Mustafa Özer 1

Museum of Historical Justice and Memory

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:01 - Hayat Hikayesi

Play segment

Partial Transcript: 1948 Siverek doğumluyum. 9 çocuklu bir ailede büyüdüm. Onların sırasıyla 3.sıradan. İlkokul, ortaokul, liseyi Siverek'te okudum. 1968 Siverek Lisesi ilk mezunlarındanım. 68-69 ders yılında İstanbul Kimya Mühendisliği Yüksekokulu'na kaydımı yaptırdım. 5 yıllık bir okuldu. Akşam okuyordum. 2 yıl okuduktan sonra ailenin ekonomik durumu kötüleşince bırakmak zorunda kaldım. 1971-72 yılında yeniden sınava girerek Ankara Üniversite'si Hukuk Fakültesi'ne girdim. 1978'de fakülteden mezun oldum. 79 sonlarında stajı Ankara'da bitirdim. 80 yılının sonlarından itibaren de fiili olarak 22 yıldan beridir Diyarbakır'da avukatlık yapıyorum.

00:01:28 - Politikleşme Süreci

Play segment

Partial Transcript: Şimdi ilk, orta öğrenimimde daha çocuk yaştaydım ve Türkiye'nin o günkü siyasi koşulları bizim bu siyasi konularla ilgilenme imkanı vermiyordu ve şey de değildi, o bilinçte insanlar da değildik. Lisenin son sınıfında daha doğrusu İstanbul'a gittikten sonra siyasetin ne menem bir şey olduğunu öğrenmeye çalıştık. İşte o günden beridir bu siyasetin de içindeyiz. 67-68'de hatırlayın işte üniversitedeki olayları, etkinlikleri, faaliyetleri düşünün. Mesela bir iki olayda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte olmuştuk. 6.Filo'yu protesto etme mücadelesinde ön saflarda birlikte yürüyorduk. Bazı site yurdunun o milliyetçi, ırkçı faşistlerden arındırmak için yine Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte Kürt arkadaşlarla birlikte orayı temizlemeye çalışıyorduk yani onlarla mücadele ediyorduk. Şimdi giderekten tabii bu hem teorik bilinçlenme hem de pratik içerisinde pişmeye sürecini yakalamıştık veyahut da o süreç içerisindeydik. İşte 70-71'de İstanbul'u bırakıp Ankara'ya geldikten sonra 00:03:00orada da daha önce Fikir Kulüpleri Federasyonu üyeliği ondan sonra da Dev-Genç içerisinde kısa dönemde olsa bir mücadelemiz vardı. O zaman hareketler genellikle İstanbul ve Ankara illerinde temerküz etmişti. Oralarda yoğun, iktidarların uykularını kaçıracak cinsten.

Evet. Ondan sonra işte Ankara'ya göç ettik. Ankara'da da çok hareketli bir yaşam biçimimiz oldu. Yani ekonomik bakımdan söylerseniz 1 gün aç 1 gün tok yaşar bir durumumuz vardı. Bazı dönemlerde kendimiz üreterek yaşamaya çalışıyorduk. Örneğin ben kendi adıma söyleyeyim, taksicilik yaptım bir dönem, 1-2 yıl Ankara'da. Ondan sonra bir Ankara Kalesi'nin Çay Parkı'nı çalıştırdım 1-2 yıl. Yani böyle üretken de olmak zorundaydık çünkü ailelerimizden bir beklentimiz yoktu. E tabii bunun yanında kendimizi beslemenin ötesinde aktif olarak siyasetin içerisinde olmaya gayret sarf ediyorduk. Dediğim gibi hem teorik olarak bilinçlenmek için var gücümüzle kitapları, klasik kitapları okumaya çalışıyorduk. Gündüzleri de işte böyle etkinlikler, faaliyetler içerisinde, üniversite öğrencilerinin yapmış olduğu etkinlikler içerisinde bulunmaya gayret ediyorduk. Şimdi yani o dönemleri çok derinlemesine anlatmaya kalkışırsanız gerçekten bu şeyin boyutunu aşar. Yani her gün etkinlikler vardı. Her gün eylemlikler vardı. Her gün çatışmalar vardı. Bu nedenden ötürü hem tarih olarak da şu an bazılarını hatırlamak çok, tarih itibariyle hatırlamak çok zor ama gerçekten hem o dönemleri yaşarken haz aldım hem de o zorlukları yaşadım. Ama o zorluklar bizi gerçekten Türkiye'nin sorunlarıyla haşır neşir olmaya götürdü, yaklaştırdı. Bu sadece öğrencilik yıllarımda olmadı. Öğrencilik yıllarım bittikten sonra da meslek hayatımda da hep böyle oldu. Meslek hayatımı idame ettirmeye çalışırken hep bu felsefeyle hareket ettim. Bu amaçla hareket ettim. Hem işte kendi yaşamımızı temin ederken toplumsal olayların gerisinde kalmamak, toplumsal olaylara mümkün olduğunca eğer gücün elveriyorsa yönlendirme gayreti içerisine girdik. Bunda ne kadar başarılı oldu ne kadar başarıya götürebildik, bunu tarih yargılayacak 00:06:00diye düşünüyorum ben. Çünkü o zamanın gençlik hareketleri ve halk hareketleri çok önemli toplumsal olaylardı. Yani bireysel olaylar değildi. Bizim kendi başımıza "işte şuraya bir şeyler yapmak işte şu başarıyı elde etmek" değil. Toplumu nasıl biraz daha ileriye götürebilir bir düşünce vardı. Yani bu saygıyla andığım Denizlerin de bizim de düşüncemiz, ütopyamız vardı. Türkiye'yi işte bağımsızlığa, gerçekten bağımsız bir ülke yaratmak gerçekten huzurlu bir toplum yaratmak. O huzur içerisinde bireylerin yaşamını idame ettiriyor olmak. Bir hayalimizdi. Ütopyamızdı. Ütopya olduğu sonradan da ortaya çıktı. Yani 3-5 tane işte cengaver insanla veyahut da 5-10 kişiyle, Mahir Çayanları düşünün. Deniz Gezmişleri düşünün. Herkes derli bir amaç uğruna işte kırsal alanlara çıkmayı bile hedef olarak koymuşlardı. İbrahim Kaypakkayalar. Şimdi bunların alt yapısını, zeminini hazırlamadan böyle çıkışlar gerçekten ütopyadır diye düşünüyorum. Ütopyadır. Ama bu gerçekten bunun uğruna canını feda edebilecek kadar ütopik düşüncelerdi. Yani hiçbir art niyet düşünmeden, hiçbir gelecek endişesi duymadan, hiçbir kazanım düşünmeden ortaya koyulan etkinliklerdir.

00:07:49 - 12 Eylül Muhtırası, DDKO'nun Hikayesi

Play segment

Partial Transcript: Ben Ankara'ya geldiğimin kısa bir dönem sonra zaten 12 Mart Muhtırası verilmişti. Biz o dönemlerde artık biraz Kürtlerin kendi özgün örgütlenmeleriyle ilgileniyorduk ki o zaman çıkmıştı ortaya. 69 sonlarında İstanbul DDKO ondan sonra da Ankara DDKO. Devrimci Doğu Kültür Ocakları açılmıştı. Kesif olarak artık onunla uğraşıyorduk yani Kürt gençliğinin örgütlendiği, kendine özgü yerel örgütlenmelerin dışında Kürtlerin tümünü kapsayan bir örgütlenme biçimi içerisindeydi. Ve mücadeleyi orada yürütmeye çalıştık. Tabii bu orada örgütleniyor olmamız Türkiye genelindeki gençlik hareketinden soyutlanma, oradan arınma veyahut da oradan uzaklaşma anlamına asla gelmiyordu. Yine birliktelik yine okul içerisindeki hareketliliklerde sürekli birliktelikler yaşanıyordu. 00:09:00Şimdi gelir, 12 Mart Muhtırası gelir gelmez-- 12 Mart Muhtırası gelir gelmez kısa bir dönem sonra şeyi kapattılar, bu sivil toplum kuruluşlarını hemen kapattılar. Bunların içerisinde Dev-Genç'i de vardı, Devrimci Doğu Kültür Ocakları da vardı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları gerçekten Türkiye'de yaşamı çok kısa olmakla birlikte Kürt gençliği arasında çok ciddi manada bir ivme kazandı ve bir tortu bıraktı. O 68 kuşağı olarak nitelendirdiğimiz efsane kuşak onların döneminde gelişti. Bu hem Dev-Genç bünyesinde hem de Devrimci Doğu Kültür Ocakları bünyesinde yetiştiler. Okuldaki hareketlilik şöyle tarif edilebilir, bildiğiniz gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Cebeci semtindeydi. Dolayısıyla hem de Siyasi Bilgiler Fakültesi'yle bitişik bir yerdeydi. Şu anda kampüs haline getirmişler. O zaman öyle bir durum yoktu. Birlikte hareket ediliyordu. Devrimcilerin egemen olduğu bir yerdi. Toplantılar, etkinlikler orada yapılıyordu. Özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki Dev-Genç'in öncü kadroları oralarda bu etkinlikleri yapıyordu. Dinlemeye giderdik. Düşüncelerimizi yansıtmaya çalışırdık ve oradan işte Türkiye geneline de mesajlar verilmeye çalışılırdı. Yani çok hareketli ve devrimcilerin egemen olduğu bir Türkiye işte biraz önce ifade etmeye çalıştım, bu egemen olma gücü, gücünün Türkiye'nin geneline yansıtma düşüncesi egemendi. Artık üniversitelerin kabına sığmaz olan bir genç kuşak vardı, 68 kuşağı vardı. Bunlar artık Mahir Çayan'ın deyimiyle kırsal alanlardan, şehirleri kuşatmaya yönelik bir devrimci, bağımsız bir Türkiye hareketinin başlamasıyla ilk adımını atmış oldu. İşte hareket o boyutlara doğru gidiyordu. Tabii 12 Mart Muhtırası bunu epey tökezledi, tökezledi denilebilir. Devrimci hareketi boğmaya çalıştığı ki o zaman düşünün bütün o Türkiye devrimci hareketinin o öncü kadrolarının hepsi Mamak Cezaevi'ne tıkılmıştı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın 00:12:00bütün kurucu ve öncü kadroları da Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanıyorlardı. O zamanlarda genç bir öğrenciyken ben tutuklanmamıştım. Onu söyleyeyim hemen. Ben tutuklanmamıştım. Diyarbakır'daki o 12 Mart döneminin, Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nin yargılamalarını bir öğrenci olarak zaman zaman takip etme fırsatım oldu. Oralarda nasıl bir yargılamanın yapıldığının yakın bir tanığı olarak ifade edebilirim kendimi. Yani o süreçleri, o 12 Mart sürecini dediğim gibi genç, 21-22 yaşlarında, 68 kuşağının o teorik, pratik içerisinde yetişme şansını yakalamıştık hepimiz genellikle. O süreci 12 Mart Muhtırasından sonra sıkıntılar yaşamaya başladık. Kimisi Türkiye sınırlarının dışına çıkmak zorunda kaldı. Kimisi cezaevlerine tıkıldı. Kimisi işte Avrupa ülkelerine gitmek zorunda kaldılar ve gerçekten bir dağılma, bir süreci yaşandı. Ne yazık ki ondan sonraki süreçlerde yani 12 Mart Muhtırasının etkinliğinin azaldığı dönemlerde bile artık 12 Mart öncesindeki üniversite gençlik hareketleri veyahut da Türkiye'nin, Türkiye'deki hareketler o denli bir ivme kazanamadı maalesef. Yani kendini toparlayamadı. Yeniden Türkiye'nin siyasal gündemine damga vurabilecek -düşünsel bazda da pratiksel bazda da- kendini toparlayabilmiş değildir diye düşünüyorum.

00:14:08 - 78 Kuşağı ve 74 Affı

Play segment

Partial Transcript:
Şimdi sorun-- Biraz önce konuşmaların başında da söyledim yani biz de Türkiye devrimci hareketi içerisinde yoğrularak gelmiş bir kuşaktık. O dönemin düşüncesi itibariyle tartıştığımız, Türkiye devrimci hareketiyle tartıştığımız sorunlarda, platformlarda işte "Türkiye'ye devrimci bir sınıf egemen olacak, devrimci bir sosyalist bir düzen kurulacak. Bu sosyalist düzen içerisinde Kürt sorunu kendiliğinden çözülür" anlayışı Türk devrimci arkadaşlarımızda egemendi. Biz bunun pratikte yansımadığını dünya ölçeğine baktığımız zaman işte Sovyetler'de, 00:15:00Sovyetlerin etrafında olan, onunla birlikte hareket eden devletlere baktığımız zaman onlarda da etnik yapıların olduğunu görüyoruz. Şimdi oralarda sorunun çözülmediğini görüyorduk. Mesela, örnek verelim işte bir Bulgaristan vardı. Bulgaristan'da Türk azınlık vardı. Onların sorunları çözülmüyordu. Gibi nedenler. Şimdi böylesi bir tıkanma yaşadı Kürt gençliği, Türkiye devrimci hareket içerisinde bir tıkanma yaşıyordu. Bu tıkanmayı aşabilmenin yolu Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın kuruluşuyla neticelendi. Şimdi dediğim gibi yani biz ayrı örgütlenmeyi getirirken onlardan bağımsız, tamamen onların dışında bir güç olma düşüncemiz asla olmadı. Ama şu, biz gerçekten Kürt gençliği olarak kendi özgün örgütlenmemiz içerisinde düşüncelerimizi, ilkelerimizi, programlarımızı saptayacağız. Ama Türkiye devrimci hareketi içerisindeki görevlerimizi de yerine getirmeyi bir hedef olarak önümüze koymuştuk. Şimdi ben o dönemde dediğim gibi, biraz önce söylediğim 12 Mart öncesindeki devrimci hareket, devrimci kadroları yakalayamadı dememin nedeni şuydu. Mesela 12 Eylül'den sonra 74 affıyla devrimci kadroların serbest, özgür, özgürlüklerine kavuşuyor olmalarına rağmen bir Deniz yaratılamadı, bir İbrahim yaratılamadı, bir Mahir Çayan çıkarılamadı. Yani böylesi bir liderler kadrosu veyahut da liderler Türkiye devrimci hareketine damga vurabilecek aktörler ortaya çıkmadı. O anlamda ben bunu ifade etmeye çalıştım. Bizde de öyle. Yani Kürt devrimci hareketinde de işte DDKO'nun öncüleri vardı mesela Necmettin Büyükkaya vardı. İşte Mümtaz Kotanlar falan vardı. Bunlar hep öncü kadrolardı. Şimdi darbeyi yedikten sonra Necmettin cezaevinde şehit düştü. İşkence edilerek şehit edildi. Daha o kadroların tümü işte dedim cezaevinde geçirdi yaşamlarını. Ve 74 affıyla çıktılar. Onlar da evet Kürtlerde de bir yeniden örgütlenme oldu ama dediğim gibi o DDKO'daki bir kadro yetiştirme 00:18:00olayının asla ivmesini yakalayamadı. Mesela ondan sonra Devrimci Doğu Kültür Dernekleri açıldı ama pek yani toplumla iletişim kurmak, toplumla bağ kurmak, topluma yaklaşmak, toplumla birlikte hareket etmek gerçekten yakalamadı. Yakalanmayan bir ivmeydi. Çok iyi hatırlıyorum İstanbul'da okurken 69 yılında DDKO'nun burada Diyarbakır'da bir toplantısı olmuştu. Belli bazı kadrolar işte dağıldılar bölgenin şehir, kasaba ve köylerine dağıldılar. Oralarda çalışmalar yapmaya göndermişlerdi. Fakat ondan sonra yani o 74 affından sonra özgürlüklerine kavuşan kadroların yeniden bir araya gelmesi veyahut da onları takip eden 78 kuşağı diye nitelendirdiğimiz bir kuşak gelişti. Evet, onlar da gerçekten 78-80 yılları arasında çok karanlık bir dönemi yaşadılar. Gerçekten çok sıkıntılı bir süreç yaşadılar. Ama topluma verdikleri mesaj, toplumla olan iç içeliğini o kadar yakalamadıkları düşüncesini taşıyorum ben. Yani sıkıntılar Türkiye'nin sıkıntı zaten bu.

00:19:35 - 12 Mart ve 12 Eylül

Play segment

Partial Transcript: Yani 12 Eylül'e geldiğimiz zaman işte 12 Eylül'de gerçekten var olan tortular -Türkiye devrimci hareketinin geneli için söylüyorum- var olan tortular da tank paletlerinin altında ezildiler. Bir daha nefes alamayacak konuma geldiler. Aradan geçmiş 40 yıl, Türkiye devrimci hareketi halen kendine gelemedi. Bir ivme kazanamadı. Dikkat ederseniz yani o günkü koşullarda eğer o darbeler yaşanmamış olsaydı Türkiye'nin bugün siyasal, ekonomik, sosyal yaşamı çok bambaşka bir yerde olurdu. Bambaşka olayları konuşuyor olacaktık. Çok fazla izlediğimi söylemedim. Zaman zaman bazen çünkü gidiyorsun, öğrenciyim, herhangi bir etiketim yok onun için girmekte zorlanıyordum ama şu rahatlıkla söylenilebilir yani Türkiye'de zaman zaman olağanüstü koşullar yaşanıyor ve bu olağanüstü koşullara adapte edilen bir yargı sistemi oluşturuluyor. Bu yargı sistemini de götürebilecek hem usul hem esasa yönelik normlar yaratılmaya çalışılıyor. Mesela düşünün işte 1925'lerde, 38'lerde işte İstiklal Mahkemeleri falan 00:21:00kuruluyordu. Şimdi 12 Mart döneminde, 12 Eylül dönemlerinde de Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri oluşturulmuş. Olağanüstü mahkemeler bunlar. Olağanüstü mahkemelerde olağan koşulların egemen olduğu bir ortamdaki yargılamadan asla bahsedemezsiniz. Asla. Çünkü orada devletin hukuku işler haldedir. Devlet onlara nasıl bir elbise çizmeye çalışıyorsa oradaki yargıçlar da onun sınırlarını tayin etmeye çalışıyorlardı. Şimdi sorun bu. Yani orada nasıl-- İşte evet orada da bir hakimler vardı. Mesela 12 Eylül, 12 Mart yargılamasında şimdi orada sivil yargıçlar olmasına rağmen netice itibariyle bir askeri mahkemedir. Asker sıfatıyla orada görev yapıyor. Evet, 3 tane hakim oturuyor, 1 savcı var. Yani bakarsan cüppeleri aynen şu anda bizim mahkeme, olağan mahkemelerde gördüğümüz cüppelerini giyiyorlar. Hukuk dersen, Türk Ceza Hukuku'na tabii olduklarını söylüyorlardı ama şimdi kuvvet komutanlarının emirleri doğrultusunda orada hareket ettikleri çok açık net görülüyordu. Yani mutlak surette, özellikle de o şeyleri o 12 Mart döneminde Türkiye devrimci hareketinin içerisinde kurucu kadrolarının mutlak surette izole edilmesi hedeflenmişti mahkemelerde. Yani bunun için istediğin kadar kendini aklama çabası içerisine gir. Yani bu işte Deniz Gezmiş'in dün akşam televizyon ekranında onun kendi sesiyle mahkemeye vermiş olduğu ifadesini dinledim. Gerçekten düşünüyorsun yani onların elindeki 5-10 kişiyle, 20 kişiyle Türkiye Cumhuriyeti'ni tedbir tardiye etmeye veyahut da o devletin siyasi yapısını değiştirmeye yönelik ellerinde avuçlarında fiziki güç yok. Alet edevat yok ama oradaki zihniyet yani tepedeki zihniyet mutlak suretle onların etkisizleştirilmesine yönelik bir karar vermişlerdir. Orada bir tiyatro oynanıyordu. Tiyatro sahneye koyuluyor. O tiyatrodan sonra da işte gereği, gereği yerine getiriliyor. Şimdi burada 12 Mart dönemindeki Devrimci 00:24:00Doğu Kültür Ocakları yargılamalarında da bu ve benzer sahneler yaşandı. Olağanüstü bir yargı. Olağanüstü hakimler, tarafsız bağımsız bir organın olmadığı bir ortamda yargılamanın yapıldığını düşünün. Bunlardan sağlıklı bir kararın çıkmayacağını onlar da biliyor. Yani o kararı veren insanlar da biliyor. Kamuoyu da biliyor. Oradaki hukukçular da sanıkların kendileri de biliyor bunları. O nedenden ötürü buralardaki yargılamaların gerçekten özellikle de 12 Eylül yargılamalarının -Türkiye geneli için de söylüyorum- bunlar mutlaka tarih önünde mahkum edilmesi gereken bir süreç olduğunu düşünüyorum ben.

00:24:55 - 80 Öncesi İşkence, Avukat Oluşu

Play segment

Partial Transcript: Gerçekçi olmak lazım, objektif olmak lazım o nedenden ötürü dediğim gibi ben o zaman daha yeni bir hukuk öğrencisiydim zaman zaman geliyordum. Buradaki tutuklu arkadaşların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordum. Gayret ediyordum. Cezaevi askeri mıntıkanın içerisindeydi. Görüşmeler çok rahat yapılıyordu. Çok rahat yapılıyordu. Herhangi bir işkenceden arkadaşların bahsettiğini duymadım ben. Yalnız kitaplara konu olan özellikle de İsmail Beşikçi'nin kendi kitabında, anılarında yazdığı bir kitabında söylüyor: Bir gün kendilerine bir yönelim oluyor geliyor daha önceden cezaevi, tutukevine getirilen bir vatandaş bir sade vatan-- okuması yazması olmayan bir sade vatandaşı yeniden gözaltına almak istiyorlar. İçerideki tutuklular bunu vermiyorlar. Vermeyince de yönetimle tutuklular arasında bir sürtüşme yaşanıyor. Bu sürtüşmeden ötürü göz yaşartıcı bombalar atılıyor, işkence yapılıyor, 3-5 gün akıl almaz yöntemler uygulanıyor kendilerine. Bunu duydum. Bunun ötesinde bir baskı, işkencenin olduğu konusunda benim bir bilgim yok.

Mezun olduktan sonra 1 yıl stajımız var hukuk fakültesini bitirdikten sonra. 1 yıl daha İstanbul'da kaldım. Çünkü gelir kaynağımız eşimin aldığı maaştı. O da hukuk fakültesi mezunuydu. Benden önce mezun olmuştu. Onun maaşıyla geçiniyorduk. Biz sorunsuz Diyarbakır'a gelmeyi düşünüyor-- hedefliyorduk. Yani 1 yıl burada, eşimin de çalışmadığı bir ortamda gelir kaynağım, beş kuruş para gelir kaynağımız yok. Burada 00:27:00sıkıntılar yaşamama adına stajı da Ankara'da bitirdim. Stajı Ankara'da bitirir bitirmez ben Diyarbakır'a geldim. Kaydımı Diyarbakır Barosu'na, naklimi istedim. Yani onun için 1 yıl, stajı yaptıktan sonra, avukat sıfatını aldıktan sonra Diyarbakır'a indim ben.

79 değil. 78'in sonu bitirdim. 79'un sonunda staj bitti işte 80'nin sonlarında 80'nin başlarının sonlarında buraya gelmiştim ben.

00:27:41 - 12 Eylül Günü

Play segment

Partial Transcript: Evet geldiğimde 1-2 ay olmuştu. Darbe olmuştu. 12 Eylül darbesi olmuştu. 12 Eylül garip yani bilmiyorum benim evimde televizyon yoktu. Yatmıştım eşimle birlikte. Sabah kalktık onu işe bırakacaktım. Sabah baktım her taraf süt liman. Askerler silahla nöbet tutuyorlar. Gelen gidenleri çeviriyorlardı. Hanıma dedim "darbe olmuş galiba" dedim. 12 Mart'ta çünkü bunları hatta 20-- İlkokuldaydım ben, ilkokulu bitirme sınavlarına giriyordum. O zaman 27 Mayıs darbesi yapılmıştı. O zaman bize hatırlar mısınız bilmiyorum, ilkokulu bitirme sınavları vardı. Sözlü sınavlar vardı. 27 Mayıs'ta okula gittiğimizde öğretmenlerimiz bizi topladılar dedi "Çocuklar Türkiye'de asker idareye el koymuş sizi evlerinize bırakacağız, bir yere ayrılmayın." Üçer sıralar haline getirdiler bizi. Tek tek bizi evlerimize bırakıyorlardı. Tabii o ara sokaklardan da geçiyorduk, caddelerden. Zaten küçük bir yer Siverek. Askerlerin silahlı gezdiklerini gördük orada. "Acaba neler oluyor?" O zaman pek anlamıyorduk onlardan. Sonra 12 Eylül'de o manzarayı görünce o hep aklıma gelir. 27 Mayıs Darbesi aklıma gelirdi. İşte oradan bizi de şeye gönderdiler. Yani silahlı kuvvetler Türkiye yönetimine el koymuş. Çıkma yasağı var, evinize dönün. Biz eve döndük.

Kalmadım. Hemen 1-2 ay sonra hemen hemen döndüm yani Diyarbakır'a döndüm ben.

00:29:42 - Yargılamaların Başlaması, Diyarbakır Cezaevi'nin Tamamlanışı

Play segment

Partial Transcript: 12 Eylül'ü biraz somutlaştırma adına 12 Eylül öncesini biraz deşmek gerekir tabiri yerindeyse. Şimdi kan gövdeyi götüren bir süreç yaşanıyordu Türkiye'de 12 Eylül öncesinde. Yani bunu işte herhalde darbecilerin sürecin olgunlaşmasını bekliyorlar yani darbeyi meşrulaştırma adına olgunlaşması bekleniyor. Zaten Kenan Evren'e sormuşlardı "Paşam niye bu kadar kan dökülmeden darbe yapamaz 00:30:00mıydınız?" O da diyordu "Biz şartların olgunlaşmasını bekliyorduk." Şimdi şartların olgunlaşması için kan gövdeyi götürdü bireysel olarak da faili meçhuller, yargısız infazlar. Toplumsal olarak işte Çorum olayları, Maraş olayları hatırlayın. Öylesi bir süreç yaşandı. Çok, gerçekten Türkiye'nin kaos yaşadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Şimdi böylesi bir süreç yaşanıyordu ve bu süreç 12 Eylül günü bıçak keser gibi bu olaylar, bu olayları bitirdi. Bitmediyse birlikte 1-2 ay durgun bir süreç yaşandı. Ben öyle hatırlıyorum. Aradan geçti neredeyse 40 yılı aşkın bir süre geçti. Bir durgun 1-2 ay geçti. Ondan sonra da her gün işte bu komuta kademesinin özellikle de liderin şeyleri okunmaya, televizyonlarda okunmaya, radyolarda okunmaya başlandı onların tebliğleri. Vatandaşları duyurmak istedikleri mesajlarını dinlemeye başladık. Bunlar genellikle de Türkiye'de işte hareketin öncü kadroları veyahut da Türkiye istihbaratının, emniyetinin altındaki ellerindeki o listelerden kimlerin işte buna sebep oldukları düşüncesiyle gözaltılar başladı. İşte falan kişiler isimleriyle, baba isimleriyle ana isimleriyle okunmaya başlandı televizyonlarda, radyolarda. Bir furyadır gitti işte. O dönem hatırlayın istatistikler de bunları veriyor. 1 milyon 600 bin tane insanın gözaltına alındığı falan söyleniyordu. Bunlardan 600 bin tanesinin yakalandığı, gözaltı 30 gün, 80 gün, 90 gün, 180 gün gözaltılar yaşandığını ondan sonra da cezaevine konulduğundan bahsediliyordu. Şimdi böylesi bir süreç yaşandı. Bu furya, bu gözaltı tutuklama furyası bittikten sonra çok kısa zamanda yargılamalarına başladılar. Hatırlıyorum artık 00:33:00avukattım. Yargılamalara Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde işte 81'in Haziran, Mayıs-Haziran aylarında başlandı. Daha önce dediğim gibi 12 Mart'ta olduğu gibi 12 Eylül'de de tutuk, cezaevi askeri, 7.Kolordu Askeri Nizamiyesinin içerisindeydi. Orası rahattı. Herhangi bir baskı, işkence söz konusu değildi. Ama çok kısa zaman sonra 5 Nolu Cezaevi, Diyarbakır'ın meşhur 5 Nolu Cezaevi hemen tamamladılar. Ve sanıkları oraya taşıdılar. Oraya taşımayla birlikte hayat onlar için zindan olmaya başlandı. Yani artık tutuk değil, esir olarak kabul edildi onlar. Başlarına da bir yüzbaşı getirmişlerdi. Esat Oktay Yıldıran. Orayı kendince dizayn etmeye çalışıyordu. Yani oralara sizin belki soracağınız soruların içerisinde olur diye şey ediyorum ama 12 Eylül'ün vahşetini, 12 Eylül darbesinden birkaç ay sonra yaşanmaya başladı. Bu sadece bölgeyle ilgili değil. Mamak Cezaevi'nde de insanlık dışı uygulamaların-- Ne Tetik? Raci Tetik. Orada cezaevi komutanıydı. Onun tarafından orada da insanlık dışı uygulamalar yaşandı. Yani burada biraz daha farklı bir yöntem vardı. Yani burada lağımlara sokmak yani düşünebiliyor musunuz orada alt yapı tesisi açılıyor. İnsanlar o lağımlara sokuluyor, saatlerce bekletiliyor o lağımların içerisinde. İşte insanlara o insan dışkısı dökülerek şey salonlara veyahut da oradaki hücrelere bunları şınav çektiriliyor veyahut da burayı, orayı silmeleri kendilerinden isteniyor. Süpürgeyle değil, kendi göğüsleriyle orayı temizleme, temizlemesi emrediliyor. Şimdi böylesi bir süreç yaşandı burada. Ve yaşanan bu süreç içerisinde gerçekten hayatını kaybeden onlarca tutuklu, hayatlarında arıza bırakan geçmeyen yüzlerce sakat insan arkasında bırakarak gitti. Şimdi oradan şeye gelelim, 12 Mart yargılamalarına bakacak olursak, 12 Mart yargılamaları yine bilinen 00:36:00bir sistem oluşturuldu. İşte Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri oluşturuldu.

00:36:17 - 12 Eylül Mahkemeleri

Play segment

Partial Transcript: Hayır, 12 Eylül döneminde yani bilinen tiyatro sahneleri yeniden kuruldu. Dosyalar çok kabarık. Sanıkları çok fazla. 500-600, 200, 300 sanıklı dosyalar, dava dosyaları. Bu nedenden ötürü 3 kişinin baş edemeyeceğini anlayınca mahkemeleri 5'li heyet haline getirdiler. Bu 5 hakimden biri meslekten asker olan, hukukla alakası olmayan, komutanı temsilen oturan kürsüde oturan bir komutan. Mahkeme başkanı o. Diğer 4 kişi de meslekten hukukçu olanlardır. Bunların asker veyahut da sivil olması fark etmiyor. Çünkü Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi isim üzerinde. Onların sivil olmaları hiçbir şey, asker sıfatıyla, asker adına orada karar veriyorlardı. Oturuyor orada görev ifa ediyorlardı. İşte 1-2 tane de savcı oturuyordu. Yani şekil bakımından bugün gördüğümüz mahkeme türlerinden işte savunma olarak da avukatlara biz bir yer ondan sonra arka bölümlerde, ön bölümlerde sanıklar. Arka bölümlerde de sanık yakınlarının dinleyici kısmı mevcuttu. Ama şunu söyleyeyim size Eylem Hanım. Yani yargılamalar gerçekten başlı başına bir işkence yöntemiydi. Başlı başına. Yani karşıda heyet oturuyor, 6-7 tane hukukçu. Onların yanında bir o kadar avukat. Bunlara aldırmadan o sanıkların, o salonda oturtmaları, o askerlerin onların çevrelerine alıyor olmaları, sabahtan akşama kadar böyle benim gibi bir sağ koltuk değil. Banklarda oturtarak elleri dizlerinin üstünde, gözleri kıpırdatmadan "Adalet mülkün temelidir" yazısına endekslenmeleri. İhtiyaçlarını karşılama olanaklarının asla olmadığı bir ortam. Yani düşünün, düşünün 20-25-30 yaşındaki insanlar bazen altlarını ıslatıyorlardı. Biz bunu 00:39:00kendi gözlerimizle şahit olduk. Bunu diyeceksiniz ki bu vahşeti görürken peki sizler ne yapıyor-- avukat olarak, savunman olarak sizler ne yapıyordunuz? Biz bunlara isyan ediyorduk. Mahkeme heyetine diyorduk. Hiçbir şey demesek bile "Sayın Başkan, bakın siz biz, saatte 1 veyahut da 2 saatte 1 mola veriyorsunuz. İhtiyaçlarımızı gidermeye çalışıyorsunuz. Şimdi bu karşıda, yargıladığınız bu insanların hiç ihtiyaçları yok mudur? Öylesine bir kap, kaba sokmuşsunuz ki insanlar kendi temel ihtiyaçlarını gidermiyor, kendi altını ıslatıyor. Bakın dedim önde oturan insana bakın. Önümde oturan insana bakın. Altını ıslatmış bu. Bu çocuk değil, akli melekeleri de zayıf değil. Öyle olmuş olsa bugün burada sanık olarak bulunmaz. Buna bir çare bulun." Mahkemenin bize vermiş olduğu cevabı biliyor musunuz nedir? "Bu bizim mahkemeyi ilgilendirmez ilgili mercilere başvurun." Ya kendisine diyorum ki "Sayın Başkan bu insanlar sizin vermiş olduğunuz kararlar doğrultusunda burada sanık. Bu salonun bütün sorumluluğu size aittir. Sizden daha sorumlu bir yetkili bir insan var mıdır burada?" Şimdi bu masumane talepler bile reddediliyordu. Şimdi böylesi bir yargılama ortamında siz bu insanlardan nasıl bir karar bekleyebilirsiniz? Yani ağzınla kuş tutsan kar etmiyor hesabı. Mesela düşünün bir, bir dosyada bir Kawa dosyasında Avrupa ülkelerinden müteşekkil bir heyet, hukukçular heyeti, bir gün geldi işte o dosyayı takip edecekler. Dinleyecekler. Şimdi bunu da ben bir fırsata çevirmek istedim açıkçası yani fırsat dediğim yani taşı gediğine koymak denilen bir deyim var ya. Öylesine bir şey yakalamak istedim. Şimdi o güne kadar 00:42:00sanıkların varlığından haberdar olmayan bir başkan vardı. Duruşmayı yöneten hakim, işte rutin işleri tamamlar ondan sonra da "tahliye dışında bir talebiniz var mı" diye sorardı. Kimse de kalkıp bir şey de söylemezdi. Zaten başlarındaki o gestapo görevlilerin daha önce verdikleri talimatlar doğrultusunda hareket ediyorlardı. Kendisine 10 kişinin öldürülmesinden iddianame hazırlanmış, savunması hazırlanacak. "Sen mi öldürdün?" Evet veya hayır. Başka bir yanıt yok. Şimdi böyle talimatlarla getirilmiş sanıklar oraya. Şimdi Kawa dosyasında işte geldi heyet oturdu. Yabancı heyet de geldi karşımızda oturuyor. Onlara da yer yapmışlardı. O gün duruşma hakimi melaike kesildi. Sanıklardan işte rutin işlemleri yaptıktan sonra sanıklara, "Buyurun beyler bir talebiniz, bir isteğiniz var mıdır" diye. E şimdi sanıklar da bunun bilincinde. Hiç kimseden bir ses çıkmadı. Çünkü biliyorlar, niye yaptığını biliyorlar. Hiç kimseden ses çıkmadı. Baktı, onlardan ses çıkmıyor. Bize yöneldiler. "Sayın Avukat Beyler, buyurun bir talebiniz var mı?" Ben hiç kimse daha henüz bir şey söylemeden, "Sayın Başkan benim var" dedim. "Sayın Başkan dedim biliyorsunuz bu dava dosyası uzunca bir zamandır sürüyor ve o kadar taleplerimizi size ilettik. Yani o tahliye taleplerimizi ilettik. Ama şimdiye kadar olumlu bir sonuç alamadık sizden. Ama bugün ben farklı bir şey sizden talep ediyorum." İşte anlattım bu sıkıntıları anlattım. "Bakın karşınızda da 4 etrafının 3 etrafı aralıksız askerlerden oluşan bir görüntü var burada. Görüntü var burada" dedim. "Şimdi siz bunları kaldırmadığınız sürece, siz bu ortamı normalleştirmediğiniz sürece bu dava dosyalarında sağlıklı bir kararın verilebileceği inancı hemen hemen yoktur. Denecek kadar azdır." Kendilerine bu meyanda bazı açıklamalarda bulundum. Şimdi mahkeme heyeti, heyet değil de daha doğrusu başkan, "Avukat 00:45:00Bey senin amacın savunma değil başka bir beklenti içerisinde olduğun intibasını uyandırdı bende." Dedim "Başkan benim bağımsız yargıdan, bambaşka bir beklentim, başka bir beklentim yoktur. Ama siz benim hakkımda ne düşünüyorsunuz, onun takdiri de size aittir." Tabii salon buz gibi, buz kesti. Kimseden ses çıkmıyor. Tabiri yerindeyse nefes bile, nefes alışlar bile hissedilmiyordu. Ara verdiler. Duruşmaya ara verdiler. Benim tutuklanmam tartışılıyor kendi aralarında. Bunu sonradan öğreneceğim. Benim tutuklanmam hemen tartışılıyor kendi aralarında. Orada mahkemenin bir üyesi diyorlar ki "Arkadaşlar bakın burada Avrupa'yı temsil eden devletlerden, ayrı devletlerden insanlar var şimdi biz bunu tutuklarsak Türkiye'nin aleyhine gidip bir sürü propaganda yaparlar." Yani bu nedenden ötürü böyle bir kararın verilmesi doğru olmaz diye düşünüyor ve onlara söylüyor. Tahmin ediyorum kendileri ikna edici bulmuşlar ki bu konuşmayı benim tutuklamamdan vazgeçtiler. Bunu da daha sonradan o da şey hayattan göçtü. Bir avukat arkadaşım dedi o hakime, bu tutuklamaya karşı çıkan hakimle bir gün bir araya geliyor. Yav diyor ki "buna söyleyin Mustafa Özer'e söyleyin kendine bir çeki düzen versin. Yani ben eğer böyle bir düşünce ortaya atmamış olsaydım o şimdi cezaevindeydi." Zaten Esat Oktay da diyordu. Sürekli diyordu. "Bir gün elime avucuma düşeceksin." Yani o 5 No'lu Cezaevi'ni cehenneme çeviren insanlara dünyayı dar eden insan, Esat Oktay Yıldıran birkaç sefer cezaevinde karşılaştığımızda "benim elime düşeceksin, sana yapacağımı göreceksin." Yani bütün bunları yaşadık. Şimdi böylesi bir yargılamadan bu toplumun hiçbir beklentinin olacağını 00:48:00düşünmüyorum, bu toplumda yani toplum olarak da beklenti olmaz. Bugün bana yapılır yarın size yapılır. Yani bunun başka izahını yapamazsınız. Ve bence işte dediğim gibi Türkiye'de özellikle de bölgede Kürt bölgesinde olağanüstü koşullar hiç bitmedi. 1925'ten beridir bu bölge olağanüstü şartlarda yaşıyor. Kim ne derse desin. Bakın, 40 yıldır ben buradayım. 40 yıldır ben buradayım. Olağan bir gün görmedim daha ben. İşte Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi, Özel Yetkili Mahkemeler. Şimdi de bir başka sıfat vermişler. Yani hep olağanüstü şartlar, olağanüstü koşullar, olağanüstü yargı ile karşı karşıyadır bu toplum. Şimdi bununla siz dış dünyayı da ikna edemezsiniz. Bırakın kendi toplumunuzu, dış dünyayı da ikna edemezsiniz. Yani bugün olağanüstü koşullar mı var? İşte Osman Kavala dosyası bizim için son derece somut bir örnek. Günümüz koşullarında somut bir örnek. Yani yargılamalar böyle sürüp gidiyordu. Uzun uzun bilmiyorum anlatma yani örnekler vererek çoğaltarak, anlatmak gereği var mıdır yok mudur bilmiyorum. Yani yargılama böyle devam ediyordu. Yani bizi sorarsınız avukat olarak sürekli tehditlerle karşı karşıya kalıyorduk. Bazen açık açık bazen üstü kapalı. Ama düşünün en tepedeki insandan Kemal Yamak'tan bile çağırdı beni Kemal Yamak'tan bile tehdit aldım. Nedir bizim yaptığımız? Yani savunmanız o zaman bizi o mahkemeye bırakmayın. Avukata ihtiyaç yok deyin. Yani gördüklerimizi, gördüklerimizi anlatmayacak mıyız? Veyahut da olmayan olguları savcı kendi iddianamesine sokmuş. Bunlara karşı hiçbir söylemde bulunmayacak mıyız? Yani böylesi bir sistem bilmiyorum Afrika ülkelerinde var mı? Yani böyle bir yargılama yapılabilir mi? İşte bu sıkıntılar Türkiye'yi bir yere götürmüyor yani Türkiye 5 yıl önce,10 yıl öncesinden daha iyi değil. Yani bakıyorum işte 12 Eylül dönemindeki 00:51:00olağanüstü koşulları yaşadık. E aradan 40 yıl geçti. Halen o koşullarda yaşayan meslektaşlarım var. Kendi mesleklerini ifa ediyorlar. Halen olağanüstü koşullarla. Halen güvenlik güçlerinin bilmem işte terslemeleriyle, tehdit etmeleriyle bilmem işte kaleye almamazlıkla karşı karşıya kalıyorlar. Şimdi o dönem gerçekten benim için çok karanlık bir dönemdi. Yani 12 Eylül 80 ile 90 yılları arasında benim gerçekten sağ kurtulabileceğime inancım yoktu. Yani onun için de bir iki yönelimde bulundular. Mesela 91 Haziran ayında arabamın altına bomba koyup, arabamı havaya uçurdular.

00:52:08 - Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemeleri

Play segment

Partial Transcript: Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri'ne mesai yapan 5 tane arkadaşımız vardı. Fazla değil 5 kişi. İsimlerini de verebilirim: Cemşid Bilek, Hacı Akyol, Fethi Gümüş, Mustafa Özer, Hüseyin Yıldırım. Şimdi bunların dışında elbette ki rutin olarak gelip 1 dosyası 2 dosyası olup da gelip gidenler oluyordu ama biz sabah 9, akşam 5 mesai yapan arkadaşlardık biz. Bizim sırtımızda gerçekten çok büyük yük vardı. Örneğin diyelim 300 kişilik PKK'nin ana dava dosyasında benim 80'e yakın müvekkilim vardı. Fethi Gümüş'ün 90'a yakın müvekkilleri vardı. Yani bizim böylesi ağır bir görevimiz vardı. Bu, bir. İkincisi bizim cezaevini 5 No'lu'ya taşıdıktan sonra artık onlarla çok sağlıklı bir iletişim kurma imkanımız yoktu. En fazla 3 kişiyle görüşebiliyorduk. 1 gün gittiğimizde. En fazla 1 kişiyle 1 dakika görüşebiliyorduk. 1 dakika. Bize söylemiyorlardı. Biz, gidip dosyayla ilgi selam sabah da yok. Nasılsın falan yok. Biz gidip diyorduk ki "senin dosyanda bu bu bu" bir şeyler söylemeye çalışıyorduk. Bir şeyi ifade almak istiyordu bir bakarsın çekip gitmiş sanık. Ha şimdi onu da belirteyim. Biz kabinde görüşüyorduk. Yani avukat odası veyahut da masa sandalye hak getire. Ayakta 00:54:00bizim yanımızda 2 tane asker, sanığın yanında karşı tarafta şey kabinin öbür tarafında da sanık, onun sağın solunda bir 2 asker. Böyle bir görüşmeydi. Işık yok. Yüzünü göremiyorsun. Hatta bazen benim müvekkilim olmasına rağmen mahkemeye geliyordu tanıyamıyordum. Tanımakta güçlük çekiyordum. Görüşmelerimiz böyle. Mahkemede asla onlarla irtibat kurmamız mümkün değildi. Düşünün bir gün bir tanesine bir kağıt verecektik. Biri dedi ki ya bize bir not almak için, sanığın biri bir not almak için "Hakim Bey bizim elimizde kağıt kalem yok." Dedi "Size bir şey yazacağım vereceğim, kağıt kalem yok." Ben oradan masanın üzerinden bir kağıt aldım vermeye kalktım. Hakimin biri dedi ki "Sakın vermeyin onu. Belki şifrelidir" dedi. Kağıdın şifreli olduğundan endişe etti. Şimdi böylesi bir ortamda çalışıyorduk. Gidip odalarında diyoruz ki "Hakim Bey, Savcı Bey, rica ediyoruz istirham ediyoruz. Bu çocuklara eğer biz hukuki bir katkı sunacaksak onlarla diyaloğa girmemiz lazım." Bizi ilgilendirmez, gidin. Nereye başvuracaksan komutanlığa. Şimdi ben bilmiyorum ne kadar benim hakkımda bilgi sahibi olmuşlar, nasıl olmuşlar. Onu da gerçekten bilmiyorum. Bir gün Kemal Yamak çağırdı beni. 2 askerin arasında beni çağırdılar gittim. "Buyurun." Otur motur da demedi. Ayaküstü başladı, başladı tehdit etmeye. Sen yakında herkesi şikayet ediyorsun, yakında beni de şikayet edersin. Dedim "Sayın Paşam ben kimseyi şikayet etmemişim. Ben itirazlarımı ileri sürüyorum. Diyorum ki, hukuken şunlar eksik yapılıyor. Şunlar yanlış. Bunların gereğini yerine getirilmesini. Yapmadıklarını zaman da ilgili birimlere bildiriyorum" diyorum. "Zaman zaman adli müşavirliğe, sizin adli müşavirliğe de yazıyorum." "Yazma. Türkiye'nin şu anki nazik durumunu anlamanız lazım bizim gibi." Yani şunu demek istiyor, "Vazgeçin. Gidin orada mum, mumya gibi gidin oturun, kalkın. Kalkın, oturun, çekin gidin evinize." Şimdi böylesi 00:57:00bir süreci yaşıyoruz biz. E şimdi geldi cezaevi, cezaevinin içerisinde oranın askeri ya er, gelip tehdit ediyor. Açık açık. Mahkemedeki sanıklarla birlikte gelen çavuşlar, astsubaylar falan mahkeme salonunda veyahut da ara vermelerde gelip "Rahat durmuyorsunuz." Şimdi düşün, bu "rahat durmuyorsunuz" kelimenin altında o kadar çok şey ifade edebilirsiniz ki. Yani böylesi bir süreç yaşandı orada.

00:57:50 - Tutuklular ve Askıya Alınan Hukuk

Play segment

Partial Transcript: Şimdi gerçekten 12 Eylül geldiğinde yaş ortalaması çok düşük. Çok genç bir yaş ortalaması var. Düşünün 16-17 yaşındaki tutuklular var. Yani en fazla şu yani Kemal Pir'i düşünün. Hayri Durmuş'u düşünün. O zaman 20-22 yaşlarında var yok. Hepsi genç. Genç çocuklar hepsi. Yaş ortalamasını benim kanaatime göre, tabii bizim köylerden getirenler de var 60-70 yaşında insanlar da. Ama bunlar çok azdı. Yaş ortalaması aşağı yukarı 25'i geçmezdi. Şimdi bizim savunmayı nasıl inşa ediyoruz diye sorarsanız, savunmayı artık bizim bilgi becerimiz nedir-- Hukuk bilgimiz, vicdani, vicdandan gelen bir şey. Gerçekten nasıl dizayn edebiliriz? Bunu hukukla nasıl bağdaştırabiliriz. Yani bu, şimdi ben savunma yapıyorum. Bir savunma, 70 sayfa savunma hazırladım. Mahkemeye sunacağım. Kendilerine dedim "arkadaş" yani "bu savunmayı yazarken çok sıkıntı çektim, gecemi gündüzüme kattım. Ama başarılı olacağıma dair kuşkularım var. Çünkü ben bunlarla bağ kuramıyorum." Diyemiyorum yani. Şimdi bu adam, adama isnat edilen adam öldürme var, gasp var. Bilmem şu var. Bu var. Şimdi bunlarla ilgili bilgim olmadan ben hukuk bilgisiyle ne kadar ulaşabilirim gerçekliğe. Biz sizden talep ettik. Sürekli her mahkemede talep ettik. Dedik ki "Bu insanlık onurunu zedeleyen uygulamalardan vazgeçsinler. İnsanca bir yaşam ortamı oluştursunlar. Bizler de gidip kendilerinden bilgi alalım. Bilgi aktaralım mahkeme dosyalarına." Dedim "Bunlara kulak tıkadınız. Siz bunlara kulak tıkamanızla bu işkencecilere yeşil ışık yakmıyor musunuz?" Bakın bu kelimeyi söyledim diye bizim hakkımızda 01:00:00suç duyurusunda bulundular. Bu kadar olaylar oluyor. Bu kadar insan hayatını kaybediyor yani düşünün, resmi verilere göre 34 kişi, gayri resmi biz biliyoruz 67 tane insan hayatını o baskı, işkenceler altında yaşamını yitirdiler. Şimdi bu kadar olaylar oluyor, gözlerinin önünde insanlar baskı altında yargılandıklarını görüyorlar, bir şey demiyorlar. Ama biz dedik ki "sizin bu tutumunuz işkencecilere referans oluyor veyahut da yeşil ışık yakmıyor mu?" Soru işareti. Şimdi bunun için bize, bizim hakkımızda suç duyurusu yapıyorlar. Şimdi yani o nedenden ötürü orada gerçekten evet, dediğim gibi bir tiyatro sahnesi kurulmuştu. Yargılama yapılıyordu. Ama buna gerçek manada bir yargılama denilebilir mi? İşte size anlatıyorum sizler de kamuoyunda veyahut da bunu izleyen izleyicilerde bir kanaat uyanmalı. Gerçekten bunlarda abartı yoktur. Hiçbir abartı yoktur. Ben bu konuda o yılları içeren 3 tane kitap yazdım. Abartısız, zerre kadar abartı yoktur. Hayatımda hep aleyhimde de olsa lehimde de olsa objektif olmaya çalıştım. Her şeyi objektif vermeye. Çünkü yarın, yarının nesilleri bir gün 12 Eylül'ü öğrenmek istediklerinde veyahut da onun ilgili bir araştırma yapmak istediklerinde bizim bırakmış olduğu arşive el attıklarında hiç olmazsa subjektif davrandılar demesinler. Veyahut da olayları saptırdılar, olayları abartarak verdiklerini söylemesinler. Yargı denen bir kurumun olduğu inancını taşımıyorum ben oralarda. Bir yargı kurumu olduğuna dair bir düşünceyi asla taşımadım halen de taşımıyorum.

01:02:25 - Davalar ve Dosya İsimleri

Play segment

Partial Transcript: Konuşmamın başında da belirttim. Gerçekten toplu davalar vardı. 300 kişi, 500 kişi, 600 kişilik dava dosyaları vardı. Tabii ilk başta açıldıkları zaman 100-200 kişiyle açılıyordu sonradan gelen bireysel gelen dosyalarla birleştirmeler oluyordu. Bunlar sayıları gittikçe artıyordu. Mesela en son PKK'nin ana dava dosyası 566 kişiyle 01:03:00sonlandırıldı. Şimdi bunların içerisinde özellikle öncü kadrolar, yönetim kadroları ve bunun teorik yapısını çizenler, yani kadro elemanları olarak görülen, önde görülenler Türk Ceza Yasası'nın 125.maddesi. Ki o zaman daha henüz kaldırılmamıştı. İdamı öngörüyordu. Onunla yargılandılar. Bir kısmı Türk Ceza Yasası'nın 168/1, 168/2 ile işte örgüt üyesi olmak, örgüt üyesinin ikinci kademesi 168/2'dir. Onlardan yargılıyorlardı. İşte 21 yıla kadar falan ceza veriliyordu. Bir de işte gidip bunların içerisinde bulunmayıp da kırsal alanlarda bulunan vatandaşlar vardı, köylüler vardı. Bunları da getirmişlerdi. İsnat edilen suçlar işte yardım yataklık yapmışsın, ekmek vermişsin işte gelmiş barınma, barındırmışsın ne bileyim işte gitmişsin bir ihtiyaçlarını karşılamışsın falan. Şimdi bunlar da Türk Ceza Yasası'nın 169.maddesi. Bunlar hepsi o da yürürlükten kalktı herhalde. Bu 169'da yargılanıyor orada. Bunlar genellikle şöyle 1 yıla kadar içerde kaldıktan sonra bunlar tahliye ediliyordu çünkü o zaman 169.maddenin ceza karşılığı 1 ile 3 yıl arasındaydı. İşte 1 yıl yatırırlardı. Ondan sonra bırakırlardı beraat etse ne olacak, etmese ne olacak. Zaten fazlasıyla yatmış oluyordu. Mesela o bu dosyada kararla birlikte 36 tane idam çıktı. 36 tane idam çıktı. Ama askeri yargıtaya gitti. O zaman biliyorsunuz, Türkiye'deki yargılama çift başlıydı. Sıkıyönetimlerin bağlı bulunduğu üst mahkeme şey askeri yargıtaydaydı. Askeri yargıtaya gönderdik. Askeri yargıtaydan geri döndü. 7-8 kişi kaldı. İdam kararları. Öbürlerinin bozuldu. Yani yargılama türü buydu. İşte istenilen cezalar bunlardı. Ama işte bu mahkemeler karar verdikten sonra yani bu idamlar böyle sadece bu dava değildi. Şey dosyası vardı. Elazığ dosyası vardı. 626 sanıklıydı. Siverek PKK dava dosyası vardı. 300-400 yani şu 01:06:00anda net olarak aklımda kalmadı ama yani böyle dosyalar vardı. Hemen şunu söylemek istiyorum. Bu idam kararları sadece PKK dava dosyalarında görüldü. Çünkü diğerlerinin DDKD olsun, Özgürlük Yolu olsun, Rîzgari olsun, Kawa olsun , KUK olsun. Bunlarda eylemlilikler yoktu. Yani öldürme hadiseleri falan yoktu. Bu nedenden ötürü onlar Türk Ceza Yasası'nın 171.maddesinden yargılanıyorlardı. Yani örgüt üyeliği. Sadece örgüt üyeliğinden yargılanıyorlardı. Örgütü sevk ve idareden yargılanıyordu. Bu dediğim gibi 125'ten yargılananlar sadece PKK dava dosyasında öncü kadrolarla yargılanıyorlardı.