Rıdvan Akar 1

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - Kısaca Hayat Hikayesi

Play segment

Partial Transcript: 1961 Sivas doğumluyum. Babam bir astsubaydı. Astsubay olması dolayımıyla 1964'te İstanbul'a gelmişiz. 1964'ten bu zamana hep İstanbul'da yaşadım. Çekirdek bir ailemiz vardı. Annem, ben, ablam ve babam. Ablam İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nden mezun oldu ve öğretmenlik yaptı hayatının son iki bölümünde. Ben ilkokulu birkaç ilkokulda okudum. İstanbul içinde taşınmalar nedeniyle. Sonrasında Kabataş, Fındıklı Ortaokulu'na gittim. Benim hala, benim açımdan önemli olan yanı bir erkek ortaokulu olmasıydı. Sonra da Kabataş Lisesi'ne gittim. O da bir erkek lisesiydi. Kabataş Lisesi'nden sonra Gazi Üniversitesi, o zamanki adıyla Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi Maliye Bölümüne girdim. Ondan sonra İstanbul Üniversitesi Maliye Bölümünde yüksek lisans ve yine İstanbul Üniversitesi Maliye Bölümünde doktora yeterlilik çalışması yaptım. Gazeteciliğe 1984 yılında başladım. Aslına bakarsanız benim kuşağımın biraz hayalleri vardı ve o hayaller doğrultusunda kendimi üç anlamlı iş yaparsam mutlu hissedeceğimi düşünüyordum. Bunlardan bir tanesi sendikalarda çalışmaktı ama o dönem birçok sendika kapalıydı, henüz açılmamıştı. Öğretim üyesi olmak istedim ancak güvenlik soruşturmalarına takıldım ve o sonrasında da gazeteciliğe yöneldim. Gazetecilik hayatımın ilk 10 yılını ekonomi gazeteciliği ve dergicilik yaparak geçirdim. Ondan sonraki döneminde 32.Gün'de Mehmet Ali Birand'la çalışmaya başladım. 15 yıl kadar Mehmet Ali Birand'la çalıştım ve bunun 10 yılını genel yayın yönetmenliği yaparak geçirdim. CNN Türk'te 4 tane farklı program gerçekleştirdim. Bunlardan bir tanesi belgesel, haftalık bir belgesel programıydı. Ve yönetsel birtakım görevler aldım CNN Türk'te. 1900-- Özür dilerim, 2014 yılında CNN Türk'ten kovuldum. Kovulduktan sonra kısa bir süre Kadıköy Belediyesi'nde sonrasında da 00:03:00Beşiktaş Kulübünde iletişim direktörü olarak çalıştım. Aradan bir süre geçtikten sonra arkadaşlarımla, 32.günden arkadaşlarımla bir küçük yapım şirketi kurmaya karar verdik. Şimdi kurumsal tarih ve kişi belgeselleri ve biyografileri kitap ve belgesel olarak hazırlıyorum. Buna paralel olarak aşağı yukarı 20 yıl kadar üniversitelerde iletişim fakültelerinde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Geçen sömestr kendimi emekliye ayırdım. Aşağı yukarı 26 kitabım var. Kitaplardan çok önemli bir bölümü biyografi, tarih ağırlıklı çalışmalar. 100 civarında da belgeselim var.

00:03:50 - Politikleşme Süreci

Play segment

Partial Transcript: Aslında Kabataş'tan başlamam gerekir. Ben devrimci harekete Kabataş Lisesi'nde başladım. Sanıyorum ikinci-- Kabataş'ta aşağı yukarı, Kabataş çoğunluğunun olduğu gibi ben de çift dikiş yapmış bir öğrenciydim ve lise 1'in 2.yılında devrimci harekete katıldım. O dönemde okulda faşistler de vardı. Çatışmalar oluyordu. Bir süre o çatışmalardan sonra okuldan faşistler ayrıldılar ve okul daha homojen bir hale dönüştü. Ama bu sefer de fraksiyonlar arasındaki çeşitli çatışmalar yaşanıyordu. Beni etkileyen yani şey aile içerisindeki bazı büyüklerimin benim için rol model olması ve onların devrimci kişiliği ve geçmişiydi. Tabii ülkede yaşanan sorunlar çelişkiler genç bir delikanlı olarak benim ilgi odağımdaydı. O yıllarda başladım. Aslında o yıllarda, o dönemin tabiriyle siyasi hareketini seçmiş ve o hareket içerisinde fiili olarak çalışmaya başlamıştım. Ankara'ya üniversiteye gittiğimde bu hareketin bir, nasıl diyeyim hem isteği hem yönlendirmesiyle beraber hem okul hem bölge çalışmalarına katıldım. Hakikaten zor bir dönemdi. Daha önceki yaptığın sözlü tarih çalışmalarında da herhalde söylenmiştir. Türkiye fiili olarak bir iç savaş ortamı yaşıyordu. Mahaller bölünmüştü, okullar bölünmüştü, fabrikalar bölünmüştü, işyerleri bölünmüştü yani benim gibi mesela Ankara tecrübesi hiç olmayan genç bir adam olarak yaşadığım bir minik tecrübeyi sizinle paylaşayım. Tabii ilk gittiğimizde kendi geleneklerimizle, kendi hareketlerimizle buluşma iştiyakı 00:06:00içerisindeydik. Ve ağırlıklı olarak bilirdik ki Mülkiye'nin ve Hukuk Fakültesi'nin olduğu bölge devrimcilerin elindeydi ve oraya gidip kendi hareketimizden insanlarla buluşmak istediğimizde bir arkadaşımla beraber otobüsü kaçır, otobüste bir durak kaçırdık, bir durak kaçırdığımızda bu sefer faşistlerin olduğu bir bölgeye düştük. Çok karlı ve kaygan yani yerlerin buz tuttuğu bir gündü. Mülkiye tarafına doğru koşarak kaçtığımızı ve kovalandığımızı hatırlıyorum. Hakikaten bıçak sırtı yaşanan günlerdi, yanlış bir durakta inmeniz ya da gazetenizi yanlış bir yerde insanlara göstermiş olmanız dövülmeniz ve öldürmeniz için gerek yeter şartı oluşturuyordu ve dolayısıyla Ankara bizim açımızdan bilinmeyen bir coğrafyaydı. İstanbul öyle değildi çünkü İstanbul'da hem şehre hakimdik, kimler nerede, hangi gruplar nerede, MHP'liler nerede bunları bilirdik ve ona göre kendimizi ve yaşam tarzımızı oluştururduk. Örnek olsun diye söylüyorum mesela ben Beşiktaş semtine oturuyordum ama Üsküdar'da faşistlerin olduğunu bildiğim için Üsküdar semtini 12 Eylül'den sonra gördüm. Gitmezdik yani. Dolayısıyla Ankara benim için çok yabancı ve çok tedirgin edici bir coğrafyaydı. Ben de bu coğrafyayı yani bu sorunlarımı aşabilmek için Ankara'da Konur Sokak'ta bir özel öğrenci yurduna taşındım. Henüz daha çünkü şehri tanımıyordum. Konur Sokak'taki bu özel öğrenci yurdunun alameti farikası ise Ankara Dev-Genç'in hemen yanındaki bina olmasıydı. Dolayısıyla aşağı yukarı Ankara'nın en güvenli bölgesindeydim.

00:08:04 - 12 Eylül Öncesi Politik İklim, Devrimci Halkın Yolu'na Katılışı

Play segment

Partial Transcript: Yani benim kuşağımın sahiplendiği gelenek aslında 12 Mart dönemindeki devrimciler tarafından oluşturulmuş olan paradigmaydı. O dönemde 3 aslında 4 ana akım vardı. Bunlardan bir tanesi Türkiye İşçi Partisi ve 1973'te Türkiye Sosyalist İşçi Partisi özelinde oluşan ve onlardan çeşitli katılımlarla sonrasında her iki grubu da massedebilecek güce ulaşacak olan Türkiye Komünist Partisi geleneği idi. Bunlara Sovyetik gelenek adı verildi. Sovyetler Birliğini sosyalist bir devlet olarak gören bir gelenekti. Ve 12 Mart sürecinde bu gelenek aslında son derece zayıflamıştı. Her ne kadar 1961'de Türkiye İşçi Partisinin gelişimiyle Türkiye'de sosyalist hareketin başladığını bir milat olarak kabul edersek de milli demokratik devrim 00:09:00tartışmaları, aşamalı devrim tartışmaları nedeniyle Türkiye İşçi Partisi zayıflayan ve demokratik devrim ve sonrasında sosyalist devrim olması gerektiğini düşünen geleneklerin ise güçlendiği bir dönemdi 12 Mart süreci. Bu MDD tartışmalarında güçlenen hareket ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu gelenekleriydi. Bunlar iki ana akımı oluşturuyorlardı. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi görece daha ideolojik olarak kendisini iyi konumlandırmış olan bir gelenekti. Ve Mahir Çayan tarafından oluşturulmuş olan paradigmayı savunuyorlardı. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu geleneği ise kendi içerisinde bir teorisyeni olmayan görece siyasal pratiği daha önemseyen bir hareket olarak öne çıkmışlardı. Ağırlıklı olarak Deniz Gezmiş her ne kadar bu geleneğin sembolü olarak kabul edilse de Hüseyin İnan Türkiye Devrimi'nin Yolu broşürüyle aslında THKO geleneğinin kendi içerisindeki ideoloji paradigmasını oluşturmuştu. Bu 2 hareket de aslında biraz daha böyle şey amiyane bir tabir kullanacaksak ikisi de yerli ve milli hareketlerdi. Çünkü Türkiye doğasına uygun oluşmuş paradigmaları savunuyorlardı. Bunlardan farklı olarak Türkiye İhtilalci İşçi Partisi yani Doğu Perinçek tarafından oluşturulmuş olan ve Mao Zedong düşüncesi diye tabir edilen ve Çin'in sosyalist modelini kendisine kılavuz alan bir başka gelenek daha vardı. Zaman içerisinde o gelenekten Türkiye Komünist Partisi Marksist-Leninist yani İbrahim Kaypakkaya'nın oluşturduğu ana çizgilerden bir tanesi oluşacaktı. Genel olarak bu hareketler 1974'ten itibaren yani 12 Mart Askeri Darbesiyle devrimcilerin ezilmesi, öldürülmesi, idam edilmesi ve cezaevlerine girmesinden sonra bu hareketler tırnak içerisinde hafif sönümlenir gibi oldu. Ama gerek 71 döneminin kahramanlı diye nitelendirebileceğimiz devrimcilerin diğerkamlıkları gerekse o dönemde onların kurdukları paradigmaya büyük ölçüde sahiplenen geniş bir kuşağın varlığıyla 1974 yılında Türk, Türkiye sosyalist hareketi yeniden büyük bir gelişim göstermeye başladı. Bu gelişimde iki ana etmen vardı. Bir tanesi, sahiplenilen tarihsel miras yani topu topu 3 yıllıktı ama önemli bir mirastı. İkincisi de 74'te o dönemde cezaevlerine kapatılan devrimcilerin yeniden cezaevinden afla çıkmaları ve sonrasında da 00:12:00örgütlerin başına geçmeleri. Ve dolayısıyla daha kurumsal bir kimliğe, kimlik edinmelerini sağlamalarıydı. Bu dönemde devrimci hareket 74'ten itibaren iki önemli aks içerisinde yürüdü. Bunlardan bir tanesi, 12 Mart'ta görece daha zayıf olan ve kendilerini o dönemde komando olarak tanımlayan sağ gelenek bu sefer ülkücü gençlik olarak solun karşısında konumlandı ve kendilerini Türkiye'nin komünistleşme sürecini engelleyecek devlete yardımcı olan bir kanat olarak belirledi ve çok kısa sürede silahlı eylemlere başladılar. Henüz daha 74 başlangıcında Türkiye sosyalistleri daha silahlı mücadeleye başlamamışlardı. Biraz bu saldırıların ve arka arkaya gelen can kayıplarının etkisi ve biraz da geleneğin kendi içerisinde bir silahlı devrim ideali olması nedeniyle zaman içerisinde devrimciler de silahlanmaya başladılar. Bu birinci önemli akstı. İkincisi ise, Türkiye devrimci hareketi 71 tarihsel mirası içerisinde edindikleri tecrübeyi sonraki kuşaklara taşırken büyük ölçüde 71'in ideolojisini sahiplenen ama pratiğinde karşılarındaki güçten kaynaklanan çok daha kitlesel, çok daha yoğun, çok daha silahlı bir harekete dönüşme eğilimi gösterdi. Bu harekete dönüşme eğilimi çok kısa bir zaman dilimi içerisinde biraz önce söylediğim o ülkenin adeta ikiye bölünmesi ve kutuplaşmasını sağladı. Hakikaten ilginç bir dönemdir yani gerek ülkücüler gerek devrimciler açısından silaha çabuk erişilen bir dönemdi. Toplumsal çelişkilerin, köyden kente göçün çok keskin çizgilerle ayrıldığı bir dönemdi ve bu dönemde devrimciler ve ülkücüler önce şehirleri, sonra sektör olarak okulları, köyleri, kasabaları, mahalleleri, sokakları kendilerini, kendileri tarafından güvenliği sağlanan bölgelere dönüştürdüler. Zaman içerisinde devrimciler bunu daha da geliştirerek kurtarılmış bölgeler diye resmi ideoloji tarafından sahiplenilen ama köyden kente göçün bir gerçekliği olarak ortaya çıkan gecekondu mahallelerini kurdular ve buraları, buralarda halka bedava arsa vererek ya da onların konut sahibi olmalarını fiili emek yoğun olarak sağlayarak kendi bölgelerini 00:15:00oluşturmaya başladılar. Devrimcilerin ya da ülkücülerin güç gösterileri bir sokağı ele geçirmek ya da bir mahalleyi ele geçirmek şeklinde tezahür ediyordu ki bir sokağı ya da bir mahalleyi ele geçirmek için onlarca insanın can verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde yani 74 sonrası devrimci hareket şekillenirken biraz önce andığım 4 ana akım yani Çin, Sovyetler Birliği ve daha yerli bir çizgi olan THKP-C geleneği içerisinde şekillenirken gruplar kendi aralarında özellikle Çin ve Sovyetler Birliğini sahiplenen ve onların sosyalist olduğunu ve dolayısıyla Türkiye'de gerçekleşmesi beklenen sosyalizmin de Çin tipi halk savaşı ya da Sovyet tipi bir devrimle gerçekleşebileceğini düşünenler birbirlerine karşı çok sert başlangıçta ideolojik bir uzlaşmaz çelişki olarak başlayan ama çok kısa süre içerisinde çatışmalarla şekillenen bir sürece evrildiler. Öte yandan kendi içerisinde daha yerli bir ideoloji yani Mahir Çayan ideolojisini sahiplenenler açısından da aslında yaşam o kadar da pürü pak değildi. Onlar da kendi içlerinde bölünmeye başladılar ve Mahir Çayan geleneğini sahiplenen çeşitli akımlar kendi aralarında çatışmalarda çok sayıda insanın can kaybına neden oldular. Sol enerjini özellikle bulunduğu bölgeler ve okullarda faşistleri ya da MHP'lileri o bölgelerden ya da okullardan kovduklarında o enerjisini kendi içerisindeki bu çatışmalara harcayarak bugünden baktığım şekilde heba etti. Ben neresindeydim? Ben Beşiktaş semtinde yaşıyordum ve Beşiktaş semtinde bir halk evi vardı. O halk evi Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi'nden ayrılan bir grup tarafından sahiplenilmişti. Bu grubun adı Halkın Yolu idi. Düşünün kendinizi, 15 yaşında gencecik bir çocuğum ve beni asıl ilgilendiren şey ideolojiler ve paradigmalar değil güç ve çeşitli estetik kaygılar. Son derece çarpıcı ve hoş bir logosu vardı bu derginin. Ve aşağı yukarı Beşiktaş'ın her yeri onlarla doluydu. Öte yandan ben de Sovyetler Birliği'ne karşı yani Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizmin benim hayal ettiğim şeklinde de bir sadece sezgiye sahiptim. Çok kısa süre içerisinde bu harekete katıldım. Bu 00:18:00hareket 1977'de yani bu hareket o dönemde parti cephe en önemli gelenekti yani en kitlesel olan parti cepheydi. Devrimci gençliği de onlar oluşturuyorlardı. Bu hareket Dev-Genç'i yatay olarak bölen ve kesen bir hareketti yani sosyal emperyalizm tezini yani Sovyetler Birliği'nin emperyalist olduğu tezi parti cephe içerisinde çok büyük bir taraftar topluluğu kazanmıştı. Ve neredeyse şunu söyleyebilirim ki o dönemdeki adıyla militan gençlik diye bilinen ve Sovyetler Birliği'nin emperyalist olduğunu savunan hareket en güçlü harekete dönüşmüştü. Bir süreliğine. Ancak 1977'de bugünden baktığımda Çin tarafından oluşturulmuş olan dış politika tezi diye tabir edebileceğim 3 dünya teorisinin Türkiye'deki tartışmaları sürecinde bu hareketin merkez komitesindeki 7 kişiden 6'sı Doğu Perinçek'in Türkiye İşçi Partisi'ne katıldılar. Ve bu hareket çok çok küçük yani diğer bütün gelenekler içerisindeki en küçük hareketlerden birine dönüştü. Ben ise sadakatle o grup içerisinde kaldım. Grubun adı değişti Devrimci Halkın Yolu oldu. 12 Eylül sürecinde hatta 12 Eylül'den sonra oldukça uzun bir süre o hareketin içerisinde çalıştım.

00:19:43 - Darbe Koşullarının Oluşturulması

Play segment

Partial Transcript:
Tabii aslında çok daha geriye gitmekte yarar var çünkü biz kendi bireyler olarak, kendi kişisel algılarımız ya da ideolojiler olarak kendi gruplarımızın algılarının dışında bir de devletin sizi nasıl algıladığı ve devletin sizin üzerinizde nasıl bir tasarruf hayal ettiğini de öngörmek gerekir. 1960 İhtilali diye tabir edilen askeri darbesi sürecinde hatırlarsanız Turan Emeksizin öldürülmesinden sonra darbeye giden süreçte adeta bir fısıltı gazetesi ülkeye hakim olmuştu. O dönemde Demokrat Parti muhalifi öğrencilerin kıyma makinalarıyla parçalandıkları ve sonrasında da belirsiz mezarlara görüldüğü şeklindeki şayialar o fısıltı gazetesi toplumda çok büyük tepkilere ve-- neden oluyordu. Daha da kötüsü inandırıcı olarak bulunuyorlardı. 12 Mart Askeri Darbesi aslında böyle bir know how'a sahip olan devletin 12 Mart sürecini de bu şekilde provoke etmesi gibi bir sonuca yol açtı. O dönemde bir arabalı vapura, 00:21:00vapurun tersanede bombayla batırılması, Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması ve benzeri provokasyonlar sadece oradaki gençlik önderlerini değil aynı zamanda çeşitli gazetelerdeki yazarları, öğretim üyelerini ve aydınları da bu davaların içine katacak şekilde çok geniş ve büyük davaların açılması gibi bir sonucu beraberinde getirdi. Buradan nereye varmak istiyorum? Buradan söylemeye çalıştığım şey devlet kendi içerisindeki tecrübe ve birikim ile aslında askeri darbe koşullarını hazırlayabilecek ve toplumda bu darbenin meşruiyetini sağlayabilecek koşulları yaratma konusunda bir birikime sahip. Bu birikim 12 Eylül koşullarında çok daha kolay oluşabiliyordu. Şöyle söyleyeyim size işte bir uçağın kaçırılması 12 Mart sürecinde ile ilgili davada bugün çok afaki gelebilecek biçimde Altan Öymen yargılanabiliyordu ya da AKM'nin yakılmasıyla ilgili bir davada Mümtan Soysal yargılanabiliyordu. Bugünden baktığınızda bütünüyle irrasyonel, akış dışı bulabileceğiniz şeyler o dönemde halkın belirli kesimlerinde belki de onlar da bu işle alakalı soru işaretlerini beraberinde yaratıyordu. Oysa 12 Eylül koşullarında bu kadar afaki birtakım analojilere gerek kalmamıştı çünkü o kadar geniş coğrafyaya yakılmış ve o kadar kitlesel bir eylemlilikten geçiyordu ki Türkiye kimin ne yaptığının sorgulanabileceğini yani "Mümtan Soysal uçak kaçırmaz" ya da "Mümtan Soysal gemi kaçırmaz" diye kendi içerisinde bir sağduyuyla hareket eden insanların sorabileceği sorular 12 Eylül koşullarında neden olmasın şeklinde karşılanıyordu. Sonrasında yani 12 Eylül sonra 1991-93 dönemine baktığınızda 1996-97 28 Şubat sürecine giden dönemine ilişkin farklı parametrelere anlatabilirim ama herhalde izleyici açısından meramım ortaya çıkmıştır diye düşünüyorum.

12 Eylül koşullarında en temel şey şuydu, işte Lenin'de ifade edilen "devrimin objektif ve subjektif şartları" yani bizi ilgilendiren haliyle paradigma gerçekten de Türkiye için geçerliydi yani yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istememesi. Bu iki olgu gerçekten de 12 Eylül koşullarında fiili olarak yaşanıyordu. 00:24:00Yönetenler, ekonomik krizler, siyasal istikrarsızlık, döviz krizleri ve kendi aralarında çekişmeler nedeniyle eskisi gibi yönetemezken toplumu; daha söz ve ifade özgürlüğünü özgürce kullanan ama daha örgütlü, daha önemlisi de silahlı bir güce sahip olan muhalefet ve devrimci sokak geleneği eskisi gibi yönetilmemek istememesinin ötesinde bir devrim isteği ve talebiyle ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla aslında değişimin ve dönüşümün fiili şartları kendi içerisinde vardı. Öylesine vardı ki biz, bizim kesimde yani devrimciler arasında biz neredeyse böyle elimizi uzattığımızda dokunabileceğimiz bir gerçeklik, bir realite olarak kabul ederdik ve bugünden yarına bu dönüşümün gerçekleşebileceğine inanırdık. Devlet açısından ise var olan istikrarsızlığı derinleştirmek, var olan istikrarsızlığı mümkün olduğu kadar toplumun her kesimine yaymak ve sonrasında da bir halaskâra yani bir kurtarıcıya toplumun ihtiyaç duymasını sağlayacak olan koşulları hazırlamayı kendisine sabırla vaaz etmişti.

00:25:25 - 1977 1 Mayıs'ı

Play segment

Partial Transcript: Düşününüz ki 12 Eylül Askeri Darbesi her ne kadar 1980 yılının 12 Eylül'ünde gerçekleştiyse de 1978 yılının başında Genel Kurmay içerisinde bir çalışma grubu oluşturulmuştu ve bu çalışma grubu çok çekirdek ve albaylardan oluşan bir çalışma grubuydu. İkinci, Genel Kurmay 2.Başkanına sadece tabiydiler ve illegal bir yapıydı ve bunlar darbenin hem fiili koşullarını hem de darbenin örgütlenmesiyle ilgili çalışmalara başlamışlardı. Demek ki darbeciler aslında böyle bir darbenin gerçekleşmesi için mevcut koşulları neredeyse 2 buçuk yıl önceden itibaren oluşturmaya başlamışlardı. Bu sürecin en önemli kilometre taşı hiç kuşkusuz 1977 1 Mayıs'ıdır. Bunun en önemli olmasının nedeni şudur, 1977 Türkiye'sinde devrimciler ve sosyalistler belki de güçlerinin en doruk noktasına ulaştılar. Bunun iki ana nedeni vardı. Bir tanesi Cumhuriyet Halk Partisi'nin görece daha sol bir kimliğe sahip olması ve Bülent Ecevit'in bu sol kimliğini radikal bir duruşla sergiliyor olmasıydı. O dönemde örneğin Cumhuriyet Halk Partisi liderine dönemin başbakanı Süleyman Demirel'in "işte size Sheraton Oteli'nden bir sniper 00:27:00ateşiyle sizi öldürecekler Taksim'deki mitingi yapmayın" şeklindeki önermesine Ecevit "ben ve eşim orada olacağız" yanıtını vermişti. Ve inanın ben de oraya gitmiştim. Yeşilköy'den itibaren Taksim Meydanı'na kadar bütün İstanbul Ecevit'i ve eşini sahiplenmek üzere dışarıya çıkmıştı. Sanıyorum cumhuriyet tarihinin en kalabalık ve en kitlesel mitingini Ecevit bu sayede gerçekleştirmişti. İkinci büyük kitlesel katılım ise 1 Mayıs 77'ydi. 1976 yılında sendikalar tarafından gerçekleştirilen 1 Mayıs eylemi, sendikaların işyeri komiteleri aracılığıyla fabrikaları boşaltması ve daha geniş bir işçi katılımını beraberinde getirirken; 1977'de siyasi hareketlerin de kendi tabanlarıyla ve kitleleriyle orada olma istek ve iradesi dolayımıyla aşağı yukarı 500 bin insanın toplandığı çok büyük bir eylemlilik, 1 Mayıs kutlaması gerçekleşecek. Ancak orada 3'lü ittifak diye tabir edilen Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği tarafından Saraçhane'den gelecek olan kol biz de Taksim'e gireceğiz kararı vermişti. Oysa mitingi tertipleyen DİSK o dönemde Türkiye Komünist Partisi etkisindeydi ve DİSK yöneticileri Maocular diye tabir edilen bu kanadın Taksim'e giremeyeceğini, bunu engelleyeceklerini ilan etmişlerdi. O dönemde aşağı yukarı 20 bin DİSK'liye sopalar dağıtılmıştı. Bir barikat oluşturulacaktı ve o barikatlar nedeniyle de Saraçhane'den gelenlerden kendileri için ehven olan gruplar alındıktan sonra 3'lü ittifaka, o meydana giriş kapatılacaktı. O dönemde gruplar arasındaki çatışmalarda işte 1 Mayıs afişlemeleri olduğu dönemde örneğin her iki gruptan da afişlemeler ve yazılamalar sırasında hayatını kaybedenler oldu. Yani yay giderek daha da gerilmişti. Ben de 1977 1 Mayıs'ında Saraçhane'den yürüyen grup içerisindeydim. 3'lü ittifak içerisinde kendimi tanımlayan bir delikanlıydım ve henüz 16 yaşındaydım. Tarlabaşı henüz yıkılmamıştı dar bir caddeydi, o caddeden, Tarlabaşı'ndan yukarı çıkarken DİSK'liler Kurtuluş grubunu yani bizim önümüzde yürüyen gruba aldıktan sonra barikatı kurdular. Ve 3'lü ittifak üyeleri de o barikatı zorlamak üzere öne doğru hareket ettiklerinde 00:30:00silahlar patladı ve hepimizin bildiği 1 Mayıs katliamı gerçekleşti. 1 Mayıs katliamında söylemem gereken iki şey var. Bunu, gerek o dönemin belgeselini yapmış olmak gerekse o dönemin tanıklarıyla ve savcısıyla konuşmuş olmaktan hareketle söylüyorum. 1 Mayıs devlet açısından son derece elverişli bir provokasyon ortamının devrimciler tarafından oluşturulduğu bir süreçti. Bu süreçte o dönemdeki Etap Oteli diye bilinen otelin belli katları da Amerikalılar tarafından boşaltılmıştı ve o boşaltılan yerlere çalışanların bile girmesi yasaklanmıştı. Bu Amerikalıların belgesel dolayımıyla yaptığımız söyleşilerde işte şeyler içerisinde, kutular içerisinde tüfek boyutundaki kutular içerisinde birtakım şeyler getirdikleri görevliler tarafından ifade edilmişti. Nitekim katliam başladığında insanlar oradan ateş edildiğini söyleyip hatta belinde silah olanlar o tarafa ateş etmeye başlamışlardı. Buna paralel olarak Sular İdaresi'nde bir grup sivil kitlenin üzerine ateş açmıştı. O kadar dikkatli ateş ediyorlardı ki kovanları çoraplarına koyarak oradan uzaklaştıkları görüldü ve o ateş edenler, oradaki devrimci bir kameram tarafından da tespit edildi ve 1 Mayıs'ın en önemli kanıtların biri oldu. Bir de Gümüşsuyu tarafından Beyaz Toros'la giren bir grup ki o gurubun başındaki komiser sonraki yıllarda devrimci hareketi açısından son derece tanınan bir isme dönüşecektir. O ses bombaları atarak oradaki o nasıl diyeyim kargaşanın daha da büyümesini sağlayan birtakım girişimler gerçekleştirildi ve 1 Mayıs katliamı sorumlusu devlet olmadı. O birbirleriyle çatışan ve çatışmakta olan gruplar oldu. Dönemin savcısı ile yaptığımız söyleşide bunun bir tertip olduğunu yıllar içerisinde anladıklarını ama ortaya çıkaramadıklarını ifade edecekti.

00:32:39 - 16 Mart Katliamı

Play segment

Partial Transcript:
1 Mayıs'ı neden bu kadar önemsediğim sadece ölü sayısından mütevellit bir şey değil. 1 Mayıs Türkiye sosyalistlerinin kitlesel olarak sokak ve alanlarda bulunduğu en büyük eylemlilikti. 1 Mayıs'tan sonra aman başımıza bir şey gelir mi acaba orada olursam bir şey yaşar mıyım 00:33:00korkusu içerisinde olan insanlar aynı kitlesellikte sol ve sosyalistler tarafından gerçekleştirilen eylemlere katılmamayı tercih ettiler. Yani doruk noktası, 1 Mayıstı sonrasında iniş başladı. 12 Eylül'e kadar giden süreçte tabii ki çok önemli şeyler gerçekleşti. Bunlardan bir tanesi sizin de andığınız 16 Mart katliamıdır. Ben 16 Mart katliamıyla ilgili olarak gerek 12 Eylül belgeseli gerekse daha sonrasında kendi belgesellerimi yaptım ve orada gözlediğimiz 2 şeyi söyleyebilirim. O dönemde devrimciler sadece devrimciler değil ülkücüler, okullara gruplar halinde gidip gelirlerdi. O grup halinde gitmenin alameti farikası bireysel saldırıya uğramamanız ve güvenliğinizi devrimciler ya da ülkücüler tarafından sağlanmasıydı. Devrimci, o dönemde Beyazıt Meydanı'nda ülkücülerin kendilerine ait bir kafeleri vardı ve çeşitli saldırılar gerçekleştirebilecek hareket ve kabiliyete sahiptiler o nedenle de devrimciler gruplar halinde gitmeyi tercih ediyorlardı. O gruba önce bir TNT kalıbı atıldı, ardından da ateş açıldı. 12 Eylül belgeseli ve sonraki yaptığım çalışmalar dolayımıyla o TNT kalıbını ülkücü gruba getiren kişinin bir yüzbaşı olduğu bir ekip arabasıyla ülkücülere o TNT kalıbını getirdiği, getirdiğini biz ortaya çıkardık. O dönemde ülkücüler yani otomatik silahlarla kitleyi tarayan ülkücülerin peşine toplum polisi düştüğünde sonraki yıllarda orduda ve Bursa'da ortaya çıkacak olan bir ülkücü komiserin "koşmayın peşlerinden bırakın gitsinler" dediğini bir polis memuru bize anlattı. Ve daha da ilginci katliama katılan bir ülkücü arkadaşları tarafından öldürüldü. Ablasıyla yaptığımız söyleşide ablası işte büyük bir vicdan azabı duyduğunu, psikolojisinin bozulduğunu bundan sonrasında da arkadaşlarına gidip bunu söylediğinde de arkadaşları tarafından öldürüldüğünü ablası ifade etti. Ve bize dedi ki, "kardeşim o kadar suçluluk duyuyordu ki gitti cenazeleri seyretti ve ne kadar üzüldüğünü anlattı tabutlar geçerken" dedi. Bizim de zamanımız ve sabrımız vardı. Görüntülerde o sözü edilen ülkücüyü bulduk. Beyazıt'ta. Gerçekten kitleyi seyrederken. Onun görüntüsünü bulduk ve belgeselde de kullandık. Tam anlamıyla bir 00:36:00provokasyondu bir kitle katliamı amaçlanmıştı. Gerçekten de 7 kişi öldü, 42 kişi yaralandı. Bunlardan bir bölümü sakat kaldı. Ve sonrasında o günlerde MHP tarafından oluşturulmuş olan bir paradigma devreye girdi. Bu paradigma "verimli hilal" diye tabir edilen bir paradigmaydı. Orta Anadolu'nun, Orta Anadolu'nun daha muhafazakar daha milliyetçi bir homojen nüfus yapısını oluşturulması ve kurulması dolayısıyla ülkenin bölünmesi halinde bu ana verimli hilalin müdahale edebileceği yönünde bir paradigmaydı bu.

00:36:13 - Maraş Katliamı

Play segment

Partial Transcript: Ve sonrasında o günlerde MHP tarafından oluşturulmuş olan bir paradigma devreye girdi. Bu paradigma "verimli hilal" diye tabir edilen bir paradigmaydı. Orta Anadolu'nun, Orta Anadolu'nun daha muhafazakar daha milliyetçi bir homojen nüfus yapısını oluşturulması ve kurulması dolayısıyla ülkenin bölünmesi halinde bu ana verimli hilalin müdahale edebileceği yönünde bir paradigmaydı bu. Bu paradigma doğrultusunda Çorum'da ve Sivas'ta katliamlar gerçekleştirildi. Bunlar Alevi mahallelerine dönük katliamlardı. Bugün bile tam olarak ölü sayısı bilinmeyen katliamlardır. Ama birinde 85, birinde 59 kişinin öldüğü varsayılır. Verimli hilalin ucu Maraş'a uzanıyordu ve Maraş'ta da bir Alevi mahallesi söz konusuydu. Bu mahalleye sanıyorum biliyorsunuzdur ama ben kısaca anlatayım Maraş katliamı aslında 2 ülkücü öğretmenin öldürülmesiyle başlayan sonra buna karşı devrimci öğretmenlerin öldürülmesiyle süregelen, devrimci öğretmenlerin cenaze töreninin düzenleneceği gün de "komünistler, Aleviler camilere saldırdı, camileri yakıyor" şeklindeki fısıltı gazetesinin ama bu sadece bir fısıltı gazetesi değil, belediye hoparlöründen de halka yapılan duyurular sonucunda sağ ve muhafazakar gruplarının Alevi mahallesine saldırılarıyla gelişen bir süreçti. O dönemde Maraş'a önceden piyangocu, simitçi kimlikleriyle çok sayıda Maraş dışından kişiler getirilmişti. Alevi mahallerine yüzleri maskeli, ellerinde tabutlar olan ve o tabutları yere koyduklarında otomatik saatleri halka dağıtan bir grup öncüydü. Maraş katliamı 3 gün sürdü. 3 gün 3 gece sürdü. Düşününüz ki bir siyasi irade 3 gün 3 gece Maraş'a müdahale edemedi. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren'e "Müdahale edin insanlar öldürülüyor" dediğinde Kenan Evren "Bizim yeterli gücümüz yok" yanıtını verdi. Bu bir pazarlık süreciydi. "Peki ne istiyorsunuz" dendiğinde "yasal olarak güvence istiyoruz" cevabı geldi. Nedir yasal güvence? Sıkıyönetim ilan edilmesi. Sıkıyönetim ilan edildiğinde e tamam 00:39:00Maraş'a sıkıyönetim ilan edelim dediğinde bu sefer de "hayır biz öyle değil daha başka illerde de istiyoruz" diyerek 13 kentte sıkıyönetim ilan edilmesi talebinde bulundular. Bu illerden bir tanesi örneğin o yıllara kadar topu topu 1 kişinin hayatını kaybettiği Dersim'di. Ama onlar açısından o politik homojen sol yapı da bir tehlike arz ettiği için mesela Tunceli'yi de sıkıyönetim kapsamına almak istiyorlardı. Daha da önemlisi bir ortak eş güdüm komitesiyle sıkıyönetim komutanlarının valilikle eş yetkilere sahip olmasını kabul ettirdiler. Bu şu anlama geliyordu, vali tek başına hiçbir karar alamaz hale gelmişti. Dolayısıyla sıkıyönetimin olduğu illerde asker otomatikman siyasete ortak hale geliyordu ve Maraş bu kararın alınmasından itibaren, Maraş'ta 2 saat içerisinde Isparta'dan gelen ve Antep'ten gelen birlikler asayişi sağladılar. Yani aslında güçleri vardı. NATO'nun 2.büyük ordusundan söz ediyoruz. Yine hala tam sayısı bilinmeyen bir biçimde resmi rakamlara göre 115, Aleviler'e göre 500'e yakın insan çoluk çocuk anne karnındaki çocuklar kesilerek, parçalanarak, öldürülerek çok büyük bir katliam gerçekleştirildi. Sonraki yıllarda ben Can Dündar'la beraber Bülent Ecevit belgeseli yaptım ve o dolayımla Bülent Ecevit'in arşivine girme imkanı elde ettik ve arşivde çok çarpıcı bir bilgiye rastladık. Ecevit'in Gizli Arşivi kitabında da kullandığımız bu belgede Ecevit kendi el yazısıyla "MİT'ten gelen bir belge, güvenilir bir kaynak" şeklinde raporun üstüne kendi el yazısıyla bir not düşmüştü ve o notta MİT içerisindeki bir şahıs Maraş katliamının MİT'in Adana dairesi tarafından organize edildiğini, planlandığını o dönemde Adana dairesinin başına Türkeş'in bacanağı ya da kayınbiraderi olan bir şahsın atandığını ve o sayede de isim isim anıyordu. Yaklaşık 15 civarında isim anıyordu. İşte o isimler tarafından katliamın gerçekleştirildiğini ifade ediyordu. Dolayısıyla Maraş aslında bu 78'in başında kurulan çalışma grubunun 78 sonundaki belki de en önemli 00:42:00eylemliliklerinden biri oldu. Ve biz ülke içerisinde zaman içinde şunu yaşar hale geldik: "Acaba benim oğlum ya da kızım bu akşam eve dönebilecek mi? Acaba benim eşim bu akşam eve dönebilecek mi? Acaba evimiz kurşunlanacak mı? Acaba bizim oturduğumuz mahallede çatışmalar olacak mı?" Bu gitgide bir kurtarıcı arayışı yani bizi bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan kim kurtaracak arayışını beraberinde getirdi. Askeri darbe gerçekleştiğinde inanın toplumun çok önemli bir kesimi "oh kurtulduk" yani "evlatlarım kurtuldu, benim hayatım kurtuldu" anlayışı içerisinde hareket ettiler. Çünkü darbeciler tam bunu hedeflemişlerdi.

00:42:58 - 12 Eylül Sabahı

Play segment

Partial Transcript: 12 Eylül sabahı Beşiktaş'ta ailemle birlikteydim. Henüz içeriden yeni çıkmıştım ve İstanbul'da kalmıştım bir süreliğine. Aile büyüklerimin "darbe oldu" sözleriyle uyandığımı hatırlıyorum o gün salonda uyumuştum, yer yatağında. Televizyonu açtık ve Kenan Evren'in o tekinsiz suratıyla karşılaştık. Büyük bir şaşkınlıktı bizim açımızdan. Yani böyle bir şey olmasını bekliyorduk ama niye şaşırıyorduk onu bilmiyorum. Anne ve babamın çok şey yapmasına, "aman çıkma" falan demesine rağmen kamyonlarla ekmekler dağıtılıyordu. Ekmeğin dağıtıldığını öğrendiğimde sokağa çıktığımı hatırlıyorum. İşte sokaklar askerlerle doluydu, ben ekmeği alıp yeniden eve dönmüştüm. Ertesi günü benimle aynı geçmişe sahip olan arkadaşlarımla buluşmuştuk. Cumartesi günüydü ve Beşiktaş'ta cumartesi pazarı diye tabir ettiğimiz pazar kurulmuştu. Ve sol partilere yani legal sol partilere ait bürolar, yerler basılmıştı ve askerler orada elde ettikleri kitapları, belgeleri sokak önlerine yığmaya başlamışlardı. Hani böyle daha çok batı sinemasında Şili'ye ya da Latin Amerika'ya izafe edilen o görüntülerin birebir tanığı oluvermiştik. Açıkçası başlangıçta çok ürkmedik. Kendi gücümüze olan inancımız hala çok fazlaydı. Ama çok kısa süre içerisinde bunun böyle olmadığını anlayacaktık.

00:45:00

00:45:03 - Gözaltına Alınışı

Play segment

Partial Transcript: Ankara'daydı. Ankara'da ben Altındağ bölgesinde çalışıyordum. Bölgedeki arkadaşlar Mamak'ta Misket Mahallesi'nde bir eylem gerçekleştireceklerini ifade etmişlerdi. Misket Mahallesi karışık bir mahalleydi. MHP'liler vardı. Devrimci Yol diye bir başka sol grubun büyük ölçüde hakimiyeti olan bir mahalleydi ama o mahallenin sadece o bölümü yani Mamak'ın değil ama Misket Mahallesi'nin o bölümü bizim tarafımızdan örgütlenmişti ve o, oradaki o faşistlerle olan çatışmaların nihayetlendirilmesi için oldukça kapsamlı sanıyorum o dönemki tabirle "devrimci terör"ün de kullanılacağı bir eylemlilik planlanmıştı. Çok sayıda militan o bölgeye konuşlanıp bahçelerde eylemin başlangıç saatini bekliyorduk. Bir korsan olarak başlayacak ve sonra gelişecekti. Yani bir kişinin slogan atması halinde biz bahçelerden çıkıp eyleme başlayacaktık. Fakat bir küçük ufaklık bizi fark etmiş, oradaki askerlere "burada bahçelerde abiler ablalar var" demiş. Bir anda baskına uğradık. Ve yakalandık. Bir süre Ankara Emniyet'inde kaldım. Sanıyorum 4 ya da 5 gün. Sonra da Mamak dolu olduğu için bizi Etimesgut'ta oluşturulmuş olan bir sinema salonundaki cezaevine yolladılar. Bir süre de orada kaldım. Cezaevi içerisinde de sol gruplar büyük bir çatışma yaşadılar. Paradoksal olan çatışması öngörülen gruplar biz ve Sovyet yanlıları olması gerekirken iki parti cephe kökenli grup birbirine girdi ve büyük bir çatışmaydı. 2 gün sürdü. Çok sayıda insan yaralandı. Sonra bizi oradan aldılar başka bir yere götürdüler. Aradan bir süre geçtikten sonra mahkemeye çıkarıldım ve tahliye edildim. Yani 12 Eylül'den bir süre önce tahliye edilme şansına sahip oldum çünkü bize izafe edilen şeyle eğer 12 Eylül koşullarında o cezaevinde kalmış olsaydım çok büyük bir ihtimalle 8 ila 12 yıl yerdim.

00:47:59 - İşkence

Play segment

Partial Transcript: İşkence vardı. Henüz daha yakalandığımızdan itibaren başlamıştı yani 00:48:00polis minibüsünde başlamıştı. Ankara Emniyet'inin o dönemde herhalde size bol bol anlatmışlardır. DAL diye bilinen bir bölümü vardı. Deneme Araştırma Laboratuvarı olarak bilinen, 6.katı. Biz 6.katta bulunduk. İşte genişçe bir salon vardı, o salondan bir de hücreler vardı. Biz salona atılmıştık. Daha çok hücrelerde bir fiil işte ne bileyim silahla yakalanan ya da ev baskınlarında yakalananları orada tutuyorlardı. Bize ilişkin kanıt çok fazla yoktu yani bir torbada illegal örgütün adının olduğu bir pankart vardı. Pankartın ucunda da bomba süsü verilmiş bir şey vardı. Bizi yakaladıklarında benim üstümde bir şey yoktu yani silah külah bir şey yoktu. Bir bildiri vardı. Ama o bildiriyi de polis minibüsüne saklamıştım. "Torbayı aç" dediklerinde de doğrusu güvenmemiştim çünkü o eylemin ciddi bir, aksiyoner bir eylem olacağını bildiğim için o bombanın gerçek olabileceği endişesi taşıyordum. Açmayacağımı söyledim. Belki açsam parmak izimden hareketle o illegal çünkü hareketlerin bir legal bir de illegal isimleri vardı. Eğer illegal isme sahip, illegal isimle yakalanırsanız o zaman illegal örgüt üyesi olduğunuz gerekçesiyle cezanız asgari 5 yıl, örgüt üyesi olmakla başlıyor. Ben dokunmayacağımı söyledim. Biraz dayak yedim ama iyi ki de dokunmamışım. Dolayısıyla bir parmak izi de dahil bir kanıtları olmadığı için biraz hırpalandım ama ağır bir işkence görmedim. Ama görenler oldu. Açık söylemek gerekirse zaten işkence görmenize gerek kalmıyordu. Yani orada o yaşadıklarınız ve yaşananları bildiğiniz için.

Evet üniversitenin içeride olduğum zaman dilimi sınavlara tekabül ettiği için 1 sene kaybettim. 83'te mezun olmam gerekirken 84'te mezun oldum. Ama o bir detaydı yani inanın hiç yaşanan gerçeklik içerisinde yani bir zaman kaybetmeye bir sömestr, bir yıl kaybetmeye ya da birkaç yıl kaybetmeye. Yani ben çok, kendini çok şanslı addeden biriyim bu anlamda. Kendi jenerasyonumun 00:51:00ve arkadaşlarımın yaşadıklarıyla mukayese ettiğimde hiçbir şey yaşamış kabul etmiyorum kendimi.