Emel Atatürk 2

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - 12 Eylül'ün Yarattığı Hukuki ve Toplumsal Hasar

Play segment

Partial Transcript: Genel olarak yani yasama düzeyinde problematik 12 Eylül 80 Anayasası'nın nasıl kabul edildiğini biliyoruz. Sonraki yasalaşma müdahalelilerinin birçoğunda da buna benzer süreçler yaşandı. Ama yürütmede ve yargıda da öyle yani zaten hepimizi biliyoruz bütün o öyle bir süreçti ki kendisinden öncesini bıçak gibi kesti. Yani 12 Eylül Anayasası-- 61 Anayasası lağvedildi, bütün partiler kapatıldı. Anayasa askıya alındı, bütün partilerin genel başkanları cezaevine Zincirbozan'a gönderildi. Yüzbinlerce insan gözaltına alındı ve onun yasaları oluşturuldu. Gözaltı süreleri uzatıldı işte görüş şeyleri, yasaları değiştirildi. Usul yasalarında düzenlemeler yapıldı. Her şeyden önemlisi tabii yargının zihniyetine müdahale edildi ve bütün o askeri mahkemelerin yapılanmasıyla bu hukuksuz uygulamaların hem zemini hazırlandı hem de uzun yıllara yayılması sağlanmış oldu. Hukukçu olmayan üyeler vardı mesela, asker üyeler vardı heyetlerin içinde. Onlar sadece asker perspektifiyle bakıp yeni doğru neyin yanlış olduğuna ya da neyin suç neyin suç olmadığına karar verirdi. Muazzam bir dönüşümdür o bakımdan 12 Eylül. Bütün devlet sisteminde ve yasama yürütme ve yargıya müdahalenin derecesi bağlamında muazzam bir müdahaledir. Kendisinden öncesini ayırt edici şekilde keser bence. Bu biraz önce anlattığım fotoğrafı gözünüzün önüne getirebilirseniz eğer bir duruşma salonunda bütün yargıçların kürsüde oturduğu bir, bir, bir sırada yargılanan tutukluların o yargıçların önünden ve o savcının önünden geçerek kan revan içinde getirilip oraya oturtulduklarını, oradaki bütün o manzarayı ve bir heyetin buna dair bir suç duyurularını hiçbir şekilde kabul etmediğini göz ardı ettiğini ve hiçbir müdahalede bulunmadığını, sanki her şey çok yolundaymış gibi yargılamaya devam 00:03:00ettiğini düşünün. Aslında bazı örnekler birçok teorik tartışmadan ya da izahattan daha iyi anlatıyor aslında realitenin ne olduğunu. Hukukun tümüyle askıya alındığı bir dönemdi 12 Eylül ve dediğim gibi bazı şeylerin -hukuk bağlamında söylüyorum- bazı kuralların bazı durumlarda meşru çiğnenmesinin meşrulaştırılabileceğini ve bunun kabul ettirilebileceğini ve edilebileceğini gösterdi. Belki Türkiye'de hukuk sistemi hiçbir zaman mükemmel değildi. Tabii ki öyle her zaman son derece ciddi sorunları vardı ve var hala. Fakat o dönemdeki bu büyük kırılma yüzbinlerce insanın biraz önce söylediğim nüfusa oranını düşünürseniz, yüzbinlerce insanın bu kadar ağır işkencelerden geçebildiği, çok büyük bir ağırlığı sol görüşlü muhalifler olmak üzere, ama içlerinde sağ görüşlü muhaliflerin de olduğu, bu kadar ağır işkencelerden geçirildiği ve geniş toplumsal kesimlerin bunları seyretmek zorunda bırakılarak travmatize edildiği bir ortamdan söz ediyorum. Sadece ailelerinin değil aslında. Tabii ki bu insanların anneleri, babaları, kardeşleri, eşleri, sevdikleri birinci derecede ağır travmalar yaşadılar. Sadece bunlara maruz kalarak izleyerek olağanüstü bir mücadele verdiler bütün bu şartları değiştirmek için. O Metris Cezaevi'nde anneler sevkleri engellemek için cezaevi araçlarının önüne yattılar. Kendi bedenlerinden barikat kurdular o sevklerin yapılmamasını sağlamak için. Çünkü başka bir araçları yoktu. Hukuk dünyası bağlamında gerçekten böyle bir zaman dilimiydi. Fakat Türkiye'de büyük, o tüm kendisinden öncesindeki dönemin, 70'li yılların özgürleştirici yanlarının tamamen silinip süpürülmediği ortadan kaldırılamadığı da bir zaman dilimi olduğu için bir çeşit araf gibi. Toplumda hala öyle ya da böyle reaksiyon gösteren çok fazla kesim de vardı. Mesela basın bu kadar ölmemişti. Hala haber yapılabiliyordu. Birçok mecrada bütün bu yaşananlara dair. Kolay değildi ama yapılabiliyordu. Hala öyle ya da böyle bazı belgeseller 00:06:00hazırlanabiliyordu, yayınlar yapılabiliyordu, gibi. Ama hukuk dünyasında çok sert bir kırılmaya yol açtı. Elbette bütün bu sert dönemlere hukuk kuralları içinde kalarak direnen, reaksiyon gösteren, yargıçlar ve savcılar da oldu. Çok azınlıkta olmakla birlikte oldu. Fakat onlar da çok ağır bir bedel ödeyerek yaşam zorunda kaldılar meslek yaşamlarının ve kişisel yaşamlarının gelecek yıllarını. 12 Eylül'ün bir darbe olduğunu ve Milli Güvenlik Konseyi'nin anayasayı ilga etmekten, darbeden yargılanması gerektiğini savunan savcılar oldu ve hepsinin meslek yaşamı karartıldı. Gerçekten büyük bedel ödemek zorunda bırakıldılar bu yargıçlar ve savcılar. Ama azınlıkta olduklarını söylemek doğru olur. O dönem başlayan dönüşüm zaten 90'larda devam etti, 2000'lerde de bambaşka bağlam içinde Türkiye'nin hukuk dünyasının artık tamamen, hiçbir hukuksal parametrenin, ulusal ya da uluslararası hukuk kuralının ya da referansın dikkate alınmadığı, tanınmadığı, hem yasalaşma düzeyinde birçok problemin yaşandığı hem de uygulama düzeyinde hukukun yerle yeksan edildiği bir zaman dilimini evrildi. Yani bugün hala aslında o dönemin bütün alanlarda aslında sonuçlarını yaşıyoruz. O nedenle genel olarak 12 Eylül'ün yarattığı en büyük hasar nedir diye sorsanız benim nezdimde Türkiye'nin bambaşka bir, bir toplum olabilecekken sahip olduğu o kapasiteyi tahrip ederek bozdu, deforme etti ve amorf hale getirdi. O top, gerçekten o toplum olma kapasitemizi kaybetmemize sebep oldu. Çok büyük bir tahribat yarattı bu bakımdan yani sadece ekonomik ya da sosyal ya da kültürel düzeyde ya da hukuk politikaları düzeyinde değil. Toplumun her alanına, her ilişkilenme biçimine sirayet eden dönüştürücü etkileri oldu.

00:09:05 - Türkiye'de İnsan Hakları Hareketi

Play segment

Partial Transcript: Yani Türkiye'de ilk insan hakları hareketinin çekirdeği olarak tarif ettiğimiz cezaevi önü içerideki tutukluların maruz kaldığı kötü muamele ve işkencelerin engellenmesi için yaşanan o dayanışma aslında bir süre sonra yetersiz gelmeye başladı. Çünkü ister istemez kendi içine kapalı bir bir topluluktu tutuklu yakınları. O nedenle seslerini daha geniş toplumsal kesimlere duyurabilmek için bir yapılanmaya ihtiyaçları olduğuna karar verdiler. Ve bu aynı zamanda aslında bir şekilde benzer düşünen ve Türkiye'de yaşanan bu zulüm döneminin ortak olarak yani his olarak aslında bütün etkilerini taşıyan farklı toplumsal kesimlere de ulaşma imkanı tanıdı. Önce sanırım tabii peyderpey bu arada birçok farklı, hatırlayacaksınız, Aydınlar Dilekçesi söz konusu olmuştu. Bütün bu 12 Eylül döneminde açılan davalardaki işte Barış Davası gibi çeşitli TÖB-DER Davası gibi işte DİSK Davası gibi farklı farklı toplumsal kesimleri hedef alan çok sanıklı büyük toplumsal yargılamalar devam ederken buna reaksiyon olarak, bu insanların aslında bugün o gün suç olarak gösterilen eylemlerinin meşru hakların kullanımı olduğunu ifade eden birçok girişim oldu. Farklı toplumsal kesimler tarafından. Onlar bir şekilde tutuklu yakınlarının bu başlayan çekirdek hareketiyle ve talepleriyle bir araya geldiler ve işte bazı avukatlar, gazeteciler işte hekimler bu insan hakları meselesini Türkiye'de ilk tartışmaya başlayan farklı kesimlerden, farklı meslek gruplarından insanlar tutuklu yakınlarıyla bir araya gelip İnsan Hakları Derneği'ni kurmaya karar verdi. 00:12:001986 yılıydı ve küçücük bir odada çalışmaya başladılar. Aksaray'da bir bir handa. O yıllar tabii çok enteresan yıllar çünkü 86 bir yandan gerçekten cezaevlerinde en acımasız muamelenin devam ettiği zaman dilimi. Öte yanıyla da dışarda da bambaşka tartışmaların başladığı ve yürütüldüğü bir zaman dilimi. Mesela bir genel af tartışması yaşanmaya başlamıştı o yıllarda. Genel af olmalı mıdır, olmamalı mıdır? Her kesim için genel af ilan etmek ne demek olur? Bu nasıl etkiler Türkiye'nin geleceğini? Çünkü henüz yüzleşilmemiş 12 Eylül öncesi ve sürecine dair çok fazla yaşanmışlık var her kesimde hem sol kesimde hem sağ kesimde hem radikal sağda. Dolayısıyla ilginç tartışmalar yürütüldü birçok farklı alanda. Yavaş yavaş bu esas olarak işkencelerin önünde durmak için daha geniş bir toplumsal dayanışma örmek amacıyla başlayan bir araya geliş farklı meseleleri de kendi gündemine katarak devam etti. Sonraki yıllarda kadın hareketi güçlenmeye başladıkça, toplumsal cinsiyet meselesi o günün algılayışı çerçevesinde tartışılmaya başlandıkça aslında şöyle bir şey ortaya çıktı. Biz bugün hala bunu konuşuyoruz insan hakları hareketine, o yıllardan başlayarak bugüne gelmiş olan arkadaşlarımızla. Bizim için hepimiz için çok büyük bir okul oldu o yıllar ve İnsan Hakları Derneği'nin kuruluş yılları. Çünkü muazzam bir muazzam bir öğrenme süreciydi. Çok büyük bir başlık olarak Kürt meselesi o güne kadar aslında hiç İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşuyla başlayan çerçeve içerisinde tartışılmamıştı. Tabii ki bunda zamanın dönüşümünün ve 80'lerin 90'lara evrilirken yaşanan, Kürt meselesi bağlamında, yaşanan gelişmelerin de büyük bir etkisi vardı. Ama böyle 00:15:00yani kümülatif olarak bakıldığında 80'li yıllarda aslında öncesinde, 80'li yılların ikinci yarısında özellikle, öncesinde pek yaşanmamış olan bir büyük tartışma ortamı doğmuş oldu. 80'de işte hepimiz hatırlıyoruz aslında darbeyle birlikte bütün Türkiye'de sıkıyönetim ilan edildi ve sonra peyderpey batıda kaldırılırken Kürt illerinde olağanüstü hal ilan edildi ve olağanüstü halin ilanıyla birlikte de korkunç bir hak ihlalleri silsilesi başladı 90'larla birlikte. Kesintisiz olarak bazı iller 23 yıl boyunca olağanüstü hal altında yaşadı. Ve o hal altında yaşanan dönem aslında bütün bu ağır hak ihlallerinin görünmez bir alana itilmesi için ve tartışılmaz hale getirmesi için muazzam bir zemin hazırladı. Bu tarafta da tabii ki yani 90'lara kadar olan yıllarda da böyle bir görünmez alana itme çabası muazzam bir şekilde vardı ama bütün kurumlar henüz ele geçirilmemiş olduğu için ve Kürt meselesi gibi netameli bir mesele kategorik olarak olmadığı için yine de kendine yer bulabiliyordu. Bazı cezaevlerinde olan işkenceler ve kötü muameleler. Fakat her zaman için Kürt meselesi bağlamında yaşanan ihmaller ikincil kalıyordu. 90'larla birlikte bu hızla tırmanan çıta, zorla kaybetmelerin artması, keyfi infazların çığ gibi artması insan hakları hareketini birçok farklı farklı meseleyi iç içe tartışmasını gerektirdi. Hepimiz bu sürecin içinden dönüşerek aslında insan hakları hareketini öğrenerek, bir sürü başka başka boyutunu, nasıl değerlendirmek gerektiğini tartışarak çıktık. Ve sonraki yıllarda insan hakları vakfı kuruldu ve rehabilitasyon süreci de eklenince aslında birbirine bakan, birbiriyle konuşan bütün bu çalışmalar o yıllarda yaşanan olağanüstü 00:18:00bir bir tahribat ve o tahribatın boyutlarını biraz anlamaya başladı aslında hem insan hakları hareketinin mensupları hem de bizim yani hem anlatabilme kapasitemiz gelişti hem de biraz tabii bu çığ gibi büyüyen alan görünmez olmaktan çıktı ister istemez. Böyle bir süreç olduğunu söyleyebilirim. Hala devam eden bir süreç elbette. Kendi sorunlarını ve tartışmalarını hala mesela biz bir hem 12 Eylül hem 90'larla bir bir hesaplaşma yaşanacaksa nasıl bir hesaplaşma olmalıdır, yüzleşme tam olarak ne demektir, bütün bu meseleler peki daha önceki yıllarda Türkiye'nin kendi kuruluş süreci üzerinde yaşadığı diğer hak ihlalleriyle diğer kesimlere yönelen hak ihlalleriyle, özellikle gayrimüslim kesimlere yönelen hak ihlalleriyle birlikte düşünüldüğünde tam olarak ne ifade eder, birçok bambaşka meselesi iç içe tartışmamıza aslında el verdi ve bu sanırım devam eden bir süreç, içinden henüz geçmekte olduğumuz bir süreç.

00:19:40 - 2010 Referandumu

Play segment

Partial Transcript: 2010 Referandumu aslında pek tek başına değerlendirilebilecek bir süreç değil ama yine de diğer bağlamlara çok girmeden orada tutmaya gayret edeyim. 2010'da aslında bu geçici 12 Eylül'ün sorumluların yargılanmasının önüne set çekmiş olan anayasanın geçici 15.maddesinin kaldırılacağına dair vaat diyelim, aslında insan hakları çevrelerinde son derece temkinli bir heyecana yol açtı. Evet bir heyecan yarattı. Çünkü ne olursa olsun 2000'li yıllarla başlayan Türkiye'nin bir çeşit bir yandan pozitif yasalaşma çalışmalarının işte AB'ye giriş süreciyle birlikte başlayan demokratikleşme ve işte hukukun, hukuksal kuralların esas alındığı yeniden bir, bir yapılanma oluşturma ve buna uygun işte yasal ya da 00:21:00yürütmeye dair ya da yargıya dair bir düzenlemeler sürecinin yaşanacağına dair bir perde aralanır gibi olmuştu diyelim. Ama sonra o 2000'li yılların başında aralanan perde aslında çok uzun sürmeden hızla kapandı. 2010 Referandumu da aslında o hızlı kapanışın bir parçası gibi işlemiş oldu. Vaadi geçici 15.maddenin kaldırılmasıyla birlikte bütün darbenin ve darbe sürecinin ve darbecilerin ve bütün aslında 12 Eylül'den hareketle diğer darbelerin de yargılanacağı idi. Çünkü işte hatırlayacak olursak aslında birçok o 2000'li yıllardan sonra birçok arka arkaya Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştu ve bunlardan bir tanesi de 2012 yılındaki bütün geçmiş darbelerin araştırıldığı bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasıydı. Bu çalışmalar sürecinde sanki böyle bir bir vaat var gibiydi bir yandan. Ama dediğim gibi insan hakları savunucuları, kurumları buna her zaman belli bir temkinle yaklaştılar. Yine de o yasal çerçevenin tanıdığı hakları sonuna kadar kullandılar da elbette. Bu şu demek oldu aslında referandumdan hemen sonra, hemen ertesi gün bütün bu 12 Eylül döneminde işkence görmüş ve ulaşılabilen, insan hakları kuruluşlarının ve çevrelerinin ulaşabildiği herkes bir bir güç birliği içinde meseleyi hızlıca tartışarak gittiler ve suç duyurularında bulundular. Bulundukları yerlerin farklı farklı savcılıklarına. Uzun uzun anlattılar dilekçelerinde gördükleri işkenceleri, nelere maruz kaldıklarını, sorumlularının kimler olduğunu çoğu zaman isim isim belirttiler. Nerede olduğunu anlattılar ne kadar süreyle ne yaşandığını anlattılar. Fakat bütün bu sürecin sonunda mesele şöyle işledi referandumdan sonra sadece 80 ve 83 arasında işlenen suçlar için, sadece Milli Güvenlik Kurulu Üyeleri hakkında dava açıldı. Onların da bir 00:24:00kısmı zaten ölmüştü. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hayattaydı. Dava sadece onlara yönelik olarak açıldı. Davayı açan iddianamede sayfalar dolusu işkence yöntemleri anlatılıyordu. İnsanlığa karşı suçların hangi hangi merkezlerde yine bazı isimler geçerek sorumluların anlatılıyordu. Ama aynı şekilde meclisin darbeleri araştırma raporunda da bu böyleydi. Yüzlerce sayfa anlatılıyordu. Fakat hiçbir sabuhu 2 kişi dışında Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya dışında geçici 15.maddenin kaldırılması hiçbir sonuç doğurmadı. Darbenin o emir komuta zincirinde yer almış olan ne üst düzey komutanlar için ne orta düzey komutanlar için ne de diğer sorumlular için. Başka yargılamalar yürütülmedi. Bu 2 kişi hakkında açılan yargılamalar da çok çeşitli birtakım hukuksal süreçlerden geçerek zaman aşımına uğratılarak kapatıldı. Hala bir şekilde devam ediyor ama sonuç olarak ölmeleri beklendi ve başlangıçta hatırlanacak olursa rütbeleri sökülmüştü, ceza almışlardı ve fakat daha sonra bütün bu ilerleyen yargısal süreçlerde cezasızlıkla kapatılmış oldu ve ölmeleri beklenerek adeta aklanmış oldular.

00:25:59 - Cezasızlık Politikası

Play segment

Partial Transcript: Bütün işkence görenlerin yaptıkları suç duyuruları hakkında da kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. Dolayısıyla ortaya, cezasızlık bağlamında ortaya çıkan fotoğrafta şöyle bir tabloyla karşılaşmış olduk: Sanki bütün 12 Eylül darbesini gerçekleştiren ve bütün bu yüzbinlerce insanın işkencelerini yapan sadece bu 2 kişiymiş gibi onlar yargılandı. Onları davaları da cezasızlıkla sonuçlandırıldı. Geri kalan yüzbinlerce insanın suç duyuruları hakkında kovuşturmasızlık kararı verilerek mesele kapatılmış oldu. Geçici 15.maddenin kaldırılmasının dolayısıyla bu anlamda cezasızlıkla yüzleşme ya da o sonucu ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir katkısı olmadığı gibi tam tersi meşrulaştırıcı bir sonuç 00:27:00doğurmuş olduğunu gördük. Ama tabii ki şunu söylemek bence her zaman önemli bizim gibi insan hakları savunucuları için bütün bu yargısal süreçlere yani Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın yargılanması sırasında İnsan Hakları Derneği dahil vakfı dahil birçok insan hakları kuruluşu birçok işkence gören suç duyurusunda bulundu ve bütün yargılama sürecini takip etti. Sonuna kadar mücadele etti. Aslında bir yanıyla bu sonucu hep öngörülüyorlardı fakat asıl olan aslında bütün bu yargılama süreçlerinin hakikati anlatmak için ya da aramak için bir mecra olarak değerlendirmekti. Bu ne kadar gerçekleştirildi bu tabii ayrıca sorgulanabilir. Ama sonuç olarak cezasızlıkla mücadele bir süreç mücadelesi bir sonuç mücadelesi değil. Bu kadar kolay sonuç vermeyeceğini zaten biz yıllardır insan hakları mücadelesi veren ve farklı farklı dönemlerini görmüş insanlar olarak biliyoruz Türkiye'nin 80'lerde de bu böyleydi, 90'larda böyle, 2000'lerde hala da böyle. Cezasızlık çünkü çok köklü bir yapı. İktidarlar değişse bile cezasızlık olgusu değişmeden baki kalabiliyor çoğu zaman. Bunun da çok farklı sebepleri var çünkü demokratikleşme bütünlüklü bir değişim gerektiriyordu her şeyden önce. Sadece bir devleti bir ülkeyi yasama yürütme ya da yargı düzeyinde dönüştürmeyi ve değiştirmeyi gerektirmiyor. Aynı zamanda bütün bu devlet aparatını canlı olarak, bu yetkileri kullanan kişilerin zihni kapılarını da değiştirmek gerekiyor ve aynı zamanda büyük bir toplumsal destek örneği gerektiriyor. Bu bakımdan cezasızlık meselesi sıkıntılı bir mesele Türkiye gibi ülkelerde ama biz bunu bilerek aslında yani dediğim gibi bunun sonuç değil çoğu zaman bir süreç mücadelesi olduğunu bilerek orada olmaya devam ediyoruz bütün yargılamaları takip etmeye devam ediyoruz. Bunu birçok açıdan böyle yapıyoruz yani hem o yargılamalar sonucunda vesilesiyle ortaya çıkan bütün verileri işte komisyon raporlarını, tanıklıkları, anlatıları önemsediğimiz için ve onlardan bir alternatif hakikat ortaya çıkarmaya gayret ettiğimiz için önemsiyoruz. Hem de aslında bu süreçleri yaşamış olanların yanında 00:30:00olmak, mağdurların yanında olmak ve ona güç vermek onların sesinin duyulmasına vesile olmak insan hakları savunucularının temel varoluş sebebi. Bir dönüşüm yaşanacaksa kolektif olarak yaşanacak çünkü bütün bu olup bitenler hem 80'lerde yaşadıklarımız hem 90'larda hem 2000'lerde. Sadece maruz kalanlara olmuyor çünkü hepimize oluyor. Bütün o suskunlaşan sorgulamayan her türlü entelektüel faaliyetin küçümsendiği, değersizleştirildiği bir Türkiye'ye evriliş bir günde olmuyor oradan çıkmakta bir günde olmayacak dolayısıyla. Bütün bu bakımdan, bakımlardan aslında insan hakları savunuculuğu dediğimiz şey hangi alanda nerede, insan hakları savunuculuğu bile değil aslında hak mücadelesi vermek çünkü bunun içinde hakların, haklar alanının başka başka boyutları da var yani çevre mücadelesi de var, sendikal mücadele de var. Bütün bu boyutları içine alandan başka bir dönüşümü yaratmanın vesilesi olarak insan hakları mücadelesinden söz ediyoruz. Hem kolektif düzeyde hem ilişki ağlarının bambaşka düzeyde, yeniden sorgulanması düzeyinde yani kadın erkek ilişkilerinin ya da cinsler arası ilişkilerin ya da toplumsal cinsiyet ilişkilenmesinin. Bu bakımdan dediğim gibi yani cezasızlık aslında çok önemli meselelerinden biri ama sanki bir çeşit iceberg'in görünen yüzü gibi. Aslında o görünmeyen yüzünde çok büyük bir toplumsal onaylama, kabul ve bütün o devlet aygıtının farklı farklı mekanizmalarının her gün yeniden meşrulaştırıldığı bir yaşam şekli bir bir varoluş şekli var. Onu değiştirmeden cezasızlığın kolay değişmeyeceğini bilerek aslında mücadele ediyoruz bu alandaki hak savunucuları olarak.

00:32:50 - Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi

Play segment

Partial Transcript: Duyduğum gün de bende çok büyük bir heyecan yaratmış, hala aynı heyecanı taşıdığım bir çalışma bu. Gerçekten kişisel tarihim için de 00:33:00çok önemli ama bundan çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Umuyorum hep büyüyerek ve çoğalarak yaşar. Belgelemenin bütün bu konuştuğumuz çerçeve içinde çok büyük bir yeri olduğunu düşünüyorum çünkü. Ancak yaşananları farklı farklı parçaları yan yana getirebildiğimizde gelecekteki kuşaklara aktarmak ve aslında bundan belki hem yaşayanlar hem devralanlar olarak bazı sonuçlar çıkarmak mümkün olacak. Hep dönüp dönüp aynı şeyi söyleme ihtiyacı duyuyorum. Kişisel olarak bize bir şey oldu. Ama daha büyük bir oldu o da hepimize olan. Bütün bu, bütün bu topluma olan, bu toplumun devir, devralan kuşaklarına olan. Bu çalışma belki ona bakmanın bir vesilesini yaratacak. Her şeyi yan yana birbiriyle konuşan bir şekilde görmek yani sözlü tanıklıkları dinlemek, tarihini okumak, bellek nesnelerine bakmak, onlardan okuyanlara ya da izleyenlere ya da dinleyenlere geçen duygu belki düşünmeye çağıracak ama ondan daha fazlası aslında o yaratacağı his benim için çok önemli. O, o his aslında bir kere olmuşsa bir daha neden olmasın ki çünkü hiç şüphe yok şu anda da muazzam işler yapan, bambaşka yetenekleri bambaşka yetenekleri olan olağanüstü bir genç kuşak var. Fakat kesilmiş bir dönemi adeta Türkiye'nin 80 öncesi, devredilemeyen bir miras gibi. Bir çeşit kitaplarda kalan, şarkılarda kalan ama total olarak düşünsel ve his dünyası, duygu dünyası bağlamında devredilemeyen bir miras. Bunda tabii ki biz yaşayanlarının devredememesinin yeterince anlatmamasının da payı var. Bu çalışmanın bunu yaratmaya vesile olmasını umuyorum aslında. Bu belgeleme 00:36:00 meselesinin ne kadar önemli olduğunu yapılan herhangi bir çalışmada, anlamaya bir kere daha vesile olmasını umuyorum. Çünkü dayanaklarıyla anlatmadığınız her şey aslında kolay direnç yaratabiliyor. Bir şeyin, herhangi bir meselenin, yaşanan herhangi bir bir acının iyi ya da kötü bir reaksiyon yaratmasını istiyorsanız ona dair büyük resmi tahayyül etmeye elverir şekilde sunabiliyor olmanız lazım. Onları izleyenin dünyasına girebilecek şekilde, onunla ilişkilenebilecek şekilde sunabiliyor olmanız lazım. Bu çalışma bunu yapmaya çok yakın bir çalışma. Tabii ki içinde duran biri olarak bunu benim söylemem çok doğru olmayabilir ama öyle olacağını hissediyorum. İnşallah umduğumuz etkiyi yaratır.