https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment0
Partial Transcript: Ben Konya Cihanbeyli Bulduk köyünde 4 Mayıs 1958 tarihinde doğdum. Çocukluğum, başlangıcı köyde geçti. Bulduk köyünde geçti. Burası bir Kürt köyüydü. Annemden ötürü-- Annem Trabzonluydu. Biz Kürtler içerisinde bir azınlık muamelesi de gördük. Annenin Laz olmasından ötürü takılmalar, aşağılamalara maruz kaldık. İlkokul 2'ye kadar ben köyde okudum, ilkokul 3. sınıftan itibaren Konya merkeze göçtük. Konya merkezde de garip bir biçimde, gittiğimiz mahallede biraz kenar bir mahallesiydi Konya'nın, bu sefer Kürtlüğümüz söz konusu edildi. Yani bir de bu yanımız varmışı öğrenmiş olduk. Kürtlüğümüzden dolayı da ötelenir ve aşağılanır olduk. İlkokulu Konya'da okudum. Devamında ortaokul ve meslek lisesi yine Konya'da okudum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment84
Partial Transcript: İstanbul'da, Beykoz Denizcilik Su Ürünleri Meslek Lisesi'ne öğretmen olarak tayin olmuştum. O dönemde yürütülen bir operasyon neticesinde gözaltına alındım ve 81 Şubatından 96 Şubatına kadar aralıksız 15 yıl hapiste kaldım. Gözaltına alındıktan sonra ilk götürüldüğümüz yerin-- ya bir bekleme, bir gece bir bekleme yeriydi onun tam neresi olduğunu bilmiyorum tabii. Gözaltına alındığınız zaman 12 Eylül koşullarında gözünüz bağlanıyor, nereye gittiğinizi bilmiyorsunuz. Bir gece işte Harbiye denen bir bir şeyi var orada, İstanbul'da. Bir gece bir yerde bekletildikten sonra o ekip gelip bizi götürdü. Beni götürdü daha doğrusu. Orada, yani yaklaşık 1 hafta kadar kaldım galiba Harbiye denen yerde. Oradan da asıl Kawa soruşturmasını yürüten, yürüttükleri, kişileri topladıkları Sansaryan [Sanasaryan] Han denen 2.Şube'ye, Siyasi Şube'ye götürüldüm. Yaklaşık hani 70--76 gün falan gözaltı sürecinde kaldım. Daha Selimiye Tutukevi'ne gittik. Selimiye Tutukevi'nde işte sorgu hakimlerinin önüne çıktık. Ardından Alemdağ Askeri Cezaevi'ne götürüldük. Benim faaliyet 00:03:00yürüttüğüm ana bölge Ankara olduğu için, aslında hakkımda açılan dava da Ankara'da açılmıştı. Ankara Sıkıyönetimi ve Emniyet'i beni istiyordu, İstanbul Sıkı Yönetimi ve Emniyet'i de vermeme konusunda bir tavıra girmişti. 2 yıl kadar, 2 yıla yakın İstanbul'da kaldım. Daha sonra İstanbul'da herhangi bir dava açılmayınca hakkımda, Ankara'da açılmış davaya son sürecinde dahil olduk bir arkadaşımla beraber.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment220
Partial Transcript: Çok uzun zaman geçti tabii. Harbiye'de hemen hemen gözümüz, göz bağımız hiç açılmadı. Dolayısıyla hani gördüğümüz bir yüz olmadı neredeyse. Sadece sesler vardı. Tabii Harbiye'de ağır bir işkenceye tabi tutulduk. Bu işkence faslı şeyde de devam etti, daha sonra götürüldüğüm 2.Şube'de de devam etti. 2. Şube'de göz bağımızın açıldığı anlar yani kendi hücremizde kaldığımız anlar oldu. Hizmetli, görevli olarak bazı polislerin yüzünü gördük. Hatta-- Yani işte lakapları vardı onların. O işkence yapanların lakaplarına dair bazı duyumlar aldık. Ama gerçekte, o dönemde kimin kim olduğunu tam olarak tespit mümkün değildi. Yani ben nasıl diyeyim, işte şeyde Sansaryan Han'da 26 gün "tabutluk" tabir edilen bir hücrede kaldım. Tek kişilik bir hücrede kaldım. Tabutluk tabir edilen hücre dikine bir hücre yani yatamıyorsunuz. Yatabileceğiniz bir pozisyon yok. Ayakta durabiliyorsunuz ya da çömelebiliyorsunuz, en fazla hani ayaklarınızı şöyle toplayıp oturabiliyorsunuz. Böyle bir hücre düşünün. Tuvaleti ya da şeyi, onlar da işkence konusu olarak uygulanıyor. Yani keyfe bağlı olarak, siz "sıkıştım" diye kapıya vuruyorsunuz size götürmüyorlar tuvalete. Yani günlerce öyle beklettikleri de oldu. Ara ara tuvalete götürdükleri de oldu. Yani öyle bir ortamda işte 26 gün yaşadığınızı düşünün. Gördüğünüz ekstra işkenceler ayrı. Yani oradan götürülüp, işkence tezgahına konup, işte askıya alınıp, elektriğe verilip farklı işkence yöntemleriyle, falakası dahil. Değişik işkence yöntemlerine tabi tutulduk. Biraz zor bir süreç yani sonuç olarak. İnsan olarak da.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment367
Partial Transcript: Ben 24 yaşındaydım yakalandığım zaman. Yani 24 yaşına yeni girmiştim diyebilirim yani. Beni bir süredir arıyorlar yani habersiz kalıyorlar, bir süre arıyorlar. Daha sonra hani dayım o zaman kaymakamdı. Öz dayım. Daha sonra valilik de yaptı. Onun öğrenmesiyle yani benim nerede olduğumu o öğreniyor, ailem öyle haberdar oluyor. Ben gittiğimde zaten şey olmuş, gözaltına alınmış, işkence sürecinden geçen bir yaklaşık 35-40'a yakın insan vardı. Bu şeyde Harbiye'de kaç kişi olduğunu bilmiyorum. Orada hani birkaç kişinin olduğuna dair bir bilgi dışında bilgim yok. Kimlerin nerede tutulduğunu da bilmiyorum yani. Ama Sansaryan Han'da, 2.Şube olarak tabir edilen, şu an artık kullanılmayan eski bir Ermeni mülkü olduğunu sonradan öğrendiğim aynı zamanda. Orada böyle bir yaklaşık böyle bir sayı vardı. Hepsinin işte bu sorgu süreçlerini tamamlandıktan sonra biz hep beraber Selimiye Tutukevi'ne götürüldük. Önce basın önüne çıkarıldık. İşte o dönemin gazeteleri, televizyonları görüntüler aldılar. Televizyon dediğimiz TRT dışında televizyon yok zaten. Fotoğraflar çektiler. Bana, şeyi hatırlıyorum gazeteciler şeyi sordular, yani "konuşacak mısınız, bir şey anlatacak mısınız" diye. Ben de yani "Bizim konuştuklarımızı siz yazmazsınız, konuşmayacağız" dedim. "Neden?" dediler. "Bizim konuştuklarımızı siz yazamazsınız. Sizin istediğiniz gibi de biz konuşmayız" gibi bir cevap vermiştim. O dönemde tabii hakkımızda türlü, o çekilen fotoğrafların altına türlü, anlamsız yorumlar yapıldı. Sonradan hani kimi komik ögeleri de olan, aslı astarı olmayan, yalan dolan haberciliğe örnek verebileceğimiz, sayabileceğimiz şeylere de tanık olduk. Ya örneğin mesela kadın arkadaşlarımız içerisinde başörtülü bir ablamız vardı. Fotoğraf çekilirken o, kızların arkasına saklandı. Yani bir biçimde kendisini çektirmek istemiyordu. O, öyle saklanma şeyleri yaparken bütün kızlar da gülüştüler. İşte, içlerinden birini seçmiş mesela Günaydın gazetesinin şeyini, sonradan gördük tabii bunları, manşeti. "Militan kız gülüyordu. Niye gülüyorsun diye sorduğumuzda 'sinirimden' diye cevap verdi" diye cevap yazmış altına. Ne böyle bir soru oldu ne de böyle bir muhabbet var aslında. Ya en basit örneklerden biri. Ya da önümüze konan, masaya konan suç aletleri. İşte bildiriler, şeyler, şunlar bunlar. Kimisi hani bizim operasyonlarımızda doğru, topladıkları şeyler ama kimisinin hiç bizim operasyonla alakası olmayan orada görüntü oluşturmak üzere koydukları malzemeler.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment581
Partial Transcript: Yargı süreci farklı yerlerde yani farklı şehirlerde Kawa davaları açılmıştı. İstanbul'da ayrı bir Kawa davası açıldı, Ankara'da ayrı bir Kawa davası açıldı. Elazığ'da açıldı, Diyarbakır'da açıldı. Adana'da açıldı. İzmir'de açıldı bildiğim kadarıyla. Aslında ilk baştaki hesap şeydi, Elazığ gibi bir yerde örneğin bir Kawa toplu davası açmak. Bizi Ankara'ya Emniyet ve Sıkıyönetim istediği halde göndermeyişlerinin bir nedeni, böyle bir toplu dava açılacak, hepsi, hepinizi oraya toplayacağız biçiminde. Bunun lafını da ediyorlardı. Ama daha sonra ondan vazgeçtiler. Hemen hemen her bölgede bir Kawa davası açıldı. İstanbul'daki davada ben doğrudan yargılanmadım ama İstanbul'daki davalarda yargılananlarla yaklaşık 2 yıl aynı hapishanede kaldım. Onlar da yaklaşık, işte 50-60 kişi şekilde başladı şeyi, ilk tutukluluk şeyi. Ama yani işte diyelim ki, yeğeni onlarda bir gece kalmış. Böyle bir ifade var. Dolayısıyla öyle bir adamı da getirmişler. Uzun süre yatırdılar. Bir yaklaşık 2 yıla yakın yattı yani. Onu da Kawacı yapmaya çalıştılar. Böyle şeyler de var içinde. Yani Kawa adına faaliyet gösterenler tamam, onlar bir biçimde devletin şeyine maruz kalmış ama akrabası, kardeşi, ilgisiz olan kişileri de topladılar yani bu davalarda. Ankara'da yaklaşık 13-14 kişilik daha küçük çaplı bir davaydı, çok kişi operasyona tabi tutulmamıştı. Benim yargılandığım dava öyle bir davaydı. Elazığ'da yine bir 60-70 kişilik. Diyarbakır'da daha büyük. Adana'da yine öyle. O şekilde farklı yerlerde farklı sayılarla Kawa davaları yürütüldü. Ben işte 2 yılın sonunda Ankara'ya götürüldüğüm zaman benimle beraber bir arkadaşım daha vardı, biz beraber götürüldük. Biz şeye çıktık yani savunmaya çıktık. Daha önceki yargı sürecinden muaf tutulduk, ayrı tutulduk. Gittiğimiz zaman işte son savunmalar alınıyordu. Savunmamızı yaptık, bir sonraki mahkemede de hakkımızda karar verildi. Verilen karar "1 idam, 2 müebbet" şeklinde verildi. Diğerlerine yıllarla cezalar verildi. Daha sonra 1 idam olarak verilen şey de 59. madde kullanılarak müebbete çevrildi. Dava Yargıtay'a gitti. Yargıtay şeyi bozdu, davayı "usul yönünden bazı eksiklikler var" gerekçesiyle bozdu. Örneğin işte bir tanığın benim için dinlenmediğini, dinlenmemiş olduğunu, kamu tanığının, buna göre hüküm tesis etmenin yanlış olduğunu söyleyen bir yorum yaptı Yargıtay. Söz konusu tanık, kamu tanığıydı. Olay anında orada kamu tanığı olan kişi, sonraki mahkemede çağrıldı ve şöyle bir ifade verdi. Dedi ki "Ben ta emniyet zamanında da bana gösterdiğiniz kişiyi-" -yani bizim davada asıl oradan ceza alan arkadaşı- "tanımadığımı o zaman da söyledim. Beni dövdüler. Budur dediler. Bana imzalattılar. Zorla imzalattılar" dedi. "Sonra mahkemeye geldiğimde ben yine emniyette bana gösterilen şahsı tanımamıştım demiştim. Ama hakim bana bağırdı, çağırdı. Tutanağı yine onu tanıyormuş gibi geçirdiler. Ben askere gittim geldim artık uyuyamıyorum. Vicdan azabı oldu" dedi bu. "Ben o gün, olay anında gördüğüm şahıs, burada gördüğüm şahıs değildi." Beni de sordular. "Sen bunu gördün mü?" dediler, diğerlerini sordular. "Hayır, görmedim" dedi. "Asla oradaki kişilerle ilgisi yoktu" dedi. Bunun üzerine hakim, kamu tanığına dedi ki, "Seni tutuklatırım. Sen yalan söylüyorsun" dedi. "Ben," dedi "yalan söylemiyorum. Süreci size anlattım. Başından beri ne yaşadığımı da anlattım. Tutanağa benim dediğimi yazın. Bana da ne yaparsanız yapın" dedi. Onu tutukladılar. Kamu tanığını tutukladılar. Yalancı tanıklıktan. Biz Mamak Askeri Cezaevi A Blok'ta kalıyorken onu da B Blok'ta bir süre misafir ettiler. Yalancı tanıklığın yargılandığı alan, yargılanacağı alan Ağır Ceza. Ağır cezalık bir suç olduğu için. Sivil ağır cezada yargılandı. Tanık oradan beraat etti, salındı. Yani bir 3 ay falan kamu tanığımız hapis yattı. Mahkemenin istediği gibi ifade vermediği için. Kendi bildiğini söylediği için. Böyle bir süreçte yargılandık. Benim avukatım, işte Şenal Sarıhan. O zaman stajyerdi. Genç bir stajyerdi. Emin Değer'di. Emin Değer'i de kaybettik. İstanbul'da da hani geçici bir dönem Kemal Kumkumoğlu avukatım olmuştu. Emin Değer de Şenal Hanım da Yargıtay sürecinde büyük ordinaryüs hukukçu, ailem onu da bir biçimde razı etmiş, Faruk Erem de benim duruşmama katıldı. Yani şeye dayanarak, verilen bu ceza çok ağır bir ceza, çok temelsiz bir ceza, çok delilsiz bir ceza. Ha çok çok, biz mahkemede aynı zamanda siyasi savunma yaptık. Siyasi savunmadan kastım şu, yani bir "Kürdistan sömürgedir. Yani sosyalist bir düşüncelere sahibiz. Kürdistan uluslarının kaderlerinin tayin hakkı bakımından, Birleşmiş Milletlerce tanınmış haktan mahrum olduğunu düşünüyoruz" gibi böyle bu manaya gelen, bu özele gelen bir siyasi savunma yaptık. Hani "yaptıkları siyasi savunma itibariyle çok çok bir örgüt cezası verilebilir" diyordu avukatlar. Buna da inanıyorlardı gerçekten. Ama sonuçta şey, bizim tekrar hakkımızda verilen, verilecek olan karar, mahkeme kararında ısrar etti. Kamu tanığını tutuklayan mahkeme. Kararında ısrar etti. Yargıtay'a gittiği dönemde de PKK'nin Eruh ve Şemdinli baskını olmuştu bizim hakkımızda son kararın verildiği mahkeme öncesinde, hemen öncesinde olmuştu. Ve sanki bu baskını yapmışız gibi muameleye tabii tutulduk. Yani mahkemeye götürülüş biçimimiz, geri götürülüş biçimimiz, üzerimize doğrultulan silahlar, büyük bir asker koridorundan geçirilişimiz falan filan. Öfkeyle, nefretle bakan ifadeler. Dolayısıyla sanki olayları gerçekten biz yapmışız gibi muameleye tabi tutulduk. Başka, Ankara'da o dönemde bir Kürt davası, bir sol Kürt davası yoktu. En büyük dava bizdik. Bizin onun müsebbibi olarak da sorgusuz, yargısız-- Bu gerekçeleri sıralayan, işte "şunun için de dinlensin bu tanık" diyen Yargıtay, tanığın o ifadelerini falan hiç dikkate almadan hakkımızdaki cezayı onadı. Böylece cezamız kesinleşmiş oldu. Biz oradan işte, Mamak Cezaevi'nden 86'da. 86'nın ortalarında önce Ulucanlar Cezaevi'ne dağıtım için geldik. Oradan farklı yerlere gittik. Ben işte Bursa E Tipi Cezaevi'ne gittim. Oradan Özel Tip Cezaevi'ne gittim. Sonra Çanakkale. Son Bursa. Sonra Eskişehir F Tipi. Sonra tekrar Bursa. En son Ermenek'te noktalanan bir cezaevi yaşamım oldu. İlk aldığımız ceza 146. maddedendi. Yani, devletin anayasasını kaldırmaya yönelik teşebbüste bulunmak örgütsel olarak. Daha sonra Yargıtay, eğer ceza tesis edilirse 146'yla cezalandırmanın doğru olmadığına, düşünceleri ve eylemleri itibariyle 127. maddeden yargılanmalar gerektiğine dair bir içtihat şeyi sundu mahkemeye. İkinci duruşmamızda 146. maddeden aldığımız cezalandırma 125. maddeye dönüştürüldü. 125. maddeye dönüştürmenin tabii bizim açımızdan şöyle bir hikayesi de oldu. 91'de şartlı salıverilme, Özal döneminde bir, bir tür af çıkarıldı. Şartlı salıverilme yasası çıkarıldı. Önce 146. madde ve 125. madde kapsam dışı tutulmuştu. Yani o dönemin, mesela sonradan başına türlü haller gelen Nazlı Ilıcak'ın yazısından şöyle bir örnek vereyim. "Ben" dedi işte "kişilerin ırzına geçeni bir biçimde affedebilirim ama devletin ırzına geçenleri affedemem. Dolayısıyla devlete karşı işlenmiş suçlar af kapsamına alınmamalı" şeklinde bir yazı yazmıştır Nazlı Hanım. Bu tabii, aynı zamanda o dönemde devleti yönetenlerin de bir anlamda görüşüydü. Sonuçta Anaya Mahkemesi'ne götürüldü bu, itirazlarla. Anayasa Mahkemesi, söz konusu yasanın 10. maddesinin, anayasanın 10. maddesine göre eşitlik ilkesine, anayasanın T.C. vatandaşı olan herkesin işte kanun önünde eşit sayılacağına, siyasi düşünce, ırk ve benzeri farklar gözetilmeksizin eşit sayılacağına dair bir hükmünden hareketle 146. maddeye de uygulanması gerektiğine hükmetti. 125. madde için bir karar vermedi. Daha sonra 125. maddeyi ayrıca görüşeceğini karar altına aldı. 125. madde bir 3 ay ya da 4 ay sonra görüşüldü. Bu görüşmede 7'ye 4 biçiminde-- Oy verenlerden biri, Yekta Güngör Özden'dir. 125. madde de yararlandırılmalı diyenlerden biri Yekta Güngör Özden'dir, Anayasa Mahkemesi başkanı olarak o dönemde şöyle bir açıklama yaptı. Yani "125. Maddenin bu yasa dışında tutulması, T.C. vatandaşı olan bir kesimin yani buna işte Kürt vatandaşlar diyebiliriz bir kesimin devlet eliyle ayrıma tabii tutulduğunun, devlet eliyle kanun önünde farklı muameleye tabii tutulduğunun bir örneğini teşkil edecektir ki bu bizi uluslararası planda çok zor duruma düşürür, yanlış bir şeydir" diye bir şey yazmış, altyazı yazmış bu karara. Şerh koymuş daha doğrusu. Ama buna rağmen 125. madde kapsam dışı tutuldu ve biz 91'de af kapsamı dışında tutulduk. Daha sonradan bazı işte infaz yakma ve benzeri işlemler bir biçiminde affedildi de 96'da. Örneğin benimle beraber aynı süreci yatması gereken müebbetlikler, benden daha fazla yatması gereken idamlıklar 91'de çıkmışken biz 96'da çıktık. 125'in idamlıkları da 2021, 20-22'lerden itibaren çıkmaya başladılar, ki sonraki süreçte ortamın biraz kızışmasıyla çoğunun infazı tekrar yakıldı. Çoğu cezaevinde kaldı. Hala cezaevinde kalan ve o dönemden bu yana cezaevinde olan insanlar da var.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment1346
Partial Transcript: ek tip bir şey yaratmak yani Türk vardır, içeridekilerde bozulmuş Türklerdir. Onlara Türklüklerini yeniden hatırlatacak, Türklüklerini, Türklük şuurunu yeniden akıllarına sokacak bir eğitimden geçirilmeleri gerekir. Askeri eğitim koydular bunun adını. Askeri eğitim de tutsak, er altı yani er onun komutanı. Erin de altında olan bir konumda asker kişi ama er altı rütbesiyle asker kişi. Dolayısıyla herkes "komutanım" diye, kendisiyle muhatap olan asker dahil işte çavuşundan onbaşısına daha rütbeli olanların hepsine "komutanım" diye hitap etmek zorunda olan aynı zamanda işte bilumum Türklük, Türklüğü yücelten marşların, söylevlerin zorla okutulmaya çalışıldığı, zorla ezberletilmeye çalışıldığı ve bunları okuyarak güne başlamalarının istendiği bir zorlama süreci yaşandı cezaevlerinde. Genel olarak. Bu, Diyarbakır'da hani çok daha işkenceli bir biçimde yaşandı. Mamak'ta göreceli olarak Diyarbakır, Diyarbakır kadar olmasa da yine ağır bir biçimde yaşandı. Farklı cezaevlerinde farklı bir biçimlerde yaşandı. Biz örneğin Alemdağ'a gittiğimizde Alemdağ'da henüz fiziki bir baskı yoktu 00:24:00ama şey şartı konuşuluyordu işte "siz de bu Sıkıyönetimden gelen kurallara uymak zorundasınız, bunlar için işte kendinizi ona göre ayarlayın. Biz, zorla bir şeyler yaptırmak istemiyoruz ama siz yapmazsanız yapmak zorunda kalacağız" şeklinde bir şeydi. Örneğin biz ilk açlık grevimizi, ölüm orucumuzu hatta Alemdağ Cezaevi'nde yaptık. 8 gün sürdü. O zaman bunu yaparken şeyi bilmiyorduk, açlık grevi nedir, ölüm orucu nedir bilmiyorduk. Ölüm orucunun su bile içmeme bile şeklinde bir şey olduğunu varsayıyorduk kendimizce. Açlık grevinin bir şey yememe olduğunu kendimizce çözmüştük ama o 8 günde hakikaten hani sıvı alma ya da benzeri şeyler açısından çok hızlı bir biçimde mide kanamaları, durumu ağırlaşan arkadaşlarımız oldu ve bir paniğe neden oldu. Bu üzerimize yönelen operasyonel baskı yani işte operasyonel baskıdan kastım, cezaevinin mevcut ekipleri dışında, onların yaptığı baskı haricinde özel ekipler, dışarıdan getirilen işte Özel Tim eğitimi almış jandarma ekipleri, polis ekipleri. Bunların değişik şeylerle işte demir coplarla, kalaslarla sizi iyi bir yıkımdan geçirdiği işte koğuştan bir koridor eşliğinde bu yıkımın devam ettiği bir cereyanla çıkarıp işte havalandırmaya soktuğu, havalandırmadan yine yıkarak koğuşa geri getirdiği gibi bu tür baskı. Tek tek kişiler üzerinde de denenmiş bu tür baskılarla hani sonuç almaya çalıştıkları bir şeydi. Alemdağ'da da bizim üzerimizde de böyle bir şey denendi ama bu şey, hızlı bir biçimde bir paniğe yol açtı. Onlar da bilmiyordu açlık grevinin ne olduğunu. O dönemde işte Bobby Sands'ların bir efsaneleşen şeyi vardı, ölüm orucu eylemi vardı. Sonraki süreçte. Kısa sürede sonuç aldı ve şeyi geri çektiler Alemdağ cezaevinde askeri yaptırım neden olayı geri çektiler. İşte komutanım deme şartını ortadan kaldırdılar, diğer marş ve benzeri şeyleri söyleme şartını ortadan kaldırdılar. Yani biz görece Alemdağ'da kaldığımız sürece işkence için içimizden birilerini zorla götürme olayı dışında ciddi bir şey yaşamadık. O işkence için örneğin işte birinin bir, bir yerde bir 00:27:00ifadesi daha söz konusu oluyor. Bir yeni yakalanmada. Geliyorlar işte adam zaten tutuklanmış, zaten içeride. Haydi onu tekrar götürüyorlar işkenceye. Biz buna karşı bazı eylemler yaptık Alemdağ Askeri Cezaevi'nde. Bu, buna karşılık tepkileri çok ağır oldu. 3. ya da 4. şeyde çok daha ağır bir şey yaşadık. Yani Alemdağ Askeri Cezaevi'nde yaklaşık 3 bodrumda kalan tutsaklardık. Yine yaklaşık 350 kişi kadardık, toplamda. Küçük koğuş, orta koğuş, büyük koğuş şeklinde. Ben cezaevi temsilcisiydim. Yani bir biçimde tepkimizi vererek gönderecektik . Anlaşmamız öyleydik. İşkenceye götürülmek istenen arkadaşı. Marşlarımızı söyleyecek, işkenceyi kınayacak, işkence insanlık suçudur, insanlık onuru işkenceyi yenecek şeklinde sloganlarımızı söyleyecek ve bir süre sonra öyle verecektik ama yani bu, bunları yaptık. Bir büyük koğuşta kalan bir arkadaştı bu. Anlaştığımız gibi olmadı. Onlar daha doğrusu işkenceyle alınmak istenen arkadaşların grubu "Hayır, biz arkadaşımızı vermiyoruz" kararı almış. "Sizin kararınızı da tanımıyoruz." Yani, "bu diğer devrimci grupların ortaklaşa aldıkları kararı da tanımıyoruz. Biz arkadaşımızı işkenceye göndermeyeceğiz" kararı almış. Bunun üzerine daha dışarıda hazır bekletilen bu operasyonel kuvvetler şeye başladılar, daha ağır bir şey yapmanın hazırlığına başladılar. Ben işte cezaevi müdürlüğünden şeyi talep ettim temsilci olarak o koğuşa geçip bir görüşme talep ettim. O koğuşa geçtim. Arkadaşlarla konuştum. Onları ikna ettim. Diğer gruptan arkadaşlar da bu ikna sürecine katıldılar elbette. Sonra, sonuçta hani "sizin bu kararınızı eleştiriyoruz ama tamam dediğinize uyacağız" dediler. Birkaç sefer haber geldi "ne oluyor" işte "veriyor musunuz? Ne oluyor veriyor musunuz?" diye. İkna ettikten sonra döndük baktık ki haber verecek kimse kalmamış, bütün askerler çekilmiş yani operasyon kararı alınmış. O andan itibaren bizim yapabileceğimiz hani çok yüksek sesle "biz teslim oluyoruuuz" gibi bir bağırma olabilirdi. "Yapmayın, etmeyin" şeklinde bir yalvarma olabilirdi. Bu bir kendimize yakıştırabileceğimiz bir şey değil. Ne yapacaklarını da bilmiyoruz. "Hazırlanın" dediler. Herhalde gaz bombası atacaklar ona dair hazırlığımız var işte leğenler doldurduk, sular doldurduk. İşte herkes kazağını mazağını işte yüzünü kapatacak şekilde bir malzeme buldu, havlu buldu. Ben misafir olduğum için o koğuşta, öyle bir malzeme bulmam da zor oldu. Hızlı biçimde yakıcı ve boğucu gaz 00:30:00bombası atmaya başladılar. Yani etkisiz hale getirdiğimiz, suya sokarak etkisiz hale getirdiğimiz birini sonradan hatırlıyorum. Neticede o olayda hepimiz hani bilincimizi kaybettik. Kendimizi kaybettik. 3 insanı yitirdik. 3 arkadaşımızı yitirdik. Kendilerini saygıyla anıyorum. Hakan Mermeroluk, Şerif Yazar, Bahadır Dumanlı. Bahadır Dumanlı emekli bir öğretmendi. Hakan, genç ve sigara içmeyen bir arkadaşımızdı. Şerif, verem tedavisi gören yine sigara içmeyen bir arkadaşımızdı. Yani taze ciğerleri olan, biri biraz sıkıntılıydı. Sigara içmeyen. Bahadır Dumanlı da sigara içmiyordu. Ağır bir darbe almış oldular. Yani biz onların öldüğünü de sonradan öğrenmiş olduk tabii. Pek çok kişi hastaneye götürüldü. Sonuçta böyle bir tablo çıktı ortaya. Etkisiz hale getirdiğimiz gaz bombalarının birinin üzerinde "Made in USA" yazıyordu. Amerika'nın malıydı ve "warning" diye başlayan uyarı kısmında "kapalı yerlerde kullanmayınız, topluluk yani sivil toplulukları durdurma, önleme, sivil gösterileri önleme amaçlı hazırlanmış bir şey. Kısıtlı sayıda kullanınız" şeklinde bir uyarı vardı. Alemdağ Cezaevi'ne o gün 1. koğuşa, en küçük koğuşa 8 tane; 2. koğuşa 16 tane; 3. Koğuşa, en büyük koğuşa 24 tane gaz bombası atıldı. Yakıcı ve boğucu özellikte. Hepimizi öldürecek tarzda bir saldırıydı bu, yani hepimiz ölebilirdik. O gün, çok büyük bir tesadüf bu bombaları bodrum camlarını kırarak attılar içeriye. O kırılan camlardan şiddetli bir lodos vardı. O şiddetli lodosun etkisiyle duman öbür taraftan bir biçimde çıktı. Yani biz sonradan kendimize geldiğimiz zaman tabii günlerce de biraz zorlandık, ağır bir süreç yaşadık. Kendimize geldiğimiz zaman hani içimizden birilerinin götürüldüğünü, hastanelere götürüldüğünü falan sonradan öğrendik. Cezaevi idaresinin bu dış operasyondan, bu biçimde olacağından haberi yoktu. Sonradan yani yaptığımız incelemelerde bunu gerçekten öğrendik. Onlar, şöyle bir şey planlamışlar yani "gaz bombası 00:33:00kullanalım" diyenlere karşı "Tamam, o zaman bizim kapıda görevli askerlerimiz olur. Herkes kapıyı açar şey, görevli askerlerimiz kapıyı açar. Gazdan dolayı herkes havalandırmaya çıkar. Biz işte emniyete götüreceğimizi alırız, diğerlerini sonra tekrar koğuşlar temizlenince koğuşlarına geri sokarız" diye planlamışlar. Ama o kapıları açma görevi verdiği askerler de bu atılan bombanın etkisiyle oracıkta yığılıp kalmışlar. Yani onları da sonra arkadaşları gelip götürmüş. Kapıyı açamamışlar. Kapı açılmamış. Neticeten böyle bir olay yaşadık Alemdağ'da. Yani cezaevinde tabii buna benzer ölüm olaylarının 12 Eylül sürecinde farklı örnekleri de var maalesef.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment2026
Partial Transcript: Alayın içindeyiz. Bu alay işte Alemdağ Askeri Cezaevi'nin de içinde bulunduğu askeri cezaevi dediğimiz aslında askerler için hazırlanmış, askeri koğuş. Bunlara sonradan işte demir kapı, demir parmaklık takılmış bunlar işte mahkumun kalacağı şekle dönüştürülmüş. Askerler için farklı yerler yapılmış. Dışarıdan gelen grup İstanbul çapında ya da Türkiye çapında işte operasyonlar yapan, baskınlar yapan, özel eğitim almış gruplar. Askeri gruplar. İçlerinde işte miti, sivil polisi ve benzeri kişilerinde olduğu böyle bir operasyon. Devleti teslim eden bir operasyon ekibi yani. O dönemin devlet mercii tabii Sıkıyönetim Komutanlıkları. Dolayısıyla Kenan Evren. Cunta. 5'li cunta. Emir, en tepede onlardan geliyor. Cezaevinde görev alan ekiple ağır bir şey yapamayacaklarına dair bir kanıya sahipler. Onları geçici olarak kenara alıp böyle bir operasyonu dışarıdan, sizinle hiç yüz göz olmamış, sizi hiç tanımayan aynı zamanda ağır derecede düşman olarak kafalarına sindirilmiş insanlarla böyle bir operasyonu yapmayı planlıyor ve tercih ediyor. Yani bu bomba olayından yaklaşık 3 gün sonra ya da 2 gün sonra. Çok emin değilim. Olay salı ya pazartesi oldu. Aslında bunun öyküsünü de yazdım ben "Alemdağ'ı Saran Sis" diye. Normal kapalı görüş oldu. Ailelerimiz gelip bizimle görüştü. Olayı bir görüş günüydü yine olay anı. Salı ve Perşembe'ydi pardon. Salı ve perşembe görüş günüydü. Salı günü ziyaretçilerimizden bir kısmı geliyor dışarıda. Benim ziyaretçilerimin haberi yok. Onlar Konya'dan geliyorlardı. Bir kısmı geliyor dışarıda bekliyor, alınmıyorlar içeriye. Daha sonra cezaevinden dumanlar çıktığını fark ediyorlar onlar da orada ayrı bir ağır dram yaşıyorlar. Yani çocuklarımızı yakıyorsunuz, şey yapıyorsunuz. Sonradan öğrendim oradaki şeyler, askeri yetkililerde onlara demişler ki, "Asıl cezaevini yakan sizinkiler. Cezaevini ateşe verdiler. İşte yataklarını yakıyorlar falan filan. Bu dumanlar onlar" şeklinde hani onları-- İşte "İsyan ettiler. Biz yine de insanca davranıyoruz" falan filan gibi laflar söylemişler. Ziyaretçilerimizden öğrendiklerimiz bunlar yani. Bu öyle bir şey ki, yani 12 Eylül bir kesit yani bu sonuçta o kadar çok şey var ki söyleşinin de sonu gelmez.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment2213
Partial Transcript: O yüzden şöyle bir toparlayarak yürürsek, işte ben o süreçten sonra Mamak'a geldim. Mamak'ta yine dediğim gibi ağır bir süreç vardı. İşte bu askeri yaptırımların hepsi bir dayatma biçiminde ve keyfi dayak yani sizin sayımda işte diyelim ki sesiniz "BİİR" diye çıkmadığı zaman "bir" dediğiniz zaman falakalık oluyorsunuz. Ya da "komutanım" demediğiniz zaman yine falakalık oluyorsunuz. Ben bu anlamda yani gündelik olarak payıma düşeni her gün aldım da birçok arkadaşımız da aldı tabii aynı zamanda. Ağır bir süreç vardı. Bu sürece karşı en son bir tek tip elbise dayatması olmuştu. 84 yılını kastediyorum. 84 Ocak gibi tek tip elbise dayattılar. Buna karşı Mamak Cezaevi tarihinde daha önce de direniş olmuştur elbet. Açlık grevleri denemeleri olmuş, bir grup açlık grevi yapmış 81'de. Tek tek direnişler olmuş. Ama büyük ölçüde cezaevi bu askeri yaptırım denen şeyle esir alınmış. Tek tip elbise dağıtıldığında buna karşı bir tür bir isyan diyebileceğimiz artık şuramıza gelmiş şeyin patlaması şeklinde tüm A Blok, B Blok, bütün cezaevinin işte işkenceyi kınayan sloganlar haykırdığı, işkenceyi, "insanlık onuru işkenceyi yenecek" diye bağırdığı, işkencecileri lanetleyen, baskıları lanetleyen sloganlar haykırdığı, hemen hemen hiç susmadığı bir şey yaşadık bir dalga yaşadık. Bu dalga bir kırılma anıydı. Aynı zamanda tek tip elbise giymeyi reddettik Mamak Cezaevi'nde. Tek tip elbise giymeyi reddettik işte görüşmeler oldu "cezaevini normalleştireceğiz" işte şöyle böyle falan. Sonra askeri yaptırımların kaldırılması şartıyla, askeri yaptırımların kaldırılması şartıyla tek tip elbise giymeyi kabul ettik. Ya cezaevindeki genel iradeden söz ediyorum. Tek tek karşı çıkanlar oldu, "ya niye böyle bir şey yapıyoruz" diyenler oldu ama genel irade olarak Mamak Cezaevi'nde tek tip elbise giyildi. Tek tip elbise giyildikten sonra askeri yaptırımlar, marş söyleme işte zorla spor, seni asker sayma ve benzeri şeyler ortadan kalktı. Ortalık biraz normale döndü. İşte havalandırmaya çıkıp kendi sporumuzu yapar olduk. Kendi muhabbetimizi yapar olduk. İşte satranç yasaktı örneğin, satranç oynamaya başladık. Sabun kalıplarından satranç yapardık. O satranç oynadığımızı bir biçimde öğrendiklerinde o satranç takımını yakalamak için bütün koğuşu falakaya yatırdıkları olurdu. Ya da buna benzer şeyler. Sonuçta biraz kendi halimizi yaşayabildik bir dönem. Ama bu yine bir bahaneyle sona erdirildi. İşte "bundan sonra komutanım diyeceksiniz lan". İşte "yemek yerken tekmil vereceksiniz lan" ile başladı şey. Biz bunları da reddettik. Bu reddiye aynı zamanda yeni bir baskı dalgasını, yeni bir operasyonu, hepimizin yine dayaktan geçirildiği yeni bir operasyonu önümüze çıkardı. Onun üzerine açlık grevine başladık biz de. Mamak Cezaevi'nde işte 42 gün sürdü bu açlık grevi. Aynı dönemde Metris Cezaevi'nde de başlamıştı açlık grevi. Aynı dönemde Diyarbakır Cezaevi'nde de başlamıştı. Bunlar birbirinden haberli şeyler değildi. Yani hemen hemen her cezaevinde bardağı taşıran uygulamaların insanları, tutsakları zorladığı bir şeydi. Denk geldi. Mamak Cezaevi'ndeki açlık grevi 42. günde yine askeri yaptırımların sona erdirilmesi ve "Bundan sonra yapmayacağız" sözü verilmesiyle sona erdirildi. Diyarbakır Cezaevi'ndeki açlık grevi, o döneme denk gelen. Diyarbakır'da çok açlık grevi oldu. O döneme denk gelen açlık grevi 50. günde sonuçlandı. Orada ölenler oldu bu arada. Metris'te işte 4 arkadaşımızı kaybettik. 4 tutsağı kaybettik ölüm orucunda. Açlık grevini ölüm orucuna çevirdiler onlar 40'lı günlerden sonra, 45. günden sonra. Ölüm orucunu bütün anlaşma şeylerine rağmen de bırakmayanlar oldu. Sonradan anlaşma sağlandı. İşte Fatih Öktülmüş'le beraber Haydar Başbağ, Hasan Telci bir de Abdullah'tı [Meral]. Abdullah'ın soyadını unuttum. Orada kaybettiklerimizdi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment2517
Partial Transcript: Sonrası işte Mamak Cezaevi'nde biz hani görece normal bir dönem yaşadık. İşte artık cezasını alanlar, cezası kesinleşenler cezaevinden, sivil cezaevlerine, adı sivil olan cezaevlerine gönderildi. Biz de 86 ortalarında içte Ulucanlar Cezaevi'ne geldik. Orada 1-1 buçuk ay kaldık. Yeniden dağıtıma tabii tutulduk. Ben Bursa E Tipi Cezaevi'ne gittim. Orada da farklı bir baskı şeyleri söz konusuydu. Oralarda da hani bir tür fiili olarak uymama, fiili olarak reddetme tavırlarını sürdürdük. Daha sonra yine açlık grevleri de yaptık. İşte E Tipi Cezaevi kapatıldı hepimizi işte Bursa Özel Tip Cezaevi'ne topladılar. Bursa Özel Tip Cezaevi de böyle hücre yaşamı olan şekilde örgütlenmiş bir cezaeviydi. Orada da yine açlık grevleri yaptık, direndik. O dirençler sonucunda o hücre kapıları açıldı onlar normal odalar haline geldi. İşte blok kapıları şeklinde, blok kapıları koğuş kapısı oldu. Görece hani kendimizde kendi yaşamımızı tesis ettiğimiz, kendi meraklarımızı, ilgilerimizi işte tiyatrodan farklı sanatlara varıncaya kadar işte okumalara, sunumlara varıncaya kadar yürüte geldiğimiz şeyleri yapar olduk. Ama devlet hani bir gece ansızın gelebilirize, böyle bir pratiğe böyle bir retoriğe sahip olan devlet bir gece ansızını zaman zaman eksik etmedi. Ansızın koğuşlarımızın basıldığı, ansızın işte apar topar toparlanıp hücrelere götürüldüğümüz, ansızın işte falakalardan geçirildiğimiz, operasyonlardan geçirildiğimiz türlü şeyler oldu. İşte tünel çalışmalarımız oldu mesela. Benim adıma böyle bir üç deneyimim olmasına rağmen nakıs kalan çalışmalar oldu bunlar. Bitime yakın olan çalışma Bursa'daydı. Bursa Özel Tip Cezaevi'ndeydi. O yakalandı. Son anda hani bitmiş haliyle yakalandı. Onun işte bir tür ceremesi bize çektirilmek istendi. Daha sonra işte bu F tipi cezaevi mantığıyla inşa edilmiş-- Biz Çanakkale'ye sürgün edildik. Çanakkale'den-- "Bu F tipi cezaevi terörist için makbul cezaevidir. Teröristi F tipi cezaevine atacaksın. Habersiz bırakacaksın bak nasıl adam oluyor" mantığıyla Amerika'dan alınmış modelin farklı Avrupa ülkelerinde de bir dönem uygulanmış modelin benzeri, dünyada farklı örnekler de var tabii, Türkiye'de hani Eskişehir Özel Tip Cezaevi'nin dönüştürülmesiyle, F tipi cezaevine dönüştürülmesiyle 00:45:00bizim üzerimizde ilk defa uygulandı. Farklı cezaevlerinden 125. Madde tutsakları olarak yani biz aftan yararlandırılmayan tutsaklar olarak, ödül olarak şeye götürüldük, Eskişehir F Tipi Cezaevi'ne götürüldük. Sonradan yakalanmış bazı farklı davalardan, farklı maddelerden yargılananlarla beraber henüz daha yeni yakalanmış olanlarla beraber F tipi cezaevini törenle açtık. İşte 45 gün sonra DYP-SHP koalisyonu kurulduğu için Seyfi Moğultay Adalet Bakanıydı. Onun gönderdiği bir heyetle yaptığımız görüşme neticesinde olumlu sonuçlandı ve cezaevi boşaltıldı. Bizler tekrar dağıtıldık. Ben tekrar Bursa Cezaevi'ne gittim. Bursa Cezaevi'nden de kendi isteğimle ilk defa, 3 buçuk yılım vardı cezamın tamamlanmasına, aileme yakın diye Ermenek Cezaevi'ne-- Konya'da oturuyordu bizimkiler. Konya merkezde. O zaman Konya'ya bağlıydı Ermenek. Ermenek Cezaevi'ne gittim. Ama bizimkiler görüşe geldiğinde "ya biz Bursa'ya 4- 4 buçuk saatte daha rahat gelebiliyorduk ama Ermenek'e 6 saatte zor gelebildik. Niye geldin ki buraya?" Ne bilelim dedim hani memlekete yakın olalım diye geldik. Orada hani kendi-- Bir adli cezaeviydi Ermenek. Bir siyasi koğuş açtık. O siyasi koğuşta işte bir yaklaşık-- Ondan bir fotoğraf gönderdim Ermenek Cezaevi'nden. Orada işte bir grup siyasi tutsak olarak daha çok da Kawa davasından arkadaşlar olarak orada buluştuk. Ben de oradan tahliye oldum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment2809
Partial Transcript: Şöyle bir şeyim var, çekincem var daha doğrusu. Benim üç deneyimim oldu. Biri Alemdağ'daydı. Yani Alemdağ'dan biz Mamak'a geldiğimizde bizim koğuşumuzda bir tünel çalışması vardı. O da yakalandı sonradan biz Mamak'a geldikten sonra açığa çıkarıldı ve cezaevini boşalttılar. Cezaevinin içinden bulamadılar. Dışarıdan bir ihbar geliyor. Gelip cezaevini basıyorlar, arıyorlar tarıyorlar tüneli bulamıyorlar. Daha sonra gidiyorlar adamı tekrar bu bilgiyi vereni tekrar dövüyorlar "sen bizi yordun, oralara kadar götürdün." O da diyor ki "ya olmayan bir şeyin biz adamın kimliğini çıkarır mıyız? Kimliğini çıkarmışız bak çıkacak cezaevinden diye kimlik çıkardık." Bunun üzerine daha ciddiye alıp cezaevinin etrafını kepçeyle kazma yöntemiyle tüneli buluyorlar. Bu öyle bir olay. Bursa'daki de benzer biçimde yine bir 00:48:00ihbar geliyor son anda. Gelen ihbar daha doğrusu bizim aldığımız bilgi şöyle, çalışma içinde olan bazı arkadaşların başka arkadaşlarına yani yaptıkları önemli ve devrimci bir çalışmada bir övünme meselesi olarak gönderdikleri bir şifreli not yakalanıyor. Bu yakalanan şifreli not, itirafçılar var çözülüyor. Bu çözülme neticesinde Bursa Cezaevi'nde böyle bir faaliyet olduğu anlaşılıyor. Cezaevinin yine içini arıyorlar, bulamıyorlar. Sonuçta yine o kepçe kazma yöntemiyle cezaevinin dışından yapılan kazı neticesinde, derine inince tünel ağzını, çıkışını buluyorlar. Ya bizim açımızdan tabii şey talihsizlikti böyle bir şey. Bu bilgiyi tabii birebir sorgulamam, tarafları bulmam çok doğru değil ama böyle bir bilgi bize ulaşmıştı. Tünelin açığa çıkma gerekçesi olarak. Kendiliğinden de böyle bir şey yapmış olabilirler. Onu da bilmiyorum işin doğrusu. Ama bizim de çıkmamıza yani 1 ya da 2 gün sonra çıkmayı planlıyorduk. Yaklaşık işte belki 50-60 kişi şeklinde bir sayıyla Bursa Cezaevi'nden firar etmeyi planlıyorduk. Olmadı. 88 bahsettiğim yıl. Alemdağ Cezaevi'ndeki daha önce yani 81 sonlarında başlayan 82'de devam eden, 83'te yakalanan bir uzun süreli bir çalışmaydı o. Çünkü çok zordu koşullar. Sürekli koğuş basılıyor, sürekli gözaltındaydı her şey. Hikayeleri uzun yani tünel hikayesi başlı başına bir şey. Ama yani o dönemi yaşayan insanların anı anlatırken, anı yazarken o işin tekniğine ilişkin detayları yazmalarını ve detayları anlatmalarını ben doğru bulmuyorum. Çünkü tutsaklık sadece bugüne özgü bir şey değil. Geçmişe özgü bir şey de değil. Yarına özgü de bir şey. Yarın da insanlar faaliyetlerinden, düşüncelerinden, farklı şeylerden ötürü tutsak olacaklar. Dolayısıyla hani onlar farklı teknikler bulacaklar, farklı teknikler koyacaklar üzerine ama bu işi bilenlerin bu işe emek verenlerin tamam, açığa çıkmış tünellerini paylaşmalarında bir mahsur yok elbette ama tekniğe dair anlatılarına ben kişi olarak bozuluyorum şahsen.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment3053
Partial Transcript: Şöyle hani o dönemin belli başlı yapılanmaları PKK dışında, PKK 80 öncesi 00:51:00daha çok feodal ağlara dönük eylemleriyle öne çıktı ve şiddetini aslında kendi dışındaki gruplara da uyguladı. Sadece şeye değil. Ama devlete dönük eylemleri çok belirgin değildi. PKK'nin 80 öncesi halinden bahsediyorum. Kitlesel olarak da o kadar güçlü değildi. DDKD da denen grup Özgürlük Yolu da denen grup kitlesel olarak güçlü gruplardı. Bunlar Diyarbakır'da daha örgütlüydüler. Diyarbakır'a yakın yörelerde daha örgütlüydüler. Kawa denen grup benim de içinde yer aldığım grup yine kitlesel olarak belli bir güce sahipti. Devleti karşı eylemliliği esas alan çizgiye sahip hemen hemen tek örgüttü diyebilirim Kawa aynı zamanda. KUK vardı. Kürdistan Ulusal Kurtuluşları vardı. O da hani devlete karşı eylem yapan bir başka gruptu, özür dilerim. Rızgari vardı. Rızgari ikiye bölünmüştü. Rızgari, Ala Rızgari. Kawa içinde de bir bölünme olmuştu. Üç Dünya Teorisi etrafında bir grup. Üç Dünya Teorisi'ni savunan bir grup, Üç Dünya Teorisi'ni reddeden şeklinde ayrılma olmuştu. Üç Dünya Teorisi'ni savunan grup daha sonra atıl kaldı. Bu kadardı. Yani belli başlı gruplar bunlardı. Tekoşin denen Kurtuluş'tan ayrılma bir örgüt daha vardı yani görece sayıca az olmasına rağmen onlar da hani bu yargılamalara maruz kaldılar. İşte Rızgari, Ala Rızgari davası açıldı. Kawa davaları açıldı. PKK davaları açıldı. KUK davası açıldı. Özgürlük Yolu davası açıldı. DDKD davası açıldı. O dönemin Kürt Sol grupları, Kürt sosyalist gruplarına ilişkin yargılanmaların ana şeyi bunlardı. Şimdi şeyin, Özgürlük Yolu ve DDKD'den açılan davalarda ağır maddelerden davalar açılmadı. Yani 125 şeyli amaçlı, 125. madde amaçlı örgütlenme işte çete, illegal örgüt üyeliği falan gibi maddelerde sınırlı kaldı. Rızgari davalarında daha çok şey eylemleri söz konusu edildi. Birkaç kişi öyle önemli ceza aldı. Silahlı gasp eylemleri vardı öne çıkarılan. Onun dışında en ağır muameleye tabi tutulan PKK'li tutsaklar oldu, PKK'li 00:54:00davalar oldu. İkinci derecede bizim Kawa davaları diyebilirim yine hem cezalar yönünden hem istenen cezalar yönünden hem de cezaevlerindeki muamele yönünden de. Diyarbakır'da Kawa dışında KUK benzer muameleye tabi tutuldu. KUK'tan da önemli cezalar alan insanlar oldu. Dolayısıyla bu PKK, Kawa ve KUK biraz farklı bir yerde, hem yargılanma hem gördükleri muamele itibariyle daha ağır cezalar yattılar daha ağır sürelere, daha ağır koşullarda yargılandılar. Diğer örgütler biraz daha şeydi, daha hafif maddelerle yargı konusu edildiler. Daha kısa süre cezaevinde kaldılar ama Diyarbakır'ın o cehennemini bu saydığım grupların tamamı yaşadı. Yani Mehdi Zana'sı da yaşadı ne bileyim o dönemin CHP'sinde siyaset yapan "ya ben de bir Kürdüm aslında" diyen Nurettin Yılmaz'ından Şerafettin Elçi'sine kadar hemen hemen farklı düşüncede bir Kürt burjuvası, burjuva konumunda olan biri de ağır bir muameleye, o cehennemi yaşadı, tabi tutuldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment3357
Partial Transcript: Tarz, siyasal söylem vesaire açısından farklı tarzlara sahiptiler. Ben de hani bugünden baktığımda çok eleştirel bakıyorum o sürece ama öz olarak yani samimiyet olarak, savunduklarımızı o gün samimi olarak savunduk, samimi olarak da peşinde durduk. Yaptığımızın da doğruluğuna inanıyorduk. Bu, doğruluk dediğimiz inancın içinde bazı eylemlerimizin yanlış olduğuna, bazı şekillenmelerimizin, bazı tavırlarımızın yanlış olduğuna, bugünden baktığımızda, daha öncesinden baktığımızda da varabiliyoruz bu kanıya. Ama hani niyet, niyet anlamında kendimizi bugün de sorgulamıyorum. "Doğruydu" diyorum. Yani onu savunmak da doğruydu. Bugün mesela hani Kürt meselesi bu ülkenin en kilit meselesi, en can alıcı meselesi ve bir sürü şeyi, özgürlük, demokrasi anlamında da bir sürü şeyi birbirine bağlayan meselesi. Bu meseleyi çözmedikçe bu coğrafya huzura ermeyecek. Daha başka çözemediği meseleler gibi elbette ama bugün hemen her şeyi bağlayan yani Türk'e de demokrasiyi çok görmenin bir gerekçisi, başkasına da demokrasiyi, özgürlüğü çok görmenin bir gerekçesi işte terör, terörün tanımının arkasında da tabii aslında bir 00:57:00ağır bir Kürt gerçekliği yatıyor. Bu sadece Türkiye'ye mahsus bir şey de değil. Bu artık bir yayından fırlamış, işte Irak'ta farklı bir sürece girmiş, Suriye'de farklı bir sürece girmiş, İran üzerine basa basa şey yapmasına rağmen o da elleyememiş, kollayamamış, bir hale sokamamış. Bütün bu 4 ülkeyi birden ilgilendiren bir mesele. Bu meseleyi demokratik yollardan, barışçıl yollardan çözmenin mümkün olduğu çok açık. Bunu savunan siyasi yapılanmalar var. Ben de hani bu konuda akılcı bir yaklaşımın mümkün olabileceğini söylüyorum. 2 tarz var hani siyasa olarak. Biri, Miloseşeviç tarzı. Yugoslavya'yı 7 parçaya bölen tarz. Biri de Havel tarzı. Çeklerle Slovakları demokratik bir biçimde ayıran ve bugün aslında tekrar dost 2 halk haline getiren tarz. İkincisinin bu dünyaya, insanlığa ve kimsenin inancından, kimliğinden ötürü baskı altına alınamayacağı gerçeğinden hareketle olması gerekene yakıştırdığım tarz olarak görüyorum. Bu düşünceleri savunan partilere de destek veriyorum. Aynı zamanda bugün itibariyle İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Eş Başkanlığını yürütüyorum. Bir insan hakları savunucusu olarak herkesin için demokrasi, herkes için özgürlüğü ayrım gözetmeksizin kadın haklarından işte İstanbul Sözleşmesi'nden, işçi haklarından hemen herkesin hakkını savunan bir halde olmayı ve bu uğurda mücadele edenlere bir omuz olmayı sürdüren bir yapıdayım elimden geldiğince. Cezaevi sürecinde hani kendi açımdan ekleyebileceğim şey şu olabilir. Cezaevi bizim için aynı zamanda gerçekten bir akademi oldu. Biz dışarıda farklı bir eğitim aldık evet. Onu küçümsemiyorum. Ama çok okuduk cezaevinde. O okuduklarımızla idare ediyoruz. Dışarının pratiği bize şu an çok fazla okuma imkanı vermiyor maalesef. Bir de ülkenin gündemi öyle bir gündem ki sizin hani bir soluk alıp da "şu mesele nasıl, şu mesele nasıl" diyemeyeceğiniz bir hale sokuyor uğraşlarınız da varsa işin içinde. Bu şeye benziyor aslında, F tipi cezaevi için, Suat Ertosun denen bir genel müdür vardı. Ceza Tevkifevleri Genel Müdürü. Onların hazırladığı bir raporu ben okumuştum. Şöyle tanımlıyordu: "İşte teröristi yalıt, kıskaca al, arkadaşlarıyla görüştürme, tecrit et, avukatıyla yakınlarıyla görüştürme, beklet, sudan çıkmış balığa döner." Şimdi aslında-- Bir de şey sürekli uğraştır. Sürekli önüne engel koy, sürekli uğraştır. Bu şey, F tipi cezaevi yönetme modeli. Aslında bu ülkeyi yönetme modeline döndü bugün itibariyle. Ülke bölge yönetiliyor. Sürekli önüne engel koy. Ağzını açanın ağzını tıka. Sesini çıkaranın sesini kıs. Nefesini kes. Üzerine bas. Ülke böyle yönetiliyor. F tipi mantığıyla. F tipi cezaevi mantığıyla yönetiliyor. Biz de hani F tipi cezaevini de gördük. Bu cezaevleri çoğaldı ve bugün adalet bakanı bürokratları şeylerle uğraşıyor, övünüyor: "Çok modern cezaevleri yaptık. Çok modern kampüsler yaptık. Çok modern şeyler yaptık işte sayıca şu kadar kişiyi alıyor bilmem ne." Övünülecek şey bu. Artık övünecekleri şey bu. Maalesef ülkeyi buna çevirdiler.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment3670
Partial Transcript: Cezaevindeki okumalardan bahsediyordum. Cezaevinde ben kişisel olarak örneğin, tiyatroyla ilgilendim. Fırsat buldukça tiyatro yaptık cezaevinde. Oyunlar sergiledik. Bu oyunlardan birini mesela Mamak Cezaevi'nde, o ağır koşullarda bir bayram günü bize karışmadıkları için gizli çalışmayla bayram gününe denk getirecek biçimde oyunumuzu sergiledik koğuş içinde. Oyuncularımızdan biri de Sırrı Süreyya Önder'di bu arada. Biz beraber de mahpus yattık. Sinemayla ayrı bir ilgim vardı zaten. Sinema okumalarını da cezaevinde yaptım. Çıktıktan sonra, biraz ekmek derdine düştük. Bir elektronik mühendisliği eğitim, teknik öğretmenlik anlamında fazla olması ve bu alanda iş bulmamın aslında çocuk oyuncağı olması gerekirken başvurduğum yerlerden işte bize şeyler geliyordu, kayıtlar. Kayıtlar da disiplin cezalarımız bile geliyordu yani şeceremiz uzundu adli sicilde. Dolayısıyla bir devlet kapısında bir özel şirkette iş bulma şansımız yoktu. Kendi yerimizi kuralım dedik. Tesadüfen ben bir meyhane kurmuş oldum. Bir dönem meyhanecilik yaptık. Onu biraz hale yola koyup bir şeye oturttuktan sonra işte sinemanın akademik eğitimini, tiyatronun akademik eğitimini alabilir miyim acaba-- İşte master yaptım. Hala işte profesyonel doktora öğrencisiyim. Tezimi teslim edemedim çünkü tez komitem KHK'ya tabi tutuldu, dağıldı. Yerini alan komite de ben Ermeni meselesi çalışıyorum. Master'da İran sineması çalıştım. Kitap oldu. Ermeni meselesi çalışıyorum. O 01:03:00konuda söyleyeceğim sözün vardığım bulgulardan hareketle önemli olduğunu düşünüyorum ama benim söyleyeceğim söz bugünün akademisyenlerini üniversitede tutmaz. O tezi kabul edecek akademisyenleri üniversite tutmaz. Benim aynı zamanda yüksek lisanstan arkadaşlarım, şu anki danışmanım, şu anki tez komitem onlara da bir anlamda acıyorum ve motivem kayboldu. Yani onlara böyle bir tez sunamayacağım. Ama çalışmamı bitireyim kitap olsun. Cezaevine girerken, tabii bir cunta dönemi. Çok ağır bir dönem. O ilk geceyi hani Harbiye'ye teslim edilmeden önceki o ilk geceyi hatırlıyorum. 16 kişi bir hücreye tıkılmıştık. 3-4 kişilik bir hücreye. Hepsi farklı yerlere gönderilecek tipler. Şimdi kim olduklarını hatırlamıyorum tabii ama işte gece boyu oradasınız ve laf lafı açıyor. Biri "ben şuralıyım" biri "ben buralıyım" diyor filan derken sonuçta öz Türk olan kimsenin olmadığını öğrendim. Yani biri işte Karadenizliyim, şuradanım. Biri işte Hemşinliyim. Biri işte-- Birkaç Kürt var, birkaç Arnavut var. Farklı, yani bu coğrafyanın değişik halklarından insanlar orada farklı işkence merkezlerine gitmek üzere buluştuk. Sonuçta birisi de lafı şöyle bağladı: "Desene hepimiz Türk'üz." Diye bağladı. Bu coğrafyanın aslında sancısı bu, bir yanıyla. Ben yakalandığım dönemde, bir dönem sonra aileme yüz çevirenler, onları öteleyenler, iteleyenler işte "bölücünün annesi, babası, kardeşi" işte "teröristin anası, babası, kardeşi." Selam vermeyi kesenler. Bunların içinde yakınlarımız da var. Bunların içinde eski arkadaşlarımız da var ne yazık ki. Ha, tutumlarını hiç değiştirmeyen insanlar da var. Bu bir ayna aslında. Ben çıktığım zaman yani aslında önemli bir insan olarak kendimi hiç görmedim ama uzun bir araba konvoyuyla geldi beni almaya gelenler. Bu uzun araba konvoyuyla gelenlerin içinde o dönem yani bizimkilere yüz çevirenler de vardı. Öyle diyeyim. Yani işte dönem değişmiş, biraz ortam rahatlamış, 96 çok da rahat bir dönem değildi ama kendilerince hani kendilerini de galiba süzgeçlerden geçirmişler yani işte onların çocukları mesela, o yüz çevirenlerin çocukları, bana mektuplar yazdılar 01:06:00daha sonra. Büyüdüler, benimle temas kurdular. "Abi ben falan üniversitedeyim" diyenler oldu. Kendini tanıtanlar oldu. Onların da etkisiyle belki. O genç neslin de etkisiyle yeni bir saygı ve ilgi gördüm. Eve geldim, saat 2'ye kadar evden çıkamadım gelenden gidenden. Gece saat 2'de bir çıkıp nefes alabildim. Ve 3 ay ziyaretlerin ardı arkası kesilmedi. Ya hiç öyle bir şey hayal etmemiştim aslında. Yani çıkınca ikinci gün, üçüncü gün şöyle bir başımı alıp bir yere gideyim falan diye düşünüyordum. 3 ay evden çıkamadım. Farklı yerlerden işte duyanların gelip, geçmiş olsuna geldiği bir zorunlu ev hapsi daha yaşadım. Şeyden çıktıktan sonra cezaevinden çıktıktan sonra. İşte onun normale binmesi bir zaman aldı. Daha sonra işte ne yapacağız ne edeceğiz diye o zaman ilk eşim onu da cezaevinde, cezaevi sürecinde tanımıştım. Çanakkale Cezaevi'nde tiyatro yaparken kadın grubuyla beraber de çalıştık. Cezaevinden izin aldık. Kadınlar koğuşundan arkadaşlar da geldi çalışmalarımıza. Ahmet Arif'in 33 Kurşununu oyunlaştırmıştım. Şiirini. O öyküyle beraber orada yaşanan öyküyle beraber. Benim ilk eşim de o oyunda rol alanlardan biri oldu. İşte birkaç koğuşa sahneledik oyunu daha sonrasında izin vermediler. Onunla işte hani yeni bir hayat kurma gibi, Haziran gibi. Şubat da çıktım haziran gibi evlendik. İşte Ankara'da yaşamaya karar kıldık. Çünkü Konya bana biraz dar geliyordu. Ankara da daha önceden tanıdığım, bildiğim bir şehirdi. İlk eşimin, Sema'nın babası da fazladan bir eve sahipti ve bize kirasız olarak oturma teklifinde bulunmuştu. Kira ödemeden. O nedenle Ankara'da kalmaya karar verdik. İşte işimizi anlattığım gibi zorunlu olarak öyle kurdum. Eylül gibi işte restoran işine başladım. Aile yardımıyla tabii o şeyin üstesinden gelebildik. Kardeşlerimin yardımıyla, aile yardımıyla. Düğün paramızı sermaye olarak kullandık. Düğünde toplanan destek parasını. 1 yıl sonra bir kızım oldu. 97 Eylül doğumlu. Sinem. Sinem de sinema eğitimi aldı. Şu 01:09:00anda Bahçeşehir Sinema Bölümünden mezun oldu. Bir 7-8 uzun metraj filminde reji ekibinde çalıştı yönetmen asistanı olarak. Kendi kısa filmlerini yapar hale geldi. İyi bir sinemacı olacağını düşünüyorum kızımın. Sinemayla bir biçimde hasbihalim devam etti. 2001'de bir tane tiyatro bölümüne 2 yıl özel öğrenci olarak devam ettim. Yani yüksek lisans düzeyinde dersler aldım. Orada resmi öğrenciliğim söz konusu olduğunda bir iki hocanın itirazıyla karşılaştım. Nurhan Karadağ ile anlaşmıştım. Onun çalışmalarına, oyunlara katılıyordum. Memleketimden İnsan Manzaralarını göndermiştim fotoğraf olarak o da o çalışmalardan biriydi aslında. Nurhan kendine burada kendine kadro topluyor falan gibi bir laf duydum. Onun üzerine oraya girmekten vazgeçtim. İletişim fakültesine yüksek lisans, sinema bölümüne yüksek lisans yapmak için girdim. 2003'te böyle bir 2007'de sonuçlanan işte master sürecim oldu. Daha sonra arasız doktoraya geçtim. Öğrenciliğimi de sonuçlandıramadım hala. Belki bir gün bitiririm. Bir yanı böyle işte. Bir de hani devam eden iletişimde olduğumuz insanlarla halimizi, pür melalimizi tartıştığımız bir şeyimiz var, ağımız var diyelim. O şekilde bir hayat sürdürmeye çalışıyoruz. İkinci kere evlendim. İlk eşimden boşandım. İkinci evliliğim de şimdiki eşim de bir uluslararası çocuk filmleri festivali-- O da sinema eğitimi almış. 4.'sünü yaptı bu sene Ankara'da. 17 aylık bir oğlum var. Zerhan. Biz Zero diyoruz kısaca. Zero da yaşamımıza yeni bir boyut kattı. Peşinden koşturur oldu bizi. Kısaca böyle.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment4281
Partial Transcript: Şimdi, bazen şey soruluyor bize "yani bu tek adam döneminin geldiği dönem itibariyle, yargının geldiği hal itibariyle, ülkenin geldiği hal itibariyle 12 Eylül'ü kıyaslarsanız" ne dersiniz falan. Yani kıyaslanabilecek bir şey değil. Çünkü öbürü de benim dediğim dedik, çaldığım düdük. Bu da aynı istikamette olan bir şey. 12 Eylül daha karanlık daha görülmez bir dönem. Yani kimsenin sesini çıkaramadığı, iki satır yazının bile bir 01:12:00yere yazılamadığı bir dönem. Bu anlamda farklı. Örneğin bu anlattığım Alemdağ Cezaevi'ndeki 3 kişinin öldüğü haberini biz haber yaptıramadık. Gazetelere yazdığım yazılar, gönderdiğimiz şeyler yayımlanmadı. BBC'de haber oldu. BBC Türkçe 'de haber oldu. Son olarak Cumhuriyet gazetesinde şöyle, işte falan HDP bir şey-- Halkın Devrimci Öncüleri. "HDÖ bilmem ne örgütünden işte tutsakların çıkarıldığı mahkemede Alemdağ Cezaevi'nde 3 kişinin öldükleri iddia edildi" diye Cumhuriyet sadece bu kadar, iki satırlık bir haber verdi. 3 kişinin öldüğüne dair bir haber verdi. Cumhuriyet o haberi nedeniyle kapatıldı. Böyle bir haber verdiği için kapatıldı. Kapatılma gerekçisi oldu bu yani. Dolayısıyla o dönemin karanlığı bir başka karanlık. Yani toplumun üstüne atılan kapkara bir örtü. Nerede ne oluyor, kime ne yapılıyor kimsenin bilmediği, duymadığı, bütün kanalların kapandığı bir şey. Şimdi de aslında bir karanlıktayız. Ama şimdi gözlerimiz görüyor, kulağımız duyuyor. Refleksiz kalmış, bir biçimde hareketsiz kalmış bir karanlığın içerisindeyiz. Görüyoruz, duyuyoruz ama görmezden geliyoruz. Farkındayız ama oralı olmuyoruz. Dolayısıyla bu karanlık biraz daha ağır bir karanlık gibi geliyor bana. Yani yapılanı edileni, haksızlığı, üzerine basılanı toplum görüyor olmasına rağmen toplum biliyor olmasına rağmen ses çıkarmıyor, sessiz kalıyor ya da bir küçük bir avuç, küçük bir öbek. Ha buna rağmen bir yerde bir şekilde sesini duyurabilen var mı? Var. Fark bu. Yargı açısından fark kılarsak, referandum [1982 Anayasa] tabii bir şeydi yani hazırlanmış bir oyundu. Buna rağmen o ince zarflardan işte mavinin görüldüğünü bile bile bir "hayır" oyu veren bir %7-8'lik kesim var ki bu yine de çok kıymetlidir her şeye rağmen. Üzerine tutulmuş silahlara, o silahların ağır gölgesine rağmen çok kıymetlidir. Ama 12 Eylül yargısında bile hani benim anlattığım mahkeme örneğinde işte kamu tanığının herhangi bir yerden çağırılmış yani bizim özel, yardımcı tanığımız, tanık gösterdiğimiz biri değil. Olay sırasında orada polis tarafından işte tanık olarak yazılan, karakola götürülüp ifadesi alınan çocuğun başına gelen. Yargı onu yaşattı. Ya buna benzer yargı örnekleri çok. O dönemde de çok ama yine de bugüne dair, bugünkü kadar düşürülmüş bir yargıyı ben çok örnekleyemiyorum. Yani bugün açısından bir kıyaslama yaptığımızda daha ağır bir vesayet, çok daha ağır bir vesayeti söz konusu edebilirim. Yani Kenan Evren'in vesayeti çok net. 5'li cuntanın vesayeti çok net ama "bir de yasalar var kardeşim" diyen bir yargı vardı iyi kötü. "Tamam bizden bunu istiyorsunuz ama bir de hani yasa var işte." Ha, onlar da kararname çıkarmıyorlar mıydı? Çıkarıyorlardı. Uyduruyorlardı. Ama yine de hani belli bir duruşu koruyan insanlar vardı. Bugün onlar hemen hemen yok oldular. Bugün gizli tanık adı altında hiç bilinmeyen birinin, 12 Eylül'de bile yoktu böyle bir şey yani. Tanık varsa ortaya çıkıyordu. İtirafçıysa itirafçı olarak da geliyordu mahkemeye. "Ben itiraf ediyorum" diyordu. "Bunlar bunlar böyle böyle haltlar ettiler" diyordu yani misal." Ben de yaptım bu haltları" diyordu. Ama şimdi gizli tanık diye bir şey kim olduğu belli değil. Nerede olduğu belli değil. Başka delil yok başka bir şey yok gizli tanık beyanı diyor, veriyor 25 yıl, 30 yıl. Dolayısıyla hani bu dönem de hiç azımsanmayacak ölçüde çok böyle ulaşılır, görüşülür olmasına rağmen daha ağır bir hal yaşanmakta diye düşünüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment4599
Partial Transcript: İstanbul'da bir yaşamım yoktu. İstanbul'da yargılandım. Sonra da İstanbul'da bir yaşamım olmadı. Gidip geldim o başka. Şeydi, o dönemin korkusuyla yani bazı yerlerde bazı küçük yerlerde işkenceciler kendilerini saklayamadılar. Yani bir biçimde bilinir oldular. Ama İstanbul büyük şehir. Aynı zamanda o büyük şehir olmanın vermiş olduğu bir şeyle de bu işlerde görev alanlar kendilerini saklamayı iyi kötü becerdiler diye düşünüyorum. Hani bugün sesleri aklımda. Hani bu sesi silemiyorsunuz. O ses tonunu silemiyorsunuz. İşkencecinin, ensenizde, üzerinizde hissettiğiniz soluğu bile bir biçimde yaşadığınız oluyor tekrar. Ama ben yani mesela fiziki olarak kimseyi görmedim. Sonradan muhatap olduğum tipler işte orada sıradan görevli kişilermiş gibi göründüler bize. Gerçekten öyleler mi değiller mi onu da tam emin olamadım ama. Mesela o ağır işkenceyi yapan, sizin gözünüz bağlıyken bunu yapan kişi farklı 01:18:00bir ses tonuyla da sizinle konuşuyor olabilir. Sonradan sesini yumuşatarak, "Ya kusura bakma, olur geçer bunlar. Tamam işte bugün böyledir yarın bilmem ne olur" falan deyip siz gitmeye yakın, artık gönderileceksiniz gönül almaya bile çalışıyor. Ya böyleleri de oldu. Bunlar hani gerçekten samimidirler mi, değiller midir bilmiyorum hani sonuçta o kurumdalar onlar da vardı yani onlarla da karşılaştık. Onları yüz olarak hatırlıyorum. Hani görsem belki tanıyabilirim. Ama doğrudan işkencesini yaşadığım, işkencesiyle karşılaştığım, işkencesine maruz kaldığım herhangi bir yüz hatırlamıyorum. Yani bize göstermediler yüzlerini. Gelen hemen hemen herkes evet, işkence görüyordu yani. Ama hafif, ama şey. Yani örneğin işte, Mamak Cezaevi'ne geldiğimizde Tabutluk denen yerde bir 3 gün tutulduk. Dışarıda, dış kafes denen bölüm. Üzerine epeyce yazılmıştır. Bu dış kafes denen bölümde hayvani bir taarruz vardı her gelene yani farklı bağırma sesleri, böyle şeyler. İşte başını eğdirme vesaire. Siz bir süre sonra kafeste, göz bağınız alınmış olanları bir biçimde duyuyorsunuz. Doğrudan o sahneyi görmüyorsunuz. Hani birilerini bir şey yapılıyor, size de yapıldığı gibi. O sahnelerden birinde ya 2. ya 3. gündü emin değilim, kaçakçı olarak getirilen grupta birine yönelik bir ağır tazyikte, saldırıda adam şeyi söyledi "Ben kalp hastasıyım, yapmayın etmeyin. Ben kalp hastasıyım, yapmayın etmeyin. Komutanım ben kalp hastasıyım, yapmayın etmeyin" dedi. Bir süre sonra adam kendisinden geçti. Bir telaşe bir panik oldu. Adamı götürdüler. Ben yıllar sonra o gün, o gece, o adamın, orada kalp krizinden öldüğünü öğrendim. Misal yani. Ya da hani Eskişehir F Tipi Cezaevi'ne götürüldük orada hani artık yüzümüz bağlı değil, gözümüz bağlı değil işkence yapanları da görüyoruz. Cezaevinin görevlileri değil, dışarıdan gelmişler. Ama örneğin ben işte onu umarım bir kısa film yaparım o konuda. Bir film konusu o. Bir cezaevi görevlisi doktorla karşılaştım. Biz yerlerde çiğneniyoruz, kulağında stetoskop cırtlak bir sesle doktor bey insanların nabzını dinliyor şöyle, "AAA, TAMAM TAMAM BUNDA BİR ŞEY YOK" diyor. "AAA, TAMAM TAMAM DEVAM." Yani devam edebilirsiniz diyor. 91 yani şartlı tahliye çıkmış, biz içeride kalmışız. 91'in işte kasımında biz aralık gibi, 92'nin Ocağı gibi biz Eskişehir F Tipi Cezaevi'nde kaldık. O giriş döneminde yoğun, bize yaşatılan yoğun işkence halinde doktorun böyle bir rolü oldu. Söz konusu doktorun. Cezaevini dağıtma operasyonu. Bu dağıtma operasyonu, aynı zamanda böyle havasız bir ringle, zulüm aracına dönüştürülmüş ringle ki bizim sevklerimiz çoğu öyle bir şeydir. Zulüm meselesi yapılır. Ruhi Su'nun türküsünde bile vardır yani. "Hasan Dağı, Hasan Dağı eğil de bir bak" diye söylenen şeyde. Ellerindeki zincir çözülmeden, tuvalete dahi bırakılmayan insanların hikayesidir aslında bir anda koskoca-- Biz de Hasan Dağı'nın kenarından mesela sevkle geçtik gittik. Bu bir zulüm şeyi olarak çarkı olarak kullanıldı. 88'de işte o şeyde, 2 arkadaşımızı yitirdik. Daha buna benzer mesela cezaevindeki açlık grevleriyle ya da kendini yakarak, protesto amaçlı ölümler dışında, intiharlar dışında 94'te Ulucanlar'da ağır bir katliam yaşandı. Yaklaşık 10 kişi katledildi. Dövülerek. Yani ağır demir çubuklarla, kalaslarla, silahlarla öldürülerek katledildi. Diyarbakır'da yine benzer biçimde cezaevinde insanlar katledildi. Demir kalaslarla, kafalarına vura vura, kafaları ezile ezile katledildi bu insanlar. Yani bunları yapanlar halihazırda iktidarlar. Halihazırda cezalandırılmış değiller. Cezasızlık zaten bu ülkenin en önemli baskı aygıtlarından biri. Yargıyı bu anlamda kitlemiş, ketlemiş durumdalar. Bırakın cezasızlığı yani yargının harekete geçme işini, adli tıbbın bu anlamda kendini kenarda sayışını. Bir yandan da teşvik ediyorlar. Yani cezaevlerinin bugünkü hali çok ağır. Ülkenin hali ağır olduğu gibi, gözetim yerlerinin, cezaevlerinin hali de maalesef işkenceye hali olmaya devam ediyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview109588.xml#segment5030
Partial Transcript: Yani sonradan mesela beni şeye çağırdılar, tanıklığa çağırdılar. Tanıklık derken, milletvekili heyeti geldi, meclisten bir heyet geldi. Ben de eski cezaevlerinde temsilcilik gibi bir konumum olduğuiçin milletvekillerinden gelenlerinden birinin tanıdığı da olduğum için beni de çağırdılar. Heyet önünde-- Heyette kimler var? İşte milletvekili heyeti var, cezaevinin müdürü var, baş gardiyanlar var, cezaevinden başka görevliler var. Onlar da böyle kenardan izliyorlar. Ben, "Söze başlamadan" dedim, soyundum. Soyundum, bir de böyle döndüm. "Sebep olan utansın" dedim. Çünkü bütün vücudum mosmordu, simsiyahtı. Vücudumda beyaz bir yer yoktu. Ve sonra dedim, "Bütün bu hengameye rağmen bana bu işkenceyi yapanı ben unuturum" dedim. "Ama" dedim "o gün cırtlak sesle 'devam edin' diyen doktoru unutmam. Ha sebep olanlar burada. Buradalar, görüyorlar." Neyse doktor kapıma geldi. Mazgaldan. "Ben" işte, "beni görevlendirdiler. Ben bilerek mi yaptım diyorsunuz, ben zorla mı yaptım diyorsunuz. Beni yanlış anladınız. Bana görev verdiler" işte bilmem ne. "Bana" dedim, "bak, sen işte yemin etmiş bir şeysin, doktorsun. Hipokrat yemini etmiş bir doktorsun. Ben, bana o dayağı atan, o tekmeleri atan, beni çiğneyen, kaburgalarımı kırmaya çalışan adamı unuturum sorun değil. Ama seni unutmayacağım. Seni asla ve asla yaşadıkça hiç unutmayacağım. Seni bir biçimde gündeme getireceğim" dedim. Sonra oradan, diyelim ben o süreci yaşadıktan sonra benim hakkımda dava açılmış. Bir tutanak tutulmuş. Ben işkence gördüğüme dair doktor raporu aldım. İşkence gördüğüme dair milletvekilleri tutanak tuttular, meclise götürdüler. Her neyse. Bursa Cezaevi'nden ifadeye çağrıldım. İşte böyle böyle "sen hücreni yakmışsın çıkarken." Nasıl ya? "Ya hücreni ateşe vermişsin, zor söndürmüşler." Dedim, "Valla ben hücremi çıkarken tertemiz bıraktım. Böyle bir şey de yapmadım. Yani biz hani girdiğimiz yeri de temizleriz, çıktığımız yeri de temizleriz. Böyle bir bilince sahibiz. Bu iftiradır. Böyle bir olay yok. Ben işkence gördüm. İşkence gördüğüm doktor raporuyla sabit orada. Bu bana yönelik bir şey, kumpas." İşte baş gardiyan tutanak tutmuş, gardiyan tutanak tutmuş. Her neyse. Sonra unuttum ben bunu. 96'da tahliye oldum. Kızım doğdu. Kızım 1-1 buçuk yaşındaydı belki 2 yaşındaydı. Çok emin değilim. Bir gece beni evimden kalabalık bir polis grubuyla, bütün apartmanı ayağa kaldırarak gözaltına aldılar. Gözaltına alınma gerekçemi gidince öğrendim. Gittiğimde dediler ki, "sen işte böyle böyle hücreni yakmışsın." Eee? İşte "sana şu kadar hapis cezası verilmiş." Eee? İşte "bunu yatacaksın." Şu kadar da para cezası. 4 ay hapis. Şu kadar da para cezası. Sonra o 4 ay da değil. 4 ay bir şey değil elbette ama ben çıkmışım bu sonradan bana tebliğ ediliyor. Şartlı tahliyeyle aslında 2017'de çıkmam gerekiyor. 96'da çıkmışım ama. 2017'ye kadar bir hakkın cezaevinde tutulabilirim. İnfazım, var olan infazım bu ceza gerekçe gösterilerek yakılmak isteniyor. Yani beni 2017'ye kadar hapiste tutmanın hesabı bu. Sonra bir insan evladı hakimin önüne çıktım. 99 falandı herhalde. Çok emin değilim şimdi tarihten. Dedim ki, "Ya ben bu ifadeye böyle bir ifade verdim. Sonradan benim adresim, bulunduğum cezaevi belli olmasına rağmen bu mahkemeden ne çağrıldım ne davet aldım ne tebliğ aldım. Böyle bir yargılanmadan böyle bir cezadan hiç haberim olmadı. Kesinleştiğinden de haberim olmadı. Yerim, adresim belli olduğu halde bana hiç bildirimi yapılmadı." Adam dedi ki, "burada bir usulsüzlük var. Ben bu usulsüzlüğe binaen, bu ceza artık kesinleşmiş bunu değiştiremem ama mevcut durumunu sarsacak bir konumdan çekiyorum" dedi. "Tecil ediyorum" dedi yetkimi kullanarak. "Para cezasını ödersin ona bir şey yapamıyorum" dedi. "5 yıl içinde sakın başka bir şey yapma. Dikkatli ol" dedi. Hakim böyle bir yaklaşımda bulundu ve beni bıraktılar. Yani düşünün öyle bir şey, başıma böyle bir iş aldı. Ama sonra o verdikleri yargı kararı, 4 aylık hapis kararı. Benim başımı yakmaya dönük karar-- Askerlik yapmamaya karar vermiştim ben. 4 aylık kısa dönem askerliğim vardı. Onu da kısaca anlatayım. Gittim. 4 ay kısa dönem yapacağım döneceğim. İşte 40 yaşında gidiyorsunuz, saçım beyaz falan. Soruyorlar herkes "Nedir? Ne mesele?" Ben de "siyasi" diyorum, anlatıyorum bir şeyler. 4 ayda biteceğini sanıyorum. 4 ay yaklaşırken, bitime yakın bir yazı geldi. İşte aldığı ceza itibarıyla kısa dönem erlik yapamayacağından, 125'i kastediyor, "Yedek subaylık hakkı da bulunmayacağından, 4 aylık askerliğinin iptaline, 18 ay er olarak işte Ardahan bilmem ne mekanize taburuna sevkine." E tamam dedim "beni 01:30:00gönderiyorsunuz şimdi Ardahan'a, bana bir izin verin." Vermediler. Beni Ardahan'a mevcutlu olarak götürdüler. Ben de Ardahan'da dedim ki, "Ya ben askerlik yapmayacağım. Yapmayacağım artık" yani falan filan. Orada bir yüzbaşı dedi ki, "Ya böyle yaparsan işte sıkıntı olur, bir hastalığın yok mu?" Bel fıtığım var. Beni hastaneye gönderdi. Oradan 12 Eylül'e tepkili bir binbaşıyla tanıştım, denk düştü. O beni ailem de Ankara'da diye Ankara'ya göndermek istedi. Ankara'ya geldim, hava değişimi aldım vesaire. Son olarak, son çıktığım heyetin önüne şöyle bir ifadeyle çıktım: "Ya" dedim "ben 6 buçuk yıl askeri cezaevinde, asker şahıslarının rütbeli rütbesiz eziyetini, işkencesini yaşadım. Yeterince askerlik yaptım. Askerlik hakkım 4 aydı öğretmenlikten gelme. 4 ay olarak olsaydı gidip yapacaktım ama 18 ay olarak önüme dayatılınca askerlik yapmaya ne takatim ne tahammülüm var." İfadem bu. Beni bir, bir süre şeyde de GATA'nın psikiyatri bölümünde de yatırdılar. Bir tuhaf bir durum. Dedi yani, "Şeyden bağımsız, seni bu güne kadar dinlemiş psikiyatristler--"- Binbaşı var, albay var bilmem ne var.- "Bunlar sana inanmışlar ve seni sevmişler. Senin ifadeni ve tarzını sevmişler. Seni ordudan atmaya da karar vermişler ama bunun prosedür olarak şeyi gerekiyor, psikiyatri servisinde bir süre yatman gerekiyor. Yatar mısın?" "E yatarım" dedim. 1 hafta psikiyatri servisinde yattım. Sonra beni ordudan atmaya karar verdiler. "Askerlik fikrine yüksek tahammülsüzlükten" diye. Öyle bir gerekçe koydular. Öyle çok doğru da bir gerekçeydi o zaten. Bu benim aldığım yargı kararı, 125. madde geldi ana dosya, bu yargı kararı geldi "hücresini ateşe veren kişi." Onlar için bir şey oldu yani "hücresini ateşe vereni biz askeri birliğe nasıl gönderelim? Orayı yakmayacağının bir garanti var mı?" diye bir savunma malzemesi elde ettiler. Yani onlara sorulsa, kime sorulsa hücresini ateşe vereni askerde tutmanın manası yok deyip. Askerliğim de böyle sonuçlanmış oldu yani. Başıma hani örülmek istenen çorabın böyle yansımaları oldu. Bunu Tabipler Birliğinde söz konusu ettim. Ama bunu aynı zamanda bir film de yapmak istiyorum örneğin. Bu olayı. Ona verebileceğim en büyük ceza aslında budur diye düşünüyorum eğer yapabilirsem. Onu o şekilde yansıtabilirsem. Yoksa kişisel olarak gidip yakasına yapışmamın çok fazla bir anlamı yok. Aynı zamanda ben 78'liler Federasyonu'nun bazı çalışmalarına da destek oluyorum. Utanç Müzesi etkinliklerine, film 01:33:00gösterimleriyle, söyleşilerle destek oldum. Yeni buna benzer etkinlikler olduğunda yine destek olmaya devam ediyorum. Onların da hani hayali böyle bir yargılanmanın günün birinde gerçekleşecek olması şeklinde. 12 Eylül tabii koca bir yara. Bugün açısından 12 Eylül'ün tarzını kendine tarz edinmiş olanların, 12 Eylül ile hesaplaşma gibi bir şeyleri olmayacağı çok açık tabii. Bunun için gerçekten hani demokratik bir yönetimin iş başına gelmesi, demokratik kesimlerce, farklı kesimlerce güçlü biçimde desteklenmiş bir iktidarın iş başına gelmesi ya da iş başına onların desteğini alarak gelecek, gelmiş olan olası bir iktidarın yine onların zorlamasıyla geçmişin bu davalarını tekrar gündeme getirmesi. Çünkü insanlık suçlarının zamanaşımı yok. Bizim dayanağımız bu. Bizi motive eden, bugün İnsan Hakları Derneği'nde işkenceye karşı mücadele ederken beni motive eden en büyük şey bu. Yani bugün sırtı sıvazlanan, yarınından endişe etmeyen, adam öldüren, adam kaçıran, adam kaybedenlerin "bize bir şey olmaz ya mümkün değil" güvencesinde olduğu günümüz Türkiye'sinde insanlık suçlarının zamanaşımının olmadığını döne döne anlatmak, altını çize çize anlatmak, bir gün gelip sizi bulacak, bir gün gelip yakanıza yapışacak. Siz ölmüş olsanız bile ölüp gitmiş olsanız bile geride bıraktığınız hatıranıza gelip yapışacak ve size layık olduğu değeri o şekilde oturtacak bir süreç mutlaka yaşanacak diye düşünüyorum. Ben de buna inanıyorum yani. Buna inanmak istiyorum doğrusu.