Bülent Forta

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - Çocukluk ve Aile Yapısı, İstanbul'a Geliş

Play segment

Partial Transcript: Ben 1956 yılında Adapazarı'nda doğdum. Ama İstanbullu bir aileyiz. Adapazarı'nda biraz babamın memuriyeti nedeniyle bulunuyorduk. Dolayısıyla ilk çocukluğum, ilkokul 3'e kadar 4'e kadar Adapazarı'nda geçti. Adapazarı o zaman küçük bir kent denebilir, kısmen-- ya bugünle kıyasladığınızda muhafazakar yapısı daha az olan bir kentti. Yani biraz bu 1968'in getirdiği özgürlük ortamıyla işte konserlerin olduğu işte sinemalarda ön orkestraların olduğu falan bir e biraz tam bir kasaba diyemeyiz ama orta halli bir Türkiye şehriydi. Biz babam emekli olduktan sonra, 1966 yılındaydı sanırım ya da 65 yılı. İlkokul 4'teydim ben. İstanbul'a taşındık. İlkokulu İstanbul'da bitirdim. Ortaokulu İstanbul'da bitirdim. Liseyi İstanbul'da bitirdim. Çocukluk yılları diye ifade ettiğiniz şeylerde tabii yaş olarak şeyi çok hatırlamıyorum, 1960 ihtilalini çok hatırlamıyorum. Babam bir askeri fabrikada müdürdü. Ama buna rağmen benim belleğimde çok fazla yok. Çünkü ben 56'nın son ayında doğdum. Yani 2 buçuk, 3 yaşında bir çocuk olarak çok hatırlamıyorum. Ama o günün politik çekişmeleri içinde de kısmen işte CHP'lilik, Adalet Partililik gibi falan ayrımlar biraz bizim eve de yansıyordu. Ev biraz kısmen entelektüel tabanı olan işte evinde kütüphanesi olan, kitap okunan, o zaman radyo dinlenen henüz televizyonun olmadığı koşullarda, bir evdi. Tabii ki her çocuk gibi sonuç olarak abilerin varlığı biraz sizin kişiliğinizin şekillenmesinde de rol oynuyor. Biz 3 kardeşiz. 2 tane de abim var. Bir tanesi benden 10 yaş büyük, bir tanesi 8 buçuk yaş büyük. Dolayısıyla onların o politizasyon süreçleri, gençlik süreçleri falan diye ifade ettiğiniz şey de e çok fazlasıyla bizim gençliğimizi etkiledi. Şimdi geri dönüp baktığımızda biraz böyle aile yapısı, biraz hani bildiğiniz çekirdek aile diyebileceğimiz, bir memur ailesi olarak tanımlana-- bir sosyolojik olarak da tanımlanabilir. Biraz da farklı kültürlerin kesiştiği bir aile yapısı var. Benim annem Beyrut orijinli, babam Belgrad orijinli. Yani dolayısıyla imparatorluğun iki tane köşesinden gelmiş. Dolayısıyla o, o sıradaki Sakarya'nın çoğulcu yapısından da etno-çoğulcu yapısından da kısmen çeşitli arkadaşlıkların oluştuğu bir ortam. Yani bir yandan biz işte 00:03:00kısmen göçmen kabul edilirdik, e bir kısım işte Karadeniz yerleşimleri, Laz yerleşimleri. Boşnaklar, Gürcüler falan böyle karmakarışık etnisitesi olan bir kentti. Ama biz bunu çok fazlasıyla hissetmezdik yani küçük mahalle maçlarındaki ufak kavgalar dışında çok bize yansıyan bir durum söz konusu değildi. Benim ya benim o yıllardan hatırladığım, bir kere biz nasıl söyleyeyim bir göz ailesiyiz de. Yani biz orijin olarak Adapazarı'nda otururken hala Balkanlardan göç devam ediyordu ve bizim eve işte bir gün bir kişi 20 gelir 20 sene kalır çıkar gider sonra öbür sene bir 20 kişi gelir gibi falan. Hem bizim çekirdek aile olarak yaşadığımız bir ev vardı hem aynı zaman da çok büyük bir konak. Gelenin gidenin orada konaklamada kullandığı. Dolayısıyla böyle bir sosyallik içinde, kalabalık içinde büyüdük. Ve bir taşra kentinde çocuk olmak o dönemde zevkli bir şeydi. Yani bugünkü gibi böyle plazalarda ya da sitelerde değil özgür, sokakta yetişen işte kafası yarılan, düştüğü zaman dizi yaralanan arkadaşlarıyla böyle televizyon seyretmeyip çelik çomak oynayan falan bir gençlikti. Ya aile yapısı olarak da ya şimdi dönüp geri baktığım zaman böyle çok mutlu bir aile yapısı var. Genellikle daha sonra politik olaylara bulaşanlar için hani "ailesiyle travma mı var" falan diye sorarlar. Aslında hiç alakası yok. Yani bizim Heidi aile gibi bir mutluluk ailesiydi. Ya böyle hep dayanışma, akrabalar arasında dayanışma falan. Yani biraz da bugünün hani o kirlenmişliğinden daha naif bir gençlik ve şey yaşadık. Çocukluğun ötesinde İstanbul'a göçtüğümüz zaman tabii biraz travmatik bir yanları oldu bunun. Çünkü siz taşrada bir üst düzey sayılabilecek bir memur çocuğuyken aynı zamanda taşranın ekabir ekibindesiniz. Yan işte vali yemeğinize geliyor işte siz gidiyorsunuz işte ne bileyim müdürleri tanıyorsunuz falan. Alışveriş ettiğiniz bakkalda oranın en zenginiyle aynı düzeyde alışveriş ediyorsunuz. Ama İstanbul geldiğimiz zaman kocaman bir şehir. Oradaki ayrıcalıklar yok, oradaki arkadaşlıklar yok, sokak daha tedirgin edici bir şey. Ve üstelik hani gelir düzeyinde de ciddi bir düşüş. Yani çünkü 2 abi şeye girdi, üniversiteye girdi. Bir tanesi tıp okuyordu, bir tanesi daha çok biyoloji falan okuyordu. Yani 3 tane çocuk, 1 tane kadın ve emeklilik beklemek üzere taşrada yaşamaya çalışan bir baba dediğiniz zaman ciddi hayat standartlarımızın düştüğü bir dönem oldu İstanbul. Ama çok adapte, çok çabuk adapte olduk çünkü bizim için yabancı bir şehir değildi de bir yanıyla. Babam İstanbullu olduğu için zaten her yaz tatilinde işte hala 00:06:00ziyaretleri, teyze ziyaretleri falan. Dolayısıyla İstanbul'da böyle bir küçük yalpalama dışında ortaokuldan itibaren sonuç olarak şey, ne derler hayat tekrardan normale döndü.

00:06:22 - 12 Mart'ın Gelişi, Politikleşme Süreci

Play segment

Partial Transcript: Ama şöyle bir şey başladı. Özellikle ortaokul sonlara doğru. Türkiye'de politizasyon çok hızlandı. 68 kuşağı diye ifade ettiğimiz kuşağın işte Deniz Gezmişlerin falan eylemleri gündemleri gelmeye başladı. Ve bizim evde de 2 tane üniversite öğrencisi var. Abim Dev-Gençli. Ve dolayısıyla onun o politik düşünceleri, politik yapılanması fazlasıyla yansıyor. Bir yandan işte gidiyorsunuz tıp fakültesi kantinine orada bir devrimcileri görüyorsunuz falan. Ayrıca böyle kitapla çocukluktan beri çok büyük bir şeyimiz var, özdeşleşmemiz vardı yani evde sürekli kitap okunur, kitaplardan konuşulur. Bir de dayı tarafları İstanbul Sahaflar Çarşısı'nın yaklaşık 4-5 dükkanı olan yani benim ortaokulum hep sahaflar çarşısında geçti falan. İşte o Beyazıt'taki öğrenci olaylarına çocuk gözüyle tanık olma falan. Sonuç olarak gene İstanbul'un işte böyle Fatih gibi bir semtinde ortaokulu devam etti. Sonra baba emekli olunca da Kadıköy'e geçtik ve ilk gençliğim belki de hani Türkiye'nin en kozmopolitik, politik yeri olan Bağdat Caddesi'nde geçti. Ya Bağdat Caddesi kültürü, Fatih kültürü işte Adapazarı kültürü falan. Bütün bunların iç içe geçtiği bir ilk gençlik dönemi oldu ve o arada da Türkiye'de ilk bizim politizasyona, politik olaylara ilgi duyduğumuz dönemlerin hemen arkasından lise 2'ydi sanıyorum 12 Mart Darbesi oldu. Şimdi 12 Mart Darbesi'ne kadar böyle kahraman bellediğiniz, yakınınıza yamacınıza dokunabildiğiniz insanların ortadan kalktığı bir baskı dönemini çok politik bir angajmanınız olmasa bile hissettiğiniz işte saçınızı uzattığınız zaman tepki alındığı işte lisede işte bir, biraz böyle hani sosyalizan bir münazara ortamı varken bir anda onun sessizleşmesi ve 12 Mart'ın böyle bir tür genç insanları da politikadan uzaklaştıracak imkanlar sunması falan. E biraz hani açıkça söylemek gerekirse lise 2, lise 3 biraz o depolitizasyon içerisinde geçti. İşte Bağdat Caddesi'nde ne olursa işte ne bileyim işte balığa çık, denize git, dancinge git falan falan gibi bir dönemdi o. Çok politik bir dönem değildi. Ama çok hızlı ortadan kalktı. Ve bizim esas olarak doğrudan politikaya 00:09:00bulaşmamız lise sonlar diye ifade edilebilir. İşte o zaman Göztepe'de oturuyorduk ve Göztepe Kültür Derneği kurulmuştu. Göztepe Kültür Derneği 12 Mart'tan çıkarken ilk kurulan derneklerden bir tanesi ki daha sonra işte bu Bülent Uluerler ve işte bir sürü arkadaşımızla tanıştıydık o sırada aynı mahallenin çocuklarıydık zaten. Ve dolayısıyla orada bir devrimci muhtar seçildi ve yeniden işte Faik Türün cumhurbaşkanı adayı olunca Demirel döneminde işte Faik Türün yazılarını "sürün" diye çevirecek yazılamalar falan. Esas politizasyonumuzu yaşadığımız şey o 73'ün sonuyla 74'ün yazı oldu işte Kıbrıs çıkartması vesair. Daha sonra da zaten Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne gittik. O biraz kısmen bilinçli de bir tercihti. Yani ODTÜ'de daha politik bir ortamla karşılaşma daha nasıl söyleyeyim daha devrimci bir ortama girme konusunda bir tercih olarak çıktı ve hani başarılı da bir öğrenciydik. Yani Türkiye'de ciddi sıralamalarla ODTÜ'ye girdim ben. İşte ODTÜ'ye girer girmez de işte böyle Aydın Uğur bursları falan filan alırken 3 ay içerisinde hayat değişti, durum değişti. İşte boykotlar vesaireler falan derken bizim politik hikayemiz esas olarak orada başladı.

00:10:34 - ODTÜ'nün Politik Yapısı ve Örgütlenme Biçimleri, Boykotlar ve Eylemler

Play segment

Partial Transcript: 74 yılında ODTÜ'ye başladığımız zaman ODTÜ'de hala 12 Mart'ın etkileri görülüyordu. Yani yurtta çok ciddi bir disiplin vardı yatağı düzeltmediği için okuldan atılan, yurttan atılanlar falan. Ama bizim kuşağımız hemen 12 Mart'ın 1, 1 buçuk yıl sonrasında olan, 12 Mart'ın bütün baskısını hissetmemiş olan böyle çok light bir şekilde hissetmiş olan ama 12 Mart devrimcilerine büyük bir sempati uyan, onun bir tür kendilerine rol model olarak alan bir kuşaktı bizim kuşağımız. Yaşlarımız işte o dönemlerde lise sona falan yetiyordu. Bizden 3-4 yaş büyük olanlar daha farklıydı. Onlar üniversite öğrencisiydiler 12 Mart döneminde ODTÜ'de. Dolayısıyla baskıyı daha çok hissetmişlerdi. Neyin ne olduğunu bizden daha iyi biliyorlardı. Biz ODTÜ'ye girdiğimiz zaman o nedenle ben belki biraz daha cesur ve ataktık. Yani çünkü politizasyon düzeyimiz az, hayranlık düzeyimiz yüksek böyle çok fazla ateşli diyebileceğimiz bir kuşak olarak girdik. Zaten 1974 hazırlık kuşağı ODTÜ'de daha sonraki ODTÜ'nün bütün tarihini belirlemede çok önemli bir rol oynadı. Ya yüzlerce insan devrimci oldu o dönemde. Ama esas fitili ateşleyen şey şuydu sanıyorum, biz 1974'te okula girdiğimizin 2-3 ay 00:12:00sonrasında Kissinger'ın Türkiye'ye gelişiyle ilgili bir boykot örgütleniyordu. İşte o zaman, 12 Mart'tan çıkmak için işte ADYÖD, İYÖKD gibi dernekler kurulmaya başlamıştı. Bu öğrenci derneklerini esas olarak 12 Mart'tan böyle ihtilalci örgütlerden gelenler değil de daha çok işte TSİP etrafında toplanmış insanlar kurmuşlardı. Ama öğrenci hareketi aslında o ilk kurucuları da aşan bir noktaya geldiği için bu derneklerde örgütlenirken bir tür yeni yeni yönetimler gündeme gelmeye başladı. Bunlardan bir tanesi de ODTÜ'de Kissinger boykotuydu. Sadece ODTÜ'de değil Ankara'daki bütün okullarda Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger'ın gelişi için bir boykot örgütlenmeye çalışıldı ki 12 Mart sonrasının herhalde ilk önemli öğrenci eylemiydi. Ve bu boykot bir sürü yerde Hacettepe'de, ODTÜ'de, özellikle Ankara'da polislerin saldırısıyla karşılaşıldı ve ODTÜ'ye bir baskın düzenlediler. Bu baskında o zaman işte ODTÜ'de ve ADYÖD yönetiminde olan bir arkadaşımız vuruldu. 2-3 tane insan yaralandı ve okula dışardan gelenler tarafından yapılmış bir baskındı. İşte bu Muharrem Şemsekler falan. Bu da yakalandılar, yargılandılar. Şimdi dolayısıyla bize hem okuldan dış bir baskının gelmesi hem Amerikan emperyalizmine karşı bir boykot yaparken bir saldırıyla karşı karşıya kalmamız aslında okuduklarımızla örtüşüyordu. Yani lisedeyken falan okuduklarımız işte Doğan Avcıoğluları okuduysak diğerlerini okuduysak örneğin Kanlı Pazar, 6.Filo'yu falan hatırlatıyordu bize. Dolayısıyla bir kez daha haklılığımıza iman ettiğimiz bir somut bir olgu olarak da ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla orada ciddi bir örgütlenme oldu. Hem polislerin yakalanıp teslim edilmesi hem okuldaki potansiyelin bir anda ortaya çıkması. Çünkü 12 Mart'ın etkisi devam ettiği için herkes biraz kimliklerini de saklayarak birbiriyle ilişki kuruyordu. Bizim hazırlık sınıfının ise hiç öyle bir kaygısı yoktu. Çünkü biz hani öyle bir baskı da yaşamadığımız için bize doğal bir şey gibi de geliyordu. Ve onun üzerine ODTÜ'de ciddi bir örgütlenme ortaya çıktı. Hemen arkadaşından hem ADYÖD kuruldu, ODTÜ-DER kuruldu. Ve dolayısıyla ilk boykot da Hasan Tan boykotundan önceki ilk boykot da hazırlık boykotuydu. Hazırlık okulunda çeşitli nedenlerle başlayan bir boykot. 6 ay devam etti. Ve bu 6 aylık boykot aslında ODTÜ'nün ondan sonraki devrimci şekillenişinde de çok temel bir dönemeç olarak ortaya çıktı. Hazırlık boykotu aslında daha henüz fraksiyonların tam olarak 00:15:00ayrışmadığı, ODTÜ öğrencilerin beraber hareket ettiği alttan alta o süreçleri bilenlerin bunlar üzerinde fikirler ifade ettiği bir dönemdi. Ya biz aşağı yukarı hazırlıktaki bütün arkadaşlarımızın çok büyük bir bölümü fraksiyonları o pratik içinde seçmeye başladı. Kimi cepheci oldu, THKO'cu oldu, kimi TİP'li oldu falan. Ama o kuşak sonuç olarak kendi mücadelesini kurgulayarak bir noktaya getirdi işi. Bu 6 aylık boykotun en önemli özelliklerinden bir tanesi şuydu bence, biz dışarıda örgütlenebilmiştik çünkü okulda örgütlenmemiz yasaktı. Yani ODTÜ Öğrenci Birliği diye bir birlik vardı ama bu genellikle fason işte faşistler tarafından kurulmuş ve solcular örgütlenmesin diye kurulmuş yerlerdi. Biz onun üzerine bir ODTÜ-DER diye ifade ettiğimiz dışarıda bir örgüt kurduk ve ODTÜ'nün devrimci öğrencileri falan esas olarak bu dernek etrafından örgütlendiler. Boykot da ODTÜ-DER'in öncülüğünde devam etti ve sonuç olarak 6 aylık boykotun sonucunda çok ciddi kazanımlar elde edildi. Bu kazanımlardan en önemlisi ODTÜ ÖTK diye bugün bildiğimiz belki öğrenci hareketi açısından Türkiye'de en önemli modellerden bir tanesi. Orada ortaya çıktı. ODTÜ-DER adayları serbest seçimlere ODTÜ-DER adayları olarak girdiler. Onun dışında sosyal demokratlar, o zaman TİP'li arkadaşlar falan ayrı listelerle girdiler ve ezici çoğunlukla ODTÜ-DER adayları ODTÜ Öğrenci Temsilciliğini oluşturdular. Ve hakikaten bugünden baktığımız zaman çok ileri haklar elde edildi orada. İşte öğrenciler müfredata kadar karışabilecek, senatonun içerisine girdiler. Bir Öğrenci İşleri Dekanlığı kuruldu. ODTÜ ÖTK seçimleri baya propaganda dönemleri ve serbest seçimlerle yapılır hale geldi. Tabii orada komik olaylar da oldu. Şimdi diyelim ki boykot sırasında disipline verildiydik okuldan atılmak kaydıyla. İşte biz boykotta başarı kazandık. Disiplin kurulunda mutlaka bir öğrenci temsilcisi oluyordu. Sizin dosyanız sizin önünüze de gelebiliyordu yani öyle şeyler de oluyordu. Ve sonuç olarak o 6 aylık boykottan sonra ODTÜ'de gerçekten ciddi bir öğrenci demokrasisi, ciddi bir özerk demokratik üniversite mücadelesi ortaya çıktı. Ki ODTÜ bambaşka saiklerle kurulmuş bir okuldu yani sonuç olarak Amerika'nın Orta Doğu politikalarının bir uzantısıydı. Ama işte orada tam tersi bir sonuç ortaya çıktı. İlerici, devrimci bir gelenek oluştu orada. Bu tabii ki bizden önce tohumlara atılmış işte Sinan Cemgillerle, Yusuf Aslanlarla işte o dönemde bir sürü adını sonradan duyduğumuz Ertuğrul 00:18:00Kürkçüydü, devrimcilerle bir dönem gibiydi. İşte bir Komer arabası yakılması olayı vardı bir efsane gibi anlatılırdı. Okullarda yine bütün bu çatışmaların kurşun deliklerini görürdük biz 5 Mart çatışmasının falan. Tabii bugün hala bunların sembolü olarak yaşayan stadyumdaki koca Devrim yazısı ODTÜ'nün hani biraz devrimci geleneğinin köklerini de bize gösterirdi. Ve dolayısıyla bizim de hani heves ettiğimiz, devam ettirmek istediğimiz şey buydu. Sonuç olarak ODTÜ ÖTK seçimlerinde devrimci gruplar bütün bir öğrenci kitlesinin oyunu alarak seçilirlerdi ve onlara da hesap vermek zorunda kalırlardı. Bu başka okullarda çok oluşabilen bir pratik olmadı. Onun dışında çeşitli kulüplerde, tiyatro kulüplerinde, halk oyunları kulüplerinde, bilim kulüplerinde örgütlenmeleri söz konusuydu ve dolayısıyla bütün kararlar aşağı yukarı forumlar yoluyla alınırdı. Çok önemli bir gelenekti. Hatta bazen biz okulun açık olmasını, boykot yapılmaması düşünürdük ÖTK yönetimi. Ama öğrencilerin çoğu da yani biraz da kaytarmak için boykot isterlerdi. Onları boykot yapılmamaya ikna edecek forumlar yapmak zorunda kalırdık falan. Ve onun dışında tabii sert bir dönemdi. Yani ODTÜ'lü olmak o zaman Ankara'da hani biraz ölümle kol kola gezmek gibiydi. Bazı semtlere gidemezdiniz çünkü faşistlerin işgali altındaydı. Okul otobüslerinin olduğu yere her zaman saldırı olurdu. Orada örneğin işte Semih Erbek diye bir arkadaşımızı öldürdüler. Bir sürü arkadaşımız yaralandı. Dolayısıyla böyle ufak ufak iç savaş tohumlarının da atıldığı bir dönemdi. Ama ODTÜ bunun içerisinde hem kendi demokrasisini geliştirebilmek hem de şehirde oluşan mücadeleye katkı yapabilmek için önemli de görevler üstlenen bir okul oldu. Sadece öğrenciler açısından değil işte oradaki sosyalist sendikası, öğretim üyeleri derneği hatta bir asistanlar derneği, işçi örgütleri falan bütün bunların hepsi aslında bir komple demokrasi mücadelesi olarak örgütlendi. Zaten bunun izlerini daha sonra Hasan Tan boykotunda da çok daha net olarak görebildik. O günün yani benim görevim, ÖTK'nın başlangıcından beri yani ODTÜ'ye girdiğimden beri işte önce hazırlık temsilcisi, arkasından ODTÜ-DER'de son döneminde yöneticilik ve ilave olarak da ODTÜ ÖTK başkanlığı şeklinde bir hiyerarşik silsilede gitti. Ya birinci etabı, 1977'lere kadar olan etabı esas olarak bu koşullar altında oluştu. 1977'ye kadar olan aslında Türkiye'nin temel tablosu içinde aslında 00:21:00 bir yere oturuyor bu. Çünkü Türkiye sol hareketinin en büyük kitleselleşmesi 74 ile 77 yılları arasında oldu. İşte o bildiğiniz olaylı 1 Mayıs'a milyonlarca insanın katılması, Türkiye'nin her yerinde pıtrak gibi devrimcilerin ortaya çıkabilmesi, köylerde, şehirlerde bir taşralaşmayla da beraber ciddi bir kitle gücüne ulaşması 1977'ye kadar yükselen bir sol hareketten söz etmemizi getiriyor diye düşünüyorum.

00:21:32 - ODTÜ'nün Enternasyonal Yapısı

Play segment

Partial Transcript: Profili şu bir kere genellikle böyle çok zengin ailelerin çocukları falan değil. Yani eğitimin bugün tamamen parayla ölçüldüğü bir dönemden farklı bir dönemde o zaman yani bir kamusal eğitim ve bir parasız bir okul sonuç olarak yani. Dolayısıyla herkesin girebileceği bir okul. Ama ODTÜ'nün bir farkı şuydu, bu halk çocuklarının belki de en parlakları ODTÜ'ye giriyordu. Yani işte Fen Lisesi aşağı yukarı bütün mezunlarını ODTÜ'ye doğru akıtıyordu. TED, Ankara Koleji aynı şekilde. İşte İstanbul ve Galatasaray. Ve o zaman çok nitelikli devlet okulları vardı işte Kabataş Lisesi, Fenerbahçe Lisesi falan diye. Buraların aşağı yukarı en kalburüstü kesimleri ODTÜ'de bir öğrencilik yapıyorlardı. Onun dışında 2 tane daha damar vardı ODTÜ'de. Bunlardan bir tanesi Kıbrıslı öğrenciler. Çok önemlidir. 1974 sonrasında ODTÜ'de o zaman işte 500 ila 1000 civarında Kıbrıslı öğrenci okuyordu. Onlardan çok büyük bir bölümü Kıbrıs'ta cumhurbaşkanı, Kıbrıs'ta bakan, Kıbrıs'ta TMMOB şey Mühendis Odaları başkanlığı yaptı. İşte Mehmet Ali Talat'ından işte bizim Ahmet Ömerlere kadar böyle çok ciddi bir devrimci damar da oradan geliyordu. Bunun yanında Pakistanlı öğrenciler vardı. Çok politik oldukları söylenemez ama önemli bir politik küme Filistinlilerdi. Yani dolayısıyla çok sayıda Filistinli öğrenci vardı. Bunların bir kısmı TKÖ, bir kısmı George Habaş, bir kısmı Havetme diye başka bir şeyi getiriyordu. Bir ilave de şaşırtıcı bir şekilde İranlılar vardı ve Halkın Mücahitleri diye ifade ettiğimiz bizdeki THKO, THKP-C'lere benzeyen epey bir öğrenci kitlesi de vardı ODTÜ'de. Yani bir nevi de enternasyonal bir havası da vardı. Ve bunların mesela Filistinlilerin bir kısmı daha sonra büyükelçi oldu Filistin Devleti'nde vesaire falan. Bunlar da ODTÜ'den çıkma bir taban olarak görülebilir. Tabii bizim genel profilimiz baktığınız zaman çok yoksul insanlar oldukları söylenemez ama bir orta sınıf diye ifade edebileceğiniz, çoğunlukla ailelerin demokrat 00:24:00geleneklerden gelen ama ODTÜ'de bunun çok aksi örnekleri de vardır yani değişik örnekleri de vardır, bir öğrenci profiliyle karşı karşıyaydık. Yani halk sınıflarından o düzeyde bir sınıfa geliyor olabilmek gerçekten de ODTÜ'deki devrimci mücadelenin önemli özelliklerden bir tanesiydi. Dolayısıyla profili esas olay böyle özetleyebilmek mümkün. Ankara'nın diğer okullarında da aslında daha değişik sosyo ekonomik koşullardan gelen ama çok hani militan, inanmış mücadele sürdüren okullar da vardı. Örneğin Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu. Çok sert çatışmaların olduğu ama onlarca devrimci arkadaşımızın çıktığı bir okuldu. Çok benzer bir şekilde Yükseliş Koleji, sonra Devlet Mühendislik Mimarlık oldu herhalde. Bugünkü adını bilmiyorum. Orada da çok ciddi bir insan topluluğu işte faşistlerle kavga içerisinde okula toplu gidişler üzerinde örgütlendi. Gazi Eğitim çok benzer bir pratik yaşadı. Tabii bir yandan da Siyasal Bilgiler Fakültesi. Yani Siyasal Bilgiler Fakültesi bir gelenekten geliyordu ve dolayısıyla devrimcilerin tamamen egemen olduğu bir okuldu. ODTÜ'den biraz farklı şuydu. ODTÜ biraz önce anlattığım gibi daha enternasyonalist bir ortamdı. Bir de kampüs olmanın getirdiği bambaşka avantajlar vardı yani insanlar toplu olarak yurtlarda kalıyorlar, toplu olarak gündelik hayatlarını geçiriyorlar. Dolayısıyla Siyasal da o zamanın önemli dinamiklerinden bir tanesiydi. Hacettepe yeni kurulan bir okuldu. Ya belki tarihsel olarak-- Ama bir gelenek, devrimci sol gelenek oluşturabilecek bir okul değildi ama buna rağmen orada da solun çok önemli bir gücü vardı Ankara için konuşacak olursam. Ve bütün bunların hepsi de aslında ta 1974'lerde ayrı ayrı mücadele odaklarıyken 1977'lere geldiğinde kendini ortak örgütlerde ifade eden bir sol dalga diye söylenebilir bunlar için de.

00:26:19 - Hasan Tan'ın Rektörlük Boykotu

Play segment

Partial Transcript: Şimdi Hasan Tan olayı tabii yüzde yüz Boğaziçi'yle denk düşmeyebilir. Bir Boğaziçi kulübünün davetlisi olarak "Hasan Tan anlat" dediler bana. Öyle bir video oldu. Şimdi dolayısıyla o günden bugüne akıl öğretmek mümkün değil. Yani şöyle yapın, böyle yapın da demek mümkün değil. Herkes kendi mücadelesinin gereklerini yerine getirebilir. Ama oraya aktarılabilecek en önemli deneylerden birincisi şudur bence: Bir üniversite olarak ODTÜ bütün yönleriyle bir gerici müdahaleye şey yapabilmiştir yani direnebilmiştir. Nedir bu? Öğretim üyeleri derneği. Nedir bu? Öğrenci aileleri derneği. Üniversite çalışan sendika. ÖTK. Öğretim üyeleri. Bir 00:27:00 komple dışsal şeye karşı çıkmayı becerebilmiştir ve çok yaratıcı eylem biçimleri bulup bunu yapmıştır. Hala bugün de yaşayan bir şekilde. Şimdi birincisi şu, öğretim üyelerinin buradaki tavır ve tutumlarını çok önemsemek gerekiyor. ODTÜ pratiğinde. Örneğin bizim ODTÜ'de değilken, Hasan Tan'ın ODTÜ'ye gelmesiyle beraber okul elden gidiyor diye gelen, bugün belki dünyanın çok önemli bilim adamlarından biri Cahit Arf bizim mücadelemizin önemli bir parçasıydı. Ben de hakikaten yani hayatta "kimle buluşmuş olmaktan onur duyarsınız" derseniz o isimlerden sayabileceğimiz biridir. Çok yakın bir zamanda kaybettiğimiz Rona Aybay. Bizim öğrenci birliği şey öğrenci-- Öğretim Üyeleri Birliği başkanıydı. Yakup Kepenek. Bunlar çok değerli isimlerdi ve çok değerli isimler bugünden çok daha büyük bir riski göze alarak. Çünkü öğretim üyelerinin, profesörlerin sokaklarda öldürüldüğü, evlerinin bombalandığı, tek tek cinayetlere kurban gittikleri. O Bedrettin Cömertlerin, Karafakıoğullarının olduğu bir dönemdi. Böyle bir mücadelenin öncüsü olmayı göze almışlardı ve çok değerli katkıları oldu. İkincisi işçi sendikalarının o dönemde çok değerli katkıları oldu. Grevlerle süreci desteklediler. Öğretim üyelerinin dışında öğrenci aileleri, öğrenci velileri bu mücadelenin önemli bir parçası oldular ve Öğrenci Velileri Derneği kurdular. Ve o sürecin bütün demokratik yükünü yüklendiler. Ve çok şaşırtıcı şekilde ÖTK'nın ne kadar güçlü ve örgütlü olduğunu da gösteriyor bu. 9 ay ODTÜ'nün yüzde 1'i bile derslere devam etmedi. Okul kapandı, memleketlerine gittiler. Yine çeşitli okuldan atılma tehditleri falan ki ODTÜ'den atılmak demek-- ya siz bütün hayatınızı koymuşsunuz, Türkiye'nin en parlak okuluna girmişiniz. Bir anti demokratik baskıyla karşı karşıyasınız atılma riskiyle. Bunu göze alarak 9 ay bu şeye girmediler. Şimdi ben o zaman ODTÜ ÖTK'dan Ankara'da DEV-GENÇ yönetimine gitmiştim. Ama bizim oradaki hiyerarşimiz tabii ÖTK DEV-GENÇ'e bağlı falandı bir noktada. Dolayısıyla hani bütün bu süreçlerin birinci gününden, sonuncu gününe kadar şeyiyim yani, tanığıyım. Bir tek 2 Aralık'ta işte okulu işgal için getirmiş faşistlerin bir arkadaşımızın ölümüne, birinin yaralanmasına yol 00:30:00açtığı gün yoktum. Yine cezaevindeydim. Bende de öyle bir şey var. Çünkü bizi de biraz tasfiye etmek için. Özellikle bu şey gazeteleri Tercüman mercüman gazetesi eliyle böyle sürekli birtakım olayların içerisine iterlerdi. Biz de bir tren soygunu gerekçesiyle cezaevine atılmıştık. Dolayısıyla 2 Aralık öyle içeriden izlediğim bir şeydi. Ama Hasan Tan sırasında çok acayip örgütlenme ve eylem modelleri çıkarttı ODTÜ öğrencileri. Daha sonra işte "kuşlama" diye bir şey vardı. Çıkarsınız bir şeyin üstünden bildiriler atarsınız, bunun böyle teknik yönleri bulundu, belediye otobüslerinin üstüne böyle makaralı şeyler oraya koyuyorsunuz, gidiyorsunuz o dağıta dağıta gidiyor. Efendim, jandarmanın ya da itfaiyenin indiremeyeceği kutulara "Hasan Tan ODTÜ'ye rektör olamaz" diye atıyorsunuz. Bütün Ankara'nın polisleri çıkıp indirmeye çalışıyor falan. Baya bir yıpratma savaşı. Ama bunun dışında bir de taşrada örgütlenme. Yani okuldan dağılan öğrenciler sonuç olarak İzmir'de "Hasan Tan ODTÜ'ye rektör olamaz." Trakya'da, Karadeniz'de. Ya Türkiye'nin bütün sathına yayılan bir mücadele süreci oldu. Ve hakikaten sonuçta da Hasan Tan ODTÜ'ye rektör olamadı yani. Öyle söylenebilir.

00:31:25 - 77 1 Mayıs'ı

Play segment

Partial Transcript: Şimdi 1 Mayıs 1977-- Tabii bugünden bakmakla o günden bakmak arasında ciddi bir fark var. Aslında 1977'ye gelene kadar Türkiye'de özellikle TKP ve bugünkü işte Doğu Perinçek ekibi arasında ve onun ideolojik olarak etkilenen çeşitli Sovyetleri emperyalist olmakla suçlayan kümelerin aslında böyle bir şeyi mayaladıkları bir dönem de oldu. Yani çeşitli sol içi şiddet olayları, birbirilerini bulundukları ortamdan atma falan. Tabii o gün DİSK yönetiminin özellikle işte Maocuları alana almayacağız üzerinden yarattığı gerilim. Bütün bunlar aslında bir provokasyona zemin hazırladı. Ve 1 Mayıs 1977 muazzam bir sol birikimin oradaki çatışma ortamı olması, 34 insanın ölmesi nedeniyle o dalganın biraz geri çekilmesine de yol açtı. Dalganın geri çekilmesi çok daha sert bir çatışmanın bütün yurt sathına yayılmasına da yol açtı. Ondan sonra bölünmüş mahalleler, çatışmalar, bombalamalar, katliamlar falanla ifade edilen 1980'e kadar uzanan süreci de sürecin fitilini de ateşledi. 1977 yılında ben alanda olanlardan biriydim. Yani çünkü biraz kişisel hikaye de anlatılması gerekiyor burada. Çok sevmesek de bizim kuşak kişisel hikayeyi. 00:33:00Ve avantaj, olayın bütününü gözleyebilecek avantajlı bir noktada da duruyordum. Bizim DEV-GENÇ korteji esas olarak şeyden gelecekti Gümüşsuyu'ndan gelecekti. Ama Gümüşsuyu'nda büyük bir kortejin belirmesi, Sular İdaresi'nden gelenler alana alınmaması falan. Biraz da atak ve sabırsız bir kortejdi. Bekleyemedi onu yani DİSK düzenliyordu. Dolayısıyla Nişantaşı'nın arka sokaklarından, oradan falan Harbiye'den giris yapan bir kortej oldu. Şimdi Harbiye'deki kortej içeri girdi. Biraz da itiş kakışla da girdi ama sonuç olarak hani bizim DEV-GENÇ korteji, öbür daha sert çatışmanın dışında kabul gören bir kortej olduğu için. Alana girdik biz. Alana girdiğimiz zaman şimdi Taksim'de yapılmış caminin önünde otobüs durakları vardı. Otobüs duraklarının etrafına kümelendik biz. Tam baktığımız yer Sular İdaresi. Şimdi ben o zaman DEV-GENÇ kortejini idare edenlerden biriydim ve dolayısıyla otobüs duraklarının üstünde elimde megafonla duruyordum. Yani bütün alanı yani alanın içinden baktığında göremeyecek bir insan kadar görebiliyordum. İşte oradan patlayan bir silah, aşağıdaki silahlı insanların havaya ateş etmesi ya ben tanıklığım yok yani hani şey diye ifade ediyorlar, otelden de ateş edildiğine dair ifadeler var. Ben onlara çok tanıklık etmedim şimdi yanlış bir şey söylemek istemem ama. Öyle bir panik oldu ki. O panik işte Kazancı Yokuşu'nda onlarca insanın ölmesi. Biz biraz daha militan bir ekip olduğumuz için bütün şey boşaldı, alan boşaldı. Biz elimizde sopalar, taşlar işte gelip giden panzerlerle falan itiş kakış. Tabii olayın içindeyken o vahameti göremiyorsunuz. Ondan sonra gittik işte şeye indik Kabataş'a. Orada protesto gösterileri falan filan. Sonra eve geldik ve felaket tablosu ortaya çıktı. Aslında bugünden geriye dönüp baktığımız zaman solun içine girmiş bu şiddet hikayesinin, solun işte birbirini "sosyal, faşist, Maocu, Bozkurt" suçlamalarının da böyle bir şeye ortam hazırladığı kanısındayım ben. Belki de hani en önemli derslerden bir tanesinin o olması gerektiğinin kanısındayım. Çünkü 1977'den sonra Türkiye'nin tablosu biraz değişti. Ya özellikle bir kuraldır yani bir genellikle rakip gibi görülür ama bir sosyal demokrat bir hareket yükseldiği zaman devrimci hareketler de yükselir. Çöküşleri de beraber olur. İşte orada da Ecevit en parlak yükseldiği, işte sol sloganlarla 00:36:00ortaya çıktığı, solun da bütün her yerde en güçlü halde kendini var ettiği koşullarda o potansiyeli biraz karşı devrimci güçlere teslim eden bir rol de oynadı o iş. İşte MC hükümetleri kuruldu. Onun yeri, adımları. Ecevit ortaya koyduğu programı hiçbir şekilde uygulama şansı bulamaması işte kontrogerillayı tasfiye edeceğim diye çıkıp o konuda sıkıyönetim ilan etmeye kadar bir politikaya zorlanması, Maraş falan diye düşünün. Burada 1977 1 Mayıs'ının burada pik noktasına ulaşmış olan solun, biraz kendi günahları nedeniyle de başka bir yere Türkiye'nin taşınmasına izin verdiğini bugün kabul etmek lazım diye düşünüyorum.

00:36:54 - İlk Tutuklanışı ve Devrimci Gençlik Dergisi Çevresi

Play segment

Partial Transcript: Şimdi yani 1977'ye kadar biz özellikle işte 75'lerde ortaya çıkan Devrimci Gençlik dergisi etrafında örgütlenmiş bir kümeydik. Ama artık bir gençlik hareketini aşan bir sol hareket vardı. Gençlik hareketini biz daha başka bir düzleme taşımak, bir halk hareketi haline dönüştürmek üzere bir değişiklik yaptık ve Devrimci Yol dergisi çıkmaya başladı. Ondan önce bir bildirge ortaya çıktı. O bildirge çeşitli kesimler tarafından tartışıldı ve kendi içinde bulunduğumuz siyasal kümeyi bir dergiyle de ifade etmeyi ve dolayısıyla onun bir dergisi olmayı da 1977 yılında şey yaptık. Ha bizim kişisel hikayemizde belki anlatılması gereken bir şey ilk hapisliğimiz olabilir. Ben 1976 yılında ODTÜ-DER davası nedeniyle Ankara Merkez Cezaevi'ne girdim. Merkez Cezaevi'nde Rızgari davası sanıkları vardı işte Mehmet Uzun falan vardı. Onlarla beraberdik. Hemen öncesinde Yılmaz Güney cezaevinde yatıyordu. Daha sonra Kayseri Cezaevi'ne gitti. İşte Taner Akçam. Daha sonra bir sürü noktada mücadele arkadaşı olacağımız bir sürü insanla da 1976 yılında Ankara Merkez Cezaevi'nde beraber olduk. Ve ben yaklaşık 4 aylık bir tutukluluktan sonra tahliye oldum. Tahliye olduktan sonra işte bu 1 Mayıs vesaireleri gündeme geldi. Dolayısıyla o dönemde cezaevlerinin haleti ruhiyesi de böyle bir cezadan daha çok böyle insanları daha bilinçlendiren daha kaynaştıran bir yapıdaydı. Biz sabahlara kadar, gözlerimiz patlayana kadar kitaplar okurduk. Birbirimizle tartışırdık ve sonuç olarak büyük bir dayanışma ve paylaşım içerisindeydik. O kültür zaman zaman kaybolan zaman zaman hayalet gibi çıkan bir kültürdür. İşte 00:39:00 orada çıkar bir cezaevi komününde tekrar edersiniz, çıkar bir toplumsal olayda, Gezi'de, hep karşınıza çıkar. Ve dolayısıyla hani kapitalizmin böyle insan dayanışması falan değil bireysel kurtuluş gibi ideolojilerin egemen olduğuna dair fikirleri hep bu pratiklerle de yalanlanır aslında. Ama sonuç olarak siz bunu politik bir şeyle tamamlayamadığınız müddetçe hep böyle spontane şeyler olarak da kalır. Solun 1980'lere kadar esas üstünde yürüdüğü çizgi buralardan mayalanmıştır diye düşünüyorum ben.

00:39:39 - Devrimci Yol'un Karakteristik Özellikleri

Play segment

Partial Transcript: Şimdi şöyle söyleyeyim birincisi, Devrimci Yol o günün politik görevlerini doğru kavradığı ve bunun gereklerini yerine getirdiği oranda kitleselleşen bir hareket oldu. Yani yekpare bir hareketten söz edebilmek mümkün değil. Yani mesela ODTÜ ÖTK'da Devrimci Yolculuk yapmakla, bir maden ocağında Devrimci Yolculuk yapmak bir Fatsa'da Devrimci Yolculuk yapmak çok böyle yüzde yüz birbirini benzeyen şeyler değil. Ama ortada bir zihniyet var, bu zihniyet birkaç noktada şey yapıyor. Birincisi, çok net olarak söyleyebilirim ki Devrimci Yol bir Türkiye devrimci hareketiydi. Yani o güne kadar bir sürü sol fraksiyon ya işte TKP ve Sovyet çizgisi işte efenim, Çin ve ÇKP çizgisi gibi biraz teorik görüşlerini, pratik yönelimlerini ülke dışında arayan biraz da şabloncu özellikleri olan insanlardı. Ya da kümelerdi. Devrimci Yol her zaman, her şeyden önce Türkiye devriminin kendi sorunlarının nasıl çözüleceğine, bu konuda nasıl bir yol yürünmesi gerektiğine kendi özgün teorisini yaratmaya çalışan bir hareket oldu. Kuşkusuz burada Mahir Çayan'ın fikirleri son derece önemli bir temel oluşturdu ama. Yani Devrimci Yol'la THKP-C arasında düz bir çizgi çekebilmek mümkün değil. Ya THKP-C Türkiye'nin işte 1969, 71 hatta 65-71 arasındaki sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak ortaya çıktı ama çok kısa bir deneydi. Ve 12 Mart koşullarında bir ağırlıklı sanki bir şehir gerillası özelliği olan bir hareket gibi algılandı. Oysa o da köylü mitinglerinden, öğrenci direnişlerinden, bugünkü pratiğin gerektirdiği şeylerden çıkmış bir hareketti. Ama Devrimci Yol hareketi, özellikle anti-faşist mücadele savunma çizgisini ortaya koyması, daha sonra sosyalizmle ilgili ifade ettikleriyle falan hem kitlesel güç olarak hem de teorik katkıları itibariyle THKP-C'nin aynı zaman bir aşılması şeklinde bir pratik de ortaya koyabildi. Ve ülke çapındaki yaygınlığı THKP-C ile 00:42:00karşılaş, karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. Şimdi bunun birinci sırrı dediğim gibi bu ülke topraklarına ayak basan, buradaki sorunları bu şekilde çözmeye çalışan bir yapı ortaya koymasıydı. İkincisi, bir mücadele örgütüydü. Yani bir mücadelenin içinden çıkıyordu. O günün en yakıcı sorunu da bütün mahallelerde, iş yerlerinde, okullarda falan çok ciddi bir faşist saldırı karşısında bir savunma hattını savunabilmesiydi. Ve bu savunma hattını bizzat, yerinde örgütleyerek bunu yapabilmesiydi. İşte diyelim, A mahallesi bir faşist saldırı altında. Orada o mahallenin çocukları var ve dolayısıyla onlarla buluşmayı becerebilen bir siyasal örgüt ve dolayısıyla onun ihtiyaçlarına cevap veren bir siyasal örgüt olunca ya bizlerin de öngörebildiklerinden çok daha büyük bir hızla büyüdü. Genel kuraldır yani bir organizmayı büyüten nedenlerle genellikle onun çöküşüne yer alan, neden olan şeyler aynıdır. Devrimci Yol da bu kendiliğindencilik, bu her tarafta kitle inisiyatifi, militan inisiyatifi, merkezin her yere yetememe hali aslında Devrimci Yol'u büyüten bir şeydi. Ama ne zaman ki mücadele sertleşti, artık bunun bir kurumsallaşmaya, bir o günün terminolojisiyle bir partiye dönüştürme hamlesi yapılamadı dolayısıyla onu büyüten nedenler biraz onu yenilgiye sürükleyen nedenler haline de dönüştü. Tabii bunun ötesinde biraz sosyalizm anlayışı da Devrimci Yol'u büyüten bir şeydi. Çünkü Devrimci Yol kitle mücadelelerine dışsal bir sosyalizm anlayışını savunmuyordu. Tam tersine kitlelerin kendi öz deneyimleriyle elde ettikleri bilginin üzerine, eylemin üzerine bir sosyalizm anlayışını savunuyordu. Bu Sovyetler Birliği'ndeki o reel sosyalizmin de köklü bir eleştirisine yol açıyordu bir. İki, sosyalist toplumun nüvelerini bugünden, bu mücadele içerisinden örmek diye ifade ettiğiniz şey halkla buluşma pratiklerinizi çoğaltıyordu. İşte Fatsa'da olduğu gibi, ÖTK'da olduğu gibi, Yeni Çeltik'te-- Çünkü biz sürekli bir halka bir şey öğreten değil onlarla beraber bir şey yapan bir kadro yapısına da sahiptik. Tabii bunun ötesinde şimdi söylemek çok zor ama ya Devrimci Yol'u asıl Devrimci Yol yapan bana göre ya üst kadronun pozisyonlarından daha çok, orta kadronun militanlığıydı. İşte ben hani kendimi öyle adlandırmayayım ama biz işte Devrimci Yol'da bir 20-30 kişilik bir orta kadroyduk. Yani 12 Mart sonrası ortaya çıkmış, 12 Mart sonrası mücadelenin içerisinde yer almış ve bu 20-30 kişinin bugün en az 10-15 tanesi hayatta değil. Yani o 00:45:00günkü mücadele içerisinde hayatta değil. Şanslı olanlar bizleriz yani oradan hayatta kalan. Ama o arkadaşlarımızın fedakarlığı olmasa herhalde Devrimci Yol diye bir şey de olmaz. Şimdi çok rahat yazılıyor işte akademik konuşmalar falan filan ama burada canlı kanlı "keşke yaşasalardı" diyeceğimiz bir insanlardan bahsediyoruz, somut hayatlardan bahsediyoruz. Tabii ki bugünün koşulları çok farklı, tabii ki bugün ülke çok farklı. Onların tekrar edilebilirliği yok ama dediğim gibi ruhu bazen Gezi'de, bazen bir Tekel Direnişinde, bazen 8 Mart Kadınlar Yürüyüşünde ortaya çıkıyor diye düşünüyorum ben. Devrimci Yol'u da Devrimci Yol yapan esas olarak bu özellikleriydi. Biz nasıl karşılaştık-- Şöyle söyleyeyim, biz 1974 yılında bir öğrenci hareketine başladığımız zaman eski devrim şey THKP-C pratiklerinden hiç kimseyle şahsi olarak tanışmıyorduk. Sadece bir sempatimiz vardı. Sadece bir şeyimiz vardı. Ve bir öğrenci hareketi yapmıştık zaten. Çok 1-2 arkadaştır o dönemden işte hapisten erken çıkmış falandır. Daha sonra 74 affından insanlar çıkıp bizlerle temasa başladıkları andan itibaren biz aslında Mahir Çayan pratiğini canlı kanlı yaşamış insanlarla beraber olabildik. O da bir, onlardan öğrenmemizi, bu dinamizmin onlarla birleşmesini sağladı. Ama şunu yine söyleyebilirim Türkiye'deki bütün siyasal kümeler de bu süreçleri böyle yaşadılar. THKP-C'den kişisel insan olarak yani insanlar olarak en az mirasın kaldığı hareket Devrimci Yol hareketidir. Örneğin THKP-C'den Halkın Yolu hareketini çok daha büyük isimler kalmıştı. İşte Necmi Demirler, İlkay Demirler, Necati Sağırlar. Ya da Kurtuluş Hareketi'ne işte Kaçaroğulları, Mahir Sayınlar, Şaban İbolar falan. Biz de hani şimdi sevimli bir ifadeyle söyleyeyim, kala kala 2 tane ihtiyar kalmıştı. O arkadaşlarımızın da birbirleriyle yani hani çıkma vakitleri değişik olduğu için dolayısıyla Devrimci Yol'a asıl ivmesini veren, o 12 Mart sonrası kuşak burayla iyi bir birleşim yakaladı. Yani hem bir tecrübe geldi. Ya çünkü bizim o günkü kafamızda gitseydi biz bambaşka bir fraksiyon olurduk. Öbür taraftan bize gelen teorik donanım ve bir tür perspektif genişliği Devrimci Yol'u bir noktaya getirdi. Üçüncü en önemli özelliği şudur, farklı mücadele şekillerinin aynı anda sürdürülebilmesidir. Yani bir yandan Demokrat Gazetesi gibi bir gazete çıkaracaksınız, bir yandan sendikalarda örgütleneceksiniz, mühendis odalarında; diğer taraftan mahallelerde faşistlerle çatışacaksınız falan 00:48:00filan. Baktığınız zaman bütün görevlerin aynı anda ve beraber yapılabiliyor olması da şunu gösteriyor: Mücadelenin olduğu yerde ona spot örgütlenme şekilleri bulabilme becerisi. Dolayısıyla bu da Devrimci Yol'u büyüten ve yaygınlaştıran bir şey. Bana sorarsanız, çok özet yapacak olursam sonuçta Devrimci Yol bir örgütten çok bir sosyolojik vaka. Yani Türkiye'de devrimcilerinin 1975-85 arasındaki fotoğrafıdır. Örgütsel yapısı elbette vardır veya katı bir hiyerarşisi, katı bir disiplini. Ama onu karakterize eden şey esas olarak 75-85 pratiğinin Türkiye solu açısından bir fotoğrafı olmasıdır.

00:48:49 - Kadın Hareketinin Eleştirilerine Dair

Play segment

Partial Transcript: Şimdi kadın devrimciler sorusu gerçekten özellikle kadın hareketinin yükselmesiyle beraber bizim de kendi kendimize sorduğumuz en çok sorulardan bir tanesi. Şimdi fotoğrafı 2 şekilde çizebiliriz. Devrimci yol evet, o günün çatışma ortamında çok fazlasıyla erkek bir hareket. Çok fazla kadın militan var, çok fazla kadın militan gecekondu çalışmalarına gidiyor, diğer alanlarda çalışıyor ama hiçbir zaman için bunların örgütün üst kademelerinde yer almasına dair bir şey yok. Bunun için özel bir çaba da yok bunu bir özeleştiri olarak da görmek gerekiyor. Kadın sorununun bu kadar önemli bir sorun olarak bizim bilgimiz dahilinde olmadığı da bir dönem. Şimdi ama burada bir anakronizm yapmak da doğru değil. Bazen şöyle oluyor çünkü "ya işte Ermeni sorunu üzerine Devrimci Yol niye bir şey söylemedi" deniyor. Yani şimdi biz 18 yaşında devrimcileriz. Ermeni sorunuyla ilgili bütün bilgimiz resmi kaynaklardan bize aktarıldığı kadarıyla. Elimizin ucuyla Marksizm öğrenmeye çalışıyoruz falan filan. Bu sorunların farkına varmamız hele hele o günün pratiği içerisinde çok sonralardan oldu. Yani dolayısıyla hani bugünün değerleriyle o günü yargılamak bana çok sağlıklı gelmiyor. Ama bu hani bir örgüt panoraması, bir dönem panoraması çiziyorsak bir eksi olarak yazılmalıdır burada ve bunun nedenleri üzerine belki biraz konuşmak gerekebilir. Ben Türkiye'de sol hareketin talihsizliğinin şu olduğunu düşünüyorum, mesela Nikaragua'da bu farklı oldu. Türkiye'de devrimci hareketin yükselişi kadın hareketinin neredeyse yok olduğu bir dönemde oldu. Ne zaman devrimci hareket yenildi kadın hareketinin yükselişi başladı Türkiye'de 1980'lerden sonra. Ya devrimciler yenildiler işte feminizm geldi, Kaktüs çıktı işte falan filan. Şimdi aslında bu iki hareketin yükselişleri denk gelebilseydi ben hem Devrimci Yol hareketinin hem de kadın hareketinin çok daha farklı 00:51:00 özelliklere bürüneceğini düşünüyorum. Çünkü başka bir açıdan da baktığım zaman 1980 yılından sonra yükselen feminizm baya liberter bir noktada yükseldi. Yani böyle çok devrimci dinamikleri, yani kadın hareketi açısından devrimci dinamikleri var da genel siyaset açısından. Hatta hani solun yenilgisinin böyle ciddi politik zeminler üzerinde gerçek, hakiki hareketler üzerinden olmaması solun kendi yenilgisini de doğru düzgün tartışamamasını getirdi. Ya solun yenilgisi biz cezaevlerindeyken Nokta dergisinde "birey olamadık, sevgilimizin elini tutamadık, oradan örgütlü şefler vardı" falan düzeyinde eleştiri oldu. Ya kadın hareketinin gerçek bir eleştirisi olsaydı bizi çok sarsar ve doğru noktalara da sürükleyebilirdi. Çok benzer bir durum Kürt hareketi içinde geçerli. Yani bizim Devrimci Yol döneminde bize denk düşen Kürt hareketi esas olarak işte arkadaşlarını öldüren, Kürdistan'a gidenlerin kafasına silah taşıyan, şiddet, şedit bir hareketti yani o dönemde. Dolayısıyla sağlıklı bir ilişkinin kurulmasının olmadığı süreçler yaşadık biz. Tabii burada birilerini kabahat çıkartmak açısından konuşmuyorum çünkü Devrimci Yol hareketi sonuçta çok olgunlaşmış, bütün teorisi yerli yerinde falan filan bir hareket olma şansını yakalayamadı. 5 senelik bir hareketten söz ediyoruz. Hatta 3 sene. 3 senelik 4 senelik hareket de ölümler, çatışmalar vesaireler ve çok genç insanlardan oluşan bir hareket. Yani ben Devrimci Yol hareketinin içine girdiğimde 18 yaşındaydım. Hapishaneye girdiğimde 23 yaşındaydım. Yani 18-23 yaş aralığındaki bir çocuk bilse ne kadar bilebilir yani. Dolayısıyla böyle biraz hani kendi çocukluğumuza olan toleransla yaklaşıp, çok exaggerate etmeden-- Bazen bugün arkadaşlarımız da öyle bir Devrimci Yol anlatıyorlar ki. Yani hani biz falan. Öyle, öyle de bir durum yok. Her şeyi realitesi içerisinde değerlendirmek lazım. Bana göre iyi bir tanım, Devrimci Yol işte o 75-85 yılları arasında Türkiye devrimciliğinin fotoğrafıdır. Eksiklikleriyle, yanlışlıklarıyla. Ama Türkiye'deki sol fraksiyonlar içerisinde de hani bugüne en yakın, bugünün değerlerine en yakın ve sürdürülür olan yanıyla da Devrimci Yol hareketidir. Ya bakın bugün Devrimci Yol geleneğinden gelmiş bir sürü küme, bir sürü hareket, bir sürü şey vardır. Ama onun dışında onu çok keskin eleştiren ve "silahlı mücadeleyi kullanmadı falan filan." Bu hareketlerin hiçbirisinin bugün bir kıymeti, harbiyesi kalmamıştır. Yaşayan esas olarak yani bugünün koşullarında ne kadar yaşıyorsa, o 00:54:00hareketin genel ideolojik yapısıdır yani öyle söyleyeyim.

00:54:11 - Darbe Günü ve Hazırlıklar

Play segment

Partial Transcript: Valla 12 Eylül 1980 gününü tabii ki hatırlıyorum. Şimdi tabii 12 Eylül 80 gününden önce biz artık bir öğrenci lideri olmaktan ciddi ciddi böyle 3-5 kişiyle görüşebilen işte o evi değiştiren, o evden çıkan falan bir tür ya tabiri mazur görün ama "şehir gerillası" gibi yaşayan bir hayatın içindeydik. Yani sürekli olaylar oluyor. İşte Maraş olmuş. Maraş'ın arkasından mahallelerde çatışmalar, silahlı mücadeleler falan. Dolayısıyla biz 12 Mart, şey günü ben Ankara'da bir evdeydim. Gaziosmanpaşa'da bir evdeydim. Darbenin olacağı da bize 2 gün önceden haberdar edilmişti. 2 gün önce haberimiz olmuştu 12 Mart darbesi olacağı-- şey 12 Eylül'ün. Dolayısıyla bu darbenin olacağı duygusu da biraz ilişkileri toparlama konusunda bir kılavuz gibi görüyorduk kendimizi. Darbe karşısında ne yapabiliriz? Öyle olursa ne olur? Bir Türkeşçi darbeyse bunun karşısında ne yapabiliriz? Normal hiyerarşi içinde bir darbeyse ne yapmış olabiliriz? Ve hemen yani o kendi 3-5 kişilik komitemiz içerisinde bunları değerlendiren işte birtakım tedbirlerle bir kısmını İstanbul'a bir kısmını yurtdışına falan. Yani bir tür, hem mücadeleyi sürdüren hem de kısmen ricat etmenin koşullarını yaratan bir hazırlık süreci içerisine girdik.

Özellikle işte ordu içinden birtakım yüzbaşıların Birikim çevresinden birilerine, Birikim çevresinden birilerinin bize aktardığı ve sonuç olarak beklenen bir şeydi. Daha sonra bunlar yazıldı, çizildi, üzerine konuşuldu. Dolayısıyla biz o 2 günü bir tür kendi stratejimizi kurma ve onun yarattığı şeyler üzerinden kurgulamak zorundaydık. Ama tuhaftı yani mesela biz çıktık. Askerler, yollar kesilmiş falan. Biz, işte "aranan militanlar" olma ihtimalimiz de varken sokağı çıkıp "apartman yöneticisiyim" diye vesaire iki mahalle ötedeki yere de gidebilen bir rahatlık içerisindeydik. Daha sonra da hemen taşraya geçtik tabii. Oradaki örgütlenmeleri bir tür ortak politika etrafına sevk edebilecek toplantılara. Başka bir açıdan da eylemlere devam ediyorduk. Böyle 30-40 kişilik korsan yani "Cuntaya Hayır!" eylemlerine ki hani bir demoralizasyon ve bir dağılma olmasın diye.

00:56:53 - Darbeden Sonraki Yakalanma Süreci

Play segment

Partial Transcript: Sonra işte 1 buçuk ay bunlarla uğraştıktan sonra yakalandık. Yakalandıktan sonra uzun bir emniyet süreci ve arkasından 00:57:00çok uzun bir hapishane süreci--

Ankara Gaziosmanpaşa'da. İşte bu faaliyetin içerisindeyken Çevre Sokak'ta bir eve giderken merdivenlerin orada iki taraftan kesilmiş şekilde yakalandık yani hani ondan sonra hemen işte DAL diye ifade edilen yere götürüp. Zaten büyük bir operasyonun içindeydik biz. O operasyonda bazı yerleri boşaltmak, bazı insanları çıkartmakla falan ya onun trafiği içinde yakalandık yani. Yoksa "hadi kaçalım" deseydik yakalanma ihtimalimiz tabii ki yoktu ama hem faaliyeti sürdürmek-- Dolayısıyla bir operasyonun parçası olarak da böyle bir durum ortaya çıktı.

00:57:46 - İşkencelerin Başlaması, DAL İşkencecilerinin Kimliklerini Oluşturma Süreci

Play segment

Partial Transcript: Ya sonra çok ağır işkenceler tabii. Öyle az buz da değil. Hani çok öyle nasıl üstünde konuşulur-- Herkese olduğu kadar yani. Hatta biraz yönetim, biraz yönetim düzeyinde olduğumuz için belki herkesten de daha fazla. 3 ay falan DAL'da kaldık. Sonra bir 3 gün, 4 gün Mamak ve hastane süreci oldu. Sonra bir 3 ay daha. Yani yaklaşık toplam 190, 200 gün falan DAL'da işkencede kaldık. Sonra Mamak Cezaevi falan öyle gittik.

Bütün bunların hepsini yazdığımız için daha önceden. Bizim orada enteresan bir hikayemiz oldu. Biz, sonuç olarak bize işkence yapan örgütü cezaevinde çözdük. İsim isim çözdük. Rütbeleriyle, numaralarıyla, robot resimleriyle. Yani bir kontur, şey olarak çalıştık. Nasıl yaptık bunu? Şöyle yaptık.

Ankara'da, Ankara'da Emniyet Müdürlüğü'nün altındaki zemin katı olan bir yer. O zamanki Emniyet Müdürlüğü. Şimdi herhalde hala aynıdır. DAL'ın başında Kemal Yazıcıoğlu vardı. Sonra Ordu valiliği falan yaptı. İşte Rıdvan Güler vardı, Bahadır Öztürk vardı. Bunları isim isim biliyoruz biz. Şimdi bilme şeklimiz de şu, şimdi çok uzun süre bir yerde kaldığımız için. Çünkü ilk baştan bir hareket edemiyorsunuz çünkü bu askı denilen şey, "Filistin Askısı" denilen şey sizin kollarınızı böyle oynatmanıza imkan tanımıyor yani hani nasıl söyleyeyim, el kol hareket edilmiyor yani. Şöyle falan olmak zorunda kalıyorsunuz. O 1 ay, 2 ay falan da geçmiyor. 1-2 ay sonra kıpırdamaya başlıyorsunuz işkencede. Ya vücudunuz azıcık kendine gelmeye başlıyor. E sonra etrafı gözlüyorsunuz. Yani oranın saati çok farklı. Saat kaçta tıkırdıyor, oradan gelen ayak sesinden Ahmet mi geldi Mehmet geldiye kadar bir duyarlılık oluşuyor insanda. Sonra bizim böyle DAL grubunda çelik kapılar var ve şeyler var, böyle açılıp içeriye bir şey verme gibi küçük pencereler var. Sonra bir baktık biz bu küçük pencereler biraz tıkırdıyor mıkırdıyor falan. Ya 01:00:00açılabilir görülüyor. Eğer elinizi uzatabilirseniz de kapıyı açabiliyorsunuz. Ama kapıyı açtığınız zaman çıktığınızda bir işkenceciyle karşılaşırsanız mahvolmuşunuz demektir. Onların olmadığı saatlere ilişkin birtakım şeyler oluşuyor falan. Sonra bir nöbet değişimleri var bunların çok kısa bir süre. Yani şöyle söyleyeyim şimdi siz aşağıda hücrede kalıyorsunuz, sizi işkenceye götürecekleri zaman bir kağıt imzalıyorlar. Ya bir defter var, bu defterde imzalıyorlar ki siz aşağıda ölürseniz ya da başınıza bir şey gelirse aşağıdakinin sorumluluğu, yukarısı falan. Şimdi bütün sorguların biz böyle olduğunu çözdük. Sizi aldıkları zaman, işkenceye ya da sorguya götürürken aşağıya sicil numarasını, imza atıyor, gidiyor. İsim yok. Ha şimdi baktık biz böyle bir şey. Ondan sonra açıp koridora bakmaya başladık. O 6-7 dakikayı öğrendik yani artık. 6 aydır orada kalıyorsunuz. Şimdi orada şöyle şeyler oluyor, kelepçeyle kalorifer borusuna insan asıyorlar ayakta işte arkasına da bir kağıt yapıştırıyorlar işte. "Buna su, tuvalet yasak" diye. Şimdi biz ondan sonra önce onları kopartmaya başladık insanların arkasından. Çünkü öbürü evine gidiyor. Geliyor, yasak mı değil mi bilmiyor. Yani dolayısıyla bir dayanışma olarak gelişti. Ondan sonra baktık orada bir defter var ve defterde bir sürü sicil numarası var. Bu sicil numaralarını kaydetmeye başladık. Kaydettik sicil numaralarını, kaydettik, kaydettik. Sonra bunları çeşitli paraların maraların üstüne yazdık falan. Bu paralar dağıldı. Sonra 1, 1 buçuk sene de o paralar bir yerde toplandı cezaevinde ve tek tek sicil numaraları çıkmaya başladı. O arada bizim işkencede ölen Behçet Dinlerer diye bir arkadaşımız vardı. Behçet'in dava dosyalarını aldık. İyi resim çizen arkadaşlar vardı. Melih, Oğuzhan Müftüoğlu. Bunlar işkencecilerin robot resimlerini çizmeye başladılar. Baya böyle bakıyorsunuz hani gazetelerde olur ya "Soyan bu" diye. Aşağı yukarı benzer çıkar. Öyle şeyler çıkmaya başladı. Sonra herkes ifadesinin altında o sicilleri görünce ya "bu buydu, bu buydu" diye insanları birbirine tarif etmeye başladık ama bu benim dediğim 3 sene falan sürdü yani. Hani orada az görüşme imkanı falan. Sonra Behçet Dinlerer'in davası gelince bunlar savunma için kendi sicil numaralarıyla "Kenan Evren bana ödül verdi" işte "bilmem ne sicil numarası Bekir Pullu." Savunma dosyasına koymuşlar. Şimdi bizim elimize geçince siciller, isimler ve resimler oturdu.

Uzun maceradan sonra böyle bir işkencecileri ortaya çıkartan, DAL grubunun bütün şemasını ortaya çıkartan, "şefi kim, kime bağlı, altta kim, işkence timi kimdir" diye bir şemayı çıkarttık biz. Ondan mahkeme başlayacağı zaman söz aldık ve dedik ki işte böyle böyle şimdi bu 01:03:00işkence örgütünü anlatacağız falan. Ortalık karıştı. Çünkü bu, bu yolla toplanacak bir bilgi olduğuna dair şey yok yani onun içinden bir istihbarat olmadan yapılabilir gibi görünmüyor. Ama bu gerçek öyküdür yani böyle bir ortak, kolektif emeğin üstüne yükselmiştir. Dolayısıyla onu daha sonra o zaman "2000'e Doğru" dergisine gönderdiydik. O da yayınladı işte "DAL grubu, Devrimci Yol davasını sorgulayan" falan. Onlardan birçoğu sürü sonra vali, emniyet müdürü işte narkotik şube müdürü oldu. Bir kısmı mafya çatışmalarında öldürdüler birbirlerini falan. Öyle bir grupla beraber de bir 6 ayımız geçti yani öyle söyleyeyim.

01:03:49 - Mamak'a Geliş

Play segment

Partial Transcript: Şimdi Mamak'a biz götürüldüğümüz zaman belli sayıda insan koğuşlara konmadık. Biz doğrudan doğruya hücrelere konduk. Ben yaklaşık 8 sene falan bir hücrede kaldım.

Evet, ağırlıklı tek başıma yani bazen faşistlerden karıştır, barıştır-- Yani şöyle söyleyeyim idam edilecek faşistler olursa bizim yanımıza koyuyorlardı ki arkadaşları onlara bir şey yapmasınlar diye. İşte Ali Bülent Orkan, Piyangotepe, Fikri Arıkan hatta İbrahim Çiftçi bir ara. Sonra o ayrıldı falan. Onlarla falan zaman zaman işte beraber kaldığımız ya da Levon Ekmekçiyan gibi yan yana kaldığımız insanlar da oldu. Zaman zaman da bazen cezaevi kalabalığına göre 1-2 tane devrimciyle kaldığımız zamanlar da oldu ama ağırlık tek başına.

6 metrekarelik bir yer. Bir tane tuvalet, bir tane ranza. Yani o kadar. Aşağıdan bir şeyle bir şey veriyorlar. Görebildiğiniz yer, koridoru görüyorsunuz yani. Orada da sürekli nöbetçi askerler. Tabii sayımlar oluyor, sayımlarda ciddi dayak atıyorlar. Yani işte İstiklal Marşı'nı söyle, söylemezsin yok şunu yap, bunu yap falan gibi. Böyle itiş kakışların bol olduğu bir hadise. Dolayısıyla biz 2 yıl boyunca Devrimci Yol sanıklarının hiç birbirini göremediği bir süreç olarak yaşadık onu. Kimi hücrede, kimi koğuşta, kim nereye geldiğini, nasıl bir şey olduğu, buradan nasıl bir çıkış yolu olacağı falan algısı çok yok.

01:05:20 - Avukat Görüşleri

Play segment

Partial Transcript: Ha avukat görüşleri o dönemde var, başlangıçtan beri var ama şöyle var. Bir anda yasaklıyorlar aile görüşünü. Ya aile görüşünü zaten sürekli yasaklıyorlar ya iki kere gidiyorsunuz, üçüncüsünde kavga çıkıyor yasaklıyorlar falan. Mehdi Bektaş benim avukatımdı, İbrahim Tezan benim avukatımdı. Ağırlıklı bizim yani benim kendi savunmamı onların üzerinden yaptım. Zeki Tavşancıl yine benim avukatımdı. Ahmet Atak o davaya giren arkadaşlardı. Sonra Uğur Alacakaptan gibi Veli Devecioğlu gibi sonra o tip, daha böyle hukuksal olarak yukarıda olan avukatlarla da 01:06:00danışmanlık ya da mütalaalar alırdık. Avukat yine şeyin arkasında olurdu yani tel örgünün arkasında olurdu. Öyle oturarak avukatla görüşme söz konusu değildi. Ama her avukat görüşüne gitmek mutlaka bizim için bir falakayla sonuçlanırdı. Yani doğru yürü, elini şöyle yap, elini böyle yap diye. Yani Mamak yani toplama kampı gibiydi bizim dönemimizde ve biz dolayısıyla hücreden çıkmayı da çok istemezdik yani. Ve oradaki en büyük hikaye tabii, bütün bu travmayı, yenilgi travmasını, arkadaşlarınız işkencede ölmüş, 6 ay boyunca işkence sesi dinlemişsiniz, kendinize çok ağır işkenceler yapılmış falan. Bunu tamir edebilecek bir, bir araya geliş olmadı yani olsaydı belki daha farklı süreçler olabilirdi.

01:06:55 - Açlık Grevleri ve Aile Görüşleri

Play segment

Partial Transcript: Tabii buna ilk tepki işte 82 yılında yapılan bir açlık greviydi. Çok çabuk kırıldı, biz çok az sayıda insan kaldık. Sonra 84'te ikinci büyük açlık grevi, 50 günlük. O cezaevi koşullarını epey bir değiştirdi işte havalandırmalarda beraberlikler, avukat görüşü, açık görüşleri falan filan. 1984 yılına kadar yani Mamak dayak yenilen, işte pata küte hücre ya 8 metrekarelik hücrede geçiriyorsunuz zaten hayatınızı, 6 metrekarelik. Bir de her kapıştığınızda 1 metrekarelik yerde 15 gün hücre cezası 15 gün. Orada da 1 metrekarelik karanlık bir mekanda kalıyorsunuz. Orada da birkaç kez öyle şeyler oldu. Açlık grevinde oraya atıldık falan. Yani biraz bunları hani anlatmak istemediğimden değil de çok anlatıldı bunlar hani birinci el ağızdan anlatmak zor diye söylüyorum. Yani biz yaklaşık 8 senesi hücrede olan, 6 ay Emniyet Genel Müdürlüğü'nde işkencede olan bir hayatın sonunda Bursa Cezaevi'ne gittik. E tabii tahliye olmuş gibi olduk orada. Arkadaşlarımızla beraber konuşuyoruz, tartışıyoruz, şey yapıyoruz falan. Sonra da 91 yılının temmuzunda tahliye olduk. O günden beri de işte, çıktığımızın birinci haftasından beri de yani bugünü kavrayışımıza ilişkin politikanın içerisindeyiz. Sonra ÖDP süreçleri. ÖDP'de başkan yardımcılığı yaptım ben. Arkasından vakfın kuruluşu, arkasından tekrar ÖDP içi ayrılıklar, sol parti falan aklınıza gelebilecek-- Hani Cumartesi Anneleri, Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık şey Bir Dakika Aydınlık eylemleri falan. Yani bütün hayatımız 18 yaşından beri politikanın içinde geçiyor.

Ya şimdi açık görüşün çok böyle olmadığı bir dönemde perde arkasından işte zaman zaman uzun görüş yasaklarıyla falan 5 dakikalık 01:09:00görüşmeler olarak yaşadık biz bunu. Açık görüş olduğu zaman 1-2 kez görüşebildik. Sonra 1900--Ya benim annemle babam ben cezaevindeyken vefat ettiler. Yani böyle ikişer, üçer ayla vefat ettiler. Dolayısıyla onların ölümüne tanıklık edemedim ben. Dolayısıyla dışarı çıktıktan sonra da bir vakit geçirme ihtimalim de kalktı yani. Öyle bir şey yoktu. Ama abimlerle hala vakit geçiriyorum yani. Öyle söyleyeyim.

01:09:35 - Tahliye Süreci ve Dışarıya Adaptasyonu

Play segment

Partial Transcript:
Şimdi bizim aslında çıkmamız da biraz mücadeleli bir şey oldu, şöyle bir şey oldu. İşte bir af kanunu tartışılıyordu mecliste. Af kanununa göre biz çıkıyorduk. Herkes yani hiç çıkabiliriz diye düşünmeyen o arada tünel falan kazıyorduk zaten yani çıkacağımız gün hatta esprili oluyordu "tünelden mi çıkalım, aftan mı çıkalım" falan diye. Şimdi o gün meclise gitti. Biz bekliyoruz, büyük bir ihtimalle yasa çıkacak diye. Son dakika MHP'li orijinli olanlar bir önerge verdiler ve solcular içeride kaldı. 146'ya 1'den yargılandık biz. İdam cezası almıştım ben. 146'ya 1'den yargılananları af dışı bırakan bir şey yaptılar ve biz bir anda hani o cezaevinde senelerce içeride yatmış, dışarı çıkma umudu olan, eşyalarını geri göndermiş falan insanlar bir anda muazzam bir yıkımla karşı karşıya kaldılar. Yani ne kadar inançlı, devrimci olursanız olsun biraz sarsıcı bir durum bu tabii. Onun üzerine bir içeride bir kampanya başladık işte anayasa mahkemesi üzerinden. İşte Anayasa Mahkemesi, çeşitli insanlara mektuplar yazıldı falan. Baya ciddi içeriden bir kampanya örgütledik. Ve sanıyorum o af kanunundan 4 ay sonra falan Anayasa Mahkemesi bozdu bunu eşitlik ilkesi açısından. Ve biz tahliye olduk. O 4 ay Bursa Cezaevi'nde hem çok dramatik hem de çok eğlenceli bir dönemdi. Ya çeşitli, millet çeşitli oyunlar üretmek zorunda kaldık. Dedik ki ya "Biz hani her yerden mezun olurken bir şey yapılır yıllık çıkartılır. Biz de burada bir 11 yıllık çıkartalım" dedik. Orada insanların birbirleriyle ilgili 11 yıldır izlenimleri, düşünceleri falan. Onlar kaleme alındı falan böyle bir eğlenceli de bir dönemdi. Sonuç olarak çıktık. Çıktığımda hatırladığım şey şu, dünyadan bir sürü basın gelmiş. BBC'si bilmem Reuters'i falan filan. Böyle büyük bir demir kapı orası, böyle şu kadarcık da bir delik var. O delikten görüyorsunuz daha kapı açılmamış, dışarıdaki kalabalığı görüyorsunuz. Fotoğraf makinaları, kameralar, 01:12:00bütün dünya basını, Türk basını falan. Bizim içeride Baha Çetintaş diye bir arkadaşımız vardı. O da fotoğraf meraklısıydı. O da fotoğraf makinasıyla bekliyor. Kapı açıldı onlar bizi çekecekken Baha onları çekti. Böyle bir hoşluk kalmış benim aklımda. Ve dolayısıyla arkadaşlarımızla vedalaştık işte hapishaneden çıktık, Bursa'dan ilk defa gördüğümüz bazı cihazlar görerek işte araba telefonu falan gibi İstanbul'a doğru yollandık ve geldik işte. Öyle 2 gün 3 gün uykusuzluk. Uykusuzluğun sebebi dünyanın her tarafından telefon, dünyanın her tarafından ziyaret. Tam uyuyorum Avusturya'dan Ahmet arıyor, oradan Müge arıyor, öbür taraftan derken böyle bir hayata geldik. Tabii bir hafta sonra falan ancak sokağa çıkabildik. Yani arada bir gidip soluk almalar dışında. Sonra tek başına çıkma durumu kaldı, en zoru oydu. Tek başına çıkmışız. Ben İstanbul'u az buçuk biliyorum ama para bilmiyorum yani kaç paradır, ne nedir. Adam bir olay anlatıyor var mı falan. Böyle 1 ay falan da taksicilere yalanlar söyleyerek geçti. İşte "yurtdışından geldim, şu para kaç para, taksi nedir" falan diye. Ondan sonra adapte oluyor insan. O arada biz işte yeniden hani Demokrat gazetesiydi, İşçilerin Sesiydi, vakıftı falan diye yine politik hayatın içine girdik

01:13:30 - Darbeden Hesap Sorma Pratikleri

Play segment

Partial Transcript: Solun yenilgisi ve bütün bu süreçleri yaşayanların yenilgisi çifte yenilgi olarak yaşandı dünyada. Yani bir inandıkları sosyalizm fikrinin çok büyük bir değer yitimine uğraması; iki, örgütsel olarak bütün varlıklarının ortadan kaldırılması. Ve asıl bu işte öncü olabilecek kesimlerin de büyük oranda araya çok kesikli bir tarih girmesine yol açabilecek uzun cezaevi süreçleri. Yani bunu dışarıdaki bir sürü insan da yapabilirdi ama içeride canlı, yaşayan bir cezaevi süreci olduğu zaman siz bu değerlendirmeyi çok nesnel ölçülerde yapamıyorsunuz. Ya hataları görmeyen bir şekilde yapmak zorundasınız işte insanlar içeride falan filan. Şimdi çıktıktan sonra buna ilişkin denemeler oldu. Hatta biz dışarıdayken insan hakları dernekleri, o insan hakları derneklerinin mücadelesi ki bunların yüzde 99'u eski politik pratiklerden insanlardır. Devrimci Yol'dan gelen insanların İHD'nin kurulması, İnsan Hakları Vakfı'nın kurulması, bütün bunun dokümante edilmesi konusunda çok önemli katkıları vardır yani. İşte daha sonra işte o Emil Galip, Emil Abilerin, Murat Çelikkanların, Ayşe Bakkalcıların, Metin Bakkalcıların çok ciddi bir insan hakları pratikleri vardır ve bu pratikler de aslında bütün bu 01:15:00belleğin ortaya çıkması, bunun yapılması konusunda çok önemli emeklerdir. Peki biz bunları nasıl bir politik bir noktaya taşıyamadık? Hatta ve hatta bırakın politik bir noktaya taşımayı böyle bir politik şeyi elimizden kaçırdık. Yani 2010 referandumunda sanki 12 Eylül tasfiyesi bugünkü mevcut iktidar tarafından yapılabilecek gibi bir boşluk bıraktık ortada. Bunun birkaç nedeni var, bana göre birkaç nedeni var. İnsan hakları derneklerinin hemen politize olmaya başlaması ve o günün aktüel mücadelesini de kendilerine özdeşleşmiş görmeleri ve dolayısıyla biraz araçsal bir şey gibi görmeleri. Yani insan hakları mücadelesinin aslında başlı başına bir değer olmadığı konusundaki fikirleri. İki, Türkiye'nin tarihi çok kesikli bir tarih. Yani bir anda işte 12 Eylül diyorsunuz, arkasından bir Kürt meselesi yaşanıyor. Bu sefer Beyaz Toroslar, kayıplar vesaireler falan gibi. Dolayısıyla bütün bunların hepsi anında dönemsel, büyük oranda politize olduğu için bu kesikli tarih bize bir birikim yapma imkanını azaltıyor. Ya şimdi ve bellekte silinmeye başlıyor. Şimdi siz bana bir sürü soru soruyorsunuz. 45-50 yıl önceki olaylardan bahsediyoruz. Yani ben ancak soyutlama yapabiliyorum. Ha, bizim içimizde bunları isim isim tutan falan yani pratik zekası orada olan bir sürü arkadaşımız var ama yani ben artık öyle hani hatırlayamıyorum o kadar şeyi. Ha anlattığı zaman bir arkadaş sohbetinde falan rahatlıkla konuşuyoruz falan ama bütün olup biteni soyutlama şeyimiz var. Şimdi üçüncüsü, ya bir dönemin ortadan kalkması, bir dönemin hesabının sorulabilmesi o Güney Afrika, Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi bir demokrasi, bir demokratik yükselişi gerekli kılar. Türkiye'deyse 12 Eylül'den sonra pek de böyle imkanlar olmadı. Hep yine sağ iktidarlar yine hani demokrasinin kısıtlı olduğu dönemler ve bunu hani hak etmiş teröristlerin başına gelmiş bir olgu olarak gören bir ideolojik yanılsama da var. Halbuki burada konuştuğumuz dünya görüşü ne olursa olsun esas olarak bir insan hakları sorunu etrafından konuşuyoruz. Ama 12 Eylül'ün belki de hiç üzerinde durulmayan çok önemli bir yanı da vardı. Tamam bir sürü sıradan insana işkence yapılan bir dönemdi yani bütün köylerde, kasabalarda işkence tezgahlarının kurulduğu falan. Ama aynı zamanda bir sürü sıradan insanı da işkenceci yapan bir dönemdi de o. Şimdi adam köyünden gelmiş, Mamak Cezaevi'nde bir tane asker. O yanındakini falakaya çekiyorlar. Bir bakıyor, iki bakıyor. Sonra ya korkudan ya insanın içindeki o işkenceci ruhun çıkmasından ya ideolojik olarak doktrine edilmesinden o 01:18:00 köylü bir anda bir işkenceciye dönüşüyor. 12 Eylül böyle onlarca insan yarattı yani. Çünkü işkencecileri sadece uzmanlar olarak görmeyin. O uzman polisler buna göre yetişmiş falan filan olabilir ama Türkiye'nin bütün cezaevlerinde sıradan erler işkencenin önemli bir parçası haline getirildi. Yani dolayısıyla bir hesaplaşmama bir suç ortaklığının yaygınlığıyla da ilgilidir diye de düşünüyorum yani. Böyle, aklımdan geçenler bunlar.

01:18:33 - 12 Eylül'ün Etkileri ve Sonuçları

Play segment

Partial Transcript: Şimdi, çıkmazdı. Çıkmadı da zaten. Ve ben de sonucunu hani bunun tiyatromsu bir şey olduğunu, olduğu şeklinde değerlendiriyorum. Belki de gerçek bir hesaplaşmanın üstünü kapattı diye düşünüyorum. Bir politikanın parçası haline getirildi, yani arkadaki daha büyük bir plan ve bu plan 15 Temmuz'da sonuçlarını ortaya koyduğu yani yargının ele geçirilmesi falan. Onun üstüne bir şeker dökümü gibi bir şeydi ve dolayısıyla bu solda büyük bir kafa karışıklığına yol açtı. Şey, şöyle değilim ben "ya yetmez ama evetçilerin yüzünden oldu" falan filan. Yani öyle değil. Ama solun hegemonik olarak oraya eklemlenmesinde çok büyük bir rol oynadı bu. Çünkü Türkiye entelektüeli-- ya solun entelektüel kesimi buna kapıldı gitti. Bu bana göre biraz da yanlış bir cumhuriyet tarihi okumasıydı. Yani işte Kemalizm var, Kemalizm'in dışladığı kesimler var Kürtler, siyasal İslamcılar falan. Kemalizm'den kurtulursak bunların demokrasisiyle bir yere varırız gibi. Ta İdris Küçükömerler'den başlayan zaman zaman Kemal Tahirlere uzanan bir Kemalizm'in hani böyle kendi modernliği, ilericiliği ya da sınıfsal özü üzerine hiç derin bir analizi ifade etmeyen, biraz da Amerikan sosyolojisi kavramlarıyla böyle askeri vesayet gibi süslenen, popülarize edilen bir ideolojik bulanıktı bence bu yani. Dolayısıyla böyle bir bulanıklıktan ve böyle bir eşitlemeden zaten gerçek bir yüzleşme çıkamazdı. Yani siz çıkıp Balgat'ta kahve taramış biriyle, Erdal Eren'i eşitleyerek atılan nutuklarla, bir sağdan mektup okuyup bir sol falan. Böyle popülarize edilebilecek olan bir şey değil bu. Bu gerçekten insan hakları nerede başlıyor, nerede bitiyor ve bu insan hakları ihlallerinin arkasındaki devlet mekanizmasını ortaya koymadan böyle bir şeyi yapamazsınız, hesaplaşmayı yapamazsınız. Dolayısıyla zaten kendi dünya görüşü olarak insan hakları gibi kavramlar yakın olmayan bir politik şemsiye altında da bunun yapılabileceğini düşünmüyorum. Bunun bir gerçek talep olması lazım. Bu gerçek talebi bir insani duyarlılıkla karşılayabilecek bir muhatap olması lazım. Şimdi Latin Amerika'daki insan 01:21:00hakları örgütlerinin, zaman zaman kiliselerin ya insan hakları duyarlılığı bizle kıyaslanamayacak kadar çok derin. Yani dolayısıyla Türkiye, zaten kendisi şedit bir toplum yani şiddetle yaşayan bir toplum. Böyle insan hakları ihlallerinden büyük feveranlar çıkartabilen, onun hesabı sorulsunları yapan bir şey değil. Hatta hatta kendi hesabını kendi sormaya mütemayil. Bunun hukuksal formları altında olmasını çok da benimsemeyen işte "kızıma tecavüz edilirse gider onun cezasını veririm, öldürürüm" diyen, "ona işkence yaparım" diyen. Şimdi bizim cezaevinde mesela en büyük tartışmamız şuydu, hepsi solcu devrimci. "İşkencecini görsen işkence yapabilir misin?" Şimdi bunu tartışıyorduk biz. Yani bunu tartışıyoruz. Anlatıyorsun, "ya böyle bir şey olur mu yani onun gibi, onun aynılaşman olur mu?" E sonra soruları inceltiyor. "Peki o arada, o arada arkadaşlarına baskına gidiyorlar, 3 tane arkadaşın ölecek o arada yapar mısın?" falan gibi. Aslında hani kategorik olarak reddedilmesi gereken bir şeyi spesifik bir şeyde doğrulatmayı zorluyordu. Bu aslında solda bile böyleyse yani işte bütün toplumda niye hesaplaşamadığımızın göstergesi bence.

12 Eylül'ün yaptığı en büyük kötülüğün ben siyaseti halktan tekrar elitlere taşımak olduğunu düşünüyorum. Yani çünkü Artvinli bir öğretmen, Yozgatlı bir çiftçi, Trakyalı bir tane üniversite öğrencisi-- Hepsi politikanın parçasıyken, parçası haline gelmişken bütün bunların bastırılması, bu örgütlenme ve kendine özgüvenin ortadan kaldırılması Türkiye'nin gerçekten görebilmiş olduğu en fedakar en yurtsever bir kuşağın bu kadar büyük bir baskıyla yok edilmesi Türkiye'yi bir çöle döndürdü. 12 Eylül ne yarattı derseniz, bugün içinde boğulduğumuzu hissettiğimiz toplumsal ilişkileri yarattı. Yani bugünün siyasal aktörlerine kapı aralaması bile 12 Eylül açısından çok büyük bir günahtır diye düşünüyorum ya bu topluma ödemesi gereken. Çünkü herkes kendi suretinden bir dünya yaratır. Bizim o gencecik çocukların suretindeki dünya çok güzel bir dünyaydı bence hala. Ama bugün kendi suretlerinden dünya yaratanları görüyoruz. Mafya çatışmaları, kadın tecavüzleri, tarikat yurtlarında ırzına geçilen çocuklar, rüşvetler vesaireler falan. Bunu yarattı 12 Eylül yani bunun karşısındaki bir gücü bastırarak bunu yarattı. Yani dolayısıyla bu topluma yapılmış en büyük kötülük diye düşünüyorum ben hala. Ya tek değil ama tabii ki en büyük kötülüklerden biri.

01:24:02 - Mücadeleye Devam Etmek

Play segment

Partial Transcript: Ya doğrusunu söylemek gerekirse çok ağrına gidiyor insanın tabii. Yani senin zamanında böyle pısırık pısırık yanında duran insanlar, hiçbir toplumsal fedakarlık için bir şey yapmamış olan insanların bugün iktidarda olmaları ve solun bu kadar güçsüz, solun bu kadar ezilmiş, solun bu kadar ötelenen itelenen bir noktada olması büyük bir şey veriyor yani büyük bir üzüntü veriyor. Ama Amerikan filmlerindeki gibi "hadi toplanın gidiyoruz." Gezi oluyor, hep beraber toplanıyoruz ekip gidiyoruz. Türkiye toplumunun ben çok bugünkü siyasal İslamcı ideolojinin kalıplarına sokulabileceğine inanmıyorum. Yani dolayısıyla kadınların mücadelesini görüyorum işte Boğaziçi Üniversitesi gibi aslında bizim hani mücadele geleneğimizde çok da küçümsediğimiz bir yerdeki mücadeleyi görüyorum. Sokaktaki insanları görüyorum. Bütün imkanlarıyla insanların üstüne çullanıyorlar. Hala toplumun çok büyük bir bölümünü ikna edememişler. Ha bu tam bizim anladığımız devrimci formlar altında akan bir siyaset değil. Ama onun yarattığı bir birikim diye düşünüyorum ben. Bugün sizin kendi hayat tarzınızı rahatlıkla yaşayabileceğiniz herhangi bir taşra kasabası alın İstanbul--Türkiye'de. Mutlaka solcuların ayak izi vardır. Solcuların ayak izi olmayan hiçbir yerde ne kadınlara ne iki kadeh rakı içenlere ne işte camiye gitmeyenlere hayat hakkı yoktur. Solun nerede ayak izi varsa kadınlar için de kendi hayat tarzını yaşayan insanlar için de bir özgürlük zemini vardır. Deneyin, Hopa'ya gidin bir. Bir de Yozgat'ın bir ilçesine gidin. Yozgat'ın yanındaki Bahadın'a gidin, farklıdır. Ya bunları hani biraz da bizim, bizden önceki kuşağın falan mücadele etmiş ve hala mücadele eden insanlara borçluyuz diye düşünüyorum ve onlara çok haksızlık ediliyor. Yani benim duygum bu yani. Ha biz? Biz sonuç olarak solculuğa devam ediyoruz böyle geldik, böyle gideceğiz. Hayatımızın son düzlüğünde iyi koşmamız lazım. Bütün bizle bugünü yaşayamayacak bir sürü arkadaşımıza da bir gönül borcumuz var diye düşünüyorum ben.

01:26:23 - Devrimci Yol'un Özeleştirisi

Play segment

Partial Transcript: Ya şimdi Devrimci Yol adına "Devrimci Yol yaptı" diye konuşabileceğim biri yok. Ben dahil biri yok yani bir sürü şey var.

Simdi bunu bir kolektif bilinç olarak, kolektif olarak yaptı mı? Bence yapmadı. Yapabilir mi? Yapamaz da. Çünkü Devrimci Yol'un genel bakış açısı şudur, THKP-C'yle ilgili değerlendirmeyi yaparken de bunu söyleyebiliriz. Geçmiş hareketin eleştirisini yapabilecek bugünün yeni bir devrimci hareketidir. Yani eğer bir daha bir Devrimci Yol olursa, bu Devrimci Yol'un özeleştirisini yapacaktır diye düşünüyorum.