kere orada fark ettim. Tabii ki yayınlar serbest, okumak serbest, tartışmak serbest yani dünyaya açılabildim. Mesela yine yeniydiler o zaman Uçan Doktorlar 'la orada tanıştım. Doktorlar, dünyanın herhangi bir yerinde bir felaket olduğu zaman atlıyorlar, gidiyorlar. O zaman Türkiye'de böyle bir uçan doktor, şimdi var galiba yavaş yavaş. Yoktu. Bu da bir dayanışma bu da bir fedakarlık. Yani bugün mesela yangın oldu veterinerler koştular hemen. Yani o günlerde ilk kez gördüğüm şeylerdi onlar orada. Bir şey daha benim için çok önemliydi. Karşısına çıktı-- karşısına çıktığınız bir devlet memuru seni potansiyel suçlu olarak görmüyor. Yani senin söylediğinin doğru olduğundan yola çıkarak seninle bir insan olarak ilişki kuruyor. Genel olarak mesela şimdi Türkiye'de sığınmacılara nasıl bakıyorlar? Hepsi suçlu, geliyorlar işte burada şunu yapacaklar, bunu yapacaklar diye bakılıyor. Orada öyle değildi o zamanlarda. Sen doğru söylüyorsun. Söylediğin şeyi kanıtlamakla mükellef değilsin. O gerekirse bunun yanlış olduğunu bulmak zorunda. Sen suçlu değilsin, normal insan gibi karşılanıyorsun. Polis de öyle. Mesela bunlar benim için çok büyük değişikliklerdi. Daha sakin bir ülke, daha rahat bir ülke. Yani Almanya'da olmaktan dolayı doğrusunu istersen şikayetçi değilim. Madalyonun öbür yüzüne döndüğümüz zaman, tabii ki ben çok duygusal bir insanım. Kendi ülkemde kalmış olmak isterdim. Çok büyük bir çaba sarf ettim orada yeniden bir hayat kurabilmek için. Yani küçücük bir kahverengi bavuldan bir hayat yaptım kendime. Burada kalsaydım hayatım süreklilik kazanacaktı. İşte ne bileyim belki bir evim olacaktı. Evim yok. Belki arabam olacaktı. Arabam yok. Belki kaldığım üniversitede bütün arkadaşlarım benim profesör olmuşlar, önemli yerlere gelmişler. Belki akademide kalacaktım. Kariyer yapabilecektim. Ben orada her şeye sıfırdan başladım. Dilini bilmediğim bir ülkede. Ve para kazanabilmeye, hayatını devam ettirebilmeye 00:39:00başlamak bile çok büyük bir çabaydı. Sosyal yardım alıyordum ilk ağızda. Para veriyorlardı. Bu benim çok ağrıma gidiyordu. Yani gidiyorsun bir devlet memurundan 200 o zaman marktı, mark yardım alıyorsun. O 200 markı sen ay sonuna kadar idare ettirmek zorundasın. Şey kendimi dilenci gibi hissediyordum. Dolayısıyla bir şeyler yapıp para kazanma ihtiyacı. İşte gazetede çalıştık, gazeteden bir miktar para almaya başladık. Daha sonra gazete kapanınca demin anlatmıştım, üniversiteye gittim. Üniversitede ders vermeye başladım. 95 yılında artık benim sürekli bir işim vardı. Ama yani bu yeni hayatı kurmak neredeyse 10 yılımı aldı. Halbuki 10 yılda burada çok şey yapabilirdim. Nitekim, akademiye 75 yılında böyle işte gazetecilik bilmem ne falan filan yaptım dedim ya. Öğrenciliğe ara vermiştim. Ben üniversiteyi yani akademiyi şeyde bitirdim 80 yılında. 80. Sıkıyönetim koşullarında bitirdim. Tezimi hazırladım ve çok iyi bir tezdi. Ankara'da Dil-Tarih'in Tiyatro Bölümüne götürdüm tezimi. Hocalarım önerdiler, gönderdiler. Orada iş bulma ihtimalim vardı işte tezimi hayata geçirme şansım vardı. Ondan sonra arandığımı tekrar öğrenince çıkmak zorunda kaldım. Belki Dil-Tarih'te kalacaktım ya da akademiye gelecektim orada bir şeyler yapacaktım bilmiyorum. Yani hayattan çalınmış yıllar bir yanıyla. Bir taraftan da tabii ki Almanya gibi bir ülkede hakikaten hani tam anlamıyla değilse de demokratik bir ülke Almanya. Yani kendini insan gibi hissettiğin bir ülke. İnsanları da öyle.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment2475
Partial Transcript: Eşim benim yanıma geldikten sonra, eşim ilk önce İngiltere'de kalmış. Sonra İngiltere'den işte Berlin'e gelmiş Türkiye Postası orada çıkmaya başlayınca işte çalışmaya başlamış orada. Sonra gazete Duisburg'a taşındı ben geldikten sonra. O da geldi, çalıştık. Ertan sosyolog. Alman Lisesi'nde okumuş, tabii ki biraz Almanca biliyor ama yani hayatını bir sosyolog olarak sürdürebilecek bir Almancası yok. Dolayısıyla o da benim gibi gazetede başladı. Daha sonra bir arkadaşıyla birlikte bir seyahat 00:42:00 acentesi kurdular. Mavirayze diye işte Türkiye'ye falan filan çeşitli yerlere yolcu taşımaya başladılar. Sonra hasta oldu zaten. Kanser. Hala çalışmaya devam etti yine böyle seyahat işleriyle vesaire. Aslında tekrar hastalanıncaya kadar böyle devam etti. Bu seyahat işlerini yapmaya devam etti. Sonra en son kontrolümüzü yaptıktan sonra bir tatile gittik. Tatilde çok fena sırtı ağrımaya başladı. Hep bana diyordu, "Çok bavul taşıtıyorsun bana, o yüzden sırtım ağrıyor" diye. Ama yani çok huzurumuz kaçtı. Geldik, geçmiyor. Gittikçe şiddetleniyor ağrı. Doktor doktor dolaştık işte nörolog, iç hastalıkları, şuydu buydu vesaire ortopedist. MR çekiliyor kafasından, MR çekiliyor aşağıdan. Yani sürekli bakılıyor hiçbir şey çıkmıyor. Ama korkunç sancısı var. Ve bir akşam hareket edemez hale geldi. Yani gittikçe hareketleri yavaşladı. Hastaneye kaldırdık. Orada tam bir MR çekildi. Şimdi yukardan çekiyorlarmış boynuna kadar, aşağıdan çekiyorlar boyna kadar. Arada çekmedikleri bir 2 tane omur var. 4. ve 5. omur. O 4. ve 5. omurda tümör buldular. Ama tümör öyle bir büyümüş ki ahtapot gibi bütün şeylerin arasını sarmış. Belkemiğindeki kemiklerin arasını sarmış. Hemen ameliyat yapmamız lazım. Sarıyor ve şey yapacak sizi felç edecek dediler. Aslında her halükarda yani ameliyat olsa da olmasa da. Olursa kurtulma şansı var. Temizleyebilirler. Olmazsa zaten felç olacak. Onun üzerine ameliyatı kabul ettik. Bu bir metastazmış. Böbreği alındı demiştim ya. Bir 10 sene önce. O kanlı organlarda olan kanser bir yere bir atarmış. Sonrasında vücudu zayıf bulduğu bir anda çıkarmış. Öyle oldu yani. Metastaz yaptığı fark edilmedi baştan. Ameliyattan felçle çıktı. Ondan sonra tabii ki rehabilitasyona vesaireye gitti. Eve geldi. Biz 5.katta oturuyorduk, 120 merdivenli bir yerde. Ertan hastanedeyken bir ev buldum. Düz ayak, şeyle girilen tekerlekli iskemleyle. 1 sene tekerlekli iskemlede yaşadı. Aslında kanseriyle hiç ilgilenmiyordu yani kansere önem vermiyordu. Bütün derdi 00:45:00ayaklarının üstüne basıp yürüyebilmekti ama o mümkün olmadı. Öldü. Tam da 24 Aralık'ta öldü. 24 Aralık Almanlar için kutsal bir gün hastanede. Şey, Noel günü. Weihnachten dedikleri. Kutsal bir gün yani. Hemşire geldi bana dedi ki "Sen biliyor musun" dedi "bugünde ölmek isteyen ne kadar çok Hristiyan vardır?" Öyle saçma geldi ki o laf bana. Yani ölsünler o zaman falan diye o zaman öfkelenmiştim. Neyse Ertan çok iyi bir insan yumuşak bir insandı. Hastanede ona çok ihtimam gösterdiler o tavrından dolayı. Ben de öyleyim zaten. Ölmeden 4-5 gün önce ona özel bir oda açtılar. Özel hasta olmadığımız halde. Benim için de yanına bir yatak getirdiler. Son 4 gecemizi biz birlikte geçirdik. Ölmek istemiyordu tabii. O yatağının üstünden böyle inen bir şey vardır ya. Ona tutundu. Son 2 gününü böyle geçirdi. Hiç bırakmıyordu, bırakırsa sanki ölecekmiş gibi. Buradan kan çekildi yani ellerinde hiç güç kalmadı. Sadece yemek yerken indiriyor ellerini ve yemek yiyor tekrar oraya tutuyor. Ve tam Ertan'ın bu hastalığının yaşandığı sırada Türkiye'de hapishanelerde çok büyük ölüm oruçları vardı. Hatta yaktılar çocukları hapishanelere girip. O, o yıl. Hatırlar mısınız bilmiyorum. " Hava da soğuk, kış. "Şu yorganın altına sok. Biraz ısınsın." "Sen" dedi "bırakmak mı istiyorsun, bırakmamı mı istiyorsun?" "Evet" dedim "bırak." Bıraktı ve öldü. Yani o onu hayata tutan bir şeymiş, bağlayan bir şeymiş. İşte tıraş olmak istiyordu. Onu yaptıramadım. Bütün sakalları uzamıştı. O öldükten sonra tıraşla, tıraşını yaptım ben şey istedim hemşireden, bıçak. Sakallarını kestim bir şeyin kağıdın içine koydum, aldım. Türkiye'ye gömülmek istiyordu tabii ki. Türkiye'ye gelmek istiyordu daha doğrusu. En sevdiği yer onun Vasavis'di. Götürdüm sakallarını Vasavis'e attım. Orada şimdi. Ama tabii ki çok yakın bir arkadaşımız vardı, Hafize. Bana değil ama ona söylemiş. "Yakılmak istiyorum. Sakın benim cenazemi Türkiye'ye götürmesin. Çok zor olur. Çok üzülür" diye. Ondan sonra orada yaktık onu 24 Aralık'ta yaktık. 24 Aralık'ta öldü. O sırada işte bu bayramları onları, festivalleri, şunları, bunları yakılamadı. 8 Ocak'ta toprağa verdik küllerini. Ben aşağı yukarı yılbaşına kadar her gün gidip Ertan'ı krematoryumda gördüm. Orada bekletiyorlardı buzlukta. Böyle çıkartıyorlar. Bir oda, bir hücre gibi bir yerde. Böyle 2 tane kocaman mum var. Onları yakıyorlar. Zaten benden elbiselerini istediler Ertan'ın. Elbiselerini 00:48:00verdim. En sevdiği kıyafetleri. Onları giydirmişler. Ayakkabıları bile ayağında. Ondan sonra getiriyorlar. Kapıyı kapatıp çıkıyorlar. Sen orada konuşuyorsun, vedalaşıyorsun işte ne yapmak istersen. Yani çok uzun bir süre vedalaştım Ertan'la. 3 gün 4 gün kadar. Sonra adam dedi ki "artık gelmeseniz iyi olur" diye. "Çünkü" dedi "kokmaya başladı. O haliyle hatırlamanızı istemem kocanızı" dedi. Ben de gelmedim. Sonra 8'inde işte yakıldı. "Bir mezarlıkta, başımda bir ağaç olsun istiyorum" demişti. Bir ağaç olan yer bulduk ona. Ben kendi ellerimle tuttum şeyini, küllerinin konduğu bakır bir küp vardı. Onu kendi elimle mezara verdim. Üstüne de çok sevdiği bir çiçeğimiz vardı. Onu attım. İşte öyle yani. Şimdi öyle bir mezarlıkta yatıyor.
Zaten şey de yaptım, mezar taşına biraz yukarıya yazdırdım onun ismini. Eğer ben de Almanya'da ölürsem beni de oraya koysunlar istiyorum. Türkiye'de de ölürsem zaten şey bir hastaneye gitmek istiyorum yani. Çocuklar çalışsınlar, şey bulamıyorlar kadavra. Onun işte noterden şeyini çıkarmak hazırlığı içindeyim. Belki de Almanya'da da öyle yaparım bilmiyorum yani. Orada da aynı sorun var, orada da kadavra yok. Ama şu anda öyle düşünüyorum. Evet öyle. Yazık oldu çok. 55 yaşında. 57 yaşında öldü. Çok iyi bir insandı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment3013
Partial Transcript: Yani kişisel olarak ne yaptığımı ya da ailemi zaten anlattım ama toplum olarak baktığımda yani zaten çok büyük bir çöküş başlamıştı Türkiye'de. 12 Eylül bugünü hazırladı diye düşünün. Yani bugünün tam ilk çivilerini Evren çaktı. Yani şöyle söylemek istiyorum aslında. Şimdi bu tabii ki politik bir tartışma içine girer. O kadar ayrıntıya da girmek istemem ama keşke ülkemizde bunlardan önce de yani bu iktidardan önce de daha demokratik bir iktidar olabilseymiş. Yani tamam Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir zaman iktidar olmadı. Hep birileriyle birlikte oldu ama. Bizim devletimiz çok bir, çok ataerkil bir devlet, çok anti demokratik bir devlet, aslında ırkçı bir devlet. Bütün yasalara rağmen. Bütün tanınan eşitlik-- Yani yasalarımız o kadar kötü değil. Kadınlarla ilgili 00:51:00baktığın zaman. Valla hiç de kötü değil. Son İstanbul Sözleşmesi'nin dışında. Ama uygulamaya baktığın zaman gerçekten çok kötü. O günlerde yani eğitim de gerilemeye başladı, insanlar üzerinde baskılar o kadar arttı ki yani 80 yılından çok daha geriye düştük. Zaten 12 Mart'ta biraz geriye düşmüştük. 80'de iyice geriye düştük. 90'lı yıllarda biliyorsunuz Türkiye'nin başına gelenleri. İşte derin devletin güçlenmesi. Bence şeyde 12 Eylül döneminde böyle artık çivi çaktı, kazık çaktılar yani ülkeye. Dolayısıyla hani derin devlet tarafından yönetilen bir ülke haline geldik. Şöyle bir baktığım zaman aslında şu iktidar, şimdiki iktidar derin devletin bir piyonu. Yani ne istiyorlarsa o oluyor Türkiye'de. Şey açısından baktığımız zaman hani bu dinsel baskı açısından baktığımızda. Ben tabii yaşadığım çevrede yani çocukluğumdan itibaren baktığımda inançlı insanlara karşı bir baskı, kendim şahsen görmedim. Ama bu kadar çok anlatılıyorsa demek ki bir şeyler varmış. Yani üniversiteye insanların başörtüsüyle girememesi bence, ben bunun farkında bile değildim doğrusunu söylemek gerekirse. Girelim mi deseler, bana sorsalar girin ne sorun var derdim. Başörtüsüne karşı olduğum halde. Yani insanlar nasıl istiyorsa, kimse kimseye dokunmuyorsa yaşasın derdim. Demek ki bütün bunlar çok bir birikim de yapmış. Şeyle birlikte patladı yani AKP iktidarıyla birlikte patladı. Yani muhalefetin çok ulusalcı olduğunu düşünüyorum. Hala ulusalcı tavırlarını değiştirmedikleri için karşı tarafın gittikçe keskinleştiğini görüyorum. Artı ırkçılar da yani baktığın zaman. Şu Kürtlere yapılanlara bakar mısın? Şu Demirtaş'a yapılana bakar mısın? Adam kaç senedir içeride yani. Şu Gezi olaylarının sonuçlarına bakar mısınız? Yani batmış durumdayız. Ben 12 Eylül'ün bizi iyice aşağıya çektiğini hem insanı kalitesizleştirdiğini hem eğitim sistemini hem de devlet yönetimini iyice kalitesizleştirdiğini düşünüyorum hani öz olarak.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment3240
Partial Transcript: Zamanaşımına uğradı. Yani öyle bir iktidar olmalı ki hani biraz yani zamanaşımına uğradığı zaman bitiyor zaten. Hani 12 Eylül'ün hesabının sorulması artık mümkün değil. Bugünün hesabı belki sorulabilir. İnşallah sorulur. Bir şeylerin hesabı sorulsa belki bundan sonra yaşamayacağız bunları. Hiç. Ne geçmişle yüzleşebiliyoruz. Lütfen düşünün bu ülkede 00:54:00 yapılan şeylerin bir kısmını benim de yaşadığım yani benim dönemimde de yaşanan. 6-7 Eylül Olayları işte 40'lı yıllarda bu vergi, Varlık Vergisi olayları. Ondan önce yapılan şeyler. Yani hepsi birer kara leke aslında bizim-- Ermeni meselesi. Buramızda birer kara leke. Bunlarla hesaplaşmadığımız sürece daha da yaşanacak. Sivas Olaylarını düşünün, Kahramanmaraş Olaylarını düşünün. Kim ceza gördü? Sivas Olaylarında bak şimdi ben böyle şey gibi konuşmaya başladım. Adam mecliste. Fotoğrafı olan işte olayın içinde olan adamlar bugün önemli mevkilerde iş yapıyorlar, karşımıza çıkıyorlar. Yani çok kötü. Şimdi daha da kötü durumdayız. Çünkü bir de insan kalitesi iyice bozuldu. Ruhumuza işledi ulusalcılık, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı. Şimdi valla saldıracaklar herhalde sığınmacılara. Baştakiler. Suriyelilere, Afganistanlılara. Almayın içeri. Yani hem alıyorsunuz hem korumuyorsunuz insanları. Çok iki ucu boklu değnek. Ne yapsın adamın evi barkı kalmamış. Suriye'yi düşünsenize. Ben Türkiye'de gazetecilik yaptığım yıllarda Bağdat'ı gördüm. Bağdat bir altın şehirdi. Pırıl pırıl insanlarıyla. Şu hale bakın Bağdat diye bir şey kalmadı. E nerede yaşayacaklar insanlar. Evlerini yıkmışsın başına. Üstelik de biraz Suriye savaşının müsebbibi olarak bence bizimkinin de payı çok. Bu Esad'la çatışması, bir sürü şeyin kapısını açtı. Yani bilmiyorum ya, böyle görüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109465.xml#segment3390
Partial Transcript: Yani gene bir şeyler yaparım mutlaka ama daha akıllıca yaparım. Şimdi tabii ki böyle söylemek çok kolay. Yıllar geçtikten sonra üstünden. Yani bazı hataları şimdi görebiliyorum. Yaptığımız şeyleri. O günün koşullarında hata olarak görmediğim şeyleri. Hani tekrar girsem işin içine, daha dikkatli bir şekilde yapmaya çalışırım. Pişman hiç olmadım hatta hep yani yaptığım-- Utanılacak bir şey yapmadım, hep güzel şeyler yaşansın, güzellikler olsun ülkemiz için diye yaptım. E kötü bir şey de yapmadık. Para çalmadık, adam öldürmedik, hırsızlık yapmadık. Dolayısıyla hiç pişman değilim. Ha gene yaparım ama biraz daha akıllı olurum tabii. 18-20 yaşının heyecanları insanlara bazı şeyler yaptırıyor düşünmeden. Benim hayatta tek pişmanlığım var, çocuk doğurmamış olmak. Çünkü çok sayıda kürtaj yaptırdım ben. Yani doğurabilirdim 00:57:00 aslında. Ama tam o yıllarda biz Ertan'la tanıştık. Daha evlenmeden önce bir hamile kaldım. E o zamanki koşullarda deli misin öyle bir şey. Aldırdık. Ondan sonra, işte "Ayy şimdi onu yaparsak bu işleri, şu olacak, bu olacak." İçeri girdim, çıktım. Bir tanesinde 12 Mart'tan döneminde, işte bu şey sırasında elektrik falan verilmişti hani Yıldırım Bölge'ye gitmeden önceki sorgularda. O zaman ben hamileymişim. Çıktığım zaman çıktı ortaya. Ya çocuğa bir şey olursa diye aldırdık onu. Falan filan derken. Eğer Avrupa'ya çıktıktan sonra hamile kalsaydım kesin doğururdum. Niye bunu söylüyorum? İki nedenle. Bir tanesi, Ertan ölünce hiçbir şey yok. Bir tane tişört, bir ayakkabı, bir tane çorap. Hani böyle Ertan diye sarılabileceğin hiçbir şey kalmamış oluyor. O açıdan isterdim bir çocuğum olmasını. İkincisi de kardeşim hamile kalmış. Türkiye'deyken. Laf arasındayken anneme şey demiş, "Ya bir çocuk olsa falan ne dersin, doğursak moğursak." Annem de demiş ki "Kızım herkes çocuğuna bakabilecekse doğursun, kimseye güvenmeden doğurmasın" demiş. Her annenin söylediği şey. Kardeşim de gitmiş çocuğunu aldırmış. Sonra yıllar sonra biz Avrupa'dayken anneme bunu söylemiş, "Senin yüzünden ben çocuk doğurmadım." Annem kahrolmuş, kahrolmuş. Çünkü onlar hem annem hem babam çocuk çok seviyorlar, torun istiyorlar. Durmadan gelen çocuklar oluyor bizim evimize. Torun diye seviyorlar onları. O acımasız bir şey. Ve annem onun üzerine, kardeşimin bunu söylemesi üzerine doğmamış toruna mektuplar diye mektuplar yazdı. Size yani sizin arşivinize o mektuplardan bir tanesini vereceğim. O mektupları gören bir belgeselci bizimle bir belgesel film yaptı. O filmin adını da size yollayayım. Belki bir kenarınızda durur ya da seyredersiniz. "Geçmiş Mazi Olmadı" diye. Şey yapıyor film. Bu sefer içerden bir gözle değil, dışardan biz gözle. Yani hapishaneye ziyarete gelen aileler gözüyle filmi, şey olayı anlatıyor. 12 Eylül dönemini. Epey de ödül kazanan bir film oldu. Annem de babam da benim gibi çok anlatmaya meraklı insanlar. Hep anlatıyorlar, ben unutuyorum. Dedim "ya yazın şunları." Ondan sonra, yazamadı annem. "Teybe al dedim." Teybe de alamadı. Onun üzerine ben çok ısrar edince, annem o zaman 80 yaşındaydı. Bir kursa 01:00:00gitmiş burada. Bilgisayar kursuna. Bilgisayar öğrenmiş. Bilgisayarda anılarını yazdı. Ben tabii redakte ettim, düzeltim, fotoğraf falan o kitaplardan bir tanesi, o turuncu olan annemin kitabı. Onu bastırdık. Sonra okumalara gidiyorlar, işte imza törenlerine falan gidiyorlar. Babam da geliyor tabii. Babam da anlatmaya çok meraklı bir adam. E annem anlatmak istiyor, babam karışıyor. "Hayır Sevim o öyle değil de böyleydi" diyor. Annem de babam da şurada, resimleri gördünüz belki. Bir gün annem durdu. Almanya'daydılar. "Ya Bidar" dedi "sen çok meraklısın anlatmaya. Oturup da bir roman yaz" dedi. Babam bir kızdı. Kalktı toplantıyı terk etti ve yazmaya başladı. 90 yaşında o mavi kitabı bitirdi. "Ben Bir Akşamcıyım" kitabın adı. 1921'den yani bir cumhuriyet rengi diye düşünün. O da o dönemi anlatıyor. Onun da 90 yaşında çıktı kitabı. Fakat ne yazık ki o böyle imza toplantılarına falan gidemedi. O da felç geçirdi. Yatalak oldu. 5 yıl yatalak yaşadı. 95 yaşındaydı, vefat etti. Yani hapishane kapısında bir şey olduysa katıldılar. Katılmışlar daha doğrusu. Ama hani böyle derneklere falan gidip orada herhangi bir etkinlikte bulunmamışlar. Zaten babam biraz korkuyordu. Bizim yerimizi söyletmek için annemi de aldılar bir gün eve gelip. Biz yakalanmadan önce. Ona biraz baskı yapmışlar. Söylememiş nerede olduğumuzu. Biliyor halbuki. Onun evine, onun adına biz ev tuttuk Büyükçekmece'de. Tabii ki babam deliye dönmüş. Annem evde yok. Gitmiş polislere, "O hiçbir şey bilmez, her şeyi ben bilirim. Onu bırakın beni alın" falan diye. Böyle komik şeyler yaşanmış. Ama babam çok korkuyordu anneme de bir şey olacak diye. O izin vermemiştir herhalde. Öyle söylemediler bana ama tahminen.