Ayhan Erdoğan 1

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:00 - Çocukluk, Aile Yaşantısı, Eğitim Hayatı ve Mesleki Yaşamı

Play segment

Partial Transcript: Ben, İstanbul Balat doğumluyum. Yani İstanbul'un da İstanbul sayılacağı
dönem, 1952 yılında doğdum. Dört kardeşiz. Ben üçüncü çocuk olarak--
iki ablam var, bir de erkek kardeşim. Babam polisti. Dolayısıyla polislik
mesleğiyle ilişkili, çocukluk yaştan beri sohbet ve görgü ve bilgi
sahibiyim. Zira babam, yakın karakollarda da oturduğumuz Salma Tomruk ve Fener
Karakollarında da kısa bir süre için de olsa çalıştı. Daha son otuz
yıla yakın İstiklal Caddesi'nde trafik polisi olarak, sabit olarak orada,
oradan da emekli oldu. Yani bize kattığı çok şey var çünkü İstiklal
Caddesi'nde polislik yapmak ve-- kendisinin de Selanik doğumlu ama İstanbul
büyümeli babam. Dedem Selanik'te bu göç sırasında öldürülmüş ya da
ölmüş. O kısım meçhul. Babaannem Türkiye'ye gelmiş gibi böyle bir
karmaşık göç hikayesinin Selanik Kesriye-- Annem de Selanik Kesriye ama
onlar herhangi bir kayıp yaşamadan ailece gelmişler. Yalova'ya yerleştirmiş
devlet. Babam Yalova'da belli bir yaşa geldikten sonra askerlik sonrası polis
olarak gelmiş ve Balat'a yerleşmiş. Balat'ta Beyoğlu'nda da görev yapması
sebebiyle bize oldukça aydınlık bir dünya sunmuş oldu. Şöyle ki; eve o
dönemler için çok kıymetlidir yani Cumhuriyet gazetesi, Akbaba dergisi,
Yankı dergisi vardı yani bu eskiler hatırlayabilir. Bunlar politik
dergilerdi. Akbaba politik mizah dergisiydi. Yanı Gırgır filan daha çok
sonralarıdır. Akbaba çok daha politik bir dergiydi. Çocuklar için Doğan
Kardeş vardı. Doğan Kardeş çıkardı. Dolayısıyla eve böyle bir magazin,
kültürel, politik ve mizah dergilerinin yoğun olduğu bir evden bahsediyorum.
Ablam da üniversiteye gitti zaten büyük ablam da. Biz de o yıllarda,
büyüme çağında yine babamın etkisiyle, örneğin ben çok küçükken
Engin Cezzar'ın falan oynadığı Keşanlı Ali Destanı'nı tiyatroda izledim.
Yani çok küçükken çok sayıda Sururi kardeşlerin, Engin Cezzarların
oyunlarını, Gülriz Sururilerin oyunlarını izledim. Bunun bizde yapmış
olduğu bir gelişmeye katkı oldu. Ama bu gelişmeye katkı da-- Ben Vefa
Lisesi, İstanbul'da Balat'ta Ulubatlı Hasan İlkokulu, Karagümrük Ortaokulu
daha sonra da Vefa Lisesi'ne gittim. Vefa Lisesi'ni terk ettim, okumadım.
Askere gittim, askerden döndükten sonra polis okuluna girdim. Polis okuluna
mezun olduktan sonra Ankara'da Toplum Zabıtası şimdi Çevik Kuvvet deniliyor,
Çevik Kuvvet denilen Toplum Zabıtasında göreve başladım. Fakat liseyi
dışardan bitirme sınavlarına girmeye başladım ve liseyi polisken okudum.
Orhan Eyüpoğlu babamla da birlikte çalıştığı için Cumhuriyet Halk
Partisi Genel Sekreteri olmuştu. Beni onun vasıtasıyla işte Ecevit'in
korumasına da aldılar. Yani vasıta odur. Benim geçme vasıtam. Bu arada okul
da bitti. Üniversite hazırlığım vardı. Üniversite hazırlığında
süreci işte 12 Eylül Darbesi, cezaevi ve cezaevi sonrasında, çıktıktan
sonra polislikten atıldım tekrar Danıştay kararıyla döndüm birkaç yıl
sonra ama o arada cezaevinden tahliye olunca üniversite sınavlarına girdim.
Hukuk fakültesine girdim. İşte 88 yılında. 83'te tahliye oldum, 88'de
tekrar hukuk mezunu olarak stajımı yaptım. 89 yılından sonra da avukat
olarak, fiili olarak çalıştım. Tabii o 83 ile 89 arasında çok da maceralı
bir sürecim de vardır. Yani gazetecilik yaptım, taksi şoförlüğü yaptım,
tıbbi ilaç satan şirkette yöneticilik yaptım. Çeşitli işler de yaptım.
Bu konuda rahmetli Kurthan Fişek ve Uğur Mumcu'ya müteşekkirim. Çok fazla
destek olmuşlardı. Çünkü 12 Eylül öncesi, bizim Pol-Der döneminde
karşılıklı destekleştiğimiz insanlardır. Uğur Mumcu da öyleydi. Kurthan
Fişek çok özel bir adamdı. Türk kamuoyu çok az bilir ama. Nusret
Fişek'in, Türk Tabipler Birliği'nin sülalesinden gelme o Fişek ailesi
Türkiye'nin entelektüel aydın ailelerinden biridir. Yani gazeteciliğim dahi
söz konusu oldu. O dönem işte bugünkü gibi mafya üzerine filan da bazı,
Tempo dergisinde haberler de yapmıştık yeraltı dünyasıyla ilişkili.
Avukat olduktan sonra-- Ha bu arada belediyede de Çankaya Belediyesi'nde,
Doğan Taşdelen zamanında Basın Yayın Halkla İlişkiler müdürlüğü ve
müşavirlik bile yaptım. Yani okulu bitirebilmek için elimden geleni yaptım
ama herhalde çok yerinde duramayan biriydim. Girdiğim işlerde ani yükselip
ve kısa sürede de işlerim sona eriyordu. Çünkü bazı şeylere "bu olmaz"
denilince. Dolayısıyla benim için en uygun iş, bağımsız kendi işimdi, avukatlıktı.

00:06:27 - Dönemin İstanbul'u, Balat, Beyoğlu, İstanbul Suriçi, Kanlı Pazar, 6-7 Eylül Olayları

Play segment

Partial Transcript: Şimdi şöyle söyleyeyim, bir kere Balat başka bir Balat'tı. Şimdiki Balat'la hiç ilişkisi yok. Ermeni mahallesi, Rum mahallesi, Yahudi mahallesi ve Müslüman mahallesi. Türk mahallesiyle ama. Müslüman mahallesi içerisinde işte Arnavutlar, Türkler, Pomaklar ve Balkanlar'dan gelenler gibi insanlar vardı. Ve dolayısıyla oraya, Müslüman mahallesi olarak anılırdı. Bir de Lonca vardı. Romanların oturduğu bir mahalle olarak. Benim çok sevdiğim arkadaşlarım vardı orada. Aynı okulda okuduğumuz. Şöyle söyleyebilirim, Musevi ahalisi İsrail kurulduğu için gönüllü bir terke gittiler. Sadece ticari olarak durumları çok iyi olanlar terk etmedi, kaldı. Dolayısıyla orada bir boşluk oluşmuştu. Meyhaneler vardı ve Rum meyhaneleri o zamanlar kültürel olarak çok etkindi. Hala böyle ayakçı, tek tek meyhanelerin usulü yaşanılabilecek yerler vardı. Ermeniler genellikle zanaatkardı. Yani bunlar gümüşçü, ayakkabıcı ve benzeri. Yani gerçekten usta insanlardı. Orası böyle bir aslında İstanbul'du. Yani Balat-- Yani rahmetli babam, Taştarlı tarafı imara açıldığında, devlet memurlarına beş yüzer metre arsa verdiler ev yapmak koşuluyla ama. Oraya ev yapana araziyi bedava vereceklerdi. Babam reddetmişti. Kirada oturuyorduk aslında ve babam, rahmetli babam hep kirada yaşadı, kirada öldü. Rüşvet girmedi yani onu söyleyeyim. Çok övünerek de söylerim. Ama bunun sebeplerinden biri şuydu: İstanbul sur içidir. Sur dışına İstanbul denilmezdi. Ve bizim "Sur dışında ne işimiz var?" derdi. "Biz İstanbulluyuz yani sur içinde oturacağız. Ne yapacağım ben. Ev benim olsa Taştarlı'da ne yapacağım" gibi. Yani İstanbul böyle bir İstanbul'du. Ve o sur içinde de böyle bir nüfus yaşıyordu çünkü onun kültürel hayatı başkaydı. Yani meyhanede 00:09:00veya sinemada veya sokakta, ticarethanede kimlerin etkin olduğu bilinir ve komşuluk ilişkisi de çok iyiydi. Ta ki bu 6-7 Eylül olaylarıyla, biliyorsunuz onun da-- ben polis olduktan sonra, bunu çeşitli kerelerde yazdım, çizdim de zaten. Avukat olunca da. Polisken aynı dönemde benzer yerde çalışma şansızlığım da oldu o şeyi tezgahlayan görevliyle onu da söyleyeyim. Atatürk'ün evine Selanik'te bomba koymak-- Bu planlanmış. Sabri Yirmibeşoğlu filan daha sonra ikrar da etti bunu. Bizim kontrgerilla diye tarif ettiğimiz işlerin ilk kitlesel katliamına yol açabilecek işlerin başını o çeker. Yani o, o iş çeker. Ve bu bizim mahallemizde yaşanmış bir hadiseydi. Ben daha sonra annemlerden dinlediğim kadarını bizim üst kattaki komşularımız sonradan Müslüman oldular, korkularıyla. Aslında Musevi'ydiler ama korkularıyla Müslüman oldular. Hala akraba gibiyizdir. Yani ben hala derim, rahmetliye işte babaanne derdik falan. Böyle bir şeyimiz vardı, aile ilişkimiz vardı. Onları ve herkesi yani Balat'ta bu tür şeyleri evlerine alarak, yani kapılara da annem hemen kendisi böyle ablamın eteğinden filan bayrak yapıp asmış filan. Böyle bir yani sokakta, neredeyse Alevilerin katliamında önceden çarpı işareti gibi, belirli hedefler bile gözettiklerini bir dönemden bahsediyorum. Türkiye'nin ayıbıdır bu. Yani Türkiye tarihi-- Ya bütün devletlerin tarihinde katliamlar var da aslında Türkiye'nin sorunu kendi katliamlarıyla yüzleşememesi. Yani, bununla yüzleşmesi gerekiyor devletin. Diğer devletlerin bir kısmı yüzleşti. En gaddarı Naziler. Almanya yüzleşti. Almanya bugün dünyanın en güçlü ülkesi ama tarihiyle yüzleşti. Ama Türkiye bunu yapmıyor. Oradan bir boşalma oldu mahallede. Balat, dışarıdan gelenlerle bir değişime uğradı. Nasıl geldiler? Biz daha sonra Fatih'e taşındık. Sarıgüzel Caddesine. Orada Haliç Caddesi vardır. Malta Çarşısından gelir, Çarşamba, Fatih Kız Lisesinden, Draman'dan Balat'a iner. Bu şeydir. Emine Erdoğanların falan olabilir. İlk yerleşim yeri. Siirtliler geldi ve biz ilk defa çarşaflı Fatih'te, Malta'da ilk defa çarşaflı gördük. Yani o zaman kadar 00:12:00görmemiştik. Oradan başladılar, bu Haliç Caddesi'nin oradan yerleştiler. Malta, oradan Draman daha sonra o boşalmada Ermenilerde de bu işte laik bir ülke olmadığımızın da altını çizeyim. İbadet yerlerini muhafaza edebilmek için belirli bir nüfusun korunması gerektiği için Balat'taki Ermeniler de Feriköy tarafına göç etmek zorunda kaldılar. Balat iyicene boşaldı. Dışarıya işte bu tayfa gelmeye başladı. Onunla beraber, Kürtler gelmeye başladı. Ama Kürtleri, dikkat edin, şeriatçı kesimi diyebileceğim, Şafii diyebileceğim bu koyu şeriatçı dediğim bir kesim yerleşmeye başladı. Şu an mesela Balat'a gidin Medine'ye, Mekke'ye gitmiş gibi olursunuz. Yani o hale dönüştürdüler. Yani Kürtlerin seküler kesimi de gelmedi. Orası bir kuşatma, Çarşamba kısmı ki Fatih Kız Lisesi'nde o zaman Türkan Şoray'ın kız kardeşi filan da okuyordu. Ablamlar da orada okudu filan. Çok modern bir liseydi Fatih Kız Lisesi. Çok iddialı bir liseydi. Filmlere filan dahi konu olmuştur o lise. İstanbul başka bir İstanbul'du. Bizim ev, Koyun Baba Türbesi'nin karşısındaydı. Koyun Baba Türbesi'ne gelirler mum koyarlardı falan. Öyle bir ciddi gerici yoğunluğu olan bir yer değildi. Sonra o kuşatıldı. O kuşatıldıktan sonra zaten-- Ben Balat'a herhalde bir 10 yıl evvel filan en son gittim. Gidince moralim bozuluyor. Çocukluğumun olduğu yerleri, o meşhur Balat'tan Salma Tomruk'a çıkarken Pastırmacı Yokuşu vardır. Yani adamı hakikaten o kadar yorar ki, Pastırmacı Yokuşu yani pastırmasını çıkarır anlamındadır o. Oralar muazzam yerlerdir. Bütün Haliç, Marmara'ya kadar bakarsınız. Bahçeli evlerdi ve çocukluğumuzda rahmetli babam yine sinemacılarla arkadaşlığı nedeniyle uzun süre orada polislik yapması sebebiyle, Ulubatlı Hasan İlkokulu'na film makinesi ve film getirir ve oynatırdık. Hatta bahçede bile oynattığımız oldu. O zaman okullar tabii bizim çocukluğumuzda farklıydı. Annelerimiz işte haftanın belirli günlerinde kurabiye yapar, şeyler yapılır filan götürülür. Daha başka bir okul ilişkisi vardı. Süt tozu daha başlamamıştı. Sonra süt tozları geldi. Yani İstanbul'da Beyoğlu'na çıktığınızda, ki ben çok genç yaşta Beyoğlu'na çıktım. Şöyle bir tarafım daha oldu. Yani babam Beyoğlu'nda emekli olduktan sonra eski 00:15:00Çiçekçi Sokağı, Lion mağazasının-- Şimdi Kallavi Sokak diye çok bilinir. Kallavinin karşısında merdivenlidir. Eski Çiçekçi Sokağı. Hemen oradan inince, sol tarafta aşağıda bir kahvehane kiraladı. İşte gündüzleri çay, kahve servisi yapıyordu. Akşam, gece 11-12'ye kadar açık olan bir yer, gece yarısına kadar. Ben bu nedenle ortaokulda Karagümrük'ten çıkınca gider, İstiklal Caddesi'nde gece yarısına kadar kalırdım. Biraz okulu bırakma sebeplerimden biridir İstiklal Caddesi'ndeki yaşam. Ama o zaman İstiklal Caddesi böyle bir yer değildi. Yani, o zamanki pavyonları çok iyi hatırlıyorum, müzikal şeklindeydi. Yani, kadın arkadaşımızla filan gidebileceğiniz bir müzikalden bahsediyorum veya eşinizle gidebildiğiniz. Öyle şimdiki bir pavyon kültürü değildi. O sonra, süratle bir dönüşüm geçirdi. Yani Amerikan filmlerine benzeyen bir süreçten yani bir Amerikan yaşam tarzından sonra bir Anadolu'dan gelen bir yığılma ile işte İstanbul nüfusu, işte bizim zamanımızda herhalde 1 milyon dahi yoktu herhalde. O civarlara daha varmamıştı. Bir anda 8-10 milyona çıkınca, gelenleri kentleştiremedik. Gelenler kenti köylüleştirdi. Dolayısıyla ne pavyonu ne şeyi kaldı tiyatrosu ne sineması kaldı. Ben mesela çocukluk anılarımdan biridir, Kanlı Pazar'da, bu Kanlı Pazar'ın olduğu gün şeyde, İstiklal Caddesinden sinemadaydım. Doktor Jivago oynuyordu. Doktor Jivago filminden çıktık fakat mahalleden komşumuz şöyleydi. O zamanın Siyasi Şube Müdürü Adnan Kınay'dı. Adnan Kınay'ın oğlu Hürol da benim yaşıtım ve mahalle arkadaşımdı. Hürol'la birlikte gitmiştik. Şeye girdik, Gezi Parkı denilen yere girdik. Çok enteresandır, aradan 30-40 yıl sonra, o şimdi başını çeken İslamcı zat-ı muhterem DGM'de yargılanırken o bekleme salonunda karşılaştığımızda kendisine bunu söyledim. Kendisini orada gördüğümü söyledim hem de çocuk halimle. O, orada saldırının bir kısmında biz de sıkışıp kaldık ama biz küçük, küçük dediğim şeyden çıkanlara göre Gümüşsuyu'ndan gelen devrimci gençlere göre biz yaşça biraz daha küçük kalıyorduk. Zaten bir 5-6 yaş geriden geliyoruz. 00:18:00 Tam o kuşak da değildik zaten. Ara kuşak gibi bir yerde kaldık. Biz, telefon kulübeleri vardı orada sıra halinde o dönem. Telefon kulübelerinin oraya sığındık. Sonra, bir şekilde oradan çıktık, kaçtık ama o bir kişinin öldürülmesi vesaire gibi bir sürü olayların olduğu işte hadiselerin olduğu noktada görgü tanığı olarak yaşadım. Yani o olayı yaşadım.

00:18:32 - Devrimci Rol Modeller, Sol ile İlk Temaslar, Polis Okuluna Giriş Süreci

Play segment

Partial Transcript: Bunlar tabii çocukluk şeyleri. Bizde de şöyle bir şey gelişmeye başladı, mahallede özellikle, işte Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar gibi isimler, efsaneler dolaşıyor. Ama bizim yetiştiğimiz Balat'ta delikanlılık denilen bir kavram var. Hani kabadayılık modası var. Hatta böyle ayakkabının topuğuna basan çağanoz gibi yürüyenler bir hakikaten vardı yani onu söyleyeyim. Ama hiç kimse Ağır Roman'daki Sado değildi. Onu söyleyeyim. Yani onu karıştırmamak lazım. Ağır Roman'daki Sado, son delikanlılığı çizen, iyi bir filmdir o. İçlerinde o tarz çok az adam vardı. Onlar, işte belki Dündar Kılıç'la mukayese edinilebilir bir hali vardır onun. O da son Baba olarak Sado'nun rolünü üstlenebilirse, o olabilir. O, onların tarzları ve yaşam biçimleriyle Deniz Gezmişlerin yaşam biçimleri mahallede 15-16 yaşında konuşma, sohbet nedeni oluyordu ve bizi çok etkiledi. Biz bir anda mahallede, hepimiz şey olduk böyle, devrimci. Hani hiçbir şey okumamış filan değil ama bunlar delikanlı, dürüst çocuklar. Özellikle Filistin meselesi vardı. Hatta üniversitede ablam da okuduğu için yeri de biliyoruz. Üniversiteye gidip, "Deniz Gezmiş kim işte görüşeceğiz, Filistin'e gitmek istiyoruz" filan macerasına kadar varan bir çocukluk hikayesi var böyle. Çünkü onlar hakikaten yurtsever, devrimci insanlardı. Yani bize çok fazla rol model oldular. Mahirler de öyle. Yani bugün Mahir için devlet çok ürktüğü için aleyhine çok şey söylüyor ama şöyle bir gerçeklik var, emperyalizme karşı mücadelenin yanı sıra siyonizme karşı mücadelede bugün İslamcıların, Işid'inden de dahil olmak üzere hepsi İsrail işbirlikçisiyken devrimciler, Filistinlilerin yanında İsrail'e karşı savaştılar. Yani bunları da görmek lazım. Neyse sonuç olarak, Vefa Lisesi. Vefa Lisesi'nde bir edebiyat öğretmenim vardı. Ben edebiyat düşkünüyüm. 00:21:00Ezbere çok sayıda şiir bilirim, çok kitap okurum filan ama o, failatun/failun /mefailun meselesinde Hoca'yla biraz kapıştık yani sertleştik de. O sırada okulda, boykotlar da başlamıştı. Bize, Davutpaşa Kız Lisesi olacaktı herhalde. Okulun önüne geldiler, bağırıyorlar "Vefa dışarı" diye. Biz hepimiz boşaldık dışarıya Beyazıt'a yürüyoruz. Ve o şeylerde, biraz okul içerisinde çekişmelerde ben de zaten işte biraz İstiklal Caddesi hayatı var biraz işte devrimcilerin rol modelliği var. Okumanın filan şeyi bende kalmadı yani çok bir anlamı kalmadı. Ben okulu bıraktım. Bıraktıktan sonra da zaten bir süre babamın işlerinde yardımcı oldum sonra askere gittim. Askerden sonra babam tabii lise terk biri olarak o sırada lise mezunu bizim zamanımızda yedek subay oluyordu onu da söyleyeyim yani. Kıymetli bir eğitimdi. Yani üniversite çok daha fazla kıymetliydi. Yani bunu şunun için de söylüyorum, o devrimci gençlerin nelerden fedakarlık ettiklerini insanlar iyi bilsinler. Yani lisenin astsubay, yedek subay olduğu, asteğmen olduğu bir dönemde üniversite okuyan gençler kendilerini feda ettiler. Bu halk ne kadar kıymetini bilir bilemem. Ben, döndükten sonra ne iş yapacağız, "polislik için başvuruda bulun" dedi babam. Babamla, rahmetliyle birazcık çekiştik çünkü polisle, rüşvetle ben babamın arkadaşlarında da gördüm. Mesela, babamın polislik olarak İstiklal Caddesi'nde birlikte çalıştıkları, şimdi isimlerini vermeyeceğim torunları vesaireleri vardır, bazı meslektaşları 3-4 tane ev aldılar İstiklal Caddesi'nde trafik polisiyken. Çünkü ciddi rüşvet yeniliyordu. Yani polisle rüşvet çok yaygın bir iştir zaten. Aralarında yemeyen vardır hani aslında olması gereken, "aralarında yiyen vardır" olması gereken ama aralarında yemeyen vardır. Çevik Kuvveti falan saymıyorum. Onların imkanı yok. Onların da imkanı olan bir yerlere atanınca test etmek lazım. Yani o imkansızlık içerisinde onları yemiyor veya yiyor kadrosunda saymıyorum. O kitlesel yapıları. Yani ben babamla, "ben rüşvet yemeyeceğim, ahlaksız olmayacağım" filan diye birazcık çekişme içerisine girdik. Babam, ben sana bakamam tarzında hani askerden de geldin. O sırada devlet bir şey yaptı. Takriben öğretmenleri parametre olarak alıyorum. Onların 3 katına çıkardı polislerin maaşını da. Bir, yani 00:24:00polise bir yığılma oldu. Yani paraya da ihtiyacım var, polis oldum. Ankara'da polis okuluna geldim. Rahmetli Cevat Yurdakul polis okulunda benim hocamdı. Yani çok şanslıydım. Benim polis okulundaki okuduğum sıradaki emniyet müdürleri, hocaları filan yüzde 80'ni demokrat, ilerici, aydın insanlardır ki ben polis okulunda Oluşum diye duvar gazetesi çıkardım ve 1 Mayıs'ı kutlayan yazılar yazdım. Ha, gerçi o yüzden hemen bir sorguya da alındım. Yani, "ne demek istiyorsunuz" filan diye ama okuldaki öğretim görevlisi olan emniyet müdürlerinin demokrat ağırlığı benim üzerime baskı kurulmasını engelledi. "Referans lazım" diyordu. Yani benim referanslarım emniyet müdürleri filandı yani dolayısıyla benim referans sıkıntım yoktu. Hatta, daha sonra ben kendi referanslarımın bir tanesinin de ileri derecede faşist olduğunu yıllar sonra veya o dönem değilse de yıllar içerisinde oluştuğunu gördüm. Çünkü ailesinin içerisinde tek faşist o çıkmıştı. Yani aile, tümüyle sol tandanslıyken o içlerinden o çıkmıştı. Onu da ileriki yıllarda öğrendim ama şey var yani referansla ağırlıklı giriyorsunuz. O dönemin bir özelliği oldu. Onu da ifade edeyim. Bu, 27 Mayıs'ın etkisiyle olabilir onu da söyleyeyim. Polise bir dönem, bizlerin de bulunduğu bir dönemde demokrat ailelerin çocuklarının girebileceği bir kapı açıldı. Yani, örneğin benim okuduğum dönemde Polis Eğitim Merkezi, Konur Sokak'ta, 7. dönemde okulda okuyanların neredeyse dörtte üçü demokrattı ve bunların neredeyse dörtte üçü daha sonra, ilerleyen yıllarda sırası gelince anlatacağım Pol-Der'e de üye oldu ve aktif de oldular. Yani, şeydi alınan polisler dünya görüşü olarak daha seküler bir hayat daha modern bir hayatı daha kentli-- Kentli derken, bakın kastım şu; modernlik anlamında. Çünkü gelenlerin içerisinde Diyarbakırlılar, Mardinliler vardı, Karslılar vardı fakat yaşamları moderndi. Yani kent yaşamıyla uyumlu yaşayan insanlardı ve gerici değillerdi. Yani o şeyde daha bir demokrat yaşamı vardı çocukların. Dolayısıyla ben de işte o duvar gazetesiyle filan biraz başı da çektim.

00:26:45 - Polisler Arasındaki Ayrışma, Pol-Der'in Gelişim Süreci, Direniş Hatları, Karşılaşılan Baskılar

Play segment

Partial Transcript: Biraz şeye gelince, Ankara Topluma gelince ilk şeyimiz Ankara Toplum Zabıtasında işte Cumhuriyet gazetesi okumak yine hala bir şeydi, tepki ve etki, taraf olmaktı. Çünkü MHP polis teşkilatına göz diktiği yıllar ve 00:27:00 kontrol altına almaya çalıştığı yıllar yani başlamış. MHP örgütlenmesi polis içerisinde başlamış. Fakat şimdiki etkinliği büyüklüğünde değil. Yani bir faaliyet sürdürüyorlar. Şimdi 73-74'lü yıllarda biz tabii Cumhuriyet gazetesi almak ve koltuk altında taşımak, hele polis teşkilatında şeydi. Herkes aslında adresti. Herkes birbirini tanımanın yollarıydı. Kim nedir, ne olduğunu nasıl anlayacaksınız. İşte, "o onu okuyor, o Hergün okuyor işte o zaman o faşist, bu nedir" filan. Hatta hiç unutmuyorum mesela anılarımdan biridir. Bizim Ankara Toplumda o zaman üçlü bir MHP'li şey vardı, ülkücü öne çıkan ekip vardı. Cevat, Murat ve Kürşat. Bu üçlü onların şeyiydi, liderleri sayılırdı ve onlar şey yaptı mesela bana Ayhan isminden geldiler. İşte "Sen Türk'sün. Nasıl solcu olursun?" gibi böyle çocukça şeyler. Babaannemin Arnavut olduğunu söyledim. "Biz de bir karışıklık var o yüzden biz biraz solda duralım" diye. Çünkü şeydi, şunu gördüm: Polisteki ülkücü kesim gerçekten cahil bir kesimdi, eğitimsiz bir kesimdi. Entelektüel derinlikleri de yoktu yani okuma anlamında yoktu. Şuna bizzat tanık olduğum için söylüyorum. Bu bana çok komik geldi. Yani aramızda dalga konusu da oldu. Ben geceleyin panzer üzerine çıkıp, kurt gibi uluyanları gördüm. Bu çok ciddi gördüğümüz bir şey ve kendi aramızda dalga konusu da oldu. Ha, bu da oldu ama biz kantin denilen işte bilardonun olduğu, çay kahve içildiği yerde birbirimize silah çekecek kadar kavga derecesine geldiğimiz gibi, göreve giderken de kavgalı hale geldik. Görevde de kavga ettik. Onu da zamanı geldiğinde anlatacağım. Yani aramızda böyle bir gerginlik başladı. İşte o zamanki Toplum Müdürü Fahrettin Bey'di ismi yanlış hatırlamıyorsam. Daha sonra Ankara Emniyeti'nde daha üst görevlerde bulundu. İşte bizi biraz cezalandırmaya, yıldırmaya çalıştılar. Daha zor görevlere gönderme, daha riskli işler yaptırmaya falan çalıştılar. Fakat bizim organizasyonumuz ve gücümüz iyiydi. Yani polis olarak, aslında Pol-Der'e de sıra geldiyse onun tarihçesi de var. Pol-Der öyle zannedildiği gibi devrimci insanların başlangıçta kurduğu filan bir dernek filan değil. Ya Toplum Zabıtası enteresan. Şimdi Çevik Kuvvet dediler o zaman işte 00:30:00öğrenci hareketleri işte hani 68'le başlayan öğrenci hareketleri ve tabii ki işçi sınıfının hareketleri devleti ürkütmüş, asker çıkartıyorlardı çünkü karşılarına. O asker çıkartmanın önüne polisle geçmek istediler. Yani bir toplumsal olaylara müdahale edecek bir şube müdürlüğü ve polis teşkilatı kurulsun diye. İşte toplumsal olaylara müdahale edecek olan birime Toplum Polisi denildi. İlk baştaki şeyler, tesisatlar çok kötüydü. Hatta öğrencilerin mavra konusu bile olmuştu. Biz bile kendi aramızda eğleniyorduk. "Fruko" falan diyorlardı. Fruko demelerinin iki nedeni vardı onu söyleyeyim. Bir tanesi, Fruko kasası gibi açık kasalarda otobüsün arkası yani hakikaten onu kısa sürede değiştirdiler ama ismi kaldı yadigar. Yani o Fruko kasası taşır gibi açık bir arabayla gidiyorduk. Birincisi oydu. İkincisi, miğferler plastik ve çok kötüydü. Yani gerçekten kötüydü. Herhangi bir koruyuculuğu filan da yoktu. Birisi kuvvetli bir şeyle vursa ikiye, hemen kırılacak mikaydı. Yani öyle süs olsun diye koymuşlar. Aslında "size para veriyoruz, gösterdiğimiz kişilerle bizim adımıza kavga edin" denilen bir teşkilat kurdular. Yani Türkçesi o. İşte Pol-Der'in tarihsel rolü orada da çıktı. Yani, biz sizin öyle sopanız değiliz yani bizi öyle maşa olarak kullanamazsınız diye. Belki dünya tarihinde ender rastlanan bir şekilde. Geçenlerde Brezilya'da olmuş herhalde. Öyle bir şey okudum. Çok az olan bir şey. Bir de en son Bolivya'da, bu son olaylarda bir grup polisin yer değiştirmesiyle ilişkili saldırı emrini uygulamamasını okudum. Bizde böyle bir Fruko, Fruko'nun da şeyi de vardır yani çocuklar geçerken kapak açar gibi mavralarını da geçtiler yani epey. Devlet bunun üzerine doğru düzgün bir kıyafete ve arabaları değiştirme yoluna gitti. Hani, çünkü, beni rahatsız etmiyordu çünkü o gençlerin bir kısmıyla da tanışıyordum. Yani onların gittikleri kafelere ben izinli zamanlarımda gidiyordum. Yani ben o dönem işte, Nazım kitabı yani Nazım Hikmet'ten ezbere şiirler bilen bir adamım. Elimdeki, okuduğum kitaplarla gittiğimde o çocukların çoğu beni kendi okullarından biri zannedebiliyorlardı. Benim bir şeyim yoktu. Bir süre sonra zaten arkadaş da olduk çoğuyla. Yani ister istemez. Hele okullara gidince kurulan temasla tanışıklık oluyorsunuz zaten. Yani o dönem ilk başlangıçta böyle bir yarılma diyelim başladı ama o yarılmada 00:33:00 zannedildiği gibi MHP böyle müthiş, güçlü bir organizasyon olmadı. Ankara'da İskitler'deydi Toplum ve Zabıta Müdürlüğü. Orada bir mescit de vardı. O mescidin ilk halısını da Yahya Demirel hediye etmiştir yanlış hatırlamıyorsam. Bir taraftan da İslamcılar el altından çalışmaya başlamışlardı. Ama İslamcılar da-- Yani aslında polis o anlamda daha tam olarak faşistlerin ve gericilerin polisi -toplumdan bahsediyorum- anlamına gelmemişti. Ama devletin polisi anlamında o kutsal devlet inancında olan insanlar yoğundu. Sanırım bizim karşılaştığımız ilk blok, bu kutsal devlet meselesinde devletin bu kutsallığına vakfettikleri güçle vatandaşı ezme hakkının olamayacağı tartışmasıydı. Yani devlet kutsal dediğiniz zaman, insanları kurban edebiliyorsunuz. Bu ilk çağdan beri öyledir. Kutsallık uğruna insanların ciğerlerini sökenler, kafalarını kesenler bugün başka bir modelle, kutsal devletle bunu yapıyorlardı. Bizim tartışmamızın bir bölümünü de bu oluşturdu. Yani devletin kutsallığı, vatandaşa hizmetinin sınırıyladır. Yani senin, yani hak arayan bir insanı coplamanın, dövmenin, işkence yapmanın, katletmenin kutsal devletle bir ilişkisi yok. Devletin böyle bir-- Kutsal diyeceksen, bir derece insana de. Çünkü ben kutsallık kavramına çok itibar etmiyorum yani çok fazla önemsemiyorum. Yani aslolan yaşam. Aslolan o yaşamda doğa, içerisinde canlı yani bu hayvan olabilir, insan olabilir, bitki olabilir, ağaç olabilir. Yani bu form içerisinde birbirimize zarar vermeden birlikte nasıl yaşarız. Asıl kavram bu. Kutsal illa diyeceksen böyle bir kutsallık vakfedelim. İşte bu şeyde devletin o kesimiyle bir karşılaştık, çarpıştık. Bunlar ama böyle MHP'li filan değildi. Bunların büyük bir kısmı ilerleyen yıllarda MHP'nin o 3 milletvekiliyle başlayan süreçte, devlet içerisinde etkin olması, iktidarda ortak olması, atama tayin çünkü polisin en zayıf tarafıdır o. Bir telefon emriyle sizi bir gün içerisinde Hakkari'ye gönderebilir, sizin çocuklarınız, aileniz burada rezil olur, kalır onlar. Ki ben çok sürgün olmuş bir adamım. Ama o zaman Danıştay şeydi, Türkiye'de hukuk vardı ve Danıştay da Türkiye'nin gerçekten 00:36:00köklü kurumlarından biriydi hak aramada. Ve çok sefer de geriye geldim. Yani meslekten ihracımda dahil olmak üzere. Kanun hükmünde kararnameyle de ilerde mukayese edeceğim. 12 Eylül faşist cuntasından daha kötü bir dönemde olduğumuzun somut, hukuki mukayesesini de yapacağım. Bu dönem, 12 Eylül faşist cuntasının hukuksal durumunu mumla aratıyor. Bunu bir not olarak bir yerde bırakalım. Bugün faşizmin ulaşabileceği en yüksek mertebedeyiz. Biz o dönem ilişkilerimiz içerisinde aniden, birdenbire, umulmadık bir şekilde bir şans gelişti. Bir ortaokul mezunlarının kurduğu, Ortak Ağ denilen, ortaokul mezunlarının sınavla komiser olup, baş komiserliğe kadar yükselebildikleri sistem vardı o dönem. Ortak Ağların kurmuş olduğu bir polis derneği vardı. Bunun kuruluş amacı, kendilerinin baş komiserlik sınırını da aşarak emniyet amiri de olabilsinler talebini örgütlemekti. Bu tabii Kazım Ulusoy'u anmak isterim. Pol-Der'in yani ilk başkanlarındandır. Burada, Pol-Der'in dönüşümünün macerası başladı. Yani 75 yılında, kongrede hepimiz de Pol-Der'e üye olduk işte o dönüşüm yaşandı ama faşistler salonu bastı. Faşist polisler. Faşist polislerle çatışmalar, gerginlikler oldu. Ama yani genel kurul lehimize sonuçlanınca onlar terk ettiler zaten, gittiler. İlk başta Ankara merkezli olarak başladı yani il il zaten yıllar içerisinde ayrıldı. Çünkü ilk iller zaten İstanbul ve İzmir'di. Ankara bile daha sonra kuruldu ama kapatıldığında 43 tane şubemiz vardı. Yani 17-18 bin üyeye varmıştık ki 55 bin polis içerisinde 3'te 1 üye kaydı, ki seçerek yapmıştık. Yani rüşvete bulaşmamış, ahlaksızlığa bulaşmamış yani işkenceye bulaşmaması vesaire gibi bir sürü parametrelerle. İyi bir sayıydı. Kazım Ulusoyların-- Muzaffer Özbayrak. Polis okulundan hocamdı. Sonra cezaevinde yargılanırken, sıkı yönetimde avukatım da oldu. Onların organize ettiği ve o dönem demokrat emniyet müdürlerinin ve emniyet amirlerinin, Ortak Ağlıların da kabul edebileceği isimlerle başlayan bir ilişki ağı oldu. Bizler, işin doğrusu şeyde çekişme içerisindeydik, toplum içerisinde. Böyle bir dernekleşme 00:39:00faaliyetinde başını çekebilecek ilişki ve birikimden yoksunduk. Onda, meslekte daha eski olan ve rütbeli olan arkadaşlarımız başı çekti. Yani o onların becerisiydi. Onlar dernekteki dönüşümü sağlayınca biz sadece bir hani o büyüklerimiz üye olduğuna göre biz de gidelim üye olalım şeklinde yaptığımız şeylerdi. Ama kısa sürede, orada bir aktivite kazandı. Demokrat kesimlerdi. Mesela sol derken de şöyle de anlaşılmasın yani komünistlerin, sosyalistlerin bulunduğu filan bir alan değil. Yani aslında bugün Türkiye'nin aradığı muhalif denilecek, kapsayabilecek en geniş alan vardı. Yani gerçekten Türkiye'de 1. MC dönemine özellikle baktığımızda çok geniş, her kesimden saldırıya uğrayan veya uğrama ihtimali olan kesimler. Kimi ailesi nedeniyle kimi kişisel nedenlerle filan üye olduğu bir yerdi. Bayağı da çabuk kitleselleşen bir hale geldik. Zaten 1. MC'de, bu İmam Hatipler meselesini aslında ayrı bir programda Türkiye tartışmalı. İmam Hatipliler Türkiye'nin başının belası onu söyleyeyim. Yani Türkiye'nin önünü filan açmıyor. Türkiye'nin karanlığa giden yoludur o. Onu kimler, nereye, nasıl taşıdı ayrı bir tartışma. Askerliğini yapmamış İmam Hatip mezunlarını polis yapma kararı aldılar bir Bakanlar Kurulu kararnamesiyle. Pol-Der'in ilk faaliyetlerinden birisidir, önemli faaliyetlerinden biri. Onu iptal davasıyla durdurdu. Yani o işe engellemeye kalktı ve başardı da. Burada bir adım attı. Daha sonra tabii Pol-Der'in birkaç tane Pol-Der dersek doğru olur. Şimdi, Toplum Polisinde çalışan ve okullarda veya fabrikalarda görev yapan çocukların yaşadığı ki içlerinden biri bendim, polislerin yaşadığı bir Pol-Der'li polis hikayesi var. Bir şubelerde çalışan Pol-Derli polislerin yaşadığı. Bunlar çünkü hepsi ayrı polislik dalları olduğu için, hepsinin müdahale ettiği veya karşılaştığı sorunlar daha farklı. Bu Pol-Der meselesinde bir de oturduğumuz evler ve mahalleler sorunu vardı. Yani ben mesela Ankara'da Demetevler'de Yenimahalle'de daha sonra Anıt Tepe'de oturdum. Yani Demetevler'de çok sayıda çatışmanın bir parçası olduğunu hatırlıyorum. Yani, çünkü hemen 1. Caddeydi. Caddenin, 2. Caddenin 00:42:00başına, cadde çıkışına ülkü ocaklarını açtılar. Oradan sürekli olarak mahalleye baskın yapılıyordu. Yani, ciddi böyle bir oturduğunuz mahalleyi koruma gibi bir, güdüsel bir şey gelişti. O mahalle ilişkisini de anlatırım. Mesela bir sürü polis ve astsubayla o çatışmalar nedeniyle, mahalleyi basan faşistlere karşı direnme sırasında tanıştım mesela. Çoğunu tanımıyordum gibi. Yani bir de Pol-Der'in böyle bir yönü vardı. Bu Kahramanmaraş için de geçerli onu söyleyeyim. Kahramanmaraş Katliamında, zamanı gelince o İrfan Özaydın denilen, general eskisi, faşist adam, CHP'nin en faşistlerinden biridir. Yani oradaki yapmış olduğu haksızlık, Pol-Der'e haksızlık, o faşist yüzünden dolayı, o faşist ruhundan dolayıdır. Kahramanmaraş'ın, o Alevilerin yoğun yaşadığı mahalleyi, o mahallenin en büyük katliamı orada o katliama karşı direnen yine Pol-Der'li polisler ayrıldı ve halkı korudu onu söyleyeyim. Şimdi, aslında İrfan Özaydınlı-- İrfan Özaydınlı'nın canını kurtaran valilik önünde falan Pol-Der'lilerdir onu da söyleyeyim. Ama ona rağmen, nankör ilk önce bizim Pol-Der'li polisleri suçlayacak ifadeler kullanmaya kalktı. Çünkü kafasında hep Pol-Der düşmanlığı vardı onun. Oysa Ökkeş Kengerler [Ökkeş Kenger], yani biliyorsun önce Ökkeş Şendil [Ökkeş Kenger] sonra Kengerler [Şendiller]. MHP'den milletvekili bile yapıldı. Yani o olayın failleri, ne olduğu ortaya çıktı. Zaten mağdurlara bakarsanız faillerin kim olduğu anlaşılıyor. İlk saldırı bulunan yerde kimse korunamadı. Zaten oradaki resimleri mesela sıkıyönetim vermedi hiçbir türlü. O resimleri ne olursa olsun, mesela CHP bunu yapabilir. En son bizim bir avukat arkadaşımız uğraştı ve talep etti. 70 bin Lira fotokopi parası tutuyordu yani o parayı da toplayamadık. O resimleri görürseniz bu ülkücü çetenin, bu gerici güruhun oradaki yaptığı katliamı görürseniz, bunların ne olduğunu görürsünüz. Kadınların vajinalarına kazık sokmak, hamile kadınların karınlarını yarmak, yeni doğan çocuklarının gözlerini oymak, kadınların memelerinin uçlarını kesmek. Aklınıza gelebilecek her türlü en-- yani vahşet işleri yapmışlar ve hepsi belgeli. Ama bunlar malum çeteyi deşifre edecek diye uluorta yayınlanmıyor. Yani bunun aslında yayınlanması gerekir. Bu çetenin, 00:45:00tarihsel olarak bu gerçeğiyle yüzleşmek lazım. Yani bu, bu aslında toplumsal bir görev. Yani orada her Pol-Derli'nin kendi çapında yapabileceği kadardır onu söyleyeyim. Çünkü ben de mesela Sivas'ta karşılaştığımda öyle oldu, Demetevler'de karşılaştığımda keza öyle oldu. Ne olur, Demetevler'de biz işte zaman zaman 3 polis oluyorduk. Bir astsubay geliyordu yardıma bize. 3 polis oluyorduk. Bazen bir, tek kişi kalıyorduk. Tek kişi kaldığımızda da yani direnebildiğin, katkı sunabildiğin kadar saldırıyı durdurabilecek işler yapıyorsunuz. Orada, o arkadaşlarımızın o direnişin içerisinde olduğunu biliyoruz. Pol-Derli arkadaşlarımızın. Belki İrfan Özaydınlı'yı o da rahatsız etmiştir yani onu söyleyeyim. Çünkü Kahramanmaraş Olaylarını doğru okuyamadılar. Yanlış bir isimdi. Daha sonra Hasan Fehmi Güneş, o olayları soruşturmak için işte bizim Pol-Der Genel Başkanı Kazım Ulusoy'u filan da görevlendirecek şekilde bir ekip oluşturdu. Üstü örtülmemesi gereken ve bugün tekrar iç savaş meseleleriyle ilişkili, bunu dikkate alacak bir şekilde tekrar hatırlatmak ve izletmek gerekiyor neler olabildiğini. Haluk Kırca, nedamet getirdiğini söyleyen açıklamalar yaptı yani hata yaptığını söyledi. Benim için bir anlam ifade etmiyor. Nedamet getireceksen, yaptıklarının tümünü anlatacaksın, "Biz bunları yaptık, biz bu kadar vahşi katiliz, bulunduğumuz örgüt de böyle bir örgüttü" diyeceksin ki bu topluma bir karşılığın olsun. Yani nasıl bir örgüt size nasıl bunları, "ben çok pişmanım" demek bir pişmanlık değil. Öyle vahşetler var ki. O vahşeti yaptıran örgüt, o ilişkiler, o kontrgerilla, o paramiliter güç, o ülkü ocakları ve benzeri, beslenme hatlarınız, ilişkileriniz. Silahı kim getirdi? Parayı kim getirdi? Nasıl sağladınız? Bunları anlatması lazım. Bunları anlatacak adam çıkmaz kolay kolay onu söyleyeyim. Çıkanı da öldürürler. Pol-Der'in böyle birkaç tane fonksiyonu vardı. Yani mahallenizi faşistler basıp, katliam yapmaya kalktığında da kendiliğinizden mahalleliyi koruyan bir tavır içerisine giriyordunuz. Bu da yani sizin 24 saat yaptığınız görevle ilişkili filan değildi. Yani bu başka bir şeydi. O zaten sizi bir süre sonra, o antifaşist mücadelede yanınızda duran insanlarla aynı yere sokuyor. Yani ister istemez o antifaşist mücadele örgütlerinin bir parçası haline geliyorsunuz yani bu, bu aslında demokrasi mücadelesidir. Pol-Der bu anlamıyla TÖB-DER, Pol-Der, Tüm-Der, o dönemin dernekleri ciddi bir direniş hattı çizdiler. Yani ben orada üzerime düşeni ne kadar yaptım bilemem ama üzerime düşeni yapmak için sarf ettiğim çabadan dolayı onur duyuyorum. 00:48:00Yani benim geçmişimde iyi ki böyle bir dönem var. İyi ki faşizme karşı mücadelede yer almışım diye. Yani bir polis olarak üstelik yer almışım diye söylüyorum. Bugünden bakınca az bile yapmışız. Belki daha fazla direnmemiz gerekirdi. Onu da ne kadar becerdik bilemiyorum. Ama o döneme tekrar dönecek olursak yani tekrar 74'lü yıllara dönecek olursak, oradan başlayan şeyde Pol-Der ciddi sayıda büyümeye başladığında, karşımızda toplumsal tepkiler de oluşturma çabamız da vardı. Mesela Doğan Öz'ün ölümünden sonra gösterilen tepkiler vardı. Başından beri çok net bildiğimiz bir şey, NATO'nun hani Gladyo örgütlenmesi dediğimiz, organize ettiği Gladyo örgütlenmesinin Türkiye bacağı paramiliter güç olarak, kontrgerilla dediğimiz o hani Seferberlik Tetkik Kurulu denilen sonra Özel Kuvvetler vesaire gibi oldu. Adlarını, şekillerini değiştirdiler ama onların paramiliter gücü Ülkü Ocakları denilen çetedir. Onlar terör örgütüdür. Öyle zannettiği gibi devleti filan korumaz. Devletin savcısını, Türkiye'de ilk defa bir savcıyı da vuran bu ülkü ocaklarıdır. Yani ülkücü çeteleridir. Daha sonra Cevat Yurdakul abimizi, rahmetliyi onu vuran onlardır. Yani birçok profesörü, üniversite hocasını vuran yine onlardır. Keza, 7 gencin katliamı [Bahçelievler Katliamı] bir sürü katliamları yapan. Yani bunlar Gladyo, işte Komünizmle Mücadele Derneği'yle birlikte kuran süreçler. Birbirlerine geçerek anlatıyorum çünkü birbirleriyle ilişkili geçen bir süreç bu. Bizim, o dönemde Pol-Der, Doğan Öz'le beraber politik bir hattını da çizmeye başladı. E zaten sokaklarda, mücadelelerde, ki yani, yani çok fazla rahatsız olduklarını ifade ettiler. Biz baya tavır aldık artık. Yani okullarda tavır alıyorduk, yürüyüşlerde tavır alıyorduk yani onların istediği ve arzuladığı sonuçlar olmuyordu. Okulları işte akılları sıra sadece ülkücülere teslim edecek bir operasyon çekmeye çalışıyorlardı MC dönemlerinde. MC'ye rağmen biz bunu engelledik. CHP'nin o dönem iç-- Kahramanmaraş'taki İçişleri Bakanı olan general, o da devletin içerisindeki bir şeydir. Bir derin devletimiz var yani. Böyle bir merkezi yapı var. CHP'sinden, MHP'sinden işte o dönemin Adalet Partisi veya bugünün AKP'si nesi varsa filan orada buluşuyorlar, bir ortak muhafazakar yapı 00:51:00oluşturuyorlar. İlk yaptıkları şey Pol-Der'in kendi genel hatlarının çizgisini bozduğu. Bu çok sabit anlaşılıyor ve Pol-Der'in saldırıları, Pol-Der'e yönelik saldırılar başladı. Bu gazete kupürleriyle olmaya başladı, haberlerle olmaya başladı. Genel başkanlarımızın isimlerine veya hatta benim adıma kadar. Aktif gördükleri herkesi bir şekilde hedef gösterilerek, ki başıma da bu hedef gösterilmeyle ilgili sorunlar da yaşadım birçok insan gibi. Bunların şeyini, işaret fişeklerini alıyorduk. Sanırım, yılı hatırlamaya çalışıyorum. 70--78 olacak herhalde. Bizim ilk Ankara şubemizi yaktılar, yok ettiler. Yani geceleyin Ankara şubesini bir yağmaladılar. Ben orada üye kayıtlarını da götürdüklerini düşünüyorum. Onların merak ettiği şey buydu. Yani kim kimdiri bulmak için. Yakma işi filan işin örtüşmesi.

00:52:24 - Pol-Der'in Mesleki Talepleri, Pol-Der'in Faaliyetleri, Karşılaşılan Sıkıntılar, Kapanma Süreci

Play segment

Partial Transcript: Öncelikle, bu Ortak Ağlar'ın talebi vardı. Onun üzerine gitti emniyet amiri olmaları için ama polisin en büyük sorunlarından biri fazla mesaidir. Gerçekten fazla mesai, hala fazla mesaileri yoktur doğru düzgün. İkincisi, ek, bulundukları göreve göre ek tazminatlar belirlenir. Orada ek tazminatlar, toplum görevi yapana veya şimdi terörle dediler, siyasi şubede çalışanlara gibi özel, ek ödemeler yapılır. O ek ödemelerin yeterli olması için. Ama asıl sorun şuydu yani rahmetli babam polis olup emekli olduğunda bunu çok daha iyi yaşadı, ölünceye kadar çalışmak zorunda kaldı. Ek tazminatlarla verilen şeyler, sizin asli brüt ücretinizin hak edilmiş halini kapsamıyor. Bunun anlamı şu: Sizin bugün polis olarak elinize 6 bin lira, 7 bin lira geçebilir ama emeklilik için parametreniz 2 bin 500 lira üzerinden yapılırsa elinize bin 700 lira, bin 800 lira geçer. Ve bunu çoğu polis emekli olduğunda görebiliyor, emekli olmadan göremiyor. Ağırlıklı iktisadi tarafı vardı bir de çalışma saatleri. Bizim dönemimizde 12'ye 12 çalışılıyordu. Yani 12 saate 12 saat. Ciddi anlamıyla yani bugün incelediğimizde bakıyoruz angarya asıl anayasaya göre angarya. Her gün 4 saat fazla çalışmanın yanında hafta sonu tatillerinde 00:54:00de devam edecek olursanız yani ayda yaklaşık 150 saatten fazla, 200 saatte yakın fazla mesai oluyor, ki yılda 2000 küsur kadar saati-- Yani, bir insanın yapabileceği bir şey değil. Dolayısıyla o talepler, mesela daha sonra 8-16'ya döndü yani 12-12, 8-16'ya döndü. Bununla ilişkili eylemler yapıldı. İş bırakma eylemleri de yapıldı, onu da söyleyeyim yani uyarı eylemeleri. Hatta sıkıyönetim döneminde yapıldı. Fazla mesaileri ödemediler. İstan--şey Ankara Toplum Zabıtası direnişe geçti. O dönemki sıkıyönetim komutanı tankları getirdi İskitler'in önüne böyle şeyler getirdi. Bayağı ağır silahlı asker dikti. O asker kafasıyla sıkıyönetim komutanı. Askerler çekildi, fazla mesai ödendi. O da doğru. Ama hiç kimse gözaltına alınmayacak, soruşturma yapılmayacak denildi. Herkes gitti evine. Gecenin saat 12'sinden sonra cemseler, Toplum Zabıtasına giriyor, sabahleyin erkenden gelen herkesi o gece direndi, direnmedi, vardı, yoktuya bakmaksızın cemselere doldurup, Mamak'a götürüp 3 ay kadar cezaevinde kaldılar. Sonra hepsi serbest kaldı ama yani söylemek istediğim şey bu işte yine organizasyon Pol-Der'li polislerin organizasyonuydu. Yani sıkıyönetim falan önemli değildi. Hak almak önemliydi ve siz gerçekten angaryanın yoğun olduğu bir şekilde çalıştırdığınız insanlara para vermiyordunuz ve onu istemek de o insanların hakkıydı. Yani söylemek istediğim ekonomik haklar olarak vardı. Yani o taleplerin çoğu da gerçekleşti ancak gerçekleşmeyen şey, emeklilik maaşına yansıyabilecek şekilde hiç olmadı. Sosyal hayat olarak, o sosyal hayatı düzenleyebilecek konfora ulaşamadı polis. Yani o imkanlar sağlanamadı. Zaten öyle bir sürece döndü ki 75 ile 78 arasındaki geçen süreçten sonra, 78'den sonra artık ekonomik taleplerin anlamı kalmadı. Yaşam kavgası, bir iç savaşa doğru gidiyordu. O dönemde, 78'li yıllardan sonra yani Pol-Der binaları yakılıyor, Pol-Der'li polisler öldürülüyor, emniyet müdürleri öldürülüyor, Kahramanmaraş katliamları, Çorum katliamları-- Bir iç savaşın eşiğine gelmiştik. Yani yaşam hakkı artık daha öne çıkmıştı. Ve dolayısıyla artık iktisadi bir mücadelenin lafı kalmamıştı işin doğrusu. Aslolan orada faşizme 00:57:00karşı bir direnme hattıydı. O süreçte en büyük tabii darbeyi yediğimiz yerlerden biri Bülent Ecevit'tir. Ben Bülent Ecevit'in korumasında da kaldım uzun süre ama-- Yakın koruma olarak, konut korumasındaydım. Ben, yani bizim ilk kapatılmamız yani kapatılma denilince herkes 12 Eylül faşist cuntasını düşünüyor ama bizim ilk kapatılmamız Ecevit dönemindedir. Yani Ecevit döneminde şöyle bir dedikodu çıkardılar. Bunun için de iyi bir tezgah yapıldı. Bizim 17 bin üyemiz olmuş, MHP'li polislere, ülkücü polislere Pol-Bir diye bir dernek kurdurdular. O zaman 300 filan üyeleri vardı yani düşünün 17 bine 300'ü. "Polis ikiye bölündü. Pol-Der var Pol-Bir--" Hala bugün aynı teraneyi söyleyenler var. Bilerek yapıyorlar bu çarpıtmayı. Somut olayları değerlendiriyorlar. 17 bin kitlesi olmuş, 43 şubesi olan yerle sadece buranın faaliyetini durdurmak için ısmarlama kurulmuş 300 kişilik bir derneği mukayese ederek "Polis bölündü" diyemezsiniz. Tam tersine polis bölünmemiş. Çünkü biz polisin en çok yağmalanan yeri, yardım sandığındaki yağmayı da durdurduk. Yani şimdiki gibi ülke nasıl bir hale dönüştürüldüyse o zaman bazı emniyet müdürleri ve ileri gelenler, polis yardım sandığını da yağmalıyordu. Yani Pol-Der'in birçok işlevi vardı ve tasfiye edilmek isteniyordu. Önce Ankara şubesini yaktılar. Sonra genel merkezi iki sefer, bir sefere değil iki sefer, birinde bombaladılar, birinde yağmaladılar, ettiler. Yani bizde böyle bir ciddi saldırı altında kaldık. Birçok meslektaşımız sürgüne gönderildi. Sonra Ankara Valiliği karar aldı. O kararla birlikte bizim tüm faaliyetlerimiz falan durduruldu. O durdurulmadan önce işte o kapatma kararı konuşuluyordu Bülent Ecevit de dillendirmişti "poliste siyasal ayırım" filan diye. Halbuki Ecevit'in en büyük hatası o. Bu bir siyasal ayrım değildi. Faşizmin halka saldırısına karşı polisin yapması gereken işti o faşizm saldırılarını durdurmak. Asıl polislik görevi oydu. Yani Ecevit bunu yapamadı. Tam tersine o faşizme karşı direnenleri susturmak, sindirmek ve sürmek gibi bir yola gitti. Devletin, derin devletin tetikçileri olduğu konumunu öğrenince hayrete düşüyor şimdi. Hayrete düşeceği şey-- Yani sen hayrete düştüğün an bir şey yapman lazım. Yani bunlar eğer gerçekten ülke işgal edildiği zaman o işgale karşı direniş hattını oluşturacaklarsa bugün sokaklarda o silahlarla ne arıyorlar? Onu bir sorgula. 01:00:00Değil mi? Sonra öğrencileri katlediyorlar, emniyet müdürlerini, savcıları vuruyorlar, üniversite hocalarını vuruyorlar ve bunları hep sermaye köpekliği için yapıyorlar. Büyük sermayeye bekçilik yapmak için ve Amerikan emperyalizmi için yapıyorlar. Yani bu aslında ülkenin işgale uğramasıyla ilişkili bir süreç değil ki bu. Yani bu belli ki bir kontrgerilla faaliyetinin paramiliter gücü. Bunu teşhis ve tespit etmek Ecevit için zor muydu? Valla şöyle söyleyeyim Ecevit romantik bir adamdı. Duygusal bir adamdı, eyvallah. Hiç-- Yakından tanıma şansım olduğu için söylüyorum rüşvet yememiştir yani öyle bir şeyi yoktur. Haksızlık etmeyelim. Devletin görebileceği, Türkiye Cumhuriyeti'nin görebileceği en entelektüel birikimli, en donanımlı başbakandır. Bir daha onunla mukayese edebileceğimiz hiç kimse gelmedi. Onu söyleyeyim. Yani devlette. Ama snobdu. Yani seçimi kazandığında bile işçilerin geldiğinde yanına o Konur Sokak'ta el ele tutuştuğunda iğreti duruyordu yani o oraya yabancıydı. Çünkü bunu da eleştirmek için söylemiyorum, tespit amaçlı söylüyorum çok iyi bir burjuva ailesiydi onlar. Gerçekten yani gerçekten görgüleri, bilgileriyle, Rahşan Ecevit de öyleydi, çok iyi eğitimli bir burjuva ailesiydi. Yani ve Ecevit muazzam okuyan bir adamdı. Yani evine girdiğiniz zaman, sokak kapısını açtığınızda sokak kapısının solundan takip edin, bütün evi dolaşın, bu taraftan çıkarken her tarafın kütüphane olduğunu ve evde kitap konulmadık yer kalmadığını görürsünüz ve muazzam okuyan bir adamdı. Yani kişiliği başka, birikimi başka fakat görgüsü, eğitimi başka. Yani, onun yanına halktan gelmiş, halkı da iyi bilen, donanımlı onların talepleriyle de ilişki kurabilecek ama üzerinde etki edebilecek insanlar olsaydı farklı olabilirdi. Mesela ben Hasan Fehmi Güneş'ten onu beklerdim maalesef o da zayıf kaldı. Hasan Fehmi Güneş çünkü eğitimi, görgüsü, geldiği yer itibariyle biraz daha hani Köy Enstitüsü filan böyle birazcık daha şey bekliyorsun, halkla ilişkili filan. Onu beceremedi, taşıyamadı yani işin doğrusu. Yani Orhan Eyüpoğlu diyeceksek emniyet kökenliydi zaten. O zaten olamazdı. Yani böyle çok-- Mustafa Üstündağ vardı işte Milli Eğitim Bakanlığı yapan filan ama şey 01:03:00değildi yani ben şöyle çok fazla CHP içerisinde o dönem halkla bağ kurabilecek şeyi yoktu. O Kıbrıs Savaşı, Karaoğlan meselesi çok kişilikli tavır işte Amerika'ya olan tavrı vesaire filan. Onlar muazzam direnişleri, duruşları. Onu bir anda popüler hale getirdi, öne çıkardı. Çabuk sönmesinin sebeplerinden biri de odur. Yani o bağı sürdürememesidir. Onun burjuva devlet olarak anladığı anlayış, Türkiye'nin bulunduğu siyasal, ekonomik ve kültürel durumuna uygun değildi. Kendisi burjuvaydı ama bu halk burjuva değildi. Yani Türkiye böyle bir kendisinin kültür düzeyiyle ilişkilenebilecek bir düzeyde bir halk değildi. Aşağıda birbirini götürüyordu insanlar, her gün ölümler oluyor ve bunun anlamını çözmek için uğraşacağı yerde Pol-Der'i kapatmaya kalkıyordu. Türkeş'le de evi komşuydu. Biz Türkeş'in koruma polisleriyle de zaman zaman gerginlik yaşıyorduk yan yanaydı evleri o Konur Sokak'ta. Şey Konur diyorum Oran Sitesi'nde. Bizim karakolumuz, koruma karakolumuzla onların karakol koruma, koruma karakolları da yakındı. Gerginliklerimiz de oluyordu. Ecevit şeydi yani Türkiye'yi tam anlamamış, çözememiş biriydi. Mesela, onun bende bütün eserleri mevcuttur da şimdi son dönemini yaşayanlar belki son halini bilebilirler. Bu Castroların, Che Gueveraların Küba'da etkin olduğu dönemlerde, makaleleri var bir de kitabı var o konularda ince bir kitapta yazıyor. O dönem Ulus gazetesinde yazıyordu hatırladığım kadarıyla. Hasan Cemal de yazıyordu tabii. Meşhur. Hasan Cemal yani onun da dönmediği yer kalmadı. O dönemki yazıları da çok meşhurdur. Şey diyordu, "bizde devrim" diyordu, rahmetli babamla tartışma nedenimizdir onun için söyleyeyim. Babam da koyu bir Ecevitçiydi, koyu bir CHP'liydi. İki de bir bana saldırıyordu tartışırken, "Siz illaki işte çatışma istiyorsunuz." "Yok baba valla çatışma istemiyoruz, kimseye saldırmıyoruz, bize saldırılıyor" diye babamı ikna etmeye çalışıyordum. O da şey diyordu, "Bak" diyordu, "Ecevit yazıyor, çiziyor, işte söylüyor." Çünkü Ecevit o dönem, "Biz devrim yapacağız Küba'daki gibi ama öyle yapmayacağız. Onlar 01:06:00bir diktatörlüğe karşı kapıyı tekmeleyip açtılar" gibi bir cümle kullandı. "Biz tokmağı, kapı kolunu çevirip gireceğiz" gibi böyle naif, tam şair ruhuna uygun, faşizmle mücadeleyle ilgisi olmayan, alakasız cümlelerdi ve öyle olmadı. Sonuç olarak, faşizmin etkisi altında ilk yaptığı için bizi tasfiye etmek oldu yani onu söyleyeyim. Burada, tabii kendileri de zarar gördü yani Pol-Der'in tasfiye edilmesi. Ben mesela koruma polisliğinden daha sonra ayrıldım. Şöyle de söylemekte yarar var, mesela şeyi de anmak isterim. Pol-Der'in kapatılma kararından önce İstanbul'da ona ilişkin bir gece düzenlendi ve afişleme filan da yapıldı. Şimdi, orada işte afişler filan yapıştırılması meselesinde biz Pol-Der olarak da çıktık sahaya. İşte o dönem Pol-Der olarak afiş yapıştırma meselesinde faşist polisler müdahale ettiler bir kısım arkadaşlara. Gözaltları oldu. Kavgalar oldu. Bir kısım polis arkadaşlarımız gözaltına altındı bu afiş meselesinde. Zaten o afiş meselesiyle başlayan ve gece olayında, düzenlenen gece, ki Türkiye muhalif örgütlerin bir arada sessiz sedasız kalabildiği tek gecedir o. Yani birlikte kutlayabildiğimiz muhalif bir gecedir. Bu ayrı bir şey, tepki gibi gösterildi ve kapatılma meselesi daha sonra Ankara Valiliğince işte 40 küsur şube, 43 tane şubeyle birlikte genel merkezin de kapatılması vesaire gibi bir karara gitti. Şimdi ben size sürpriz bir şey de söyleyeyim. Yani o dönemki polisi anlayabilmek için, çünkü polisin bugünkü halini görenler, geçmişi de bilmeyince düşünemezler. Yani o dönem Emniyet Genel Müdürü Gürbüz Atabek Pol-Der'in kapatılmasına tepki olarak Emniyet Genel Müdürlüğünden istifa etti. Ve çok iyi bir bildiri, açıklama, basın açıklaması yaparak. Pol-Der gibi bir demokrasi mücadelesi veren bir örgütün kapatılmasının Türkiye'ye maliyetini anlatan ve bunu kabullenemeyeceğini ve böyle bir örgütün desteği olmadan emniyeti yönetmenin mümkün olmadığını anlatan bir istifadır bu.

01:08:51 - Derin Devlet, Paramiliter Güçler, Süregelen Cinayetler ve İlgili Failler, Pol-Der'e Yönelik Artan Baskılar

Play segment

Partial Transcript: Ya tabii bunlar, bizler çekilince sağa, Mehmet Ağarlara kaldı işte. Yani güle güle kullansınlar. Daha öncesi var aslında Şükrü 01:09:00 Balcılar filan var. 12 Mart. Bizim mücadelelerimizden biridir o. Mesela, Şükrü Balcı'nın adını polis okulu olarak da verdiler. Ben araştırmacıları merak ediyorum. Şükrü Balcı emniyet müdürüydü. Faik Türün de İstanbul'da sıkıyönetim komutanı hatırladığım kadarıyla o dönem. Fahrettin Aslan filan. Bunlarla ilişkili bir fezleke hazırlandı mı? Yani bir soruşturma yapıldı ve fezleke hazırlandı mı? O fezlekede hiç suçlandılar mı? Soru sadece. Gazetecilerin araştırılmasını isterim. Böyle bir şey oldu da o, ondan sonra Amerika'ya ataşe olarak tayin edildi ve Amerika'da öldü. Nasıl öldü onu da bilmiyorum. O da ben de soru işaretidir. Oradan devir alınan şey Mehmet Ağar'dır. Mehmet Ağar, 2. Şube müdürlüğünden beri yani şeyden beri bilinir İstanbul, herkes o dönem benim yaşıtlarımın hepsi Mehmet Ağar'ın polis memuru-- Benim rahmetli babam da polis olması sebebiyle bizim bütün aile çevremiz de polislerden oluşması sebebiyle, Şükrü Balcı'yı da Mehmet Ağar'ı da diğerlerini de o dönem nasıl geldiğini, neler yaptığını biliriz. Pol-Der'in o dönem polis içerisinde, şöyle söyleyeyim Türkiye 77'li yıllarda, 78'li yıllara geçtiğinde bir iç savaşın eşiğine geldi. O iç savaşın eşiğinde çok yoğun bir saldırılar ve en son kapatmaya kadar giden süreç oldu. Pol-Der'in kapatılmasını Danıştay kararıyla daha sonra kaldırdık. Ama Danıştay vasıtasıyla kaldırdık yani Ecevit'in kendisiyle değil. O sırada Kahramanmaraş Olayları olmaya başladı. Çorum, Sivas gibi hadiseler başladı. Peşinden Adana'da rahmetli Cevat Yurdakul ağabeyimizin katledilmesi söz konusu oldu. Yine o ülkücü, paramiliter grup tarafından katledildi. O ülkücü, paramiliter gruplar neden katletti diye soru işareti. Biz bunu, en son yine bir anma toplantısında sohbetini yapmaya çalıştık ama şunu ifade edeyim. Cevat abi gerçekten iyi bir polisti. Öyle zannedildiği gibi solcuları filan da koruyarak bir iş yapmadı onu da söyleyeyim yani. Orada yaptığı iş şuydu: O Adana sağcıların her tür cenneti haline gelmişti. 01:12:00Tetikçileri oradaydı, uyuşturucu oradaydı. Aklınıza gelebilecek her türlü iş vardı. Bunun nedeni de şuydu, Kahramanmaraş davası da Adana'da görülüyordu. Yani dolayısıyla orayı bir üs olarak da seçmişlerdi. O üs meselesinde, geniş bir kitleyi de beslemek lazımdı. Tekrar araya başka bir şey sokayım, şimdi Türkiye'de de uyuşturucu tekrar gündeme geldi ya bu tür şeylerin zorunluluğu var. Eğer siz kontrgerilla faaliyeti sürdürecekseniz devletten resmi maaş vererek ve onları finanse ederek yürütemezsiniz. Bunu, suç örgütleri yaratırsınız, paramiliter güçler bunun potansiyeli zaten ülkü olacakları yetiştiriyor. O var. Bu suç örgütleri bu tür lümpen işleri yaparlar, polis bunlara müsamaha eder yani finansmanını kendileri sağlar. Bu finansmanını kendileri sağladıkları için de bu rahatlıkla işler yani kendileri, verilen talimatları da yaparlar. Öyle zannedildiği gibi karakol polisleri filan müdahale edemez. Polis teşkilatı yukarıdan çok merkezi yürütülür. Yani "sen yapma, ben yapayım" filan dediğinde yapmazlar. Bunun istisnası Pol-Der'di. O yüzden rahatsız oldular. Pol-Der bu türlü işlerde, yukarısı "dokunma, onlar bizimkiler" filan diye dinlemedi. Burada Adana'nın kontrgerilla faaliyetlerini besleyen, tüm yolsuz işlerinin önünü kesti. Yani siz o yolsuzlukları engellediğiniz zaman onları besleyecek, o paryaları, tetikçileri besleyecek kaynak kesildiği zaman onları orada tutamıyorsunuz. Onun için çeşitli kerelerde gazeteler de yazdılar bazı gazeteciler. Şu an isimlerini hatırlamıyorum ama bakarsam bulurum o dönemki gazetelerde doğrudan hedef gösterildi ve daha sonra maalesef katledildi. Yani o katliamın sorumlusu belli. Nedenleri de belli. Çünkü siz eğer uyuşturucu gibi, kumar gibi, fuhuş gibi işlerin önüne geçecek olursanız o lümpen kesimi besleyemezsiniz, lümpen kesimi besleyemezseniz de sizin kontrgerilla faaliyetlerini sürdürebilecek eleman bulmanız mümkün olmaz. Sıkıyönetim Mahkemesi kararıyla şey Sıkıyönetim Komutanlığı kararıyla ciddi bir dağınıklık oldu. O dağınıklık içerisinde bunu takip etmek mümkün olmadı ancak öldürülen polislerle ilişkili bilgimiz saldırıların da daha 01:15:00önce ülkü ocaklarından gelmesi sebebiyle ülkücü kaynaklı olduğunu biliyoruz. Ülkücülerin o dönem 12 Eylül faşist cuntasının belirli bir noktasına kadar faaliyetlerini sürdürdüğünü biliyoruz. Ne zamana kadar? Nurettin Soyer'in MHP operasyonu yapmasıyla birlikte. Yani ülkü ocakları ve MHP üzerine yapılan operasyonla birlikte ve MHP Genel Merkezi'nden çıkan listeler, ölüm listeleri-- Yani Türkeş'in çok garip bir sözü var öldürülen bir kişiyle ilişkili. "Hayır, bunu öldürmedik. Öldürmüş olsak talimatı benim vermiş olmam lazım" gibi bir savunması var yani mahkemede. Yani talimat veriyorum ama bunun hakkında vermedim gibi böyle bir savunması da var. Şimdi aslında bizim şubede yakılma sebeplerimizden biri de işte o dönem, şeyde yapılan, görev yapan polislerin gerçekten listesi-- Şimdi bu 12 Eylül faşist cuntası döneminde, bu operasyonlar meselesinde de mesela ülkü ocakları operasyonu ve MHP operasyonu, Ankara sıkıyönetim komutanı durdurmak istedi. Yani o rahatsızdı. O, onun tek derdi Dev-Yol operasyonu olsun ve solculara, devrimcilere operasyon olsun. Ama sağcılara dokunulmasındı. Nurettin Soyer bunu aştı. Yani o dönemden özel bilgilerim de var. Yani ciddi çatışmalar da yaşadıklarını biliyorum yani sıkıyönetim komutanıyla, sıkıyönetim başsavcısı arasında geçen çatışmalar da oldu. Hatta bu, bununla ilişkili o dönem işte ünlü Ünal Erkanlar filan emniyette. Sonra Kemal Yazıcıoğlu DAL grubu mesela. Türkiye işkence tarihinin şeyidir, mimarıdır. O, şimdi çocuğun adını hatırlamaya çalışıyorum. İşkencede öldürüldü. Kemal Yazıcıoğlu öldürdü. Zeynel Abidin Ceylan'dı. Kemal Yazıcıoğlu'nun öldürdüğünü nereden biliyorum? Enver Göktürk diye bir polis memuru vardı zamanında. Bu Enver Göktürk, Hasan Fehmi Güneş zamanında açılan komiserlik sınavında, komiser olmak için sınava girdi ve o dönemde komiser oldu. Biz de kendisiyle 01:18:00ilişkili soru işaretimiz vardı. Sayıyı hatırlamıyorum yani onu söyleyeyim tam sayıyı. Çünkü özellikle yoğun olarak Pol-Der'li polislerin öldürülmesine yönelik süreç 79-80 ve sıkıyönetim dönemi dahil. Asıl dönemler, o dönemler. O dönemler çoğumuz cezaevinde ben dahil ve birçoğumuz zaten sürgün halde. Büyük bir kısmı da müstafi adedildi görevden, şey müstafi diyorum görevden affedildi ve ihraç edildiler. Kendisi "işkenceci değilim, şu değilim, bu değilim" filan diyordu ama oldu daha sonra da. İşkenceciydi tabii. İşkence yaptı çoğu zaman. Ama Kemal Yazıcıoğlu'nun "öldürdü" bilgisi bize ulaştığında Enver Göktürk, "Ben öldürdüm" diye ortaya çıktı. Enver ya görevi kötüye kullanma ya da ihmalden yargılandı. Çünkü o orada komiserdi, ekip amiriydi. İşkence yapılan yerde işte görevi ihmal etti, işkenceyi engellemedi gibi filan konumda. Ama asıl işi yapan Kemal Yazıcıoğlu'ydu. Hatırladığım kadarıyla, siz de ifade ettiniz Mustafa Haskırış yargılandı. Ama asıl fail yargılanmadı. Asıl faili vermesi için Enver Göktürk'le ben çeşitli kereler görüşmeler yaptım tanışıklığım olması sebebiyle. Yani bu görüşmelerin detayını ifade etmek değil de içeriğini ifade etmek yeterli ama emniyette herkes biliyor ki Zeynel Abidin Ceylan'ı işkencede öldüren polis arasında konuşulan ve bize de söylenen ve bunu içerden söyleyen, söyleyenlerin yalancısı filan değilim çünkü söyleyenler o şubede çalışanlardı. Yani herkes de biliyor ki işkence zaten o gelmeden, çünkü kendine doktor unvanı veriyordu. Doktorum diye lakap takmıştı. Ameliyat diyordu işkenceye de. Yani ameliyat dediği işkence, kendini de işkenceci olarak doktor olarak tanımlıyordu. Yani bunların yargılanması, soruşturulması söz konusu olmadı. Artık zaman da aşımına uğradı ama Zeynel Abidin Ceylan üzerinde bizim o dönem bildiğimiz budur. Enver'le de bunu konuştuğumuzda ben-- Enver şunu demedi bana, üç kere konuştum. Enver bana, "Hayır, Kemal Yazıcıoğlu öldürmedi" demedi. Hani şey itirazı yapabilirdi, "Yok ya Kemal o gün yoktu" filan diyebilirdi çünkü. Hani şeyi 01:21:00de anlayabilirim, buna Ünal Erkan'la, Kemal Yazıcıoğlu söz verdi. Özellikle Ünal Erkan'ın söz verdiğini söyledi. Ünal Erkan hala yaşıyor aslında bunları Ünal Erkan'a sormak lazım yani gazetecilerin sorması lazım, "zamanında böyle birine söz verdiniz mi?" diye. Ünal Erkan'ın kendisine bir ev verip, sorunsuz hani cezasının-- bir şey olmayacak, ertelenecek, emekli edilecek, kendisine yeni bir iş bulunacak, ev verilecek falan filan diye, idare edildiğini, edileceğini söyledi. Ve öyle oldu. Sonu kötü oldu gerçi, öldürülme biçimi ama. Yani sonuç olarak Kemal Yazıcıoğlu hakkında doğru düzgün bir iş olmadı. Yani belki soruşturma yapılsa yine davaya dahil edilmezdi, edilirdi ayrı bir şey ama yani ceza yargılamasında asıl unsur maddi gerçeği bulmaktır. Burada işkenceye ameliyat diyen, işkenceci olarak kendisine doktor diyen, nam salmış bir adamın o gün orada olup olmadığı konusu tahkik edilmedi. Bu kadar. Daha sonra Ulucanlar tarafında bir kuyumcuda koruma görevi aldı. Ama hapishaneden kaçan TDKP'li bir kişi, cezaevinden, Ulucanlar Cezaevinden firar ettikten sonra o kuyumculara soygun için giriyor. Enver ile çatışıyor. Enver orada öldürüldü. Yani onun hikayesi de böyle son buldu. Yani böyle bir hikaye.

01:22:41 - Okullarda Çatışmalar, Grevler, Pol-Der'in Müdahalede Bulunduğu Olaylar

Play segment

Partial Transcript: Bizim kararımız şuydu, kavga olmasını engellemek. Yani taraf olmak dediğimiz şey buydu. Bu gerek sol içi kavga, bakın sol içi kavga da dahil olmak üzere herhangi bir çatışma ortamına fırsat vermemek temel görevimizdi. Bizi başarılı kılacak olan şey, eğitime giden insanların can güvenliğini sağlamış olmak. Çünkü şunun-- şunu çok rahat gözlemledik. Gazi Üniversite'sinin, Gazi'de yani o kadar barizdi ki. Bunu bankacılıkta da yaşadık, başka olaylarda. Ülkücüler etkin olduğu zaman bir kuyruk oluyor 1000 kişi. Aslında 900'ünün ülkücülükle işi yok. Okumak için geliyor. Aynı şey devrimciler için de olabiliyor. Yani devrimcilerin etkinse, devrimcilerin kuyruğu bakıyorsun 1000 kişi olunca onun 900-800'ü devrimci olmayabiliyor. Okulunu okumak istiyor insanlar. Şimdi burada devrimcilerin hedefi faşistleri okutmamak değil. Devrimcilerin hedefi, kendileri dahil o okuldaki diğer insanların güvenliğinin sağlanıp okuyabilmesi. Yani bizim yapabildiğimiz, yapmak istediğimiz şey buydu. Becerdik de. Bunu ne uğruna becerdik-- Örneğin, burada anlatıcı olduğum 01:24:00için başımdan geçenleri de söylemek durumunda kalıyorum. Mesela Dil Tarih'te Şafak'tı oranın sorumlu gençlerden. Zafer Çarşısının altında çay ocağı vardır Ankara'da. Orada buluşulur, oradan çıkılır. Abdi İpekçi Parkı'nın oradan geçilir ama orada şey olabilirdi hatta silahlı saldırı olabilir diye zaman zaman izinli günlerimizde o parka gidip, hani "herhangi bir silahlı mücadele olur mu acaba?" diye durduğumuz bile oldu. Oradan Dil Tarih'e girildi. Şimdi Dil-Tarih'te genel olarak sağın etkin olduğu bir tablo vardı ama sol geliyordu ve okuyordu. Biz Ankara Toplum Zabıtası'ndan bir ekip olarak görev yapıyorduk. 11 kişi, minibüsle bu Ulus'tan Çankaya'ya bu ana hat üzerinde devriye geziyorduk minibüsle. Nedir o? Bir yerde, herhangi bir şey olursa acil on tane polis destek gitsin oraya diye. Toplum İstihbarat da vardı bizde, Toplum Zabıtası'nda. İstihbarat bilgi vermiş, "Dil Tarih'te çatışma çıkabilir, özellikle bahçedeki kantinde hazırlık var" diye. Bize anons geldi, biz gitti. Şey dediler, uyardılar. Dil Tarih'i bilenler bilir işte giriyorsunuz alttan, merdivenlerden arka bahçeye çıkıyorsunuz sağ tarafta camekanlı böyle bir kantin var, çay ocağı gibi şey filan. Hemen oraya çıktık, hadise orada olacak diye. Baktık kantinde oturan solcu çocuklar var, sağcılar yok. E kavga neden çıksın diye. Sonra biraz dikkat ettik, okulda görevli olan ekip ülkücü polisler böyle bir 15-20 tane ülkücü çocuk. Şeyi anladık, bunlar bir saldırı organize etmişler, istihbarat bunu fark etmiş, takviye istiyor. Takviyeye giden 10 kişi de Pol-Der'li. Şimdi, yani bir denge bu. Biz bunu fark edince devrimci öğrencilerin önüne 10 kişi dizildik herhangi bir saldırı olursa. Çünkü maksat saldırı olmasın. Biz varsak saldıramayacaklar, sorun da olmayacak yani görev yerine getirilmiş olacak. Sonra o bir arkada bir kapı vardı. Kapıyı açtığımızda bir baktık ki bu ülkücü çete birikmişler, hazırlar yani saldıracaklar. Kapıyı kapattık. Kapatmamızla birlikte polislerle, birbirimizle kavgaya başladık itiş kakış. Bir süre sonra ismini söylemeyeyim soyadı Varol olan bir ülkücü polisle biz sille 01:27:00yumruk baya giriştik. Ciddi bir-- Yani 20 tane polis kavga ediyor konumuna geldik. Ama öyle şey değil, ciddi bir kavgaya girdik yani. Haber verdiler işte emniyet müdürleri, vali yardımcısı vesaire Toplum Polis Müdürü. Bir sürü insan yığıldı, geldi, koştular. Biz-- Ben orada Asliye Ceza'da yargılanıp Sivas'a sürüldüm o olay nedeniyle Sivas'a sürgün ettiler. Asliye Ceza'da yargılandık. Ama böyle şeylerle karşılaşıyorduk. O polislerin bize saldırma sebebi de saldırıyı engellememizdi. Yani biz, o ülkücüler birikmiş de gitmiş, saldırmış değildik. Biz sadece o devrimci çocukların üstlerine saldırı geleceğini anladık. İstihbarattan gelen bilgi de "olay çıkacak." Bizim de işimiz olay çıkartmamak. Şimdi bunu istediğiniz türlü sunabilirsiniz ama gerçeği bu. Yani bizim asıl yapmamız gereken şey bu. Aslında biraz polisliği bilseler, o ülkücü dediğimiz kendine polis diyen grubun da yapması gereken de buydu. Yani doğru olan buydu. Çünkü o okullarda çok fazla insan öldü okuma uğruna. O okullarda insanlar ölmemeliydi yani o okullar okuma yeriydi. Ve biz Pol-Der olarak bunu, yüzümüzün akıyla çıktığımızı düşünüyorum. Çünkü ben Bankacılık'ta da bunu yaşadım, Teknik'te de Gazi Üniversite'sinde de yaşadım. Ülkücülerin yaptığı bir şey var. Saldırıyorlar, saldırdığında eğer polis bunların saldırılarını kesiyorsa, kesmek zor kullanmayı da gerektiriyor. O zaman İstiklal Marşı söylüyorlardı. Ama birçok yerde bu tür saldırıları önlemekte başarılı olduk. Başka şeyler de oldu. Mesela, Süleyman Demirel'in Zonguldak tarafında mitingi vardı. Takviye olarak koca bir otobüs gittik, takviye polis, Toplum polisi olarak. Yaklaşık 50'ye yakın polistik. Yarısı Pol-Der'li yarısı Pol-Bir'li. Sanki seçme gibi olmuş. Onlar önde biz arka tarafta oturduk. Tabii onlar marş söylüyor, biz marş söylüyoruz. Yani yol boyunca gerginlikler. Sonra o işte baş komiser arkadaş mola verdiğimizde, marşları söylemeyip gerginliği azaltmayı talep etti. Gittiğimiz yerde ikiye bölündük. Onlar 25 kişi başka yerde görev yaptılar. Biz 25 kişi başka yerde görev yaptık yani. Aslında bölünmenin kısmı, görev yapma 01:30:00anlayışıyla ilişkili başladı. Yani siz, eğer görevinizi doğru yaparsanız mesela biz Pol-Der olarak şunu ilan ettik, gözaltına, özellikle kız öğrencilere çok fazla yapıyorlardı. Gözaltına aldığınızda, Toplum Polisi arabasına koyuyorduk işte götürülecek. Eğer onlara yolda herhangi bir taciz veya şiddet uygulanacak olursa müdahale ediyorduk, çocuklara ismini söylüyorduk "şahit olarak bizi yazabilirsiniz" diye. Korkularından yapamaz oldular. Yani polislikten atılırlar diye. Çünkü polisin görevi, ne kadar suç işledikleri tartışmaları bence özgürlük haklarını, ifade özgürlüklerini kullanıyorlar filan ama o kısmı geçtim. Yani deyin ki biz onu suç olarak gördük bir an için. Onu biz yakalayıp, aldığımız an cezalandırma diye bir yetkimiz yok. Bizim onu, uygun bir tutanakla, hangi konuda aldıysak savcılığa teslim etmemiz gerekiyor. Bu kadar. Daha ötesine geçecek bir işimiz yok. Yani bizim yapmamız gereken yok. Ama onlar öyle yapmıyor. Onlar özellikle işkence amacıyla yapıyorlar. Kızları taciz ediyorlar, çocuklara işkence yapıyorlar. Yıldırmak ve o okulu bir daha gelmesinler, okuyamasınlar gibi zulmetmek. Faşist polislerle aramızdaki en büyük ayrımlardan biridir bu. Onu söyleyeyim. Bugün çok daha azgın bir şekilde yapılıyor. Bugün gözaltına alınmayı bırakın otobüste yapılmayı sokak ortasında bekçi denilen bir eşkıya grubu çıkardılar, neler yapıyorlar sokakta. Yani bunu, savcıların kılı kıpırdamıyor, yani insan seyretmeye dayanamıyorsunuz. Yani bu bu-- Bambaşka bir döneme geldik. O dönemle ilişkili, Kahramanmaraş olaylarında orada görev yapan arkadaşlarımız, Alevi mahallerinde tedbir aldılar. Ben, bir dönem Sivas'ta sürgün olduğumda Ali Baba Camisi'ne bir saldırı planlıyordular. Yani orada bir gerginlik oldu. O gerginlikte Ali Baba mahallesi Alevilerin Çavuşbaşı Mahallesi vardı Sünni devrimcilerin de. Önü cezaevi, valilik filan. Bir L şeklindedir. O grubun birleştiği yerde biz de Pol-Der'li polisler olarak o şeylerin baş kısımlarını tutup, saldırı yapmalarını engelleyecek gönüllü görev yaptık. Şimdi burada herkes ben eğer mahalleye bir saldırı oluyorsa eve kapanmam. Polis olmam müdahale etmemi daha da önemli kılıyor daha da görev olarak zorunlu kılıyor. Demetevler'de çok kere oldu ve ben çok kere de müdahale ettim. Yani bu, 01:33:00burada kaçınılmaz olarak müdahale ediyorsunuz. Pol-Der'li polislerin çoğu bu nedenle zarar gördü. Yani işinden atıldı. Ben polislikte işkence görüp, cezaevine yatıp, çıktıktan sonra hayatını yeniden kurabilen az insandan biriyim. Çoğu arkadaşımız maalesef çok fazla eziyet çekti. Yani ben tekrar bir üniversite okuyabilmem, çevrem nedeniyle gazetecilik veya benzeri ya Gelişim Yayınları'nın Ankara Bölge Koordinatörlüğünü yaptı. Ercan Arıklı'ydı o zaman meşhur işte Gelişim Yayınları. Ansiklopediler çıkarırdılar, Erkekçe, Kadınca'nın çok yaygın olduğu dönemlerdi filan. Yani burada sorun şu, bizim devlet yapısının çekirdeği maalesef kontrgerillanın ağırlık verebileceği bir siyasal anlayış taşıyor yani bir türlü demokratik bir devlet anlayışı hakim olamadı. Bugün de bunu görüyoruz. Yani bugün eğer, dörtlü bir resim var işte yat limanında çekilen filan. Başka bir ülkede böyle bir-- Böyle bir ilişki kursalar bile resim vermezler. Yani bu bir güç gösterisi. O gücü nereden alırsınız? Yani devlet içerisinde bir hakimiyetiniz vardır bir etkinliğiniz vardır oradan alırsınız. Çünkü devlette kendisini eleştirebilecek herkes hakkında kasetleriniz varsa eğer dosyalarınızı tutmuşsanız, herkesi de susturabilecek haldeyseniz bu ülkede herkes birbiriyle pazarlık ede ede iktidarlarını sürdürür. Bugün için artık Pol-Der bir anılar kitabı. Türkiye'nin bugünkü polis yapısıyla tekrar bir Pol-Der olmaz. Böyle bir beklentim de yok. Ama Pol-Der'in savunduğu şeylerin bugün polis olarak yapmaları gereken şey olduğunu düşünüyorum. Tarafsız olmaları. Kanunların çoğunu sevmem, geri bulurum ama en azından o kanunları düzgünce uygulamaları. O kanunları kendilerinin ihlal etmemeleri. Çünkü kanunları ihlal etmek yurttaşın hakkıdır. Kamu görevlisinin hakkı değildir. Kamu görevlisi özellikle güvenlik gücü ve yargı camiası ve güvenlik gücü kanunları ihlal edemez. Yani, yani tuz kokarsa meselesine gelir. Çünkü kanunların ihlal edilmesi bir ihtiyaçtır aynı zamanda. Toplumsal gelişimdir. Her toplumsal gelişimi düzenlersiniz kanunla ama toplum 01:36:00dinamiktir, kanun statik, durağandır. Siz, o an için çok ileri dediğiniz yasa 10 yıl 15 yıl sonra o toplumun önünde bir engel teşkil etmeye, zincir olmaya başlar ve o zincirin kırılması lazımdır. Ve toplum bunu kırar, ihlal eder. Onun için kanun zaten, hukuk buna uygun cevaz veriyor. Yani mülga diyor, ilga diyor yani bunun çeşitli yöntemlerini bulmuş. Orada kural şu: İlk çiğneyenlerden olursanız o kanunu, devlet tek tek çiğnediğiniz için sizi cezalandırıp göz dağı verir; topluca çiğnerseniz herhangi bir şey olmaz. Bunun güzel örneklerinden biri grev meseleleridir. Grevin en yasak olduğu zamanda bile Zonguldak'taki, ben o zaman belediyede Basın Yayın Halkla İlişkiler müdürüydüm. Çok da yardım götürdük Doğan Taşdelen zamanında. Yürüyüşlerine de katıldım. Yani o, o benim için güzel bir anıydı. Yasak olduğu söylenildiğinde, yani sendika başkanının söylediği güzel bir cümle var: "Ben yarın işe gitmeyeceğim, yolda yürüyeceğim" dedi. Yani konfederasyon başkanının bu sözü yeterliydi. Herkes işe gitmedi herkes yürüdü. Ama on binler yürüyünce Tonton [Turgut Özal] tabiriyle, ne kadar tonton olduğu tartışılır, benim gözümde tonton değil, teslim olmak zorunda kaldı. Yani bu böyle bir şey.