https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment1
Partial Transcript: Şimdi cezaevinin içerisinde yani tabiri yerindeyse duvarın içini biz bilmiyorduk. Bizim görebildiğimiz görüşmelere gittiğimizde sanıkları nasıl getiriyor olmaları, bizimle karşılaştıktan sonra ne kadar görüşebildiğimizle ilgiliydi. Şimdi tahliye olup dışarı çıkanların bize anlattıkları var onlarda. Mahkemeleri anlatacağım. Mahkemelerdeki işkence safhalarını. Şimdi bizi diyor görüşmeye getirdikleri yani koğuştan görüşme yerine getirdikleri o mesafe içerisinde bizi hep, bizim sırtımıza binerlerdi. Sırtımızda taşırdık onları gelirdik görüşme yerlerine. En ufak aykırı bir cümle, aykırı bir kelime kullanmamız halinde görüşme yerinden ta şeye gidene kadar, koğuşa gidene kadar sıra dayağına çekilirdik. Şimdi böylesi bir yaşam vardı orada. Cehennemi bir yaşam yaşanıyordu. Bize gelip işte kabinde görüşmelerimizin--düşünebiliyor musunuz, cezaevine gidiyorsun ondan bir şeyler almak istiyorsun, bilgi almak istiyorsun. Kendi dosyasından bilgi aktarmak istiyorsunuz. 1 dakikacık zaman dilimi içerisinde. Şimdi bu başlı başına bir işkencenin türüdür. Bir bakarsın sen daha avukat olarak konuşuyorsun bir bakarsın çekip gitmiş. Niye gitmiş onu da sonradan öğreniyoruz. Benim kendilerine sorduğum sorulardan kuşkulanmış olacak ki o askerler alttan bir tekme vuruyorlar dizlerine. Oradan hemen o tekmeyi yer yemez çekip gidiyor. Şimdi biz bunları gördük. Ha şimdi onun mahkeme safahatı var. Mahkemede zaman zaman bazı şeylere biz de şahit olduk. Mesela bir gün Rîzgari dosyasında bir duruşma yapılıyor. Ara verildi. O zamana kadar sanıkların yüzlerinden herhangi bir durum yok. Anormal bir durum yoktu. Duruşma, mola bitti, duruşma heyeti geldi yerine oturdu. Sanıklar oturdu. Baktım birinin yüzü kan revan içerisinde. Benim müvekkilim de değil. 00:03:00Baktım hiç şeyinde değil, umurunda değil heyetin. Kalktım dedim ki "Sayın Başkan biraz önce bu sanıklar huzurlarınızdaydı. Hiçbirinde herhangi bir anormallik yoktu. Görmediniz değil mi?" Dedim "Bakın şurada işte sanığın yüzüne gözüne bakın kan revan içerisinde bu ne oldu buna? Kendi kendini mi yaraladı?" "Bizi ilgilendirmiyor." "Yav tamam ilgilendirmiyor, zapta geçirin." "Bunun zapta geçirilecek bir husus değil" diyor. Şimdi böylesi bir ortamda yargılama yapılıyor. Bir diğer bir olay şeyden, PKK ana dava dosyasında artık işkence çekilmeyecek boyutlara gelmiş. İşkence çekilmeyecek boyutlara gelmiş. Kemal Pir, Hayri Durmuş, Ali Çiçek. Onlar bir eylem koymayı düşünüyorlar. O eylemden önce de tabii cezaevine mesaj verme anlamında. Çünkü gelen sanıkların hepsi aynı koğuşta değil değişik koğuşlarda. Mesaj hemen cezaevine yansısın anlamında. Hayri Durmuş, onların PKK'nin gerçekten teorisyeniydi, denilebilirdi. Kalktı mahkemede "Sayın Başkan" dedi "bakın bizi idamla yargılıyorsunuz. Bir şey demiyoruz. Evet siz hükümran bir, egemen bir devletsiniz. Biz de size başkaldırmışız. Başkaldırı bu. İnkar da etmiyoruz. Ama biz bu başkaldırının nedenlerini anlatmak istiyoruz. Ve biz bunlar anlatabilmek için insanca cezaevinde insanca yaşamak istiyoruz. Eğer siz bizim insanca yaşama şartlarımızı oluşturmazsanız ölüm orucuna gireceğimizi ve bir dahaki mahkemeye gelemeyeceğimizi bildirmek istiyorum size." Şimdi gerçekten düşünün. O duruşmadan sonra Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Ali Çiçeklerle birlikte 4 tane arkadaş hayatını kaybetti açlık grevinde. Şimdi açık açık kendilerine söyleniyordu. Şimdi böylesi bir ortamda evet bunların hiçbirini de zapta geçirmiyorlardı. Israr ediyorduk, ısrar ediyorduk. Çok ısrar ettiğimiz zaman dışarı atılıyorduk. Veyahut 00:06:00da ara karar veriyorlardı. Böylesi bir yargılama, böylesi bir ilişki ve böylesi bir savunman. Ama şu var, sizin sorunuzu tamamlama adına söylüyorum, e bunlar siz peki ne yapıyordunuz? Bizim yaptığımız şuydu, gerçekten o dönem hatırlayın, o dönemde Avrupa'dan dünyanın bir sürü o demokratik ülkelerinden insanlar geliyordu buraya. Geldiklerinde ilk uğradıkları insanlar bizlerdik. Biz kendilerine abartmadan, gördüklerimizi olduğu gibi yansıtıyorduk. Bazen raporlar haline getiriyorduk. Mesela baronun komisyonları vardı, biz komisyonları bunları rapor haline getiriyorduk. Bunları uluslararası arenada görev yapan kurumlar vardı. Biz de bu kurumlara gönderiyorduk veyahut da buraya geldiklerinde burada kendilerine veriyorduk işte buradaki yargılamanın, buradaki tutukluların yaşam tarzlarının ne menem olduklarını kendilerine anlatmaya çalışıyorduk. Öyle tahmin ediyorum ki bizim o yargılama süreci içerisinde en fazla yararımızın dokunduğu yön burasıydı avukatlıktan ziyade. Bir hukukçu olarak mahkemelerden ziyade, mahkeme dışında bu onların yaşam tarzını, yargılama biçimlerini dışarıya yansıtıyor olmamızdır.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment476
Partial Transcript: Ailelerin kendi çocuklarıyla veyahut da tutuklularla irtibatları yok denecek kadar az. Görüşmeye gittiklerinde kendilerinin karşılaştığı zorluklar vardı. İşte o içeriye girmeler, hakaretler, işte çocuklara mesela Türkçe bilmeyen insanların gidip zorla ille de Türkçe konuşma, konuşmaya zorlamaları. Veyahut da eğer Türkçe bilmiyorsa görüştürmeden geri getirmeler. Şimdi bunların hepsi tabii bir sıkıntı. Ama bunların dışarıya yansıtılması gereken konular olmadığı anlamını taşımaz ama tutuklu yakınlarının edindikleri bilgiler ya mahkemedeki gözlemleridir veyahut da bizden aldıkları bilgilerdir. Bir de cezaevinden tahliye olup da 00:09:00gidip bunlarla birebir görüşen insanların, insanlardan almış oldukları bilgilerdir. Şimdi bunları somutlaştıran, bunları dilekçe haline getiren bazı insanlar vardı. Belli bazı makamlara ilettirmek üzere. Göndermeler bile onlara bir sürü zorluklar getiriyordu işte onlara da tehditler geliyordu. Yok eğer tabiri yerindeyse punduraya, punduna getirirlerse onları da tutuklayıp içeri atmalarla yüz yüze kalıyorlardı. Bu nedenden ötürü kendilerine şunu salık veriyoruz, veriyorduk. Siz bir yerlere başvurmayın. Biz başvuru yapmamız gereken bir şey, eğer sizin başvuru yapmanız gereken bir yer varsa bize söyleyin biz onu hukuk diliyle dizayn eder öyle ilgili makamlara iletiriz diyorduk kendilerine. Şimdi yani Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden heyetler geliyordu. Mesela Almanya'dan Heinrich Böll vakfı vardı. İşte Brüksel'in Baro Başkanı gelmişti buraya. Stockholm'ün Baro Başkanı veyahut da bir hukukçular heyeti gelmişti buraya. Bizi de davet etmişti, baro, baronun, Stockholm Barosu'nun daveti üzerine 2-3 tane arkadaşla birlikte oraya gitmiştik. Yani Fransa'dan mesela Fransız Barosuyla bizim yakın ilişkilerimiz olmuştu. Brüksel Barosu'yla biz kardeş baro şeyini geliştirmiştik, sözleşme akdetmiştik. Yani hem onların imkanları daha fazla Avrupa Birliği'yle, Avrupa Parlamentosu'yla, Avrupa Parlamenter Komiteleriyle falan çok yakın ilişkileri vardı. O nedenden ötürü Türkiye'yle ilgili bir bilgi, hukuksal, özellikle de hukuksal alanda bir bilgi almak istiyorlarsa başvuru kaynakları bizlerdik. Başvuru yapıyorlardı bize. Biz de kendilerine rapor halinde kendilerine sunuyorduk bunları. Uluslararası Af Örgütü'yle çok yakın ilişkilerimiz vardı. Onlar da sürekli buradan bilgi alıyorlardı. Bu bilgileri kendilerine iletmeye çalışıyorduk. Yani ilişkiler bu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment705
Partial Transcript: Dediğim gibi yakınlarının, tutuklu yakınlarının gördükleri en fazla sıkıntı görüşmeye gittiklerinde o görevlilerin kendilerine insanlık dışı yaklaşımlarıdır. 00:12:00 Özellikle de tek kelime Türkçe bilmeyen anaların, bacıların, eşlerin gidip de görmeden, kendi tutuklusunu görmeden geri gelmeleridir. Dünyanın en büyük işkencesidir. Düşünün kilometrelerce mesafeden, uzak mesafeden gelen insanların amaç gidip kendi tutuklusunu görmek. En azından sağlık sorunlarını, sağlık olup olmadığını görmekti. Bunları bile kendilerine fazla görüyorlardı. Bunu göstermemekte reva görüyorlardı. Yani bazen öyle bir hal almıştı ki Diyarbakır Cezaevi, bazen insanın aklıma peyderpey geliyor. Cezaevinde öylesine bir, kendine göre bir dünya yaratmıştı ki Esat Oktay Yıldıran. İçerideki insanlar kendi yakınlarına diyordu veyahut da dışarı tahliye olup gidenler "Abi" diyordu "ne olur görüşmeye gitmeyin. Sizin her görüşmeniz bizim için bir azap." Ama bunun yanında aileler geliyor, haftalarca aylarca görmedi. Görmediği için yalvar yakar bize ille de "git bizim çocuğumuzu gör." "Ya anacım"-- Şunu söylüyordum. "Ya Anacım bizim gelmemizi istemiyorlar. Eziyet görüyorlar. Ama bütün buna rağmen şunu söylüyorlardı "Ölü müdür diri midir hiç olmazsa bundan bir haber getir." Düşünebiliyor musunuz böyle bir atmosfer içerisinde işte bir cezaevi yaşamını görüp veyahut da cezaevi içerisindeki insanla dışarıdaki yakınının arasındaki ihtiyaçlarını karşılamadır işte bilmem eksiği, gediği var mıdır yok mudur bunları görüşmedir. E avukatlarıyla olan hukuki sorunları çözme yönünde nasıl bir mesafe alacaksın? Nasıl bir çözüm yolu kendisine yöneleceksin? Veyahut da nasıl bir bilgi alacaksın? Bunlar hepsi dediğim gibi yani insanlıkla alakası olmayan bir ilişki, iletişim ve bazen düşünüyorsun yani acaba bu insanlar kendi başına mı böyle yapıyorlar? Yani olaylardan haberdar olmayanlar derler ki "yav işte cezaevi içerisinde sert mizaçlı biraz bilmem şu bu" diye Esat Oktay Yıldıran var. Kendi başına bunları yapıyor. Ama gelip bakıyorsun, mahkemelerine bakıyorsun. Mahkemelerinin tavrına bakıyorsun. Onun başındaki komutana bakıyorsun. Hepsinin zincirin 00:15:00halkaları gibi birbirlerine bağlı oldukları sistematik bir yapıdan kaynaklı olduğunu açık net görüyorsun. Yani bir başına keyfi bir kişinin keyfine bırakılmış bir uygulama değil o. Bir kişi o uygulamayı yapamaz orada. Bir kişi o kadar insanı insanlıktan çıkaracak hale getiremez. Düşünebiliyor musunuz cezaevi içerisindeki bütün erine kadar hatta bırak eri Esat Oktay Yıldıran'ın bir köpeği vardı. O bile komutandı. O bile komutan. 12 Eylül'le birlikte Türkiye'nin kaos ortamından biraz aralandığı olayların bıçak gibi kesildiği bir süreç gelmeye başladı ama özellikle 1991'de benim arabanın altına bombanın konmasıyla beraber ve daha ötesi 15 gün sonra 4 Temmuz'da Vedat'ın öldürülmesi Türkiye'de yani Kürt bölgesinde bir milat oldu. İnsan öldürmek, yargısız infazlar, faili meçhullerin miladı oldu. Ondan sonra başlandı işte köy boşaltmalar, köyleri yerle bir etmeler. Düşünün 4000'e yakın yerleşim alanı yerle bir edildi. 2 milyon insan yurdundan yuvasından göç ettirildi. Binlerce insan faili meçhule götürüldü. Yani artık yeniden çığırından çıkmaya başladı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment1018
Partial Transcript: 12 Eylül'le birlikte yargı kurumu olarak askeri dünyada kurulan askeri mahkemelerdi. Yani işte Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri oluştu. Askerler, komutan adına orada yargılama yapılıyor. Komutana temsilen sürekli orada bir işte yarbaydan aşağı olmamak kaydıyla onu temsilen eden bir subay oturuyordu. Şimdi bu tabii Türkiye'nin işte o Avrupa Birliği hayali sürekli gündemde. O nedenden ötürü Avrupa ülkeleri de yani bu kriterlerin, sizin uyguladığınız kriterlerin Avrupa kriterlerine, ölçeğine uymadığını sürekli vurgu yapılıyordu. Bunlar da zoraki olarak işte Sıkıyönetim Mahkemeleri 3-4 yıldan sonra kaldırıldı onların yerine Sıkıyö-- Devlet Güvenlik Mahkemeleri getirildi. Şimdi Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ilk etabında yine isim değişti ama değişen farklı bir şey olmadı. Belli bir dönemden sonra Avrupa'nın çok üzerinde baskı kurmasından sonra özellikle de Abdullah Öcalan'ın yargılanmasını hatırlayın. Yargılanmasın da askeri bir üyenin bulunmasının yargının bağımsızlığını ihlal eder nitelikte olduğunu vurgu yaptılar. Ondan sonra da askeri üye orada bulunmaz oldu ve artık askerden arındırılmış bir yargı kurumu şeklen oluşmaya başladı. Devlet Güvenlik Mahkemesinde artık "askeri" sıfatı taşıyan hukukçular kalmadı. Hepsi sivillerden oluşan sivil mahkemeler; sivil hakim, savcılardan oluşan heyetler oluşmaya başladı. Askeri yargıtay da bunun dışında kaldı. Artık dosyalar Devlet Güvenlik Mahkemesi'nden yargıtaya, sivil yargıtaya gitmeye başladı. Şimdi bu neyi değiştirdi derseniz, değişen hiçbir şey olmadı. Zihniyet değişmediği sürece şeklin değişiyor olması pek fazla kıymeti harbiyesi olmadığını herkes bilir. Şimdi halen de öyle götürülüyor. Bence değişen hiçbir şey yok. Ben bunu hep söylerim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş felsefesinde 100 yıl önceki zihniyet neyse halen özellikle de yargı kurumunda halen geçerliliğini muhafaza ediyor bu. Yani değişen bir şey yok. Bugün Türkiye'nin geldi bakın. 12 Eylül bir darbedir. Faşist bir darbedir ve kendi kurumlarını getirmiştir. Kendi kurumları. Bakın. Bir şey söylemeye çalışıyorum. 12 Eylül faşist darbesinin oluşturduğu hukuk kurumu bugün aradan 40 yıl geçiyor olmasına rağmen bugünkü kurumlardan daha iyiydi. Yani tamamen tek kişiye endekslenmiş bir yargı, bir İttihat Terakki devlet hukuku. İttihat Terakki'nin oluşturduğu o hukuk sistemi, devletin hukuku şu anda Türk yargısına egemen durumdadır. Bu nedenden ötürü benim kanaatim, benim düşüncem 1923'teki yargı kurumu neyse 2022'deki yargı kurumu da halen o aşamada olduğunu söyleyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment1265
Partial Transcript: Şimdi, bunun ötesinde işte dediğim gibi o 80-90'lı yıllar gerçekten benim için çok zor bir yıllardı. Her gün, her gece eve giderken ensemden bir kurşun ne zaman gelecek diye düşünür oldum. Çünkü her taraftan işte tehdit ediliyorsun, e gelip oldum olmaz şeylerle karşılaşıyorsun. Mesela daha yeni gelmiştim 1982 falandı. Ahmet Karlı diye bir hemşerim vardı. Avukattı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın sekreterliğini herhalde üstlenmişti. Daha doğrusu Türkiye İşçi Partisi. TİP. Yani bu PKK değil. Türkiye İşçi Partisi'nin sekreterliğini üstlenmişti herhalde. Hatta o zamana kadar mahkemelerde duruşmaları takip eden bir insan. Bir gün gecenin bir saatinde beni gelip evimden aldılar. "Buyurun" dedim. Emniyet mensupları. "Buyurun" dediler. "Avukat Bey Ahmet Karlı nerede?" Dedim "valla Ahmet Karlı'nın nerede olduğunu bilmiyorum." "E Ahmet Karlı senin ortağındır. Ahmet Karlı avukattır, benim hemşerimdir." "Evet" dedim "arkadaşlar bakın, Ahmet Karlı benim arkadaşım. Ahmet Karlı benim hemşerim. Ahmet Karlı benim Suakar Pasajı'nda aynı katta ayrı bürolarımız var. Her gün duruşmada beraberiz. Ama ailece tanımıyorum. Ben ailesini rüyamda görsem tanımam. İsmini dahi bilmiyorum." Şimdi bütün bunlara rağmen Ahmet Karlı nerede? Dedim ki "Bana bakın Memur Bey size namusum üzerine yemin ederim. Bilsem de söylemem size. Benim görevim vatandaşı size ihbar etmek değil. Devletin kolu benden uzundur. Benden soracağınıza gidin kendiniz bulun. Bilmiyorum. Gerçekten de bilmiyorum. İkna olmadılar. İşte götürdüler 48 saat beni gözaltında bilmem karakollarda tutmaya çalıştılar böyle onur kırıcı yerlerde tutmaya çalıştılar. Yani süreç kötü. E bizim ifa ettiğimiz meslek de buna uygun. Bu koşullara yani böyle tehlikelerle karşı karşıya kalmaya müsait. Çünkü o dönemde gerçekten en zor meslek o bölgede avukatlık yapmak mesleğiydi. Yani kimse başka bir meslek grubundan insanları gelin taşın 00:24:00altına elinizi sokun diyemezsin. Çünkü onların yapacağı pek fazla bir şey yok. Evet, Türkiye genelindeki sıkıntıları rapor edip kendi üstlerine falan gönderebilirler. Bunu zaten yapıyorlardı. Ama biz birebir yaşıyorduk. Her gün birebir yaşıyorduk bunları. Şimdi zaman zaman biraz önce saydığım o 4-5 tane avukat arkadaşlardan bazılarına telefonla tehditler geliyordu. Bazılarına işte başka şekilde tehdit geliyordu. Hatta Fethi Gümüşle bir araya geldiğimizde espri de yapıyordu. "Oğlum bak bana işte gelip beni yüz yüze tehdit ettiler. Cemşid'i telefonla tehdit ettiler. Sana ne yapacaklar?" Herhalde beni de senin gibi, sizin gibi ya telefonla ya gelir bir yerde görür bir şey söyler dedim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment1501
Partial Transcript: İşte arabanın havaya uçurulacağı akşam tesadüf o ya Fethi Bey'le beraber bir yerde gidip, yaz günüydü, bir yerde gittik, yemek yedik. Bir iki bardak bir şeyler içtik galiba. Ondan sonra gecenin saat 10, 10 buçuğuydu. Fethi Bey'in o zaman aracı yoktu veyahut da araç getirmemişti. Ben evine bıraktım. Götürdüm. Evin aracımı-- Şu anda bilir misiniz bilmiyorum "Sanat Sokak" diye nitelendirilir. Sokakta evim oradaydı. Sokağın kenarında park. Yani saat gecenin 2 buçuğu. Korkunç bir patlama. Kanım irkildi. Yataktan fırladık. "Ne oldu?" Dedim "araba gitti." Hiç görmemişim daha araba gitmiş. Pencereyi açtım baktım böyle kenardan baktım araba yanıyor. Neyse aşağı indim. Ondan sonra herkes gelmeye başladı sağdan soldan. Neyse o gece Sabah'ın bürosu vardı, Sabah gazetesinin o zaman hangi gruptandı bilmiyorum. Sabah'ın bürosu vardı. 60 cm genişliğinde, 1 buçuk metre derinliğinde bir çukur açmıştı. Arabanın bütün parçaları o sokağa yayılmıştı. Böyle bir manzara vardı. Neyse adamlar "Avukat Bey" dediler "şimdi mi ifadeni alalım sonra mı?" Dedim ki "sonra alırsınız şimdi bir şey söyleyecek benim halim yok zaten." Geldiler. İşin ironik tarafı araç orada aracı kendileri kaldırıp götürdüler. Ondan sonra da o zamanın 00:27:00parasıyla gelip benden 150 bin lira şey parası nakliye parası istediler. Dedim "ben vermiyorum. Kim size alın götürün demişse gidin onlardan alın." Yani böyle bir şey. Neyse sonradan ben ödedim ayrı meselede de. Sonradan götürdüler. 1 gün sonra 1-2 gün sonra mı ben, ifadeye çağırdılar. Gittim. Emniyete gittim. "Avukat Bey bunu kim yapmış olabilir?" Dedim "bunu kim yapmış olabilir değil bunun hiçbir şeyi yok. Devletin kendisi yapmış bunu." Bağırıp çağırdılar. Başıma ne demek istiyorsun falan elinde avucunda belge var. Dedim "bunun belgesi olmaz. Bakın Memur Bey dedim ben Diyarbakırlı değilim. Benim burada okul arkadaşlarım yok. Kahve arkadaşlarım yok. Bilmem şunu bunu. Diyarbakır'ı pek bilmem. Ben aşiret çocuğu değilim. Benim bir düşmanım yok. Kimseye kaşının üstünde gözün var diyen bir insan değilim. Kendi halimde bir insanım ben yani ailemi de bir gün çalışmasa ikinci gün aç kalacak cinsten. Fakir işte. Kendi yağında kavrulan insanlar. Şimdi böylesi bir durumda insanlar gelip benim aracımın altına niye bomba koysunlar? Kaldı ki eğer benim kişisel olarak bir düşmanım olsa, bana karşı kin besleyen biri olmuş olsa gelir bana yönelir. Araca niye gidip yönelsinler. Bunu biz her gün yaşıyoruz. Kendi memleketimizde biz biliyoruz. Düşmanlık, aşiretler arasında aileler arasında düşmanlık olur giderler birbirleriyle uğraşırlar. Mallarıyla falan değil. Dedim "sizce kim yapmış olabilir? Açık net söyledim" dedim. "Yazacağız bunu." Dedim "yazın, hiç tereddüt etmeden yazın." "Benim başka yani eğer" dedim "devlet yapmadığını söylüyorsa devlet bunun faillerini çıkarsın ortaya. Devlet de zan altından kurtulsun ben de rahat edeyim. Ben de diyeyim hiç olmazsa vallahi benim işte, beni hedef seçen güç budur." Neyse oradan çektik gitti yani yapacak bir şey yok. Ama aradan fazla bir zaman geçmeden Soner Yalçın, Cem Ersever'le bir mülakat yapıyor. Yani ölmeden önce Soner Yalçın'la. Gazeteci. Onunla iletişim kuruyor. Bir araya geliyor. 00:30:00O zaman Cem Ersever artık istifa etmiş. Asker değil ama o PKK'nin itirafçılarından bir grup oluşturmuş, alabildiğine insanlara yönelmiş, alabildiğine servet yapmış bir insan diyeyim. Yani öldürüleceğini tahmin ediyor, hissetmiş şeyleri olacakları şeye anlatıyor Soner Yalçın'a anlatıyor. O anlatım içerisinde de şeyi söylüyor işte hatta yanlış yazılmış, o zaman ben baro başkanı değilim. İşte baro başkanının arabasının altına C-4 tipi bombayı benim ekibim bıraktı diye açık açık kendisine ifadede bulunuyor. Bu yetmezmiş-- Bu yetmedi. Yine hatırlayın eğer-- Özgür Gündem gazetesinde bir dönem PKK'yle birlikte olan daha sonra itirafçı olup işte bu ekiple birlikte çalışan. Daha sonra bunlardan da kaçıp işte Stockholm'e giden Abdülkadir Aygan. İtirafçı. O belirtiyor. Hedef aslında Mustafa Özer'di. Yani teknik bir arızadan ötürü erken patladı diyor bu bomba. Yoksa hedef oydu. Şeklinde onun bir açıklaması var. Bir de üçüncüsü, bir dönem Kulp ve Ergani'de istihbarat astsubayı olarak çalışan Hüseyin Oğuz vardı. Onun yerel gazete Güncel'de bir beyanatı tesadüfen okudum. Diyor işte böyle toplumda ön planda olan işte sevilen insanları nerede buluyorlarsa hedef olarak koyuyorlardı. Bunlardan biri de baro başkanının arabasının altına bombayı koydular. Yani bunlardan çıkardığımız veyahut da çıkarılması gereken özet şu, bunun gerçekten devlet tarafından yapılıyor olmasıdır. Şimdi işin ironi tarafı şu, bütün bu gelişmelerden ben hemen müdahalede bulunuyordum savcılar nezdinde. İşte Devlet Güvenlik Mahkemesi bu şeyden, özel mahkemeler nezdindeki savcılardan. Bir gün o Devlet Güvenlik Mahkemesi'ndeki bir savcı "Mustafa Bey" dedi "herhalde bir belli bir yere ulaşacağız" dedi. Dedim "Savcı Bey ulaştırmayı gerektirir bir cihet yok. Bu ifadeler bak yeter yani somuttur." Ondan sonra dedi "Yok. Senin bilmediğin şeyler var dedi eğer uğraşabilirsem sana söylerim." Neyi araştırdığını gerçekten bilmiyorum 00:33:00halen de bilmiyorum. Bir gün çağırdı beni gittim yanına dedi ki "Mustafa Bey" dedi "araştırıyorum araştırıyorum bir noktaya geliyorum Diyarbakır Sur'u gibi bir önüme bir set geçiliyor adım atamıyorum." Dedim "atamazsın." Şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi derin devletinin yapmış olduğu eylemlerden özellikle bunlar Kürtlerse etkinliklerin hesabını vermezler. Bunun bir tek istisnası var o da Mustafa Muğlalı var. Muğlalı olayıdır.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment2018
Partial Transcript: Şimdi 7-8 yıl işte o 12 Eylül faşizminin getirmiş olduğu simsiyah bir bulutlar içerisinde Türkiye geçirdi. Ondan sonra bir seçimler oldu. Seçimlerden sonra işte parlamento oluşturma şu bu ama demek ki egemen sınıflar halen yeterli bulmamışlar bu baskıcı yöntemi, yönetimi. Daha da baskılamak istediler özellikle de ben kendi açımdan söylüyorum ben Kürt halkını. Baktılar yani işte cezaevlerinde bunları yıldıramadılar. Mahkemelerde verdikleri cezalarla bunları caydırmadılar. Bunlar işte kendi bildiklerini okumaya devam ediyorlar hatta bu ara tabii gittikçe 84'ten sonra işte bu PKK hareketinin direkt olarak, devleti hedef alarak mücadele etmesi işte Şemdinli'de başlayan bir hareketle birlikte. Tabii ivme biraz daha yavaş yavaş yukarıya sıçramaya başladı. Bu tabii Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hangi iktidarı olursa olsun kabul edebileceği bir şey değildi. Ama bütün önlemlere rağmen bu durdurulamıyordu. Bu hareketin gelişmesi durdurulamıyordu. Gittikçe ivme kazanıyordu. Şimdi ondan sonra işte dediğim gibi o durgun diye nitelendirdiğimiz işte 85 işte 80 hatta 90'lara yakın bir döneme kadar yani o zamanlarda da hatırlıyorum işte 90'larda biz Halkın Emek Partisi'ni kurmuştuk. Ben Diyarbakır Kurucu İl Başkanıydım. O zaman başlanmıştı. Köylere ambargolar koyuluyor. Gıda ambargosu koymaya başlamışlardı. Zaman zaman işte Ankara Genel Merkez'den gelen heyetlerle birlikte gidip geziyorduk bu köyleri. Ama baskılar yaşanmaya başlamıştı. 00:36:00Şimdi biraz önce dedim yine tekrar ifade edeyim bu artık bu önlenemez bu gelişme, önlenemez boyutlara gelmişti. Eylem olarak derin devletin, eylem olarak ilk benim arabama yöneldiler. Benim arabamdan 1 hafta sonra Sıddık isminde Batman'da bir adamın arabasına yöneldiler. O içindeydi. Yaralandı. Büyük bir yara aldı. Ondan 1 hafta sonra, 4 Temmuz'da Vedat Aydın'ı katlettiler. Vedat Aydın'ın katledilmesi Kürt coğrafyasında bir yeniden faili meçhullerin, yargısız infazların miladıdır. Derin devletin ilk bölgede yöneldiği kişi olarak bendim ama teknik bir arıza sonucu tesadüfen hayatta kaldık. Ondan sonra da Batman'da bir eylem yapıldı. Sıddık isminde bir vatandaş ağır yaralanmıştı. Kendi arabası yakılmıştı. 4 Temmuz'da da işte evinden gidip alınan Vedat Aydın işkence edildikten sonra kafasını ve göğsüne sıkılan silahlarla işte şehit edildi. Onu 4 gün sonra gidip madenin kırsal alanları, alanında cenazesini bulup getirmiştik. Bu etkinlik yani Vedat'ın öldürülmesi olayı Kürt coğrafyasında artık bir milat oldu. Devlet gerçekten azgınlaştı. Bu PKK hareketinin gelişmesini yine baskı yine işte yurtsever insanlara yönelerek durdurabileceğini, bitirebileceğini düşünerek işte faili meçhul, yargısız infazlar 4 bine yakın köylerin boşaltılması. 2 milyona yakın insanın yurdundan göç ettirilmesi. Ondan sonra akıl almaz boyutlarda 17 bine yakın faili meçhul, yargısız infaz olayları meydana geldi. Şimdi o olay böyle. Onu biraz daha açmak gerekirse ben onu kayda alındı mı alınmadı mı bilmiyorum. Yani ben o şey olayını benim arabanın bombalanması olayını takip ettim. Uzun zaman da takip ettim. 00:39:00O Cem Ersever'in, Hüseyin Oğuz'un, Abdülkadir Aygan'ın itiraflarına rağmen bir sonuç alınabileceğini zaten ben düşünmüyordum ama bazen böyle gerçekten dürüst hukukçu olan savcılar rastlandığı zaman işte araştırıyoruz falan diyorlardı. Araştırın, belki bir yere varırız düşüncesine sahiptiler. Ama en son araştıran savcı bana işte dedi "araştırıyorum belli bir mesafe aldığımı düşünüyorum ki bir noktadan sonra önüme duvarlar, setler çekiliyor, adım atamıyorum." Ben de kendisine şunu söyledim, "atamazsın, adım atamazsın çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin zihniyetinde kendi derin güçlerinin meydana getirdiği olaylarla ilgili hiçbiri şimdiye kadar araştırılmadı ve failleri hakkında bir cezai işlem yapılmadı. Bunun tek bir istisnası var o da Mustafa Muğlalı olayıdır. Mustafa Muğlalı olayı da açık net bir canlı tanık vardı. Onların içerisinde tesadüfen 1 tanesi ölmemişti. Canlı tanıklar vardı ve aleni yapılan bir şeydi. O nedenden ötürü Mustafa Muğlalı mahkum edildi ama Mustafa Muğlalı'yı da iade-i itibar ettiren, ettiren İsmet İnönü'dür. İsmet İnönü onun şeyden sonra cezaevinde intihar etti. İade-i itibarda bulundu. Yani demem, demek istediğim o ki yani derin devlet hem yapacaksın hem faillerini ortaya çıkaracaksın o mümkün değil. Şeyin DNA'sına uymuyor. Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten mekanizmanın DNA'sına uymaz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment2465
Partial Transcript: 12 Eylül ne getirdi ne götürdü hep beraber yaşıyoruz. Tahribat çok yaşandı yani çok fazla insan yurtsever insanın hayatına mal oldu. Ve bugün eğer gerçekten Türkiye toplumu genel olarak, Türkiye toplumu ekonomik sıkıntılar yaşıyorsa, siyasal bir huzursuzluk yaşatıyorsa bunun önemli nedenlerinden biri de sürekli Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi dağlarını kendi vatandaşlarını bombalıyor olmasındandır. Yani bunu söylemekle yetineyim. Şimdi ben meslek hayatım boyunca hep olağanüstü yargı kurumlarında çalıştım. Mesela hukuk davası hayatımda hiç takip etmedim. Bir tek dilekçe yazmasını bilmem. Çünkü 00:42:00takip etmedim bilmiyorum. Benim bütün işim ceza hukuku ve olağanüstü yargı kurumlarında. Dediğim gibi ben konuşmamın başında da söyledim biz 4-5 tane arkadaş mesai yapıyorduk Sıkıyönetim'de, Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde, özel mahkemelerde. Sabah 9, akşam 8,10 bazen 11-12'lere kadar duruşmalar devam ediyordu. Orada kalıyorduk. Yani benim bütün meslek hayatım bu alanlarda geçti. Yani halen Türkiye Cumhuriyeti'nin bu bölgeye bakışı gerçekten çok farklı. Bunu açıkça da ifade ediyorlar zaten. Mesela işte İçişleri bakanıdır, Milli Savunma bakanıdır. Bilmem başındaki insanlar. "Son terörist kalana kadar yok edeceğiz." Bu aslında şu anlama geliyor. Ben, benim inancım o. "Son Kürt kalana kadar bu devam edecek." Bunun başka izahı yok. Yani şimdi düşünüyorum bazen böyle televizyonda haberleri izlerken işte savunma bakanı diyor ki "falan yerde Afrin bilmem şeyinde o kadar 9 tane terörist etkisiz hale getirildi. Yok Gabar'da 10 tane terörist etkisiz hale getirildi. Peki bununla nereye varmak istiyorsun? Yani 10 tane, 20 tane, 100 tane Kürdü öldürmekle Kürtler bitmez. Ya bu örnekleri çok. 1988'lerde işte Irak'ta bir Enfal Hareketi Kürtlere karşı uygulandı. 182 bin tane Kürt öldürüldü. Ne oldu? Yani Irak hükümeti Kürtleri bitirebildi mi? Veyahut da Irak'taki Kürtler yok oldu mu? Şimdi bunlar tarihlerden ders de almıyorlar. Yani 1925'te işte Şeyh Said hadisesi var. 1938'lerde Seyit Rıza hadisesi var. Tunceli hadisesi var. Yani bunlar gitti katliamlar yapıldı. On binlerce insan yaşamını yitirdi. Ondan sonra bir İnönü'nün bir başkanlığında kurulan bir kabinede başbakanken kendisinden işte "Paşam bu Kürt sorunu ne olacak" diye soruyorlar. "Biz Kürt sorununu bilmem o zaman cumhuriyetin kuruluşunda halletmiştik" diyor "veyahut da 38'de halletmiştik" diyor. Halledilmedi. Halledilmiyor da. Yani bu zihniyet, bu uygulamalarla Kürt sorunu halledilmez. İnsan aklı var yani bu sadece bir 00:45:00Orta Doğu'yla ilgili değil. İşte Fransız Cezayir sorununa bakın. Yani Fransızlar dediler ki işte "Afrika'nın Fransız topraklarıdır." Olmadı. Netice itibariyle Cezayir'in farklı bir topluluk olduğu, farklı bir toprak parçası olduğu ortada görünüyordu zaten ve bunu da kabul ettiler. Yani bunlar örnekleri çoğaltılabilir. Bu nedenden ötürü aklı selim gerçekten bu sistemi terk eden siyaseten yan yana gelerek mantıklı çözümler, uluslararası tarihten gelen örnekleri de göz önüne alarak bir çözüm önerileri getirilmesi gerekiyor. Yoksa Kürtler direnmekten vazgeçmezler. Öyle tahmin ediyorum. Direnmekten vazgeçmezler. Çünkü yani onurlarına dokunacak bir yaşam biçimini kendisine zorla kabul ettiremezsiniz. E o zaman onurlu bir yaşamın koşulları, şartları nasıl oluşabilir bunun gayreti içerisine girmeleri ve birlikte eğer birlikte yaşamak istiyorsa birlikte yaşamanın koşullarını, şartlarını oluşturmak gerekiyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment2803
Partial Transcript: İnsan hakları alanında epey bir uğraşım oldu. Yani burada ilk İnsan Hakları Derneği Diyarbakır şubesinin ilk yöneticilerinden biriyim. Yani burada hep şunu ön plana aldık; bireyin kimliği, bireyin dini, bireyin imanı, etnik yapısı ne olursa olsun nerede bir insana yönelik hak ihlali varsa orada bu kurumların bulunması, bu kurumların buna el atması gerekir felsefesiyle hareket ettik sürekli. Yani uğraşlarımız çok. Kırsal alanlara gittik o kadar olaylarla karşılaştık ki. Fethi kabirler yaptık. İnsanların işkencede öldürüldüğünü bizzat şahit oldum. Fethi kabir yaptık biz bunları. Şimdi böylesi bir uğraş içerisindeyken İnsan Hakları Derneği'nin kurultayı Diyarbakır'da yapıldı. Belki siz de hatırlarsınız veyahut da biliyorsunuzdur. Kurultaya gittik. Kurultayda 00:48:00Diyarbakır delegasyonu olarak ben, Vedat Aydın gitmiştik. İstanbul'dan da gelenler vardı. Vedat Aydın o zaman kurultayın divan başkanlığını yapan rahmetli Halit Çelenk'ti. İşte söz hakkı istedi Vedat Aydın. Gitti, dedi ki "ben", kürsüye çıktı dedi ki "ben kendi ana dilimle hitap etmek istiyorum salona." Yapar mısın yapmaz mısın işte yani Kenan şey Halit, Halit Bey, Halit Bey hukukçu, Halit Bey insan hakları savunucusu, Halit Bey Deniz Gezmişlerin avukatı. Bazıları işte sürekli itirazlar geliyor. İşte bazıları "anlamıyor" dedi "Kürtçeden anlamıyorlar, bilmiyorlar" falan dedi. O arada da Zeki Okçuoğlu, İstanbul delegasyonundan gelmişti. Dedi ki "ben tercüme ederim". Ne yaptılarsa bir türlü ikna olmadılar ve Halit Çelenk maalesef bu benim hayatımda bir yaradır. Halit Çelenk divanı terk etti, kaçtı gitti. Ben de kendisine dedim ki "Sayın Üstadım, bunu biz konuşuyoruz. Diyetini de biz ödüyoruz. Sen niye kaçıp gidiyorsun?" Ve bizim 3'müzü de gözaltına aldılar. 9 gün gözaltında kaldık. DAL'da, Ankara'da. Vallahi şu anda tarih olarak aklıma gelmiyor ama bir kış ayıydı. Çünkü biz 9 gece gözaltında kaldık. Çok kötü soğuk yemiştik. Yani sanıyorum aralık ayı mıydı, ocak ayı mıydı bilmiyorum. 90 veya 91 olması lazım. Çünkü Vedat Aydın'ın öldürülmesinden çok kısa bir süre önceydi. Ankara Genel Kurul'da. Diyarbakır şubesinin kongresi değil. İnsan Hakları Derneği Genel Kurulu'ydu. İyi bir uğraş veriyorsunuz. Gerçekten emeğinize sağlık. Bunları derleyip toparlamak önümüzdeki kuşaklara sunmak çok önemli bir görevdir diye düşünüyorum. İyi bir gerçekten görev üstlenmişsiniz, bunu gelecek kuşakların çok önem vermeleri gerekir diye düşünüyorum. Ben teşekkür ediyorum size.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview113403.xml#segment3042
Partial Transcript: Yani insan haklarını savunmak, insan haklarıyla ilgilenmek özellikle böyle gelişmemiş toplumlarda, kültür düzeyi ekonomik düzeyi, sosyal siyasal düzeyleri gelişmemiş toplumlarda insan haklarıyla ilgilenmek, insanların hak hukuk alanıyla uğraş vermek kolay bir şey değil. Ama ben hayatımda hiçbir zaman bir kolay bir işle iştigal etmedim diyebilirim. Hep zorluklarla karşılaştım. Hep zorluklarla mücadele etmeyi ilke edindim. Benim yapımda galiba bu var. Yani gerçekten bu alanlarda özellikle hukuk, insan hakları alanında mücadele vermek-- Ben şunu da söyleyeyim yani son olarak, düşünün olağanüstü koşullarda hukuk mesleğini icra ettim, olağanüstü koşullarda insan hakları mücadelesini verdim. Gerçekten bu bana zorluklarının ötesinde bir haz verdi. Çok seviyordum. İnsanlara katkı sunmak, bu konuda katkı sunmak gerçekten saygın bir davranış. Gerçekten haz verici bir davranıştı. Bundan başka ne diyebilirim ki.
00:51:00
Her yönüyle insan hakları savunucusu olmak önemli. Sadece şimdi değil bütün dünyanın bütün ülkelerinde özellikle de gelişmemiş, gelişmekte olan toplumlarda bu bir daha önem kazanır durumda. Çünkü hak ihlalleri çok. Mesela düşünün Cumartesi Annelerinin kendi çocuklarının, kaybedilen kendi çocuklarının akıbetini öğrenebilmek için yüzlerce haftadır, durmadan her hafta bir etkinlik düzenliyor. Ve kendi çocuklarının akıbetlerini soruyorlar. Bu ve bunun gibi etkinliklere katkı sunmak, onların yanında olmak, onlara güç vermek bir, bence bir insan hakkıdır. Yani savunucu olmanın ötesinde insani bir görevdir diye düşünüyorum. Bu nedenden ötürü yeni genç kuşak hukukçulara, insan hakları savunucularına şunu belki söylemek mümkün geçmişten şey alarak, geçmişten dersler alarak, geçmişte neler olup bittiğini anlayarak önümüzdeki dönemlerde hak ihlallerine karşı dik durarak, mücadele ederek geçirmelerini tavsiye ederim.