Emel Atatürk 1

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - Çocukluk ve Aile Yapısı

Play segment

Partial Transcript: Türkiye'de doğmadım, annem ve babam aslında büyük ailede çeşitli yerlerden göçmüş olanlar var fakat annem ve babam birkaç kuşak aile Bulgaristan muhaciri. 1972 yılının kasım ayında göç ettik Türkiye'ye. Ben küçük bir çocuktum geldiğimizde. Nasıl bir ortama doğdum-- Aslında o yılların, hepinizin tahayyül edebileceği tipik bir Doğu Bloku ülkesi, büyük blokların ortasında büyük bir parkın olduğu, ama çocukluğumun çok güzel geçtiği bir Filibe'nin bir banliyösünde doğdum ve büyüdüm aslında. Göç edene kadar büyük yaşamım orada geçti. Hiç Türk arkadaşım yoktu. Yaşadığımız yerde çok az Türk ailesi vardı. Dolayısıyla aslında içine doğduğum dil Türkçe olmadı. Evin içinde hep Türkçe konuşulurdu ama ben belki tam günlük bir okula gitmenin de etkisi olabilir, kendimi pek Türkçe ifade etmedim. Türkçem de çok iyi değildi aslında Türkiye'ye gelene kadar. Annem babam çok küçük yine tahayyül edebileceğiniz belki seyrettiğiniz filmlerden ya da kitaplardan, çok küçük bir evdi yaşadığımız ev. İki küçük odadan ibaretti aslında bir de iki odanın açıldığı ortak mutfak alanı gibi bir, bir yapısı vardı. Ama çok sempatikti, güzel bir balkonu vardı. 4 katlı bir evdi. Bütün bu ayrıntıları şunun için anlatıyorum aslında biraz. Benim hafızamda hep çok keyifli ve güzel zamanlara tekabül eden bir bir alan orası. Cici annem Bulgar'dı, kapı komşumuzdu. O 4 katlı apartmanın bir katında bir Ermeni aile, bir katından bir Rum aile otururdu ve gerçekten de çocukluğumu öyle yaşadım. Onların çocukları olmadığı için Paskalya'da yumurtalarını ben dağıtırdım. Anneannem mevlüt okuduğunda onlar gelir ve dinlerdi. Sol eğilimli bir aileydi annem ve babam. Ama geniş ailede aslında her türlü siyasal eğilim vardı. Dolayısıyla onların göç süreçlerinde farklı sonuçları da oldu. Ailenin farklı farklı bireyleri bakımından. Ama hani 00:03:00annem, babam, anneannem, dedem, teyzelerim, dayılarım özellikle anne ailem ama baba ailem için de söylenebilir adalet duygusu güçlü insanlardı. Eğitime çok önem veren ve neredeyse onlar için uğruna her şeyin verilebileceği bir şeydi iyi, iyi bir okulda okumak, çok okumak, dünyayı anlamak gibi değerler çok önemliydi hepsi için.

00:03:40 - Türkiye'ye Göç

Play segment

Partial Transcript: İradi gibi görünen ama iradi olmayan bir süreç aslında. Çünkü Balkan Harbi'nden bu yana ailenin farklı bireyleri parça parça çeşitli göçlerde Türkiye'ye göç etmişler. Aile hikayesinden bildiğim kadarıyla ve özellikle anneannem bütün kardeşlerini, annesini, babasını, ailesinin önemli bir bölümünün Türkiye'ye uğurlamak zorunda kaldığı için ben kendimi bildim bileli hep çok hüzünlü, dünya iyisi, kocaman kalbi olan, çok tatlı bir insandı ama hep çok hüzünlü bir kadındı ve onların bu herhalde bütün bu ayrılık ve parçalanmışlık duygusundan kurtulmak için aldıkları bir karardı. Çok kolay olmamış çünkü anlatılan hikayelerden bildiğim kadarıyla babam o zaman aslında profesyonel bir futbolcu yani o ülkelerde profesyonel olunmuyor ama bir yandan çalışırken bir yandan da hep futbol oynamış ve iyi bir futbolcu. Annem de bir ilkokul öğretmeni. Teyzelerim işte teyzem, dayım, ailenin farklı bireyleri hepsi çeşitli üniversitelerden mezun olmuş o şartlar altında aslında II. Dünya Savaşı'nın içine ve sonuna doğmuşlar çünkü. Olabildiği kadar devam etmişler eğitimlerine ve hepsinin işte o şartlar altında iyi sayılabilecek meslekleri ve bir pozisyonu vardı. Göç kararının alınmasıyla birlikte hepsi işlerinden ihraç edildi. Annem-- Tam süresini hatırlamıyorum ama belki 1 buçuk, 2 yıla yakın bir markette peynir sattığını söyler, anlatır. Aynı şekilde göç etmek için başvuran diğer Türk asıllı öğretmen arkadaşlarıyla birlikte. Onun kendilerinde böyle çok onur kırıcı bir, bir süreç olduğunu ve aslında o güne kadar hiç o kadar dışlandıklarını hissetmediklerini ama onun kendileri için büyük bir 00:06:00kırılma noktası olduğunu anlatırlar. Ben o süreçleri hatırlamıyorum. Aynı şey babam için de geçerli tabii ki. Ama dostluklar düzeyinde günlük hayat pratikleri düzeyinde doğrusu böyle bir şeyi ben çok hatırlamıyorum, ailem de böyle anlatmıyor meseleleri. Çok büyük bir uğurlama töreni olduğunu hatırlıyorum anneme. Çok severdi bütün arkadaşları dediğim gibi içlerinde hiç Türk yoktu ama hepsi birbirini çok severdi ve böyle gerçekten fotoğrafları da vardır hatta. Yani şarkılarla, türkülerle, büyük çiçeklerle uğurladılar. Aynı şekilde babam için de öyleydi. Dediğim gibi günlük hayatta böyle bir ayrımcılık hissetmişlerdir zaman zaman. Hep şöyle şeyler anlatılırdı işte Bulgaristan Komünist Partisi'ne o zamanki ülkeyi yöneten partiye işte üyelik zorlamaları oldu, üye olmayan Türklerin bir, bir nevi farklı kabul edildiği ama bunun günlük hayat pratikleri bağlamında dediğim gibi çok ayrımcı bir his yaratmadığını düşünüyorum ne onlar için ne de biz çocuklar için. Eğer öyle olsaydı bu kadar şaşırtıcı olmazdı yaşanan o sert kırılma. Benim içinse tamamen şok edici bir süreçti herhalde çünkü hiç hatırlamıyorum. O büyük göç sürecini, sonradan hep düşünmüşümdür kolay bir şey olmasa gerek. Yani kapılara kamyonların dayanması, eşyaların yüklenmesi, her ne kadar yaşam eşyalarının göç sırasında getirilmesine çok izin vermediklerini biliyorum o nedenle zaten herkesin sadece 1 evi ve 1 arabası vardı. Onları satıp paraya çevirerek orada bir, bir, bir satın aldığınız bir şeye dönüştürerek o satın aldığınız şeyleri de Türkiye'de satarak paraya dönüştürüyor idiniz tekrar. Biz-- O şeyi hiç hatırlamıyorum, yani nasıl evin nasıl boşaltıldığını, arkadaşlarımla nasıl vedalaştığımı. Onları yıllar sonra annemin anlattıklarından böyle küçük küçük sahneler halinde; kaçtığımı ve saklandığımı ve onların hiçbiriyle vedalaşmadığımı biliyorum. Bizimkilerin de bütün bu 00:09:00işte sattıkları evlerinin ve arabalarının karşılığındaki tutarı sayısını hatırlamıyorum ama birkaç tane piyano, birkaç tane motosiklet, işte bazı Türkiye'de para edebilecek birtakım şeylere çevirip öyle getirdiklerini hatırlıyorum. Çünkü göç sırasındaki yani Türkiye'ye ilişkin ilk anım Kapıkule'de böyle işte II. Dünya Savaşı filmlerinden hatırladığınız şeyler gibi önde yolcu vagonları, arkada da yük vagonlarının olduğu bir uzun trenlerdi onlar. O içinde işte tahayyül edebilirsiniz içinde birkaç tane piyanonun ya da birkaç tane motosikletin olduğu büyük kasaların ne kadar büyüklükte olabileceğini. Öyle birtakım enteresan süreçlerden geçerek geldik ve ilk hatırladığım yani evimizin eşyaları olarak bildiğim şeyin birkaç tane piyano, birkaç tane motosiklet olduğu. Bazılarının işte bütün bu taşınma süreçleri sırasında zaten zayi olduğu, kişisel eşyalarımızın ve hatıralarımızın.

00:10:19 - Uyumlanma Süreci, Yeni Komşular

Play segment

Partial Transcript: Zor bir süreçti herhalde yani hem ailem için hem benim için büyük bir kimlik kaybı çünkü. Muhtemelen daha sonra benzer hiçbiri birbirine benzemez aslında hepsi biricik ama yine de ne kadar benzetebilirsek bu tür travmatik süreçler yaşayan halklarla başka bir empatim olmasının sebeplerinden bir tanesi herhalde bu büyük kimlik kaybı. Çünkü sebebi ne olursa olsun geldiğiniz yerde birisiniz, gittiğiniz yerde hiç kimsesiniz. Her şeye sıfırdan başlamanız gerekiyor ve onun tabii ki belki yaşamda insanı güçlü kılmaya dair önemli anlamlı katkıları olabilir ama aynı zaman da çok büyük bir mücadele ve büyük bir, büyük bir parçalanma aslında hani tekrar muazzam bir zorlama var çünkü orada aslında. Yeniden göç ettiğiniz topraklarda ya da dominant topraklarda o kültür neyse oraya uyum sağlamak için her şeyi sizden aslında oraya uyum sağlayabilecek parçalarınızı çıkarıp birleştirmenizi bekler. Sizde olan ya da doğal olarak yaşadığınız parçaları değil. O çok büyük bir baskı ve insan o uyum sürecinden geçmeden kendisi gibi olamıyor. O uyum sürecinin de kendine ait 00:12:00bir sürü başka huzursuzluk yaratan insanı hırçınlaştıran yanı var. Böyle. Sanırım bu kategorik olarak her yaş kuşağında başka başka sonuçlara yol açmıştır. Belli bir yaşın üstündekiler için farklı zorlukları olmuş olabilir. Biz çocuklar için bambaşka. Çünkü yani Türkçe bilmediğim ve yani iyi Türkçe konuşamadığım ve işte her konuşmaya başladığımda-- Bu arada Türkiye'ye geldiğimde normal şartlarda aslında ilkokul 3'üncü sınıfa başlamış olmam gerekiyordu. Bu da ayrı bir mücadeleydi. Çünkü okuma ve yazma bilmediğim için sıfırdan başlamamı yani 1.sınıftan başlamamı istediler. Ve çok hızlı bir şekilde ve biraz travmatik bir şekilde okuma yazma öğrenmek zorunda kaldım ama böyle birdenbire konulmuş olduğum 3.sınıfta uzun yıllar çocukların ben konuşmaya başladığımdaki sempatik hareketleri tırnak içinde, hep hafızamda taşındı. Dolayısıyla herhalde zor süreçler bunlar benim kişisel hikayemde böyle ama aslında galiba bütün bir zorla aidiyet oluşturma hikayelerinde burada benzer yanlar var.

İstanbul'a geldik. Bizim ailenin Balkan Harbi sırasında göç eden ilk kuşağı o yıllarda Bakırköy'e yerleşmiş ve annemin halaları ve teyzeleri orada bir ev tutmuşlar. Biz dolayısıyla hiç görmediğimiz bir, bir eve onlar tarafından tutulmuş bir eve yerleşmiş olduk. O da ayrıca ilginç bir süreçti tabii. Eşyaların taşınması bakımından, 5.kat bir evdi ve eşyaların-- yani orada yaşadığımız apartmanda apartman sandıkları çok büyüktü ve o getirebildikleri birkaç parça eşya bu yeni tutulan evdeki sandıklardan yukarıya taşınamadığı için birtakım vinçlerle falan taşıdılar eşyaları. Ama o ilk taşındığımız apartmanı ve oradaki karşılamayı çok hoş hatırlıyorum. Çok sıcak davranmıştı herkes. Bunda belki bizim evimizde o zaman televizyon olmasının da etkisi vardır. Türkiye'de televizyon çok yaygın değildi hala. 1972'nin demek ki sonlarında bile. Ve şeyi hatırlıyorum gerçekten böyle bir nereden bakarsanız 10-15 00:15:00kişilik bütün komşu efradının toplanıp bizim evde televizyon seyrettiği fotoğraflar var gözümün önünde. Ama sempatikti.

00:15:15 - Gitmek ve Kalmak Arasında Günler, Zorluklar

Play segment

Partial Transcript: Epey bir zaman aslında evde "gidelim mi, dönelim mi" tartışmaları sürdü. Babam dönmek istedi. Çünkü vatandaşlık başvurusundan sonra o süreç, süreçlerin tamamlanması bir zaman alıyor ve o zaman dilimi içinde de bir iş başvuru yapılamıyordu herhalde. Çok hatırlamıyorum o süreci ama aşağı yukarı böyle gelişmiş olmalı ki hatırladığım kadarıyla 1 yıla yakın burası, "biz burada yaşayamayız" diyen, "dönelim" diyen babamla; "bu kadar zorluk yaşadık ailemiz burada. Oraya dönsek bu sefer başka zorluklarla karşılaşacağız, kalalım" diyen annem arasındaki gerilimle yaşandı. Sonra tabii ki çok zor bir karardı herhalde, kalmaya karar verdiler. Tam ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama herhalde 1 buçuk yıl sonra gibi olsa gerek. Annemin önce bir ataması geldi ve oradaki bir ilkokula. Annem çalışmaya başladı. Babam zaten ağırlıkla futbolla ilgilendiği için ve artık belli bir yaşın üstünde olduğu için Türkiye'ye göç ettiğimizde 40'lı yaşlardaydı ve artık futbol oynayabilecek yaşı geçmişti. Uzun süre başka işler yapmaya çalıştı. Çok gerçekten parlak bir insandı. Oradayken yani Bulgaristan'dayken şimdiki bilgisayarların toplandığı gibi kendisine göre ideal olarak tanımladığı arabaların parçalarından araba yapmış, kaportasını Sovyetler Birliği'nden getirerek o zamanın hiç kimsede olmayan araç tasarlamış enteresan bir insandı. Ve hala onu tanıyan kuşaklar arasında anlatılan bir, bir böyle böyle çok keşfeden, tasarlayan yanı anlatılan bir tarafıdır. Buna rağmen aslında yetenekli bir insan olmasına rağmen Türkiye'de uzun yıllar yine bu alanda çalıştı ama zaten uzun yıllar dediğim, zaten bana göre yıllarda muhtemelen çok, her şey çok uzun ve sonsuz gibi yaşandığı 00:18:00için 5-- Türkiye'ye göç ettikten 5 yıl sonra aslında bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Annem bundan sonra tek başına aslında büyüttü bizi, denilebilir. Sonra zaten parça parça ailenin diğer bireyleri başka başka göçlerde geldiler. Her zaman aralarında iyi bir dayanışma oldu aslında ve öyle ayakta kaldılar bir miktar. Çünkü yani, tartışmalı boyutlarıyla bile olsa, sosyalist bir ülkeden ve onun düşünsel ve kültürel ya da zihni dünyasından gelip bir kapitalist ülkenin zihni, düşünsel, varoluşsal neyse, şartlarına uyum sağlamaları bence çok uzun zaman aldı. Belki hala daha uyum sağlayamadıklarını söylemek pek de yanlış olmaz. Hep çalıştılar yani annem sanıyorum 61 yaşında emekli oldu. Ve o disiplini her zaman baki oldu, hala da çok mücadeleci bir insandır. Bizim için de bunun, biz çocuklar için de benim için de kız kardeşim için sanıyorum mükemmel olmamız gerektiğine dair bir izdüşümü oldu. Çünkü sonradan gittiğiniz yerde biri olmak istiyorsanız herkesten daha iyi olmak zorundasınız gibi bir böyle bir nasıl tarif edeceğimi bilemediğim belki bir zihni kodlama yaratmaya çalıştı. Sadece annem değil tahmin ediyorum ki aslında göç eden ailelerin birçoğunda olmuştur bu varoluşsal ne diyeyim, zorlama. Ama herkes bir şekilde yaşam içinde, yıllar içinde kendi yolunu buldu. Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim ama, benim için sanırım önce yani adalet duygusunun bu kadar güçlü olması önce sol dünyayla tanışmama, sonra da insan hakları dünyasıyla ve hak mücadelesiyle ilişkilenmeme sebep oldu. O bakımdan evet yani ruhumda taşıdığım bütün zorluklarına rağmen yine de çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum bütün o süreçlere.

00:20:55 - Eğitim Hayatı, İdollerin Ortaya Çıkışı

Play segment

Partial Transcript: 72-- yani aslında o darbe ve sonrasını hemen çok iyi hatırladığımı 00:21:00söyleyemem. Muhtemelen bütün o ev içi yaşanan travmatik süreçlerin ve uyumlanmaya zorlanmanın etkisiyle evin içindeki küçük dünya ya da okuldaki küçük dünya doğrusu öndeydi. Onları uzun bir süre şöyle hatırlıyorum aslında kişisel hüküm açısından bakarsam çok okumak benim için bir bir zorunluluktu bir yanıyla. Çünkü Türkçeyi iyi konuşmak ve kendimi iyi ifade etmek istiyordum. Öte yandan işte bir çeşit herhalde bir denge kurmam gerekiyordu sınıftaki diğer çocuklarla ve bütün o ya derslerde iyi olma zorunluluğu hissettiğim bir süreç aslında beni okumanın zevkli tarafıyla tanıştırmış oldu ve o yıllardan itibaren aslında galiba hep böyle çok okuyan çok düşünen çok okuyanlarla, çok büyük bir hayranlık ilişkisi kuran bir çocuktum. Ama bu bizim ailemizin de paylaştığı bir şeydi dediğim gibi. Bu böyle bir, yine de enteresan aslında bugün durduğum yerden bakınca. Çünkü 1 yıl sonunda herhalde ben böyle baya hani hem sınıfın hem de okulun iyi öğrencileri arasına girmiştim ve böyle o yılları bilenler hatırlayacaktır birtakım böyle yarışmalar vardı çeşitli gazetelerin düzenlediği böyle bir küçük okul takımı gibi bir şey vardı. Ben o okul takımına girmiştim ve böyle ince ince ansiklopedi okuduğumu hatırlıyorum mesela. Kitap bulamazsam ansiklopedi okurdum. O zaman tabii ki böyle bilgisayar falan gibi şeyler yoktu. Nasıl bir birikim oluşturduğunu bilmiyorum onların. Ama bir şekilde bir zaman sonra herhalde hepsi farklı farklı faktörlerle bir, bir birleşim ve bir birikim oluşturuyor ve ortaokula geçtiğimde bunun önemli bir kimlik olduğunu, insanın her şeyi unutabildiği, kendine başka dünyalar kurabildiği ve güzel dünyalar kurabildiği bir, bir yer olduğunu fark ettim aslında okumanın. Daha çok edebiyat okuduğum zamanlar tabii. Yani hakikaten kelimenin tam anlamıyla önüme ne gelirse okuduğum bir zaman dilimiydi. Sonra-- Bu arada ben hiçbir böyle şey sınavına girmedim. Henüz bilmediklerini ya da 00:24:00 bunu hiç fark etmediklerini düşünüyorum ailemin. Böyle birtakım özel okullar ya da Anadolu lisesi sınavları gibi. Ömrümde ilk sınav benim üniversite sınavı. Ve böyle çok hemen, en yakın ilkokula gittim ve oradan çıkınca da en yakın ortaokula gittim, oradan çıkınca da en yakın liseye gittim. Hepsi bizim mahallemizin içinde olan okullardı. O zamanki Bakırköy tabii ki şimdiki Bakırköy gibi değil yani annemlerin evinin olduğu sokakta birkaç tane apartman vardı. Geri kalan evler eski ahşap konaklar ya da işte 2 katlı, 3 katlı cumhuriyet apartmanlarının, dönem apartmanlarının olduğu bir yerdi. Ve herkesin herkesi tanıdığı bir flora vardı. Mutlak değilse de en azından birkaç sokak, sağınızı solunuzu ve bütün esnafı tanıdığınız bir, bir zaman dilimiydi.

00:25:00 - ''Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve o zaman çok güzeldi.''

Play segment

Partial Transcript: Mutlak değilse de en azından birkaç sokak, sağınızı solunuzu ve bütün esnafı tanıdığınız bir, bir zaman dilimiydi. Bunu da şunun için söylüyorum, bu böyle ortaokul yıllarının sonu herhalde ya da belki de lise 1. Ortaokul ve liseyi de aynı mahalledeki okullara giderek okudum dolayısıyla ve o yıllar aslında yavaş yavaş Türkiye'nin gençlik hareketlerinin yükselişte olduğu ve bütün yani günlük, günlük yaşamımız devam ederken herkesin okuduğu bütün okullarda, ortaokuldan liseye ya da üniversiteye kadar idollerinin bu abiler ve ablalar olmaya başladığı zamanlardı aslında. Koltuklarının altındaki kitaplarıyla ve böyle kalın gözlükleriyle, parkalarıyla ben hatırlıyorum bizim mahalledeki küçük işte deniz kenarındaki kafelerde oturup tartıştıklarını ve hararetli konuşmalarını izlediğimi ve buna büyük bir hayranlık duyduğumu, büyük bir güven duyduğumu ilginç bir şekilde çoğuna, bunu böyle aslında tabii ki romantize ve idealize ettiğim bir yerden söylemiyorum ama aslında gerçekten o o günkü şartları düşündüğümde bir realite olarak söylüyorum. Tüm bu süreçleri içine 00:27:00katıp düşündüğümde bugün bir bir daha genç kuşakların bu kadar çok okuduğu, bu kadar çok tartıştığı ve bu kadar çok düşündüğü ekonomi-politik üstüne ya da dünya meseleleri üstüne ve bu yaygınlıkta bir dönem olmuş mudur ondan çok emin olamıyorum aslında. Bu tabii ki sadece Türkiye değil dünyayla da ilgili. Dünyanın bambaşka bir dönemi olmasıyla ilgili. Neticede 70'li yıllar dediğimiz bütün o eşitlik, özgürlük, kardeşlik ülküsünün açığa çıktığı ve sol dünya tarafından yüksek sesle dillendirildiği zamanlar aslında dünyadaki 68 hareketinin Türkiye'ye biraz gecikerek de olsa geldiği zaman dilimine tekabül ediyor. Ortaokulu bitirdikten sonra Bakırköy Lisesi'ne devam ettim ve aslında gerçek anlamda galiba hani sol dünyayla ilk defa orada tanışmış oldum ve sol örgütlenmelerin de aslında epey bir liseler düzeyinde başladığı bir zaman dilimiydi. Bugünden geriye dönüp baktığımda aslında o gün hiçbir sol, soldan yana tercih yapan lise öğrencisinin ya da üniversite öğrencisinin çok bilinçli tercihler yaptığını düşünmüyorum. Bu belki de benim yaklaşımım. Fakat şöyle bir süreç değildi aslında söylemek istediğim o. Bütün sol kitaplar okundu, bütün sol örgütlerin ne dediği tartışıldı, aslında analiz edildi ve ben bunların hepsini kendi düşünsel süzgecimden geçirdim, şimdi artık bu hareketin içinde yer almaya karar verdim gibi bir şey değildi aslında temel olarak söylemek istediğim şey o. Gerçekten biraz o yanıyla romantik seçimlerdi. Ama bu tabii ki bambaşka bir, bir düşünme ve tartışma alanı olabilir. Üstüne uzun uzun konuşulacak çok şey var ama bu değerini ortadan kaldırmaz. Aslında söylemek istediğim şey o. Gerçekten bambaşka bir kuşaktı. Murat 00:30:00Uyurkulak'ın Tol kitabının açılış cümlesi yanlış hatırlamıyorsam "Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi" gibi bir cümle yazar ve hakikaten öyle bir şeydi. İnsanların, genç insanların ve aslında her yaştan insanın dünyayı değiştirebileceklerine inandıkları ve bunun için kendilerini de bu mücadelenin bir parçası olmaya karar verdikleri ve adım attıkları bir zaman dilimiydi. Tabii ki şimdiden geriye dönüp bakıldığında bambaşka şekilde kritik edilebilir mesele ama dediğim gibi bu yanını ve bu değerini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz.

00:31:00 - Dönemin Politik Florası

Play segment

Partial Transcript: Lisedeki abiler, ablalar olarak söz ettiğim kuşak daha çok üniversite kuşağı o zaman bize göre. Ben çünkü bu sözüne ettiğim yıllarda 15-16 yaşlarındayım. Aslında bugünden geriye dönüp baktığımızda yapılan şeyler neydi? Bir kere okul gazetesi çıkarmak. Herkesin okuduğu kitapları ya da işte Türkiye'nin ya da dünyanın meseleleriyle ilgili ya da edebiyatla ilgili ya da bilimsel gelişmelerle ilgili çeşitli yazılar yazdığı, makaleler yazdığı çoğu aslında basılmayan, duvar gazeteleri şeklinde olan ama sürekli olarak değişen dolayısıyla o o gündemi yakalamaya çalışan, onların toplantılarının etrafında örülen birtakım işler vardı. Bütün şimdiden yani geriye dönüp baktığımda bana çok ilginç gelen bir şey bu, neredeyse bütün derslerde, bütün öğretmenlerin -lise için söylüyorum bunu- öğrencileri gerçek muhatap kabul edip, ciddi tartışmalar yürüttükleri, o münazara dediğimiz şeylerin inanılmaz yüksek bir düzeyde gerçekleştiği ve ben edebiyat öğretmenimle aramdaki ilişkiyi hatırlıyorum mesela sürekli olarak kitap önerirdi ve biz oturup sürekli olarak kitapları tartışırdık. Ve o tartışmalarda enteresan bir eşitlik vardı böyle bir, bir öğretmenin tabii ki bir öğrencisiyle tartışmasıydı bir yanıyla elbette. Ama öte yanıyla o kadar kesintisiz okuma yapılan ve o kadar çok tartışılan ve düşünsel dünyanın o kadar 00:33:00büyük bir sıçrayışta olduğu bir zaman dilimiydi ki -kümülatif olarak, bütün toplumsal düzeyden söz ediyorum- sanırım o enteresan bir eşitlenme yaratıyordu ilişkilerde. Bunun dışında aslında galiba özellikle lise düzeyindeki çalışmalarda spesifik olarak, örgütsel çalışma olarak tarif edilebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum bugünden geriye baktığımda aslında. Okumaların ve tartışmaların yapıldığı ve o tartışmalar üstünden o güne dair birtakım sonuçların çıkarıldığı ve bazı eylemliliklerin gerçekleştirildiği bir süreçti o aslında. Aşağı yukarı bütün örgütlenmelerin de buna benzer bir çalışma tarzı olduğunu düşünüyorum. O gün Türkiye'nin meselesi ne idiyse ona ilişkin yapılan bir gösteri varsa oraya katılınırdı. Yahut da işte o mesele ne idiyse ona dair bir toplantı düzenlenirdi ve orada çıkılır, konuşulurdu ve tartışılırdı. Buna benzer şeyler. Bir yani bu boyutuyla dolayısıyla tabii ki belki bazı ya örgütlenmelerin kendi çalışma şeklinin ya da tercihlerinin devamı olarak da gerçekleşen başka bazı çalışmalar da olmuş olabilir. Ama ben lisede böyle bir çalışma içerisinde yer almadım. Dolayısıyla lise sürecim için buna benzer bir, bir şey söyleyemem yani spesifik bir süreç anlatamam. Bütün o süreçleri düşündüğümde aklımda kalan sanırım en çarpıcı durum bu eşit ilişki, bütün bu, bugünden geriye dönüp baktığımda baskılanmamış -bir yanıyla evet, büyük bir devlet baskısı vardı, yavaş yavaş kriminalizasyon başlamıştı bütün sol dünyanın ve öğrencilerin üzerinden- ama hiç şüphe yok ki Türkiye'nin o günkü genel durumuyla, genel florasıyla ilgili bir şeyden söz ediyorum burada. Bunu hep düşünüyorum. O yıllarda Türkiye'nin nüfusunun 44 milyon olduğunu, 44 milyonu biraz aşan bir nüfus, 00:36:00yıllar sonra birtakım çalışmalar nedeniyle biraz ayrıntılı baktığımda ve geriye dönüp ilişkileri birleştirerek düşündüğümde aslında bu kadar idrak ettim. Bu 44 milyonluk nüfusun içinde hatırlayacaksınız insan hakları kuruluşlarının verilerini, insan hakları derneğinin. 1 milyon 683 bin kişi yanlış hatırlamıyorsam ya da o, o civar bir rakam. Fişlenen, yargılanan insan var. Ve yüzbinlerce insan ağırlıkla sol davalar olmak üzere yargılandı ve bu tabii aşağı yukarı sokakta gördüğünüz her 40 kişiden 1'nin bir şekilde sol dünyayla ilişkilendiği bir zaman dilimine tekabül ediyor bu anlattığım flora ve bu flora bugünden geriye-- ya bugün tahayyül etmesi biraz zor olabilir ama gerçekten bambaşka bir zaman dilimiydi Türkiye'nin yani genel olarak örgütlenme düzeyinde ve tüm toplumsal kesimlerin, tüm meslek gruplarının örgütlendiği ve sendikalarda, meslek kuruluşlarında öğrencilerin, işte avukatların, tabip odalarının, insan hakları kuruluşlarının ve bütün bunlar aslında genel toplamda böyle bir habitat yaratıyordu o günün Türkiye'sinde. İçinde üniversite öğrencisinin de olduğu, lise öğrencisinin de olduğu işte kamu çalışanlarının da olduğu, doktorun da olduğu, öğretmenin de olduğu herkesin bambaşka bir dünya tahayyülünde buluştuğu ve o tahayyülün bir parçası olan herkese saygı duyduğu, insanların birbirini geliştirmeye çalıştığı hiç şüphe yok ki çok sert şekilde de eleştirdiği. Onu tekrar söylemiş olayım, tabii ki çok eleştirilecek tartışılacak tarafları da vardır o dönemin. Ama bu boyut hakikidir ve gerçekten bu, bu, bu değerli tarafın ne kadar üstünde düşünülse o kadar az bence. Daha sonraki yıkım düşünüldüğünde özellikle.

00:38:40 - Sol ile Tanışması, 12 Eylül'ün Gelişi

Play segment

Partial Transcript: Solla tanışmam aslında-- belki şöyle tarif edeyim onu. 1. ve 2.sınıflarında lisenin aslında biraz daha radikal sola meylettiğim bir, bir dönemdi ve bu tabii ki tam da babamın ölümünden sonraki yıllara denk 00:39:00geldiği için evde ciddi bir huzursuzluk yarattı. Fakat bu tarif ettiğim ya oku, okumamanın çok önemli olduğu dolayısıyla bir şekilde şöyle bir, bir cümleyle belki izah edebilirim o gün, o zamanlarda evdeki psikolojiyi. Annem sanırım hep bir başıma bir şey geleceğinden endişe ederdi. Ama bir yanıyla da çok saygı duyardı aslında hani yaptığım şeylere, inandığım değerlere. Bunu şuradan anlardım, bütün arkadaşlarımı hep çok korumuştur mesela. Hepsine çok evini açmıştır, hep kendi doğruları çerçevesinde destek olmaya çalışmıştır herkese. Dolayısıyla böyle bir desteği vardı ama çok korkardı tabii ki. Çünkü çatışmaların çok sert bir şekilde başladığı yıllardı. Ben tabii ki küçüktüm o, o nedenle belki de bir şekilde "benim çocuğumun başına gelmez" diye düşünmüş olabilir ama yine de bunun için çok endişelendiğini hatırlıyorum. Bu anlattığım küçük mahalle ortamı içinde de zaten ben herhangi bir gösteriye gittiğimde ya da mitinge katıldığımda ben eve dönmeden anneme onun haberi gelmiş olurdu. Ciddi tartışmalar oldu aramızda. Engellemeye çalıştığı zamanlar oldu. Ama sonuçta zaten 12 Eylül çok sert bir şekilde her şeyi kesti ve bambaşka bir zaman dilimi yaşanmaya başladı evin içinde. 12 Eylül olduğunda ben demek ki 16-17 yaşındaymışım. 80 yılında. Ve tahmin ediyorum ki hiçbir zaman kendim dahil, başıma böyle bir şeyin gelebileceğini düşünmemiştim. Sonuçta bu kadar genç bir insanın gözaltına alınması ve o günün şartlarındaki bütün o sonraki gözaltı ve yargılama sürecinin yaşanacağını ben düşünmemiştim yani bu ihtimal olarak her zaman vardır tabii ama sonuç olarak kendi başıma geleceğini gerçekten düşünmemiştim. Sanırım annem de böyle bir şey için bir yandan endişelenmekle birlikte gerçek olacağını da hiç düşünmedi o 00:42:00nedenle herkes için çok travmatik oldu bireysel düzeyde yani bizim evin içinde yaşanış haliyle. Birleşen sebepleri oldu çünkü henüz 79 yılının aralık ayında babamı kaybetmiştik ve darbe de 80 yılının eylülünde gerçekleşti. Türkiye'ye göç, göç etmemizden sonra da hani zaten sadece 5-6 yıl sonraydı bütün bunlar. Çok fazla şey birleştiği ve üst üste geldiği için evin içinde gerçekten büyük bir yıkıma yol açtı benim gözaltına alınmam ve sonraki süreçler.

00:42:42 - Gözaltına Alınışı

Play segment

Partial Transcript: 81 yılının nisan ayında gözaltına alındım, Bakırköy'den, evden gözaltına alındım. Bir gece yarısı standart kapının "güm güm güm" vurulmasıyla uyandık ve dediğim gibi 16-17 yaşında bir kız çocuğunu gözaltına almak üzere sayısız yani gerçekten sayısını söyleyemeyeceğim kadar çok sayıda elinde uzun namlulu silahlar olan polis girdi içeri. Evin altını üstüne getirdiler, talan ettiler, bütün dolaplar kırıldı, koltukların içi arandı, her köşe arandı, kavanozların içine varana kadar. Korkunç terörize edici bir ortamdı. Komşuların koşarak geldiğini ve duruma müdahale etmeye çalıştığını hatırlıyorum. Annem daha sonra hepsinin çok ilgilendiğini ve çok destek olduğunu anlatır benim olmadığım süreçte. Ve bütün o terörize edici aramanın arkasından gözaltına alındım. Kafama çuval geçirilerek aşağıda bekleyen gözaltı aracına bindirildim ve gözaltı süreci öyle başlamış oldu. Araçta başka insanların da olduğunu daha sonra anladım yolda götürülürken ve Gayrettepe 1.Şube'ye götürüldük o zaman en gözaltı merkezi olarak en yaygın şekilde kullanılan merkezlerden biriydi. Bir, bir aya yakın orada kaldım. Gayrettepe'de. 1 ay sonra, son 1 ay yani 1.ayın sonuna doğru yüzbinlerce insan gözaltına alındığı için ve bütün gözaltı 00:45:00merkezleri sonsuz derecede dolu olduğu için bizi Metris Cezaevi'ne götürdüler. Henüz gözaltı statüsü devam ederek. 1 ay da Metris Cezaevi'nde kaldım ve sonra çıkarıldım ve mahkemede serbest bırakıldım. Savcılık tarafından serbest bırakıldım.

00:45:25 - İşkence Dolu Günler

Play segment

Partial Transcript: Gözaltı süreci gerçekten hepimiz için zor bir süreçti. O zamanın kaç katı olduğunu hatırlamıyorum, 2 ya da 3 katı olsa gerek. Çok sayıda benden büyük o zaman kadın arkadaşımla aynı hücrede kaldım. Yan yana, yan yana, yan yana bir sürü hücrenin olduğu bir yerdi Gayrettepe 1.Şube. Süreç hatırlamıyorum gözaltına ilişkin. 1 ay kalmış olmama rağmen. Süreç hatırlamıyorum yani böyle kesintisiz bir süreç olarak o zaman dilimini anlatamam. Fotografik olarak anlatabilirim. Daha sonra aynı şekilde anılarımı diğer arkadaşlarımın anlattıkları üzerinden tamamladım aslında. Çok ilginçti benim için, şeyi hatırlıyorum bugün de insan hakları mücadelesinde yol arkadaşım olan Ümit Efe götürüldüğüm yani indirildiğim hücre de benden önce gözaltına alınmıştı ve bir süredir oradaydı onlar. Ümit'in bana süreci anlattığını hatırlıyorum ve "Şimdi gel saçlarını tarayalım, saçların çok uzun belki yolunabilir, canın acımasın" dedi. Oturduk ve saçlarımı taradı. Sanırım herkes için hakikaten zor bir dönemdi. Enteresan bir adap oluşturdu. Eminim diğer sözlü tarih görüşmelerinde de yaşamışsınızdır. Kategorik olarak gözaltı süresi 90 gündü ve o kadar çok ağır işkence gören insanlar vardı ki herkes o geliştirilen adap çerçevesinde kendi gördüğü işkenceyi 00:48:00dillendirmeyi uygun görmezdi. Bu tabii ki bireysel düzeyde yaşanan hiçbir şeyi değiştirmez ve ortadan kaldırmaz. Benim için yaşamım boyunca devam eden birtakım etkileri oldu o sürecin. Gözaltı süresi 90 gündü ve ben gözaltına alındığımda 90 gündür gözaltında olan çok fazla sayıda insan vardı. Hatta cezaevine götürülüp ondan sonra tekrar gözaltına alınan insanlar var. Çok ağır işkenceler gördük hepimiz, ben küçük olmamım etkisi olabilir, pozisyonumun etkisi olabilir. Bugün dediğim gibi geri dönüp baktığımda benim ruhumda çok derin izler bırakmış olan fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kaldım. Elektrik verildi, falakaya maruz kaldım, soyuldum, uzun saatlerce ayakta bekletildim, arkadaşlarımın işkence seslerine maruz bırakıldım, tacize maruz kaldım. Birçok, birçok bugün bildiğimiz klasik işkence yöntemine maruz kaldım. Fakat 90 günün sonunda kafasının, dilinin, bedeninin her noktasının içinden elektrik alıp yürüyemeyecek, konuşamayacak hale gelmiş olan çok fazla insanla yan yana kaldım ve hepsinin bugün geri dönüp baktığımda o gerçekten pek anlatılabilecek bir manzara değil. Ya, ya sadece tahayyül edebilirsiniz. Yüzbinlerce insanın yan yana yan yana tek bir hücrede, bazen 10 bazen 15 kişinin balık istifi gibi yan yana yattığı ve nefes alınamayacak ortamlarda nefes almaya çalıştığı, mütemadiyen işkenceye çıkıp aşağı indirildiği, doğru düzgün beslenmediği ve bu süreçlerin aylarca devam ettiği bir zaman dilimi. Fakat ilginç de tabii bir yanıyla, hepimizin 00:51:00herkesin ruhunda bireysel düzeyde ve kolektif düzeyde çok büyük travmalara yol açmasına rağmen yan yana olmanın bambaşka da bir duygusu vardı ve dağılmadığımızı, her şeye rağmen yaşamaya devam edebildiğimizi ve oradan dönüşerek çıkabildiğimizi görmek bence yaşama dair, insana dair çok büyük bir umut aynı zamanda. Çünkü bu ağır süreçleri taşıyamayan çok arkadaşımız oldu. Farklı farklı sebeplerle. Bedensel olarak ağır bedeller ödeyenler oldu. Ruhsal olarak ağır bedeller ödeyenler oldu. Yola devam edemeyenler oldu. Hayatını kaybedenler oldu. Bazıları da yola devam etti ve dönüşerek devam etti ve içlerinden başka başka mücadele özneleri çıkararak devam etti. Benim kişisel öykümde 12 Eylül olmasaydı muhtemelen insan hakları mücadelesine duyduğum büyük inanç bu kadar güçlü olmayacaktı ve sonraki bütün o tahliye olduktan sonraki serbest bırakıldıktan sonraki süreçte 10 yıl devam etti yargılanmam ve bütün o süreçte binlerce insanın başka başka davalarda o büyük cezaevi avlulularına kurulan o büyük salonlarda yan yana yargılandığını görmek birçoğunun gerçekten çok büyük potansiyeli vardı. Bambaşka bir yer olabilirdi Türkiye. Bu tabii çok üzücü bir şey yani gerçekten Türkiye en yetenekli çocuklarına kıymakta üstüne olmayan bir ülke. Sadece o yılları değil aynı, 90'ları ekleyebiliriz, 2000'li yılları ekleyebiliriz, bugünleri ekleyebiliriz. Hala böyle devam ediyor. Bu tabii ki insanın içini 00:54:00 çok acıtıyor ama öte yanıyla da hepimiz bir şekilde mücadelenin bir parçası olmaya devam ediyoruz farklı farklı şekillerde. Bu da bence kıymetli bir şey, her şeye rağmen ayakta kalmaya ve inandığımız değerler için mücadele etmeye devam etmek.

00:54:34 - Metris Günleri

Play segment

Partial Transcript: Metris'te ben çok uzun süre kalmadım 1 ay kaldım dediğim gibi. Sonraki süreçleri tanık olduğum bütün o işkence süreçlerini Metris'te yaşatılan. Daha çok bu süreçlere daha çok avukat olarak tanık oldum çünkü mezun olup avukat olarak çalışmaya başladığımda hala devam ediyordu eziyetler tüm boyutuyla. Metris'te kaldığım süreyse henüz cezaevinin yeni açıldığı bir zaman dilimiydi ve o kadar ki daha ranzaların döşekleri yoktu ve biz bazı koğuşlarda ilk kalanlardık. Çok soğuktu. Şartlar çok kötüydü. Fakat her şey bizden sonra başladı aslında. Yani dolayısıyla benim oradaki o 1 aya ilişkin hatırladığım en önemli şey aslında bu ağır işkencelerden geçerek gelen çok farklı siyasetlerden kadının bir şekilde kendilerini toparlamaya çalıştıkları, birbirlerini iyileştirmeye çalıştıkları bir, bir dönem. Daha uzun kalanlar Metris Cezaevi'ndeki o mücadele sürecinin içeriden olan yüzünü anlatabilirler ama ben ona tanık olmadığım onun için bunu anlatamam. Sadece fotografik olarak hatırladığım şeyler arasında sanırım beni en çok çarpanlar gardiyanların bir türlü nerede duracaklarına karar veremedikleri ayar problemiydi. Bazen "Bunlar siyasi tutuklu, bunlara sert davranmak gerekir" deyip tabiri caizse gaza basıp son derece manasız sertlikte uygulamalar yaptıkları fakat bir yandan da hayat var ve kişisel ilişki diye bir şey var. 00:57:00Tanıştıkça sempati duydukları zaman zaman yardımcı olmaya çalıştıkları, insani yanlarını açtıkları, sonra tekrar işte aslına sirayet ettikleri böyle çok ilginç bir zaman dilimiydi. Henüz çok yeni olduğu için tabii her şey o cezaevinde. Sonrasında çünkü herkes bitlenerek gelmişti gözaltı sürecinden yani o kadar öz bakım ve temizlik imkanının olmadığı 30 gün, 60 gün, 90 gün dediğim gibi bazıları bir tekrar gözaltına, cezaevinden gözaltına getirildiği için daha uzun süre kalanlar da vardı. Ve çok ciddi bir bitlenme sorunu vardı. Oralarda mesela çok güldüğümüz, yaşamın devam ettiği bir yandan birbirimizi iyileştirdiğimiz anlar oldu gardiyanlarla ve kendi aramızda. "Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği" davasından yargılandım ben. 18 yaşından küçüktüm söylediğim gibi gözaltına alındığımda ve zaten 16-17 yaşında bir, her ne kadar Erdal Eren asıldığında benimle aynı yaştaydı ve fakat benim kişisel pozisyonumda gerçekten böyle bir hakikaten yargılamayı gerektirecek bir durum da söz konusu olmamasına rağmen 10 yıl boyunca yargılandım. Sonunda beraat ettim fakat o yargılama ve Metris Cezaevi süreci hepimizi insan hakları savunucusuna dönüştürdü çünkü gerçekten unutulmaz bir zaman dilimiydi.

00:59:24 - Üniversiteyi Tamamlama Süreci

Play segment

Partial Transcript: Ben gözaltındayken üniversite sınavının -iki aşamalıydı o zaman üniversite sınavı- gözaltındayken üniversite sınavının birinci aşamasını kazandığımı öğrendim ve serbest bırakıldıktan sonra girdim ikinci aşama sınavına. Elimin biri çalışmıyordu askı ve gözaltında gördüğüm işkenceler yüzünden çok büyük bir sıkıntı vardı yani tam olarak kullanamıyordum. Kutucukları ne kadar zor işaretlediğimi hatırlıyorum mesela. O ilk yıl Fen Fakültesi'ni 01:00:00kazandım. Zaten aslında genetik okumak istiyordum ve Fen Fakültesi'ni isteyerek yazmıştım. Orada benim kişisel hikayemde şöyle bir önemli ayrıntı var benim için, bu gözaltında olduğum süre boyunca yani okulun 2.döneminde aslında hiçbir sınava girememiş olduğum için ama aynı zamanda iyi bir öğrenci olduğum için okuldaki hocalar yüksek sözlü notları nedeniyle beni geçirme kararı almışlar ve ben aslında 1-2 ders dışında sağ eğilimli bir, oldukça radikal görüşleri olan okul müdürünün girdiği din dersleri ve coğrafya dersleri dışındaki diğer tüm derslerden geçtim. Fakat o 2 dersten kaldığım için liseden mezun olamadım. Üniversite sınavını kazanmama rağmen de üniversiteye kayıt yaptıramamış oldum dolayısıyla. Fakat dediğim gibi bu, bu durumda yüzbinler insan olduğu için o yıllarda bir ek ders sınavı diye bir şey açtılar sanırım yanlış hatırlamıyorsam 81 yılının sonunda. Ve ben o sınava girerek liseden mezun oldum. Ama tabii ki artık bir dönem okumuştu üniversitede ve bitmişti. İstanbul Üniversitesi'ne başvurduğumda beni kabul etmedi üniversite. Belki 1 aydan fazla rektörlük binasına sabah gidip akşam ayrıldım. Bir çeşit pasif direniş yaptım orada. Her gün ısrarla okula neden kabul edilmem gerektiğini anlattım. O zaman gerçekten çok çok sevdiğim ve bana çok destek olmuş dayımla birlikte. Ve sonunda kabul edildim. Fen Fakültesi'ne. Rektörlük kararıyla. Fakat 1 dönem geçmişti ve tabii ki çok böyle enteresan bir durum olmuştu ben böyle sınıfa girdiğimde. 3 ay 4 ay sonra gelmiş bir öğrencinin kim olduğınu herkes merak etti. O, o dönem Fen Fakültesi'ndeki hocalarımdan bazıları beni çağırdı ve kim olduğunu merak etmişler ve kendimi anlatmamı istediler. Anlattım ve olağanüstü destek oldular bana o açığı kapatmam için. Fakat daha sonra 1402'likler furyası başladı ve yine aynı şekilde bir gün beni 01:03:00çağırıp "sen buraya iyi ki geldin ama biz gidiyoruz" dediler ve hani "sana bunu söylemek istedik" dediler. Böyle birkaç hocam. Ben de böylece onların olmadığı ve böyle bambaşka bir yapılanmanın başladığı artık yeni atamaların geldiği ortamda tekrar sınava girmeye karar verdim. Bu arada beni geçiren bütün hocalara soruşturma açıldı ve hepsi sürgün edildi. Şimdi sayısını tam olarak hatırlamıyorum ama 11-12 hoca olabilir. Ve çok büyük bir kısmı tekrar ziyaret ettim bazılarını, bulabildiğim ve bağlantı kurabildiğim bazılarını. Daha sonra. Serbest bırakıldıktan sonra. Olağanüstü davrandıklarını hatırlıyorum. Teşekkür etmeme bile izin vermediler. Yapılması gerekeni yaptıklarını söyleyerek. Gerçekten hepsine çok minnettarım. Yani yaşamımın çok önemli bir zaman diliminde çok büyük bir destek vermiş oldular bana.

01:04:19 - Hukukçu Olma Süreci ve Avukat Olarak Tanık Oldukları

Play segment

Partial Transcript: Sonraki sınavda Hukuk Fakültesi'ne girdim. Ve aslında bu kararı vermemin de temel sebebi o dönemde yaşanan bütün bu ağır hukuksuzluklara tanık olmuş olmam ve belki bu yoldan bir katkı da bulunabileceğimi düşünmüş olmamdı. Kendi yargılamam devam ediyordu ben Hukuk Fakültesi'nde okurken. Dediğim gibi Metris Cezaevi'nde yapılıyordu büyük yargılamalar. Böyle binlerce insanın sığabileceği kapasitede yapılmış büyük duruşma salonlarıydı onlar. Çok kötü yıllardı. Bir yandan Hukuk Fakültesi'nde okuduğum dersler, bir yandan tanık olduğum bütün o hukuk dışı süreç. İnsanlar tek tip elbiseyi kabul etmedikleri için ve onur kırıcı buldukları için kalaslarla dövülerek getirilerdi duruşmaya. Yüzleri, gözleri kan revan içinde sadece iç çamaşırları üstlerinde falan. Herkes, aileler, anneler babalar ayılır bayılırdı işte son derece travmatik bir ortamdı duruşmaların kendisi içeride ne yaşandığı apayrı. Onları zaten kendi avukat olarak ziyaret ettiğim zamanlardan da biliyorum ki çok uzun bir süre bu, bu tek tip elbise direnişleri nedeniyle görüş yasakları da uygulandı. Tam olarak ne kadar 01:06:00olduğunu hatırlamam ama şimdi yıllara dayanan bir şeydi. Belki 2 yıl gibi bir süre bile olabilir. Umarım yanılmıyorumdur. Fakat o görüş yasaklarının aralandıkları dönemde tanık olduğumuz manzaralar çok korkunçtu gerçekten. Hepsi çok çeşitli açlık grevleri de yapıldığı için zaman zaman bütün o korkunç muamalelere karşı. Zayıflamış olurlardı, dişleri dökülmüş olurdu, vücutları yara bere içinde olurdu ve o yani çok hakikaten zor bir süreçti. Ona tanık olmanın kendisi bile. Yaşamanın nasıl bir şey olduğu tahayyül bile edemiyorum. Çok sonraları konuştuk. Bazı arkadaşlarımızın anlattığına göre sanırım açlık halinde kaldıkları süre 3 yılı geçiyor kendi toplamlarına göre. O nedenle pek çoğunun yani uzun yıllar tutuklu kalanların pek çoğunun çok ciddi sağlık sorunları var bugün. Kişisel öykümde süreç öyle gelişti. O 10 yıl devam eden yargılamalar sonunda ben beraat ettim. Fakat o kapılarda yaşananlar... Yani Metris Cezaevi o zaman çok İstanbul'un dışı kabul edilen bir yerdeydi. Gitmesi oldukça zordu, birkaç tane dolmuşla ve uzun bir yolla gidilirdi. Ve dediğim gibi yeni bir cezaevi olduğu için ve şehrin dışında olduğu için etrafında hiçbir yerleşim yoktu. Böyle derme çatma bir kahve vardı cezaevinin karşısında. Görüş beklerken ya da işte bütün bu işkence ya da kötü muamale dönemlerinde ailelerin çocuklarından haber almak için bekleştikleri böyle bir kahve diyebileceğim bir alan vardı. Herkes neredeyse sabahtan akşama kadar orada olurdu ve bir şekilde kendi aralarında tutuklu aileleri bir nöbet sistemi kurmuştu. Görüşte olmadıkları zamanlarda da haber almaya çalışmanın çeşitli yollarını ararlardı. Aslında işte İnsan Hakları Derneği o kahve önündeki mücadele süreci içinde kuruldu ve örüldü desem herhalde doğru olur. Çok korkunç süreçlerdi aslında yani özellikle o tek tip elbise dayatması sırasındaki 01:09:00süreçler ama onunla da sınırlı değil çünkü o kadar keyfi kötü davranma ve muamele olurdu ki her zaman bir gerekçesi olurdu. Bu tabii ki tam olarak yani "asmayalım da besleyelim mi" zihniyetinin bir devamıydı. Kenan Evren'in telaffuz ettiği. Bazılarını idam ederek ortadan kaldırdılar, elimine ettiler. Aslında arzu ettikleri şeylerden biri de yaşanları da aslında yaşayan ölüler haline getirmek ve bir daha konuşamayacak hale getirmekti. Gerçekten de o, o açıdan da özellikle 90'lara kadar olan dönem aslında sonrası da öyle. Her dört bir yanda öyleydi yani ben Metris'i, Çanakkale'yi, Antep Cezaevi'ni, Diyarbakır Cezaevi'ni avukat olarak biliyorum. En çok Metris ve Sağmalcılar Cezaevi olmak üzere. Sağmalcılar Cezaevi de henüz o yıllarda siyasi mahkumların kaldığı cezaevlerinden biriydi. İstanbul'daki diğer cezaevlerini çok bilmiyorum ama hepsinde çok benzer ve bir çıtaları kötü davranma, eğer böyle bir Nazilerle başlayan ve devam eden ve öncesinde de örülmüş olan böyle bir dünya birikimi varsa kötülükten ve işkenceden yana, hepsini...hepsinin üstünden geçtikleri hatta ekledikleri dönemlerdi. Her cezaevinde farklı farklı olmak üzere.