https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment1
Partial Transcript: Şimdi 1980'de askeri darbe gerçekleştiğinde biraz önceki söylediklerime atıf yaparak vurgulayacak olursam darbeciler de kendi devlet akıllarında yaptıkları hataların bilincindeydiler. Örneğin 1960 darbesinde Demokrat Parti zihniyetine karşı bir devrim yapmışlardı. Ama henüz 1961 seçimlerinde Demokrat Parti zihniyetini temsil eden partilerin aldıkları oy yüzde 52 civarındaydı. Demek ki bir zihniyeti bir askeri darbeyle ortadan kaldırmanız çok olanaklı değildi. O zaman yasaklamalar ve engellemelerle bunu sürdürmeye çalıştılar. Nitekim Adalet Partisi'nin Demokrat Partisi yöneticilerine dönük affedişini, "eğer affedersiniz biz yine darbe yaparız" tehdidiyle geri planı atılmak zorunda kalmıştı. 12 Mart askeri darbesinde de benzer bir süreç yaşanmıştı. Dönemin gençlik önderlerini öldürerek ve idam ederek ve hapsederek bu süreci sönümlendirdiklerini sansalar da rüzgar ekip fırtına biçtiler. Çünkü 1961 Anayasasının sağladığı görece özgürlük ortamı çok kısa süre içerisinde hareketlerin kendilerini yeniden toparlamalarını sağladı. 12 Eylül cuntacıları işte bu bilgi ve birikimle, bu tecrübeyle hareket ettiler ve 12 Eylül askeri darbesinden sonra geniş tutuklamamalar, işkenceler, idamlar, infazlar ile süregelen bir süreç daha sonrasında devletten sosyalistlerin temizlenmesi, akademyadan temizlenmesi gibi fiili birtakım uygulamaları beraberinde getirdi ama asıl olan şey şuydu, 12 Eylül cuntacıları açısından düşündüğümüzde ve bugüne baktığımızda 12 Eylül bir milat oldu. Çünkü cuntacılar bu defa anayasayı bütünüyle değiştirdiler ve söz ve ifade özgürlüğünü, politikleşmeyi ve örgütlenmeyi önemli ölçüde kısıtlayan bir anayasayla ülkeye yeni bir deli gömleği giydirdiler. Açık söylemek gerekirse bugün hala 12 Eylül yasasıyla yönetildiğimiz gerçeğinden hareket edecek olursak aradan 42 yıl geçtikten sonra bunun 3 yıl içerisinde gerçekleşen bir demokrasi tecrübesi 00:03:00olmadığının altını özenle çizmek isterim. 1980-83 dönemi ilginçtir mesela en son idam eden devrimci Anavatan Partisi iktidarı döneminde edildi. Hıdır Aslanlar. 3 arkadaş, 2 arkadaşı ile birlikte. Anavatan Partisi iktidarıyla idam edildi. Dolayısıyla bunun belli bir sürekliliği olduğunu ve daha önemlisi devleti yönetenler tarafından da sahiplenildiğini söylemek mümkün. Bu geniş işkence ve benzeri uygulamalar devlet tarafından da sahiplenildi. Kenan Evren "Bir onlardan, bir onlardan astık" diye bizim belgeselimizde o ünlü cümlesini sarf etti. İşte MDP Genel Başkanı amiyane bir tabirle kendisi kullandığı için Turgut Sunalp işte "Cop sokmaya ne gerek var bizim aslan gibi delikanlı asker, erlerimiz var" diyebilecek pervasızlıkta konuşmalar yapabildi vesaire. Dolayısıyla 12 Eylül Türkiye'deki demokrasinin restorasyonundan daha öte sınırlarını yeniden belirleyen ve yepyeni bir ülke oluşturdu. 1971 askeri darbesi gerçekleştiğinde dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç "Halkın sosyal uyanışı, iktisadi gelişmenin ilerisinde kaldı" gerekçesini ifade etmişti. Yani halktaki değişim talebinin, talebini devletin karşılayamayacağı ve hatta karşılayamadığı itirafından başka bir şey değildi. 12 Eylülcüler ise bunu halkın bütün beklenti ve taleplerinin sınırlandırılması şeklinde tezahür ettiler. İşte gençlere, kadınlara politik onların politikleşmesini önleyecek çeşitli önlemler aldılar. Hatırlarsınız, siyasi partilerin kadın ve gençlik kolları çok uzun yıllar olmadı. Siyaset yasakları getirildi bu siyaset yasakları nedeniyle 1983 seçimlerine çok sayıda siyasi parti ve daha önemlisi katılanlar, katılan siyasi partilerden de kimlerin seçime aday olabileceğini yine cunta karar verdi. Ve böylesine bir demokrasicilik oyunu içerisinde demokrasiye geçildi. Sonrasında gelişen bütün süreçlerde siyasal partiler 12 Eylül Anayasasıyla hesaplaşacaklarını ve bu anayasayı değiştirecekleri vaadiyle 00:06:00programlarına yazdılar ve bu vaatle iktidara geldiler. Ancak 12 Eylül Anayasası yöneticiler açısından o kadar cazip bir model ve ortam yaratıyordu ki hiçbiri samimiyetle o anayasayla hesaplaşmadı. Çeşitli tadiller gerçekleşti. Bu tadillerin gerçekleşmesi büyük ölçüde halkın istek, talep ve beklentilerinden kaynaklandı. Yani hiçbir şeye halka onlar lütfetmediler. Ve bugünlere geldik. Bugün hala anayasada çeşitli değişimler olmakla beraber 12 Eylül Anayasasına uygun olarak yönetiliyoruz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment403
Partial Transcript: 1984 yılında, konuşmanın başlangıcında vurguladığım gibi ben ideallerine bağlı olan bir gençtim ve hala da öyle olduğumu düşünüyorum. Benim açımdan yapacağım işin insanlara bir dışsallık yaratması bir değer yaratması ve onların, onlar açısından da böyle bir değer olarak kabul edilmesini önemsiyorum. Gazeteciliğe de bu iştiyakla başladım. 1984'teki ilk gazetecilik tecrübem de bir haber ajansıydı ve dolayısıyla deliler gibi koşturduğum, jetonlu telefonla haberlerini yazdırıp oradan başka habere geçtiğim çok yorulduğum ama çok mutlu olduğum bir süreçti. Sonrasında da bir süre gazete, ekonomi gazeteciliği yaptım. Gazetecilik mesleğine aşina olduktan sonra Gazeteci Meslek Örgütlerine katıldım. Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin İstanbul şubesinin kurulmasında öncü oldum. O isimlerden birisi olarak adımı yazdırdım. Sonrasında Basın Emekçileri Birliği diye daha sosyalizan bir hareketin içerisinde oldum. Ondan sonrasında Türkiye Gazeteciler Sendikası'nda işyeri temsilciliği yaptım. Ondan sonrasında da oldukça liberter olan ve İstanbul gazetecileri hafızasında önemli yer bırakan Gazeteciler Meclisi Girişimi diye iki farklı liberter girişimde de öncülük yapmaya gayret ettim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment506
Partial Transcript: 12 Eylül'den sonra solcu ve sosyalist kimliğini sahiplendim ve onu ısrarla sürdürdüm. Hareketlerin hemen hemen hepsi yeraltına geçmişti ben de o yeraltına geçen ekiplerden biriyle hareket ettim bir süre. Ve dolayısıyla gazeteciliğe başladığımda yani aslında bu ülkede yaşayan bir devrimci sosyalist olarak ülkenin sorunlarına bigane değildim. O dönemde basın 00:09:00üzerinde, basın-- 12 Eylül belgeselinden bir küçük anekdotla size basının hal-i pürmelalini anlatayım. Doğan Bey'in soy ismini hatırlayamıyorum ama birazdan hatırlarım. Milliyet Gazetesi'nin yazı işleri müdürüydü o dönemde. 12 Eylül belgeseli dolayımıyla kendisiyle yaptığımız röportajda şunu anlatmıştı: İlk olarak yazı işlerine ilk sansür ya da ilk yasak sıkıyönetim komutanının emriyle geliyor. Ve diyorlar ki "şu yayın organı artık anılmayacak işte şunlar şunlar yapılırken bizden izin alınacak" vesaire. O gelen tamimi yazı işlerindeki duvara bantlıyorlar. "Aman dikkatli olalım, buna uygun--" Çünkü toplatma var, gözaltı var, ceza var. Yani ağır yaptırımları olan bir sansür süreci. Doğan Bey işin sonuna doğru artık tamimlerin üsteğmen, yüzbaşıdan geldiğini hemen her şeyle ilgili tamim çıkarıldığını ve tüm yazı işleri duvarlarının bu tamimlerle dolu olduğunu ifade etmişti. Dolayısıyla basının zaten hayatımın hiçbir döneminde yani 38 yıllık meslek hayatımda o "basın hürdür sansür edilemez" ya da "sansürün kaldırılışı" falan türü illüzyonlara hiç inanmadım ve hiçbir zaman da gerçekçi bulmadım, kutlamadım vesaire. Basının son derece yoğun bir biçimde baskı altına alındığı bir dönemden geçtiğinin altını çizmek gerekir. Ancak Türkiye'de basın genel olarak devlet ideolojisiyle her zaman beraber hareket etmiştir. Devletin farklı grup ve fraksiyonlarını savunmuşlardır. Dolayısıyla muhalif duruma düşmüşlerdir ama genel olarak devletle birlikte hareket etme eğilimi içerisinde olmuşlardır. Bu tek parti döneminde de böyleydi. 60 Darbesi sonrasında da böyleydi. Sonraki yıllarda da böyle oldu. Bunlar içerisinde sadece devrimci ve sosyalist çeşitli gazete tecrübelerinin bağımsız ve halkın çıkarlarına hareket ettiğini söyleyebilirim. Ama örnek olsun diye söylüyorum mesela Vatan, Yeni Ortam gibi gazeteler 12 Mart döneminin önemli ve 12 Eylül döneminin önemli gazeteleri olmakla beraber patronajlarının korkması ya da patronajlarının 00:12:00çalışanlar üzerinde kurmaya çalıştığı hükümranlık nedeniyle akamete uğrayan projelerdi. Yani bir patronu olan bir sol gazete kendisini var edemiyordu ama mesela Demokrat Gazetesi yine 12 Eylül sürecinde o kimliğini büyük ölçüde koruyan ve sahiplenen bir gazete oldu. Günümüzde de Evrensel ve Birgün bu çizgiyi önemli ölçüde sürdürüyorlar. Patronsuz gazete olma misyonunu gerçekleştiriyorlar. Ama bir patronunuz varsa patronun devletle kurduğu ya da devletin patronla kurduğu ilişki zaman içerisinde o gazetenin yayın politikasını ya da çalışanlar üzerindeki tahakkümünü de farklı bir bicimde etkileyebiliyor. Bu tek parti döneminden itibaren olagelen bir şeydir. Örneğin tek parti döneminde Tan gazetesi yani Sabiha ve Zekeriya Sertel'in o ünlü ikilinin oluşturduğu gazete 1946 provokasyonuyla biliyorsunuz Tan gazetesi faşistler tarafından yakılacaktır. Bu kadar önemli bir kimliğe sahip olmasına rağmen devletin kimi uygulamalarına sessiz kalıp ya da onaylar yazarlar koyacak kadar da farklı bir duruş da sergileyebiliyordu. Ben Türkiye'de demokrasi tarihini yani basın üzerinden okumaya başladığımda işte bunun özellikle 1961 Anayasasının getirdiği söz ve ifade özgürlüğüyle basının çeşitlendiğini vurgulamakla beraber önemli bir milat olarak gördüğüm süreç askeri darbeler değil Özallı yıllardır. Özallı yıllarda basını bir havuç politikasıyla yönetmek isteyen Turgut Özal devletin olanaklarını yani SEKA'nın kağıt kotalarını ya da kamunun reklam kotalarını kendisinden yana olan ya da olmayan gazeteler üzerinde bir havuç politikasına dönüştürerek cezalandırma, ödüllendirme modelini geliştirdi. Daha sonra bunu bir adım daha ileriyle götürerek Bedrettin Dalan döneminde medyanın hemen hemen bütün temsilcilerine İkitelli'den arsalar dağıtıp daha da önemlisi işte yüzde 40'ını onların yapmaları halinde yüzde 6 hibe parası vererek ki o yüzde 40, o yüzde 60 zaten onların gazetelerini, televizyonlarını kurmaları için yeterli bir parasal orandı. Onları tırnak içerisinde satın aldı. 1990'lı yıllarda medya 3 sacayağıyla kendisini yeniden hakim kıldı. Bunlar bankalar, holdingler ve yayın organları şeklinde büyük sermaye bu 3 ana eksene sahip olmaya çalıştı. Ve büyük ölçüde de gerçekleştirdiler. 00:15:00Medya, güç ve pazarlık; holding, yatırım; banka ise finans üzerinden elde edilen gelirleri sağlayacaktı. Özallı yılların önemli bir alameti farikası da özelleştirme politikalarıydı ve bu özelleştirme politikalarıyla geçmişte gazetecilikten para kazanan aileler çok daha para kazanmanın kolay, basit ve devletle uzlaşır bir yolunu ve yöntemini geliştirdiler. Geçmişte gazetelerin saygınlığını o patronların para kazanması için önemli bir katma değer oluşturuyordu yani gazetecilik mesleğini sahiplenen aileler tarafından sürdürülen bir alandı. İşte Simaviler vardı, Karacanlar vardı, Bilginler vardı vesaire. Ama özelleştirme politikaları yani ucuza kredi almanız, ucuza kamu şirketi almanız ya da devlet kredilerinden ucuz yararlanmanız çok büyük imkanlar yaratıyordu. Bunu ilk keşfedenlerden biri de Uzan ailesiydi. Bir otomotiv fabrikasını Haliç'te, satın alıp 80 milyon dolara, 600 milyon dolara sırf arsasını satmışlar ve fabrikayı da kapatmışlardı. Herkesin de gözü kamaşmıştı patronlar açısından. Bu gazete patronlarıyla ya da medya patronlarıyla devlet arasındaki o geçişken ilişkiyi daha bağımlı bir hale getirdi ve o bağımlılık sonrasında da devletten sahiplenen, devletten para kazanan yeni bir medya yapısı oluştu. 2007'ye kadar bu süreç böyle devam etti. 2007'de Ak Parti'ye dönük kapatma davası gündeme geldiğinde ve hatırlarsanız işte "Erdoğan muhtar bile olamaz", ya da "Tayyip" başlıklarının atıldığı dönemde AKP bir yol ayrımına geldi ve bu yol ayrımında ya kendisinden önceki siyasetçiler tarafından uygulanan havuç politikasını, ödül-ceza sistemini kuracaklardı ya da daha radikal bir karar vereceklerdi. Onlar radikal olanı seçtiler ve medyayı satın alma yerine dönüştürme ve sahiplenme kararı aldılar. Çok kısa zaman dilimi içerisinde ekonomik krizin de etkisiyle Uzan ailesinin medya organlarına el kondu. Onun ardından Kara Memed'in organlarına el kondu, son olarak da Aydın Doğan'ın organlarına el kondu ve bu el değişim sürecinde AKP kamu kaynaklarını kullanarak AKP yanlısı sermayeye bu medya organlarını teslim etti. Ve sonrasında da sadece ve sadece bu kurumlara medyanın, kamunun 00:18:00imkanlarından yararlandırdı yani örneğin devlet bankalarının sadece bu kuruluşlara reklam vermesi sağlanarak aslında bir tür finansman modeli de geliştirilmiş oldu. Ve bugün medyanın yüzde 90'nı AKP tarafından kontrol edilen ve reytinglerde tirajlarda işte ülkede ne yaşanırsa yaşansın AKP gözüyle gören yepyeni bir medya yapısı oluştu. Son derece cılız bir muhalif medya ortaya çıktı. Gerek cezalarla sürekli olarak yıpratılan, kapatmalarla yıpratılan, gözaltılar ve tutuklamalarla akamete uğranması sağlanan, bir bölümünün de hala devlet yanlısı olup bir sureti haktan bir muhalefet kimliği edindikleri bir yeni medya yapısı oluştu. Dolayısıyla eğer bana şeyi soracak olursanız bu işler nasıl çözülecek derseniz ben karamsar ekiptenim. Medyanın bu yeni yapısının uzunca bir süre devam edeceğini öngörüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment1154
Partial Transcript: Şimdi tabii burada 2 paralel hikaye var. Bunlardan bir tanesi benim kendi kişisel öyküm. Bu kişisel önemli ölçüde gazetecilik mesleği ve saikiyle ortaya çıkan bir şey. Henüz daha ekonomi gazeteciliği yaptığım dönemde kendi ilgi alanım olan azınlık meseleleriyle ilgili çalışmalar gerçekleştirmiştim. Bir de gazeteci kitabı olarak tabir edilebilecek olan o kitap serilerinden de bir tanesine imza atmıştım. Dolayısıyla belli bir yazma ve veri toplama arşiv kullanma alışkanlığı elde etmiştim. Böyle bir dönemde Mehmet Ali Birand tarafından 32.Gün'e davet edildim. İşte ikinci ayak da bu. Altını çizmem gerekir ki ben Mehmet Ali Birand'ın bir çalışanıydım ve aslen bu işi sahiplenen ve para harcayan kişi Mehmet Ali Birand'dı. Çünkü Mehmet Ali Bey benden önce Demokrat Parti dönemini ve 12 Mart dönemini 2 farklı belgeselle ortaya koymuştu. Ben 12 Eylül belgeseli dolayımıyla ekibe katılan bir isim oldum. Sonrasında o çalışmaları gerçekleştirdim ve onun kitabını yazdım. 28 Şubat süreci de bir devamlılık, Özallı Yıllar döneminde 32.Gün'den kısa bir ayrılık yaşamıştım. Dolayısıyla Özal Yıllar belgeselinde yer almadım. Ama 28 Şubat belgeselinde yine bir devam belgeseli olan belgeselde oldukça uzun bir 00:21:00süre mesai yaptıktan sonra Mehmet Ali Bey'le aramda yaşanan bir tatsız hadise nedeniyle o belgeselden uzaklaştım. Şunu söylemek gerekir ki bütün bu olumlu miras yani Türkiye'nin çok partili demokrasi tarihinin anlatılmasına ilişkin olumlu miras Mehmet Ali Birand'a aittir. Bizler onun yanında, farklı dönemlerde ona yol arkadaşlığı yapan insanlardık. Bu bizler açısından büyük bir onur ama hakikaten o döneme ilişkin emek biz harcasak da parayı harcayan ve emek harcayan Mehmet Ali Birand'dı. Genel olarak çalışma tarzı şuydu, gerek 12 Eylül belgeseli gerekse önceki belgeseller dolayımıyla bildiğim için söylüyorum. Mehmet Ali Bey ondan önceki iki belgeselde TRT adına çalışmıştı ve TRT'nin arşivinin çok önemli bir oranda kullanımıyla ortaya çıkmış olan belgesellerdi. Ama bununla yetinmemişti ve para harcayarak yurt dışındaki farklı arşivlere de erişim sağlayarak oralardan da çok ciddi görüntü satın alınmıştı. 12 Eylül belgeselinde de ben hatırlıyorum yani yanlış hatırlamıyorsam 60 bin dolar civarı bir harcamayla yabancı arşivler önemli ölçüde taranarak görüntüler elde edilmişti. Ama bunun yanı sıra bizim hem gazeteci hem siyasi kimliklerimizle ortaya çıkmış olan çeşitli imkanlar da vardı. Çeşitli siyasi hareketler kendi arşivini ya da DİSK kendi arşivini bizimle paylaşma konusunda çok cömert davranmıştı. Dolayısıyla o arşivi biz önemli ölçüde geliştirme ve zenginleştirme şansı elde etmiştik. Bunların tamamı şu anda 32.Gün arşivinde. Ben bir yandan 32.Gün'de çalışırken bir yandan da kendi kişisel belgesellerimi yapma yönünde Mehmet Ali Bey'in icazetiyle başlayan bir özgürlük alanı elde etmiştim. Bu alan doğrultusunda özellikle cumhuriyet dönemi yakın tarihine ilişkin bütün önemli toplumsal ve siyasal olayları konsolide eden belgeseller çıkmaya gayret ettim. Bu belgeseller çerçevesinde işte biraz önce konuştuğumuz aşağı yukarı bütün önemli olayların belgesellerini yapma şansı elde ettim. Benim kafamdaki hedef 3 yıl, 2 yıl ya da 3 yıl daha yaparak bunun tamamını konsolide etmekti ancak işten kovulduğum için ne 00:24:00yazık ki bu imkana sahip olamadım. Ama şunu söyleyebilirim ki yani yakın dönem toplumsal, siyasal tarihinin önemli olayları belgesellerim ve belgesellerimiz dolayımıyla kayıt altına alınmıştır. Var. Haydar Saltık. Genel Kurmayın 2.Başkanı o dönem. Orgeneral. Ve biraz önce andığım çalışma grubunun başındaki kişi. Aslında 12 Eylül askeri darbesinin eğer kara kutusu ve ideolojik mimarı kimdir derseniz Haydar Saltık'ı söylerim. Yani o MGK üyelerinin hepsinden çok daha kapasiteli, donanımlı ve bu süreci inşa eden kişiydi. Haydar Saltık'la 4 kasetlik demek ki aşağı yukarı 2 buçuk saatlik bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşiden sonra bir telefon açıp "Aa bu belgeseli Mehmet Ali Birand yapıyormuş. Mehmet Ali Birand bir vatan hainidir ben ona konuşmam" deyip belgeseldeki konuşmaların yayımlanmamasını belgesel için istedi. Bugün 32.Gün arşivinde duruyor. Deşifreleri bile yapılmadı nasıl olsa kullanmayacağız diye. Ama eminim ki bu 12 Eylül yakın tarihiyle ilgili paha biçilmez bir söyleşinin orada durduğunu söyleyebilirim. Keza belli gazeteciler ve isimlerle yapılan söyleşilerde anmak istemiyorum rahmetli oldukları için. Onlar da işte Mehmet Ali Birand'ın bir vatan haini olduğu düşüncesiyle söyleşilerini geri çektiler. Bu vatan hainliği meselesine de değinmek de yarar var. 28 Şubat sürecinde bir algı operasyonu gerçekleştirilmiş ve Mehmet Ali Birand'ın PKK'dan para aldığı bir PKK'lıya söyletilmişti. Daha sonra bunun yalan olduğu ve sonradan konulduğu ortaya çıkmakla Mehmet Ali Birand aklanmakla birlikte o dönemde hain olarak görülmesinin nedeni buydu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment1581
Partial Transcript: Benim naçizane kanaatime göre helalleşmek kişiler arasında olur. Bir insan başkasından gördüğü kötülük ya da iyilik neyse o, onun üzerinden bir helalleşmeyi gerçekleştirebilir ama hele hele böylesi büyük toplumsal kırılmaların yaşandığı bir dönemde helalleşmeden bahsetmeyi doğrusu ben yerinde bulmam. 12 Eylül cumhuriyet tarihinin en önemli faşist diktatörlüklerinden birine sahne olmuş. Çok sayıda insanın hayatını 00:27:00kaybettiği, asıldığı, infaz edildiği, işkencelerde öldüğü, sakatlandığı, ruhlarının yaralandığı, işsiz kaldığı mülteci olarak ülkelerinden uzaklaştığı bir döneme tekabül ediyor. Böyle bir dönemle helalleşilmez. AKP 12 Eylül'ün gerçekleştirenlerle hesaplaşma vaadiyle topluma gitti ve bu vaatle çok yüksek bir oy aldı. Ve bunu gerçekleştirmedi. Yani 12 Eylül cuntacıları güya yargılandılar ama hiçbirini cezaevinde görmedik. Hiçbiri-- Düşünebiliyor musunuz yani Auschwitz kampındaki bir gardiyan 96 yaşında tutuklanabilirken bu katiller ilginç bir biçimde cezalandırılmadan ecelleriyle bu ülkeden gitmek durumunda kaldılar. Dolayısıyla hiçbir samimiyet içermeyen bir vaat sadece bir siyasete, siyasi istismar amacıyla kullanılmış oldu. Şunu söylemek mümkün, 12 Eylül'le hesaplaşma belli bir samimiyet gerektirir. O hesaplaşmayı da öncelikle o anayasayla başlayıp, sonrasında da o anayasadaki toplumu giydirilmiş olan o deli gömleğini çıkarmakla mümkün olabilir. Ancak bunu gerçekleştirmediler. Size ilginç bir anekdot anlatabilirim. Ben askeri darbelerle ilgili olarak yani Türkiye'deki tüm askeri darbeler, 11 farklı askeri darbe girişim ve tarihiyle ilgili olarak kendince okuma, okumuş yazmış ve bunu ders olarak anlatan biriyim. Ve bu dolayımla Türkiye Büyük Millet Meclisi Darbeleri Araştırma Komisyonuna tanık olarak çağrılan işte bir elin parmakları olan gazetecilerden biri olarak da oraya davet edildim. Gittim bir komisyon işte karşınızda kravatlı bir sürü insan oturuyor. Nimet Baş Darbeleri Araştırma Komisyonunun başındaki isimdi. Böyle sorular soruyorlar siz de anlatıyorsunuz. Bir süre sonra fark ettim ki sorulan soruların neredeyse tamamına yakını 28 Şubat süreciyle ilgili. Ve bunun üzerine de komisyona sözlü olarak yani "Siz yani burada bir samimiyet testinden geçiyoruz, sizler de samimi değilsiniz çünkü 00:30:00evet 28 Şubat her ne kadar müsebbipleri tarafından postmodern bir darbe olarak tanımlansa da bu ülkedeki asıl büyük darbe süreci ne 60 ne 12 Mart'tır. 12 Eylül'dür. Hala bunun izlerini yaşıyoruz, taşıyoruz. Siz niye bana hiç 12 Eylül'le ilgili soru sormadınız" diye sorduğumda işte "Siz Darbeleri Araştırma Komisyonunun 28 Şubat Birimi tarafından davet edildiniz" yanıtını almıştım. Nitekim Darbeleri Araştırma Komisyonu daha sonrasında bu çıktılarını 2 cilt kitap halinde yayımladı. Bilmiyorum erişiminiz oldu mu. Orada da mesela bana yapılmış olan atıflarda benim bu itirazımı da tutanaklar üzerinden görmek mümkün.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment1858
Partial Transcript: Siyasetçiler askeri darbelerle olan hesaplaşmalarını kendi siyasal günlük çıkarları üzerinden kurguladıkları için darbelerle gerçekten ciddi hesaplaşmalar gerçekleştirmediler. 12 Mart askeri darbesi gerçekleştiğinde "bu darbe bana karşı yapıldı" diyen Bülent Ecevit 1973 yılının kahramanıdır. Ama Bülent Ecevit bunu, bu kahraman olurken aslında tüm siyasi postlarını darbeden sonra bırakıp, partisinin bütün görevlerinden -ki genel sekterdi, ikinci adamdı- ayrılma cüretine ve cesareti, iradesine sahip olan bir kişi olarak bunu gerçekleştirmişti. Oysa sonrasında gelen siyasiler 12 Eylül de buna dahil olmak üzere kadim devlet anlayışıyla hareket ettikleri için eninde sonunda devlete sahip çıkmak adına 12 Eylül'ün tasarruflarını da bir şekilde sahiplendiler. Yani düşünebiliyor musunuz, 28 Şubat sürecinde şu anda cezaevinde olan çok sayıda general var. Bunlar ortalama 80, 75 ile 85 yaş arasında olan kişiler. 12 Eylül askeri darbesi hiyerarşik bir darbedir yani bu ne demek? Emir komuta zinciri içerisinde gerçekleşmiş olan tek darbedir. Biliyorsunuz 60 darbesi albaylar tarafından yapıldı. 12 Mart darbesi emir komuta içinde yapıldı ama emir komuta zinciri ikiye bölünmüştü. Bir bölümü 9 Martçı komutanlardan oluşuyordu. Dolayısıyla aralarında hep bir çelişki vardı. 12 Eylül böyle değildir, 12 Eylül emir komuta zinciri içerisinde gerçekleşmiş astsubayından 00:33:00teğmenine, üsteğmeninden tümen komutanına, alay komutanına, kolordu ve ordu komutanlarına kadar uzanan çok geniş bir spektrumu içermektedir. Örneğin sıkıyönetim bölgeleri o bölgelerdeki konuşlandırılmış olan alaylar, orduların komutanları tarafından yönetilirdi. Ya da sıkıyönetim mahkemeleri askeri hakimler tarafından yürütülürdü. O insanların idam kararına o insanların işkence görüp ölmelerine rağmen aklanmalarına ya da çeşitli bölgelerdeki sıkıyönetim komutanlıklarının tasarruflarına kadar her şey o hiyerarşi içerisinde gerçekleşti. Dolayısıyla bu insanların tamamının şu veya bu şekilde sorumlu tutulmaları gerekirdi. Örnek olsun diye söylüyorum mesela Fatsa. Fatsa'da çok sayıda insan infaz edildi. Fatsa davalarında çok sayıda insan işkencelerde öldü. E bunları gerçekleştiren ya da bunlara sessiz kalan ya da bunları yapanlar o bölgedeki sıkıyönetim komutanlıklarındaki şahıslardı. Yargılandılar mı? Hayır. 4 tane adam adeta sembol haline getirildiler. Onlar da ölünce dava sonlanmış ve sönümlenmiş oldu. O zaman yine dönüp aynı şeyi söylemek gerekiyor. Eğer bir toplama kampındaki bir gardiyan bile hala bugün demokratik ülkelerde o yaşanan insanlık suçundan sorumlu tutulabiliyorsa biz ülke olarak neden aynı şekilde davranmadık sorusu benim kafamı kurcalamaktadır doğrusu.
Düşünsenize yani bırakın her şeyi bir kenara bırakın. Raci Tetik Mamak'ın ünlü katili. Diyarbakır Cezaevi'ndeki işte öldürülen komutanlar dışındaki diğer görevliler yani bunlar, bunlar fiili olarak işkenceciydi. Bunlar bir fiil kendileri de işkence yapan kişilerdi. Hiçbiri yargılanmadı. Hiçbir cezaevinde hiçbir tasarrufta bulunulmadı. Bu insanların Metris'te, Mamak'ta, Diyarbakır'da yaptıklarını kimse tartışmadı, kimse yargılamadı. Yargılama talebinde bile bulunmadı. Sadece ve sadece siyasilerin avukatları tarafından gündeme getirilen ama devlet aklı tarafından unutturulmak istenen tasarruflardı bunlar. Tekil olarak tek tük işkenceci polisler ki onlar da büyük ölçüde ölüme sebebiyet vermiş olmaları alenileştiği için cezalar aldılar ama o cezalar ya unutuldu ya efendim indirildi ya görev yerleri değiştirilerek unutturuldu. Şimdi 00:36:00böylesi bir süreçte siz devletin 12 Eylül'e hesaplaşma ya da helalleşme üzerinden samimiyetine inanmanız mümkün mü, değil. İşte en basit örneği de işte verdiğim örnek yani Darbeleri Araştırma Komisyonu diye bir komisyon kuruyorsunuz. 4 önemli darbe gerçekleşmiş fiili darbe süreci var yani kitabı elinize aldığınızda zaten her şey çok aleni. Bir tanesi şu kadar bir tanesi şu kadar. Bunda 3 darbe var. Şunda 28 Şubat çünkü AKP ve Milli Görüş geleneğine karşı düzenlendiği düşünülen darbe var. Böyle bir çifte standartla bu ülkede demokrasiyi inşa etmek imkansız.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113400.xml#segment2205
Partial Transcript: Benim kuşağım biraz romantik bir kuşak. Biz umudu kesme yurdundan diyenlerdeniz. Umudumuzu kesmeyiz tabii ki. Ama o iradeyi sağlayacak olan şey halkın iradesidir yani siyasilerin iradesi değil. Bir ara bunu mesela 300-500 dönümlük bir arazide Gezi'de gerçekleştirmiştik o demokrasiyi. Neden olmasın?