https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment0
Partial Transcript: Boston'da doğdum. Bir yaşımdayken ailemle Türkiye'ye geldim. Ondan sonra genellikle yaşam Türkiye ve Amerika arasında daha ileriki yıllarda da genellikle dolaşarak veya araştırma yaparak veya hocalık yaparak toplantılara katılarak, sivil toplum örgütleriyle ilgili birçok ülkeden, ülkeye gidip geldi.
O ilk cumhuriyet kuşağının okuyan insanları çok yönlüydü bence. Çok örnekleri de var. Babam da askeri tıbbiyeden doktor, nörolog, psikiyatrist. İkisi birdi o zamanlar. Ama ondan sonra romanları var. Politikaya girmiş. Birçok dernekleri girmiş yani çok dilli kişilerdi o zaman. Keza annem de öyle psikolog. O da çeşitli sivil toplum kuruluşları çalışmaları vardı. Aktifti toplumda. Hatta komik olan Türkiye'nin bölündüğü Demokrat Parti ve Halk Partisi yıllarında babam DP'den milletvekiliydi. Adnan Bey'in çocukluk arkadaşı Aydın'dan. Annemin de abisi Zekeriya Sertel Türkiye'nin işte önde gelen solcularından bilinen. Anneme de Halk Partisi milletvekilliği teklif etmişlerdi. Yani bu kadar aynı aileden bu da çok şaşılacak bir şey değil. Aynı aileden de böyle şeyler-- yani aileler de bölünebiliyordu bu siyasal cepheleşmede.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment120
Partial Transcript: O zaman söyleşi bu konuyla bitebilir. Çünkü ilkokul bittiğinde galiba 10 okula falan gitmiştim. Ankara, İstanbul ve Amerika'nın farklı şehirlerinde. Ortaokul Amerika, lise Amerika-Türkiye. Keza üniversitede de öyle.
Biliyorsunuz Amerika'da bu Liberal Arts dedikleri eğitim ilk iki yıl. "Sağına bak soluna bak ondan sonra hoşuna giden bir şey varsa seç" diyorlar. Aile şeyinden yani psikolog anne, psikiyatrist baba. Ben de beleş gelen dersler psikolojiydi. Onun için üçüncü yıla geldiğimde zaten onları almışım. Oradan öyle devam ettim. Pek bir seçim değildi.
Doktora sonrası gene bir tesadüf bir gün bir arkadaşımın, Hacettepe'den bir arkadaşımın Boğaziçi'nde konuşması vardı. Başlığı "Türkiye'de 00:03:00 Alkolizm, İntihar ve Boşanma." Konuşmasını bitirdi, söz aldım. "İşte iyi konuştun" falan filan. "Fakat alkolizm hastalık, intihar hayatın sonu, boşanma sağlıklı olabilir. Bunu ne için buraya kattın" diye sordum. Aslında cevabı belliydi ama belki düşünmemişti çünkü sosyal bilimlerde sizin de bildiğiniz gibi müthiş bir püriten ahlakı var. Hele boşanma kadınlar için felaket bir şeydi sosyal bilimlerin yeşerdiği yıllarda. Onun için konuşmasında söyledim. Toplantı bitti. Çıkarken arkamda omuzumda bir el. Şerif Mardin o zaman başkan, bölüm başkanı. Sırf bu laf üzerine "bizde hoca olmak ister misin" dedi. Aklımdan geçmiyordu hocalık. Böylece akademik yıllar başladı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment247
Partial Transcript: Toplantı içinde sözünü ettiğim toplantı için olmasa bile Ankara'dan gelmiştim. O yıllar Ankara'da yaşıyordum. Onun için 12 Mart'ı, 12 Mart sonrasını, 12 Eylül'e giden yılları daha çok Ankara'da yaşadım. Çok maceralı kelimesi yanlış belki fakat en azından gençliğin bir kesiminin ama ait olmak istediğimiz veya uzaktan bile olsa olay olduğu için baktığımız kesim bir şeyler yapmak isteyen bir kesimdi. İster sağ olsun ister sol olsun. Buna bir örnek isterseniz. Hacettepe'deyim. O yıllarda-- Yıl 75 belki. O yıllarda pasoları, belediye otobüslerine öğrencilerin ücretsiz galiba binebilmesi için pasoları üniversitelerin öğrenci dernekleri verirdi. Bu istismar da edilirdi. Bir ölçüde. Fakat önemli olan öğrenci derneklerini üniversitelerin gelir sağlamasıydı. Dönemin hükümeti bunu değiştirmek istedi. O yetkiyi aldı. EGO Otobüs İşletmesi. Bu da öğrencilerin hoşuna gitmedi. Öğrenci derneklerinin de hoşuna gitmedi. Bir eylem olarak yani her şeye gebe bir kuşağız, biz her şeyi yapabiliriz. Bir sabah Hacettepe'de duyduk ki Mülkiye Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni 00:06:00öğrenciler iki belediye otobüsü kaçırmış. Ondan sonra ODTÜ'ye dört tane gitmiş falan. Böyle haberler geliyor. Ben de arkadaşımla Hacettepe'deyim. Bizde hiçbir hareket yok. İhsan Doğramacı'nın üniversitesi çok da aktif geleneği olmayan bir üniversiteydi zaten. Daha 2-3 yıllık üniversite. "E biz de otobüs kaçıralım" dedim. "Kaçıralım" dedi. Gittik biz de otobüs kaçırmaya başladık. Şoförler dünden razı. Çünkü öğrenciler şoför, işçi sınıfı, mağdur, ezilmiş. Bütün gün adam araba kullanacağına, çaylar pideler. Yolcular her zaman-- yani Türkiye'de başka birçok vesileyle gördüğüm gibi ne derse yapıyor. "İnin" diyoruz. İtiraz olmadan iniyorlar. Tek bir itiraz, bir otobüste arkadaşımın annesi "Oğlum ne yapıyorsun?" dedi ama o da indi. Yani böyle yıllarda Boğaziçi o yıllarda "Kanlı 1 Mayıs" dedikleri, denilen benim de katıldığım-- Sanki Boğaziçi Üniversitesi bu olaylar olurken Taksim'de biz Bebek'te Hawaii'deydik. Tamamıyla uzak olup bitenden. O şiddet yani konuşulmuyor bile neredeyse. Tenis oynanıyor, basket oynanıyor, Boğaz'a bakılıyor. El ele tutuşuluyor ki o zaman neredeyse Boğaziçi dışında hiçbir yerde kız erkek kamu önünde el ele tutuşamazdı. Boğaziçi çok uzaktı bu olaylardan. Mutlu. Boğaziçi'nden bahsediyorum. Yani evden uzak olmanın, kızlı erkekli güzel bir yerde olmanın keyfini yaşayan öğrencilerdi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment499
Partial Transcript: Yani Boğaziçi o zaman da şimdi de burs verirdi. Bir sınıf ayrımı hissetmezdiniz hiçbir zaman. Orta, burjuva vesaire, kasaba. O ayrım hissedilmezdi.
Çoğu İstanbul'un özel liselerinden veya zamanında Amerikan misyonerlerinin açtığı Amerikan liselerinden, hemen hepsi Amerika'dan doktoralı ve okul azcık o bakımdan küçük bir Amerika gibiydi. Mesela Ankara'dayken ODTÜ'de 00:09:00 orada hoca arkadaşlarımla öğlen vakti yemek yemeğe gittiğimde herkes işlerini konuşurdu yani bir fizikçi, işte o günlerde ilginç bulduğu bir fizikle ilgili bir şeyi, işte antropolog kendi alanından falan. Boğaziçi'nin yemekhanesinde, Kennedy Lounge, daha çok konuşulan işte Amerikan basket maçları, İstanbul'a yeni gelen filmler, işte eve temizlemek için gelen kadın, kaç liraya çalıştı falan. Yani akademik konulardan oldukça uzaktı. Neşriyat azdı. Böyle bir şey yoktu yani böyle bir şey yoktu, akademide yazmazsan atılırsın. Çünkü hayat boyu iş garantisi vardı. Mutluydu herkes.
Öğrencilere daha sonra olacak yani benim Boğaziçi'nde TÜMÖD diye bir dernek vardı. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği. Türkiye çapında. Her üniversite bir temsilci seçer ve oraya yollar işte ben de Boğaziçi'nin seçtiği temsilciydim. İşte İstanbul Üniversitesi'nden Türkan Hanım. Türkan Saylan vardı. Hukuk Fakültesi'nden Yücel Sayman. Sonra Baro başkanı oldu. Nuri Bey, Karacan. Böyle 5-6 kişiydik. Toplanırdık. Hele bu 12 Eylül'e giden günlerde neler yapabilirdik diye tartışırdık. Bazı şeyleri de eylem safhasına getirmiştik. Fakat bu Boğaziçi'nden çok uzaktı. Yani beni seçen zaten 6-7 kişiydi. Yani 500 hoca bizi kim temsil edecek diye seçmiyor. Ben de anca 5-6 kişiyle paylaşırdım neler konuştuğumuzu.
Daha çok bir özerk üniversite ve akademik özgürlük Türkiye'de nasıl sağlanır, daha çok özlük sorunları hocaların, eğitim sorunları daha çok tartışılan bir yer ve eylem kısmı 12 Eylül'e giden günlerde olmaya başladı.
Ankara'daydım ve Hasan Tan'ı hatırlıyorum çünkü arkadaşlarım orada hoca. Bir kısmı atıldı. Necdet Bulut vardı. Bilgisayar merkezini kuran. ODTÜ'de. Ondan sonra Trabzon'a yollandı. Orada öldürüldü daha sonra. Hasan Tan mesela okula hizmet görevleri kadrosunda azıcık dalga geçercesine çünkü mavi tulumlar giyiyorlardı, "Mavi Melekler" dedikleri bir 20-30-40 kişilik bir güruh, görevli yerleşkede dehşet saçıyorlardı etrafa yani korkutuyorlardı Orta Doğu'da bile böyle bir atmosfer vardı.
Aklıma gelmişken. Şeyin havasını vermek için solun da çünkü ODTÜ'de, demokrat, sol fakat ne kadar-- belki Sovyetlerin etkisiyle, belki Mao'nun etkisiyle burjuva kokan her şeye çok öfkeli. Zaten gazetelerde de İlhan Selçuk, Çetin Altan falan işte Filipin tipi demokrasi falan diye yazılar yazılıyor. Seçimlere inanılmıyor. Yani bir devrim beklentisi var. ODTÜ'de de bir toplantıda Cahit Arf. Türkiye'de ciddi bir matematikçi. Dünya çapında. Bir panel vardı. 3-4 kişi Cahit Arf da onlardan bir tanesi. O zamanki eşim de vardı panelde. 1-2 kişi daha. Cahit Arf'ı burjuva buldukları için hem panelde eleştirildi hem öğrenciler yuhaladı. Yani bu kadar-- bu dediğim üniversitede oluyor. Yani bu kadar uçmuştu sol rüyalarımız, sol düşlerimiz veya sol taraflaşmamız.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment816
Partial Transcript: İşte Amerika'dan 68'de döndüm Türkiye'ye ve hafta sonları ODTÜ'de birkaç arkadaşımla top oynardık ve koşardım özel bir arazi var ve koşarken aklımda-- Türkiye'de ilk yıllarım yani 68'den sonra 12 Mart'ı yaşadık. Jandarma beni dağlarda kovalıyor fakat ben antrenmanlı olduğum için ODTÜ'deki koşmalarım sayesinde jandarmadan kaçabiliyorum. Yani işte Régis Debray Güney Amerika'da kır gerillalığı falan öyle rüyalar kafamızda. Birçok rüya var yani dünyayı değiştirme rüyası. Adam öldürme değil, banka soyma değil belki ama belki o da öyle bir suyun içerisine girsem belki onu da yapabilirdim.
Yani Washington'dan geldim Türkiye'ye. Washington'da da Yabancı Öğrenciler Derneği başkanıydım üniversitede. Ve orada, 68 ruhu başkent Washington yapmadığımız kalmadı işte. Pentagon'u kuşattık. Siyahiler bir şehir kurdu. Eşekleriyle, atlarıyla geldiler güneyden. Yoksul Lincoln ABD'sinin 00:15:00yanında, çadırlarında yoksullar şehri kurdular falan. Yani uğraşıyorduk epey. E Türkiye'ye geldim sudan çıkmış balık gibiyim ne yapacağımı bilemedim. Tek yaptığım eylem Amerikan Kültür Merkezi'nde İngilizce dersleri veriyordum. Orada hocaları örgütledim işte daha çok para alalım falan filan diye. Ondan sonra yalnız bir eylemdi ama Türkiye'yle ilgili değildi eylemlerim. Washington'da gene öğrenim sağlamak için İngilizce ders-- Türkçe dersleri veriyordum. Birisi de Türkiye'ye de gelecek olan Türkiye'deki "Barış Gönüllüleri." Peace Corps örgütünün başında olacak kişiydi. Dolayısıyla Türkiye'ye geldiğimde o burada ve birçok barış gönüllüsüyle benim gibi 68 kuşağı tanıştım. Onları örgütledim. Amerikan elçiliği önünde, Ankara'da Vietnam'a karşı gösteri yaptılar. El ilanları dağıttılar. Olacak iş değil. Türkiye'de gösteri yapmak zaten kolay değildi ama devlet Amerikalıların, Amerika'ya karşı gösteri yapmasıyla ne yapacağını pek bilemedi ama 3-5 ay sonra Barış Gönüllüleri kapatıldı Türkiye'de. Devlet tarafından, işte ajanlar, misyonerler artık her neyse diye. Böyle bir havaydı ama bekliyorum ki birisi beni bulsun örgütüne alsın. Örgüt ne olursa olsun. Sade birisi alsın beni. Tanısın beni. Sonunda bir arkadaşımın galiba kafasına yattı bu bizden olabilir diye. Tam buluşacağımızdan birkaç gün önce onun Suriye sınırında kaçarken yakalandığını öğrendim. Galiba 12 Mart öncesiydi. Çünkü biliyor ki; bir şey gelecek kaçmış. Onun için buluşamadık. Beni hiçbir örgüt dolayısıyla yani ben bir hiçbir örgüte girmiş olmadım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1033
Partial Transcript: Nasıl, gizli örgüte nasıl girilir? Yani çoğu gizliydi bunların çünkü herkes bir diğerinin polis olduğundan korktuğu yıllar. Hapse atılmayan, işkence görmeyen giderek arttı bu duygu, "mutlaka polistir." Ya bende bir sakatlık var, benim için suçluluk kompleksi var. "Ben yeteri kadar solcu değilmişim ki beni polis nezarete almıyor" ve yahut da başkaları, "bu galiba içimizdeki polislerden bir tanesi aman polis zannetmesinler" korkusu da vardı.
Ama bırakın dışarıdan gelmiş olmayı. Babamın Demokrat Parti milletvekili olduğunu saklıyordum. Dışarıdan da yani onun için dışarıdan geldiğimin 00:18:00 çok zannetmiyorum belli olduğunu. Hatta buralı yani Türkiyeli olduğumu-- Yine bir gün Ankara'dan İstanbul'a gideceğim bütçem belli. O kadar da param yok yani otobüsle git gel fazla bir şey yok. İstanbul 2-3 günlük öğrenci masrafı ne kadar olabilirse. Fakat Amerikan, Amerika'dan getirdiğim takım elbisemi bir kemer, bir çift ayakkabıyı Hergele Meydanı'na götürdüm. Orada kullanılmış eşyalar satılır ve bütçemin ne olduğunu bildiğim için sıkı pazarlık yapıyorum. Yani bir çift ayakkabı için vesaire. Son gittiğim dükkanda "Abi" dedi "sen seyyar mı çalışıyorsun yoksa dükkanın mı var?" O zaman anladım ki ben artık buralı olmuşum. Çok yani Amerika şeyini hissettirmiyordum. Gizlediğimden değil buralı olmak arzusundan. Yani herkes gibi olmak gayretinde araziye uyumdan öte şevkle, heyecanla, arzuyla.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1161
Partial Transcript: Şimdi 12 Eylül'e epey yaklaştık. Ecevit galiba başbakandı ve üniversitelerin başına da bir şey geleceğini hissediyoruz çünkü darbe gelecek diye kokusunu alıyoruz. Onun için kaç kişiydi hatırlamıyorum ama 40-50-60, "Şu şu şu da olursa istifa ederiz" dedik. İstifa etme, toplu istifa yani o şeye karşı ne olabilecekse ona karşı bir sivil toplum direnişi ki buradan öteye gidemezin diyebileceğiz umudu. İşte bir vardık 50 kişi vardık. Ondan sonra 12 Eylül geldi işte onda, o 50-60 kişiden üç kişi istifa ettik. Taha Parla, Reşit Canbeyli ve ben. Ve benim yüzüme bakmak istemediler yani argüman şeydi, biz kaleyi koruyacağız, siz ihanet ediyorsunuz öğrencilerinize vesaire. Fakat o kaleyi korumak, bugün belki artık kaleyi korumak tartışılır bunlar fakat o zaman mesela 1402 diye bir yasa çıkmıştı. Birçok hoca atıldı. Ama hocalar atılmadan bizim Boğaziçi'nden istifa ettiğimiz gibi siyasaldan da başka üniversitelerden de 00:21:00istifa edenler olmuştu. Bir tanesi Ömer Madra mesela hatırlıyorum siyasaldan. Fakat Ömer istifa ettiğinde Korkut, hoca orada. "Ya nasıl istifa edersiniz işte ihanet ediyorsunuz burada kalın, kaleyi koruyun." Ondan sonra Korkut'u attılar 1402'yle. Bu sefer Korkut kalanlara kızmaya başladı "Niçin istifa etmiyorsunuz?" diye. Yani bu tür rejimlerde ister Nazi Almanya'sı olsun, Sovyetlerde daha zor ama olan şeyler. Yani o toplum psikolojisi burada da-- daha başka bir şey yapmıştım, ilk direnişlerden bir tanesiydi belki. 12 Eylül'ün bir kurumuna. İşte İhsan Doğramacı başına gelmiş YÖK diye bir şey kurulmuş, YÖK'ü kurmuş İhsan Bey. Cumhuriyet gazetesinde başlığı hatırlamıyorum ama uzun bir yazı yazdım. "İhsan Doğramacı İstifa Etsin" falan gibi başlıklı. O büyük bir direniş olabilir düşüncesiyle. Olmadı. Hatta daha istifa etmemiştim birkaç arkadaşım şey demişti, "Artık seni hiç üniversiteden atmazlar. Çünkü İhsan Doğramacı seni attırdı denmesin" diye. Neyse öyle.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1349
Partial Transcript: Darbe sonrası nasıl değiştiğini pek bilmiyorum çünkü ben de Almanya'da hocalığa başladım. Fakat darbe öncesi veya darbe sonrası o yıllar çok şey. İnsanın yaşadıklarını, dehşeti birebir yaşayanlardan kadar olmasa bile yani ailesi işkence ölen, kaçırılan vesaire. Hem onları hatırlayarak bilerek hem de kendi yaşadığım toplumsal dehşet. Şimdi anlatırken anı gibi geliyor, ilk defa anı olmaya başladı yaşadıklarım. Onun için garip hissediyorum kendimi azcık. Konuşurken de belki tutukluluğum ondan. Bir sivil toplum kuruluşu, Cenevre'de, IBFAN (International Baby Food Action Network). E şeyden yana Nestle gibi süt tozu satan firmaların ahlaksız pazarlama yöntemlerine karşı daha ana sütünün menfaatlerinden yana. IBFAN. Sivil toplum. Ona dahil olmuştum bir vesileyle. Bu arada İstanbul Af Örgütünün de başındayım. Bunu söylemeyi unuttum. Daha sonra gireriz belki oraya. Neyse o vesileyle Cenevre'deyken bu WUS, World University Service, Dünya 00:24:00 Üniversiteler Birliği diye bir kuruluş olduğunu öğrendim. İşte onlarla buluştum, konuştum. Türkiye'deki durumdan söz ettim. Onlar daha çok Güney Afrika ve Orta Amerika'yla ilgileniyordu o yıllarda. İki şey orada aklımda çakılı kalan: Bir, değişik ülkelerden gelen temsilcileri Türkiye'yi anlatmak için konuşacaktım. Orta Amerikalılar tam ben konuşmadan önce salonu terk ettiler. Çünkü merkez odaklı almaya alışmışlar. Başka bir ülkenin Türkiye'de, Avrupa'da artık 12 Eylül çok merkezde. Rekabet istemediler. Maalesef bu insan hakları sanayinin de "pastadan en çok payı ben almak istiyorum çünkü en çok acıyı çeken benim, dünya bana bakın" deme yarışında olabiliyoruz. Salonu terk ettiler. Bu bir küçük bir kartpostal. İkincisi de, Türkiye'ye döndüm işte WUS bize yardım edecek, ki etti. Üniversiteden atılan, hapishaneye girip çıkan 3-5 öğrenci, "m" kelimesi hoşuma gitmiyor ama benle beraber olan öğrenciler ve burs bulduğu başka yurt içinde okullarda falan. Fakat geldim bunu anlattım arkadaşlarıma. Yabancı korkusu, paranoyası, emperyalizm bizde o kadar çok ki "Kim bu WUS, casuslar mı?" falan filan. Güvenmediler bana. İnternet de yok o zaman araştıracak. Sırf WUS'u anlatmak için iki kişi uçakla binip Türkiye'ye geldi. Bir meyhanede akşam bir yemek yedik rahatladılar. Ertesi gün gittler. Evet, 12 Eylül--
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1569
Partial Transcript: Af Örgütünü Ankara'da 76'da falan kurduk galiba. Sonra ben İstanbul başkanı oldum. Mümtaz Bey'di, Soysal kuran. Daha önceden af örgütüyle ilişkisi var. Hatta Nobel Barış Ödülü alıyor Af Örgütü. Af Örgütü adına, Amnesty adına alan Mümtaz Bey. Yani orada çok sevilen, sayılan, saygı duyulan birisi. İşte onun öncülüğünde kurduk, kuruldu. Ve o yıllarda Af Örgütü'nün çalışma biçimi ve çok doğru bir çalışma 00:27:00biçimiydi. Şimdi değişti ve o nedenle çok kişinin hayatı Türkiye'den tehlikeye girdi. O yıllarda kendi ülkenle ilgili çalışamazdın. İki nedenle. Bir, tehlikedesin. Çünkü kendi devletinin yaptığı işkencelerle ilgileniyorsun ve devletin en son görmek istediği insanlardan birisi sensin. Ortadan kalksın daha iyi. Bir, bizi korumak için. İkincisi, ön yargılı da olabiliriz çok dava var ben sizin davanızı sevdiğim, tanıdığım için ön plana çıkarabilirim. Hele benim ideolojik görüşüme uzak birisiyse ama o da işkence görüyor belki çünkü Türkiye'de sağ da sol da 12 Eylül'de bir ölçüde, daha çok sol ama sağ da işkence gördü. Veya dini aitlikleri olanlar. Onun için öyle bir hataya düşmeyelim diye şimdi değişti artık kendi ülkenle de ilgilenebiliyorsun. Ama daha çok yaptıklarımız bir yani örgütümüzle insan hakları konusunda bir eğitim sağlamak işte okul kitaplarında insan hakları evrensel bildirgesinin yer alması için uğraşmak falan filan.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1710
Partial Transcript: Birkaç anı 12 Eylül'le ilgili. Geleceğini hissediyoruz. 1980'e giden yılbaşı. İşte yılbaşına bir hafta 10 gün kalmış. Bir yılbaşı kartı, tebrik kartı yazalım dedim. Tebrik kartını bakanlar, bütün bakanlara, bütün milletvekillerine, bütün generallere, hakimlere, savcılara, TÜSİAD, iş adamları-- böyle birkaç bin kişilik bir liste. Hepsine yollayacağız. Yılbaşı tebrikinin metni Almanya'da II. Savaş, Nazi yıllarında rahip Martin Niemüller diye birisinin çok bilinen bir dörtlüğü. Tam hatırlamıyorum işte "önce sendikacıları almaya geldiler, sendikacı değildim, sustum. Ondan sonra kimi almaya geldiler, Yahudileri almaya geldiler, değildim değildim, sustum. Beni almaya geldiler. Yardım istedim kimse yok etrafımda." Bunu bastık, ki yani 12 Eylül geliyor, siz de gidebilirsiniz. Yani gözlerinizi açın. Azıcık tedirginlikle bunu tabii yapıyoruz çünkü bir korku havası var. Onun için beş tane-- Bir de gittik, kartların gittiği adresler önemli, kişiler. Onun için postacı da ondan bile korkabilir yani onu yollayıp, içindekinin ne olduğunu bilmediği halde 00:30:00Türkiye hep korku ortamı. O zaman daha da ziyadesiyle korku ortamı. Bilebilir. Onun için beş tane, bir postaneden beş tane, başka postaneden falan. İstanbul'u turluyoruz. Dikkati çekmemek için. Bir de hele 100 tane falan yolluyorsan felaket. Bildiri dağıtmak gibi bir şey, içindekinin ne olduğunu-- Neyse. Yolladık, postalandı, gitti. Altındaki imza da İstanbul Af Örgütü veyahut da Uluslararası Af Örgütü İstanbul Şubesi. Şimdi tepki bekliyoruz yok. Yani kimse kale alındıysa, kimse kale almadı. Ancak bir tepki geldi, Gençlik ve Spor Başkanı Yüksel Çakmur'dan. Adres, zarf Niemüller'e adresli. Rahip Martin Niemüller işte adresimiz ne idiyse adresimizi yazdık çünkü. İçindeki metin de "Sayın Rahip Martin Niemüller, ben de sizin yeni yılınızı kutluyor sağlıkla diliyorum." Yani bir şe y yaptığınızı zannettiğiniz zaman da başınıza hiçbir şey gelmeyebilir. O kadar toplum tepkisiz kalabilir ki. Acı eşiğinden, yaşadığı değişik dönemlerde acılardan, tepkilerden, tepkisizlikten bir, bir ölçüde nasır bağlamış bir toplum. Duygularına da yapacaklarına da yani aklından geçirmediği birçok şeye de neden oluyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment1920
Partial Transcript: Af Örgütü'ne döneyim. 12 Eylül'de bütün dernekler kapatıldı. Türkiye İş Adamları Derneği kapatıldı, Kastamonu Esnaf Derneği kapatıldı. Hepsi yani çıkan yasalardan bir tanesi. Aradan 6-7 ay geçti, belki bir sene geçti hatırlamıyorum. Maksatları dışında çalışmayan dernekler, ne demekse o, kuruluş amaçları dışında çalışmayan dernekler açılmak için bize başvursunlar dendi. İçişleri Bakanlığı. Ben de hemen tabii "başvuralım" dedim. İstanbul Şubesi arkadaşım, Ankara Şubesi'nin başındaki arkadaşım, Erhun Güven. O da "tabii ki başvuralım" dedi. Mümtaz Bey istemedi başvurmamızı. Çünkü onun başvurması lazım derneğin başkanı, kurucusu olarak. Fakat azıcık geriye gideceğim. Her ne kadar kendi ülkemizle 00:33:00 çalışmamız Af Örgütü'nün kurallarına karşıysa da kendi kişiliğinle tabii ki özel kişiliğinle istediğini yapabilirsin zaten insan haklarına duyarlıyız. Af Örgütü de Türkiye'de işkence dosyasını hazırlıyor. Londra. Bilgileri de en iyi biz toplayacağız tabii ki veya ben gelip. Aynı örgütteyiz. Sen, ben, o toplama mecbur değil ama başka türlü düşünmemiz mümkün değil. Zaten duyarlılıkla takip ettiğimiz bir konu. Epey de topladık işkence raporları şunlar bunlar. Bunlar Türkiye'ye kaçırıldı, Türkiye'den kaçırıldı. Oradan bir 15-20 dakikalık bir masal çıkacak nasıl kaçırıldığı falan filan ama. Nasıl saklandığı. Neyse Af Örgütü hazır. Londra yayınlayacak. 12 Eylül yeni olmuş. Bir ay falan belki. Londra'nın görüşü, "Daha bu adamlar yeni başa geldi, bu işkencelerden onlar sorumlu değil, azıcık fırsat tanıyalım bitireceklerini söylesinler, bitirsinler. O zaman yayınlamaya da gerek kalmaz yani tarihi, arşive girecek bir belge olur" gibi. Ben yayınlanmasından yanaydım ama geç yayınlandı. Yani yayınlandı ama epey sonra yayınlandı. Fakat bu arada bu rapor, bu arada değil, rapor yayınlandıktan sonra Af Örgütü'nün kurucusu Af Örgütü Türkiye'deki kurucusu, onun adına Nobel Barış Ödülü'nü alan Mümtaz Bey, ki Af Örgütü'nün raporu "Türkiye'de sistematik işkence vardır" diyor, sistematik kritik bir kelime. İşkence her yerde vardır ufak tefek de olsa ama sistematik demek malum bu devlet politikası demek. Mümtaz Bey, New York Times'a demeç verdi. "Türkiye'de sistematik işkence yoktur" diye. Bu beni çok hayal kırıklığına uğrattı. Böyle şeyler oluyor. İdamla yargılanıyordu Diyarbakır'da Mümtaz Soysal. Belki korku, korkmak da hakkı, öldürülmek de kalktı, asarlar, hapiste 00:36:00 çürütürler. Belki belki. Çünkü biliyor Türkiye'de sistematik işkence olduğunu. Kendisi 12 Mart'ı yaşamış, sistematik işkencenin ne olduğunu biliyor. Yatmış içeride. Neyse böyle şeyler de oluyordu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment2177
Partial Transcript: Yani insan hakları da bir dava, baş koyduğunuz zaman dava ne olursa olsun en önemli dava o oluyor ve bazen yani başkalarına bu dava peşinde giderken zarar verebileceğiniz pek aklınızdan gelmiyor. Yani herkes kendisini bu dava için feda etmesine düşüncesine katılıyorsunuz ama ben azıcık daha hafiften aldım nasıl olsa bir şey olmaz diye. Paris'te arkadaşımın sevgilisi. Arkadaşım Mehmet Hikmet. Ressam. Nazım Hikmet'in oğlu. Sevgilisi, Hilda Yosmayan. Bedri Rahmi'nin öğrencisi. Hilda Paris'e gidecekti. Tüm işkence raporlarını Hilda'ya verdim. Nasıl olsa onu aramazlar diye. Çünkü hiçbir siyasetle ilgisi yok. Gayet şirin bir kadın yani baksanız dünyada bu kısa etek aklı yoktur falan gibi erkeklerin bakacağı. Sonra Mehmet bana çok kızmıştı haklı olarak bunu nasıl yaparsın diye. Üstelik Yosmayan soyadı. Yani Türkiye'de azınlıkların çok mutlu olamadığı bir ülke. İsmi yeter zaten, azınlık denmesi yeter. Çok, o büyük hataydı. Komik tarafı, havaalanına gidiyorum. Raporlar gitmiş galiba şeye gidiyorum, evet, Avrupa'da, UNESCO'dan bir para aldım Avrupa'da Türk İşçi Çocukları üzerine araştırma yapacağım. Arabayla havaalanına arkadaşım beni bırakacak. İşkence raporlarının kopyalarını belki gitmezler diye, almazlar diye yerine belki de kıyamadığım için evlere baskın yapılıyor falan filan onun için evde saklamak doğru değil. Onu da söyleyeyim. Neyse bunu devletlerin sizin bu konuşmanızı dinlemez sanıyorum ileride de bu arşiv. Onun için sağma genel dostlar dinleyecek onlar öğrensin. Bir şey saklamanın en iyi yeri evde değil, arabanız varsa hele. Kız arkadaşımın arabası vardı. O benzin pedalının falan olduğu yerde muşambalar vardır. 00:39:00Muşambanın altına gizlemiştim işkence raporlarını. Arkadaşım da beni o arabayla havaalanına götürüyor. Birdenbire aklıma geldi ki raporlar arabada ve alınması lazım yani orada kalmamalı. Ama arkadaşıma diyebilirdim ki "Al bunları yok et" diye. Belki onun da ne olduğunu bilmesini istemedim. Bilmiyorum. Aldım onları. Şöyle, içime soktum, havaalanına girdim. Tuvalete gittim. Bu çok zordu hakikaten. Yırttım, hepsini teker teker sanki o çocuklar yeniden parçalanıyor gibiydi. Tuvaletler de sifon çekersin tepeden, gitmez. Kollarımı sıvadım, delikten içeriye soktum. Ondan sonra işte pasaport kontrolünden geçtim. O zaman da şey yaparlardı, yurt dışına çıkmadan önce havaalanında memur size bir kağıt verirdi. Devlet İstatistik Kurumu için. Orada niçin yurt dışına gidiyorsun, kaç gün kalacaksın falan filan hikayeler. İşte onu doldurdum, verdim. Fakat asıl onun amacı, arka odada birileri o kartlara bakıp yurt dışına çıkma yasağın var mı yok mu? Onun için o kartları alıyorlar. Neyse bir şey olmadı, geçtim. Yani tecrübeden de biliyorum yine o yıllarda, 12 Eylül olmuştu. Gene Paris'te bir akademik toplantıya gidiyorum daha üniversiteden istifa etmedim. Uçağa bindim. Fransa. Anons yapıldı uçakta. Kapıda polis, geldi. Uçaktan indirdiler beni yani yurt dışına çıkamadım. Onun için gene aynı şey olur mu diye çekiniyordum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment2498
Partial Transcript: Şeye gittim, bu burs UNESCO'dan aldığım Avrupa Türkiye İşçi Çocukları. Fakat bir gün önce annem telefon etti Amerika'dan. Radyoda Avrupa'daki göçmenlerin, işçilerin haklarıyla ilgili Viyana'da büyük bir toplantı olacakmış ama kimin 00:42:00 toplantısı olduğunu duyamamış. Ben rotamı Paris'ten Viyana'ya çevirdim. Havaalanında böyle bir toplantı varmış dedim, biliyorlardı hemen. Gittim toplantıya adresi verdiler. ECOSOC (Economic and Social Council) toplantısı, Birleşmiş Milletler toplantısı. Girdim toplantıya. Girebilmek için yeşil pasaportum var, devlet pasaportum var. Üniversitede. Hemen bana Gündüz Vassaf Türkiye diye bir kart taktılar. Toplantıya girdim baktım yanlış toplantı. Doğru toplantı ama ECOSOC değil. Hani devletlerin Dünya Sağlık Teşkilatı gibi işte New York'taki genel kurul gibi elçi düzeyinde temsil edildiği bir toplantı. Alakası yok yani. Akademik toplantı değil. Tam çıkacağım, bir bakayım dedim Türkiye'yi kim temsil ediyor. Meraktan. Boş masa. E tabii dedim öyle şeyleri bizim devlet takmaz, işçi hakları falan filan. Zaten Almanya'ya yıllar önce anlaşmasız yollamışlar halbuki Yunanistan haklar için şeyler imzalamışlar. Neyse. Tam kapıdan çıkıyorum birisiyle karşılaştım. "Gündüz Bey?" Tanıyamadım. İşte falanca araştırma yaparken zamanında Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışıyormuş. Ondan bazı bilgiler almışım ve şimdi elçi düzeyinde Türkiye'yi temsil etmek için toplantıya gelmiş. Tam çıkacakken "Buyurun, oturun" dedi. Sanki çay salonu yani. Ve 3-4 saat önce İstanbul'dan bu duygularla ayrılan ben, işkence raporları falan. Birdenbire Birleşmiş Milletler toplantısında Türkiye'yi temsil ediyor oldum yani konum olarak. Kartpostal o. Neyse oturuyorum işte oraya bakıyorum, buraya bakıyorum. Solda bir arkadaşımı gördüm, çocukluk arkadaşım. Amcası Yeni İstanbul gazetesinin sahibi Cevdet Perin. Atatürk'ün evine bomba atıldığı haberini Türkiye'nin gizli teşkilatı bombayı atmadan yazan, orada bir atlama olmuş Gizli servisle basın ilişkilerinde. Onun yeğeni Levent'ten çocukluk arkadaşım. Bakakaldık böyle. İkimiz de şaşkın, gözlerimiz. Ayağa kalktık. 00:45:00Kucaklaştık. "Barış ne yapıyorsun burada?" O da herhalde bana aynı gözle bakıyor. "Barış, Barış?" Meğer Barış değilmiş benzetmişim. Fakat ısrarlı bakışlarımızda ikimiz de birbirimizi tanıyor zannettik. O yerine oturdu, ben gene Türkiye masasına oturdum. Romanya'nın temsilcisiymiş o da. Elçi. Peki artık gözlem de bitti. Burada benim ne işim var? Akşam bir arkadaşım var Viyana'da yaşayan kahve iç, ertesi gün git toplantına. Fakat işte bu o 68 kuşağının "biz bir şey yapmalıyız." Ve ben niçin bu işçi çocukları araştırmasını yapıyorum? Birkaç yıl sürecek. Belki iki kitap olacak, okunacak. Azıcık bir kamuoyu oluşacak ve işçilerin ve çocuklarının daha insana layık koşullarda yaşaması. Bir 10 yıl sürecek yani belki hiç olmayacak. Ama buna karar verecek toplantıdayım. Yani en uç, en üst noktadayım. "Ya" dedim "biz de bir şey yazalım." Elçi Bey, "tabii ki" dedi. Ben de "Zincirlerinizden başka--" Komünist Manifestosu gibi. O hakların nasıl olması gerekirse hepsini yazdım. O Birleşmiş Milletler dilini de biliyorum. Şey de pek İngilizce bilmediği halde elçi, okudu. Ve hemen Romanya'dan "Türkiye'nin tezini destekliyoruz" dendi. Ara verildi, destek bulan öneriler öğleden sonraki oturumda tartışmaya açılacak ve oylanacak. Meğer sonradan öğrendim. Birleşmiş Milletler şöyle çalışıyor, genel kurul falan hepsi. Bir batı grubu var yani kapitalist ülkeler, bir sosyalist ülkeler var, bir de üçüncü dünya ülkeleri. Onlar toplantılardan önce kendi aralarında karar veriyorlar. Neyi sunacağız, neyi sunmayacağız, kim kimi destekleyecek? Ben bundan bir haber, tabii ki elçi de bir haber. Bir Varşova Paktı'ndan, Sosyalist Blok'tan bir ülkeyle bir NATO ülkesinin yan yana gelmesi olacak iş değil Birleşmiş Milletler tarihinde. Toplantıya ara verildi. Bir böyle bıyıklı, kızıl saçlı böyle, boğa gibi bir adam bize geldi. "Ne bok yediğinizi zannediyorsunuz" diye. Amerikan Büyükelçisiymiş. 00:48:00Sonradan Trump'ın danışmanı oldu, Bolton. Amerika'nın zaten yani baş belası. Demokrasinin baş belalarından Amerika'nın. Büyükelçiye bir kahvenin adresini verdim. Şimdi ben onu güç durumda bıraktım. Bir şey yapamayacağım belki ama belki özür dileyeceğim. Neyse akşam kahvede buluştuk. İşte düzeltmişler yani kendi çıkarları açısından işte İngiltere de "Türkiye'nin tezini destekliyorum" demiş ama "şunu şöyle değiştirelim." Fransa "bunu böyle değiştirelim." Romanya zaten bir şey değiştirecek falan savunacak hali yok. Onlar da kendi aralarında toplanmamışlar. Çünkü Romanya da Varşova Paktı'ndan çıkmak için [Nicolae] Ceauşescu Moskova'ya karşı zaten bayrak açmıştı. Onlar da-- Neyse. Dünya politikası garip. Ondan sonra öyle bir sulandırmışlar ki; benim ilk yazdığımın hiçbir benzer hali yok. Geçen gün araştırdım. Hala toplantının tutanaklarında buldum şeyi, sulandırılmış önergeyi. Bu matraklığın son karesi, yıllar geçmiş New York'tayım. Metroda böyle kalabalık, sıcak, rutubetli. Bir baktım Barış zannettiğim arkadaşım, yanında karısı, iki çocuk. Tekrar ama bu sefer tanışıyoruz. Heyecanla "Seni de mi buraya tayin ettiler?" dedi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment2977
Partial Transcript: İyi ki sordunuz. Çünkü notlarım da vardı burada. Demin atladım onu. Dursun Kırbaş. Nörolog. Doktorları tanıyor. Morgda çalışan doktorları buluyor şeye giden vilayete giden yerde sağda, morg var. Adli tıp. Oradaki doktorlardan yani bedende yapılan adli raporlar yani devlet kaynaklı raporlar. İşkence demiyor ama belli ki işte şurada darp burada falan filan. Belki hepsi de öyle tutmadı. Kimisi öyle tuttu, kimisi "Aman bunu böyle yazmayın" dedi. Çünkü biliyorsunuz raporlarda da yalan söylenir. Dursun aldı belgelerin çoğunu. Ben daha çok yazıları yazdım, süsledim, İngilizce. Dursun'u sonra hapse attılar. Sade bu nedenle mi bilmiyorum. Ben atlattım. Bir kopyasını da şeye verdik, DİSK'e verdik. Ondan sonra DİSK'i bastılar. Ne varsa götürdüler. Oradan da başımıza bir şey-- Neyse korktuk morktuk bir 00:51:00şey olmadı. Şey de vardı DİSK'ten bahsederken işte gene 12 Eylül'ün ayak sesleri duyuluyor. Baro Başkanı o zaman Orhan Apaydın işte ben TÜMÖD'den işte DİSK'ten, Tabipler Odası'ndan, Mimarlar Odası'ndan, çeşitli kuruluşlardan. O zaman sivil toplum kuruluşları denmez. Demokratik kitle örgütleri derdik. Ne yapabiliriz falan filan. Mesela yabancı barolar hiç yanaşmadı yani Orhan Bey adına ben birkaç baroyu ziyaret ettim. Yani zaten yurtdışındayım. Gittiğimde toplantılar için. Hiç, çünkü genellikle barolar en azından batı ülkelerinde daha çok kapitalizm hizmetinde, zengin avukatların hizmetinde, onların seçtiği kişilerden yani. Türkiye'nin-- Çok garip diye bakıyorlar Türk barosu bir insan haklarıyla bu kadar uğraşıyor falan diye. Pek işe yaramadı o temaslar. Bir gazete çıkarmaya karar verdik. 1 sayfalık. Yücel'in, Yücel Sayman'ın fikriydi. İşte geliyor, 12 Eylül geliyor. İstanbul'da basılacak ve birkaç milyon kişiye dağıtılacak. Nasıl dağıtılacak o koşullarda? Çok-- Öldü Yücel de geçenlerde. Çok zengin, yaratıcı düşüncelere sahipti. DİSK, çöpçüler, çöpçülere vereceğiz, İstanbul'un çöpçülerine. Sabah yolları temizleyen. Onlar dağıtacak gizli gizli. Zaten kimse çöpçülere bakmaz. Ama 12 Eylül tahmin ettiğimizden daha çabuk geldi. O gazeteyi basamadık.
Bir arkadaşımın evinde kalıyorum. Cazcı. Sosyoloji Fakültesi'nin dekanı. Ama deli dolu bir çocuk. Saçlar böyle madalyon böyle, ot da kullanır falan filan. Köşe yazarı, yemek-- Hollanda'da çok iyi tanınan birisi. Renkli kişiliğiyle. Onun evinde kalıyorum. Londra'dan aradılar, "Bir heyet yolluyoruz Ankara'ya Af Örgütü adına işte askerlerle konuşmak için" Evren'le falan. Artık kimle konuşabilecekse. Birisi de Hollanda'dan onla tanışmak ister misin? Bir, bir bakalım sence de benden de bir görüş bekliyorlar. Bir de onun da azcık Türkiye'yi az çok bilen birisiyle, ne kadar 00:54:00biliyorsam. Konuşursun diye. Ben de arkadaşıma sormadan, ev sahibi, evinde kaldığım adam. Adresi verdim, evde buluşalım diye. Onun evinde. Adam geldi, meğer amiralmiş. Asker. En iyi-- Af Örgütü iyi düşünmüş tabii. En iyi asker askerin dilinden anlar. Af Örgütü'nden beklediği başka bir tip ama karşısında bir asker görürse Evren ya da kimse dinler bu adamı diye. Arkadaşım da evdeydi. O zaman şaşırdı yani kapısında bir emekli amiral. Fakat meğer adam da cazı çok seviyormuş. İşte Chicago'daki caz kulüpleri, buradaki bunlar. İlk önce onlar kaynaştı. Yarım saat. Ondan sonra Türkiye'yi konuştuk, işte Ankara'ya geldi ama ne oldu bilmiyorum. Yani tek şeyim buydu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment3305
Partial Transcript: İşte şeyde Almanya'da çalıştım üniversitelerde. 3 ayrı üniversitede. Ondan sonra Türkiye'de ama 12 Eylül'den sonra şey vardı tabii. Daha gidip geliyordum. Aydınlar Dilekçesi vardı. Aziz Bey'in, Nesin'in başlattığı. Daha çok o, Haluk Gerger, Varlık Özmenek, Tahsin Saraç. Başka kişiler de vardı. Ben yargılanmadım sade ifade, Selimiye Kışlası'nda ifade istediler o kadar ama epey vaktimizi aldı. Onat Kutlar ve orada da bildiğiniz dramlar yaşandı soruşturma açılınca. Adını hatırlamıyorum ben apartman bilmem ne mütevelli dilekçesi zannedip kat malikleri dilekçesine imza atıyordum falan filan. Kıvırtanlar da çok oldu ama o bir, ilk direniş ve belki son direniş şey dışında cezaevlerinde belki azıcık bağırıp çağırmalar falan oradan daha da çok darbe yenmeleri dışında ilk direniş belki de son direniş belki oydu. Aydınlar Dilekçesiydi. Bir de pardon, gene Aziz Bey'in fikriydi. On Binler diye bir gazete çıkarmaya gayret ettik. Şirket kurduk hatta fakat olduğu yerde kaldı o. Gazete çok zor iş.
Bir şey daha gene 12 Eylül. Gene Aziz Bey. BİLAR diye bir şirket kurduk. Parlak bir fikirdi çünkü dernek kursanız hemen üstünüze binecekler ama şirket kapitalizm. Ama şirket kapitalizm onun için şirket kurma iznini hemen 00:57:00 aldık. Ve sloganımız işte "Üniversite diploması sizden olsun", artık 12 Eylül olmuş, YÖK var. Şey de bizden işte eğitim de bizden. Yani atılan hocalar, istifa edilen hocalar falan bir yerler kiraladık. Ders verildi, dersler verildi. Ondan sonra daha çok bir, daha çok üst düzeyden felsefenin bilmem nesi falan konularının tartışıldığı bir şeye dönüştü. Halbuki biz daha çok halk üniversitesi tipinden Fransa'da çok eskiden örnekleri olan bir şey yapmak istiyorduk ama gene öğrenciler, gençler falan bir düşünceyi bir ölçüde yaşatabildik. Önemli olan o mumu, muma bile gelse o mumu yanabiliyor tutmak. Titrek bile olsa. O BİLAR öyle bir şeydi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment3479
Partial Transcript: Burada öfkeliyim çünkü hiçbir şey değişmedi. Biz YÖK var diye istifa ettik. Akademik özgürlükleri, üniversite özerkliğini lağveden ve bu YÖK'le üniversite yaşadı. Boğaziçi Üniversitesi ayrıcalıklı bir konumunu kendisini de rahatlatacak bir şekilde yani biz kendi aramızdan seçelim siz de onaylayın. O güne kadar gelen devlet de bunu kabul etti, ayrıcalığını. Ama Erdal Bey bile ki Boğaziçi'nde hocaydı, İnönü, Fizik Bölümü başkanıydı. Yani nispi özgürlükler dönemi olmasına rağmen Türkiye'de 12 Eylül'den bu yana 40 yıl, yeni bir üniversite yasası çıkması için, YÖK'ün değişmesi için, kaldırılması için, hiçbir üniversiteden hiçbir ses gelmedi. Onun için değişmedi yani o akademik özgürlüklerin Türkiye'de artık hoca ve öğrenci akademik özgürlüğünün tanımını bilmiyor. Özerk üniversitenin ne olduğunu bilmiyor. Yani o kadar unutuldu. Boğaziçi'nde öğrenciler artık bu, bardağı taşıran bu damla, bu dışarıdan rektörün atanması hareket etmeseydi gene bir şey olmayacaktı. Yani onların sesiyle bu direniş başladı.
Çok geç, çok geç. Yani direniş demek bile fazla. İşte Erdal Bey, başbakan yardımcısı. O da azıcık öncü olabilirdi. Yeni bir üniversite-- Yani direniş olmadan nispi bir özgürlük vardı Türkiye'de bir 4-5 yıl. Orada yapılabilecek üniversiteyle ilgili, YÖK'le ilgili gayet basitti. Yeni bir üniversite yasası çıkartalım, yeni anayasadan bahsediyorlar 01:00:00 yıllardır. Çok daha zor siyasi partilerin yan yana-- Ama yeni üniversite yasası çok daha kolay olabilirdi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment3611
Partial Transcript: Yani bu düşünce, dediğiniz tekrarlandıkça tekrarlandıkça hele zaman geçtikten sonra şükür ki o günler artık yok denmeye başlandıkça, daha da giderek genişleyen bir çevreler tarafından Türkiye'de zaten var olan bir anti-demokratik, özgürlükler olmayan bir ülke, işçisi için öğrencisi için azınlık denilen gruplar için unutulmuş oldu tamamıyla. Halbuki; 12 Eylül öncesi bir dışarıdan kışkırtılan da olsa ister Rusya'dan ister Çin'den ister Amerika'dan. Türkiye'yi istikrarsızlaştırma. Rusya'nın ve Çin'in, Amerikan'ın da istikrarsız bir ülke istememesi ergo dolayısıyla askeri darbeler falan ama bir rüya vardı. Daha adil, daha özgürlükçü bir toplum rüyası vardı geniş kesimlerde. O rüya bitti 12 Eylül'le. Ve "İyi ki o olaylar bitti" denmesi o rüyaları da bitirmiş oldu dolaylı olarak ve kalıcı olan o oldu. O rüyaların bitmesi oldu. Onu sordunuz belki de. Benim aklım başka bir yere gitti.
Haldun çok uğraştı mesela İnsan Hakları Derneği kurucusu. Haldun'un soyadını unuttum. Akın Birdal vardı daha sonra ama ondan önce Haldun vardı Ankara'da. İnsan Hakları Derneği çok uğraştı ama bunlar toplum vicdanını getirecek hareketler olamadı. Çünkü toplum başka bir yerdeydi artık yani çok kendilerini bu işe vefa etmiş kişilerin özel çabalarıydı. Şöyle bir şey; gene istifa etmeden yurt dışına gitmeden, Boğaziçi öğrencileriyle bir, küçük bir anket yapmıştım. Gayet basit birkaç soru. Son sınıf öğrencileri ve 1.sınıf öğrencileri. Son sınıf öğrencileri darbe öncesi ve Özal öncesini biliyordu. Özal darbenin, nasıl İhsan Doğramacı şey yaptıysa askerin üniversitesini kurduysa Özal da askerin ekonomisini kurdu. Yani Amerika'nın istediklerini yaptılar. Soru gayet basit: Önce ben mi, önce devlete hizmet mi? Çünkü cumhuriyet boyunca devlete hizmet önceydi. Birinci sınıf öğrencileri "önce ben" dedi, son 01:03:00sınıf öğrencilerin yarısı gene "önce devlete hizmet" diyordu. Yani bir bireyselleşme başladı raflarda Nescafe'nin gelmesiyle, Amerikan sigarasının gelmesiyle ve bunun ekonomide de bir deyimi var. Satın alamazsan bile onu vitrinde görmek senin rüyalarını değiştiriyor. Yani "Bu Nescafe de bu otomobil de benim olabilir" diye. Ve o bencillik yani benim olsun bazı şeyler biz böyle olalım, biz şunu yapalımı kırıyor. Yani Türkiye'de o yaşandı bence.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment3828
Partial Transcript: Bugünkü cumhurbaşkanını iktidara getirdi. Çünkü öyle bir asker nefreti oldu ki; sağ ve sol kesimde daha 12 Mart'tan başlayan. Mesela Atatürk'ün Nutuk'larını mahpusları ezberlettirdiler. Solculara özellikle ezberlettirdiler. Ankara'da Mamak'ta. Ceza olarak. Ki 12 Eylül'den önce Mustafa Kemal'i hele 12 Mart'tan önce kalpaklı resimleriyle neredeyse Bolşevik yapan bir sol var. Kullanıyorlar yani kendi ideolojileri için. Öbür tarafta mareşal üniformalarıyla Mustafa Kemal'i 12 Eylül darbecisi, 12 Mart darbecisi falan yapan var. Onun gölgesine sığınıyor çünkü. Askerler başkan oluyor, cumhurbaşkanı oluyor. Arkada Atatürk portresi var mareşal. Yine asker. Bir, bir daha cumhuriyeti çünkü cumhuriyetin kurucusu Atatürk işte çoğu kişinin saydığı, sevdiği falan. Cumhuriyetin temellerine orada, 12 Eylül'de hatta 12 Mart'ta, 27 Mayıs'ta bir ölçüde, çünkü askeri ilk meşrulaştıran Milli Güvenlik Konseyi diye bir şey kuran 27 Mayıs. Türk ordusunun, Türk ordusunun en büyük şeyi katliamı, katliam doğru kelimeyse en çok generalin, albayın falan atıldığı ordudan 27 Mayıs. Atılanların hepsi eski cumhuriyet kuşakları, tek kelime İngilizce bilmez. Yurt dışına hiç çıkmamıştır. Darbeyi yapan albayların hepsi Amerika'da eğitim görmüş. Pentagon'da, şurada burada arkadaşları var. Yepyeni, Oyak diye bir şirket kurdular. Yepyeni bir ordu modeli kuruldu Türkiye'de. O da pek hoşa giden bir model olmadı tabii adamların tatil 01:06:00kampları, fabrikaları vesaire. Yani bu ve bunun gibi birçok nedenle bugünkü rejimi, iktidarı başlarına getiren bir defa orduya, askere, işkence görmüş insanlar, öldürülmüş insanlar yani orduyu neredeyse lağvedecek ne olursa olsun asker gördüğünüzde kızardık ve şeyden geldik buraya, aşk nefret ilişkisi işte 12 Mart falan ordu gençlik el ele. İşte İlhan Selçuklar falan darbe yapacaklar. Filipin tipi demokrasidir Türkiye. O imaj tam tersine döndü bu sefer ordudan nefr edilir, nefr edilir oldu. Orada büyük bir kıyım yapıldı. Tabii ki o kıyımı yapan da baş tacımız oldu. İster Gülen örgütü olsun ister Erdoğan olsun ister ikisi birden olsun. Onu destekleyen Taraf gibi gazeteler olsun. Baş tacımız oldu şey yapmak bu rejimi. Onun için de hala daha bazı arkadaşlarımız "başlangıçta iyi yaptılar sonra kötü yaptılar" diyorlar. Hala.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4036
Partial Transcript: Mehmet Ali Aybar'ın anısına toplantılar yapıyorduk. Galiba iki toplantıda Güllü, kızı-- Ben Mehmet Ali Bey'i çok severdim. Ben düzenliyordum daha çok toplantıları. Bu Güney Afrika'nın yaptığı "Truth and Reconciliation." Yüzleşme ve barışma mı tekrar-- Onu yani çok konuştum. Çok değil belki az. Olabilir mi Türkiye'de diye. Bir dönem onu yapabilirdik. Yani 12 Martçıları, 12 Eylülcüleri falan yüzleşmeye çağırabilirdik. İşte gene bu Erdal Bey başbakan yardımcısı falan. O yıllar. İşte Agos gazetesi. Yani bir nispi özgürlük vardı. O dönem. Belki olabilirdi.
Sade Türkiye'de değil yani dünyada belki daha demokrat-- demokrasinin olduğu günler için yani hatamız, Türkiye'de de aynı hata. Sivil toplum örgütü deyince veya toplumu değiştirme hareketleri, güzelleştirme hareketleri deyince akla gençlik geliyor her zaman. Gençliğin de her zaman rüyası var, kendini riske atmaya hazır ve yetişkinler de genellikle gençliği dizginlemek istiyor. Anne baba "aman evladım önce okulunu bitir işte şurada olur, burada bu başına gelir" düşünür. Gençlik de onun için genellikle kendi 01:09:00 aralarında hareketlerini yapıyorlar. Bazen devletler kullanıyor işte Sovyetler Birliği'nde Genç Öncüler, Almanya'da Hitler Gençliği işte Mao'da falan filan. Ama devletler örgütlemediği zaman onlar tam terör devletleri çünkü zaten nefes almak mümkün değil. Nefes alınabilecek ülkelerde gençlik life, 68 kuşağı bir şeyler yapmaya daha başka bir dünya için kendini yaşayabilen bir kadın için işte cinsellikler, tüketim, çevre. Hep bu yıllardan çıktı ve gençler hep yalnız bırakıldı hatta dizginlenmek istendi ve sonunda ayvayı yediler, dayağı da yediler. Rüyaların ellerinden alındığını da gördüler. Batı da üniversiteler de bunu mümkün kılıyor. Gençlik yıllarında üniversitede istediğini protesto etsin, istediğini bunu yapsın nasıl olsa onlar sonunda düzene girecekler biliyorlar. Onları da üniversitede deniyorlar. Boşa gitmiş diyorlar, biz de gençken böyleydik diyorlar. İşe yaramadı. Yapılması gereken bence o sivil toplum kuruluşlarında olan gençlerin-- çünkü STK'ları besleyen de gençler. Çünkü 60-70-80 yaşında eski rüyaları taşıyan insanlar da-- ama asıl bize o lazım. O genç, STK'daki genç önce annesini babasını da o STK'ya getirecek, kankasını değil. Karşı kapı komşusunu getirecek, bakkal varsa arada sırada sevdiği Mehmet Amcası onu getirecek. En azından ona söyleyecek ne yaptığını. Yetişkin ve genç yan yana olmadan o toplumun rüyalarını gerçekleştirmesi, adil günlere doğru gitmesi bence mümkün değil. Yani 100 tane değil İsveç'teki gibi 1000 tane, 100000 tane STK kursak İsveç'in silah sanayi gene devam edecek. Aynı silahları gene satmaya devam edecekler. Sosyal demokrasiyle küçücük bir ülkeyi tatlı bir şekilde idare edecekler. Bir şey değişmeyecek.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4301
Partial Transcript: Umut kötü kelime. "Ne yapabiliriz" diye sormak ve onun üzerinde konuşmak yani "ne yapılabilir?" İşte gençlerle yetişkinler yan yana gelsin belki. O ne yapılabilir? Ve daha küçük adımlarla bir şeyleri değiştirmeye gayret 01:12:00 etmek çünkü çok büyük rüyalar görmeye alışığız ve oradan kolay tokat yemeğe alışığız. Ondan sonra da siniyoruz. Tabii ki ben de sinerim. Ama yapılabilecek her rejimde, yapılabilecek çok şeyler var. Sovyetler'de hiç değilse samizdat çıktı. Bir edebiyat gizlice yaşattılar. Yani hiçbir rejim senin şimdilik yapay zeka daha girmeden robotlar girmeden falan filan nefesimizi kontrol edebilecek güçte değil. Teknolojiyi bilmiyorum. İleride-- Ama yapılabilecek çok şey var. "Ne yapabilirizi" konuşmak hep. Bir defa o mum, o mumu nasıl yakmaya devam edebiliriz. Ancak mum yakılabiliyorsa. Ama artık "hiçbir şey yapamayız bu ülke bitti bu iş bitti kendimiz sade yaşatmaya bakalım" argümanı işbirlikçilik. Yani iktidara oy. Şikayet değil yani o mumu aydınlık tutmak.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4405
Partial Transcript: Anayasa oylaması yapılacak artık. Bir yıl falan geçmiş. Askerin anayasası oylanacak ve önceden biliyoruz ki; iki oy pusulası var. Bir tanesi "evet" diyecek bir tanesi "hayır" diyecek. "Evet" diyen beyaz kağıda basılmış. "Hayır" diyen mavi kağıda basılmış. Ve bir korku da var o mavi kart gözükecek mi diye. Gözüktü mü bilmiyorum. Ben oy kullanmadım. Ama şey yapalım dedik yani on kişi belki 100 kişi falan filan. Çok sınırlı çevremiz ama bir şeyler yapabilirsek milyonlar da onu yapabilir düşüncemiz var. Mavi giyelim dedik oylamadan bir hafta öncesinde. Mavi çorap, mavi gömlek, mavi eşarp. Ne olursa olsun. Ben giysem, siz mavi giyseniz hem cesaret verecek bize bir direniş olacak hem askerin polisin mavi giyenleri toplaması onları çok komik duruma düşürecek, ne yapacaklarını şaşıracaklar. Bu sefer Evren de belki mavi giyemeyecek falan filan yani. Bir absürdite olacak. Kimse ikna olmadı. Bilakis mavi giymekten korkuldu. O korku içimizde. Bir bu hatırladığım şeyden yani ama daha çok gayret etmemiz lazımdı belki.
01:15:00
İkincisi de Gazeteciler Sitesi var Levent'te. Birçok gazetenin yani kooperatif gibi kurmuşlar, ucuza katlarını almışlar. Değişik renkteki gazeteciler işte Cumhuriyet, Hürriyet işte Tercüman bilmem ne yani değişik. Hepsi orada oturuyor. Oylamadan-- İlhan Selçuk da orada. Oylamadan bir gece önce aralarında toplanıyorlar "Ya çocuklar şimdi hepimiz, ya birkaçımız değil belki ama hepimiz mavi oy vereceğiz, oy sandığı burada. E silme mavi çıkarsa, yüzde 50 mavi çıkarsa, yüzde 30 mavi çıkarsa, yüzde 70 çok mavi çıkarsa ee askerler diyecek ki Türk basını bize karşı. Bütün gazetelerimizi kapatacaklar. Onun için yani çok zor ama artık birkaçımız mavi versin ki hiç olmazsa yüzde 10 mavi versin ki şey olmasın. Mimlenmesin bütün gazeteler" diye. Tabii hepsi mavi veriyor, beyaz veriyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4583
Partial Transcript: Baskı toplumları azıcık da böyle. Baskı toplumda sivil yaşantısı azıcık böyle ve genellikle üstünde durulan baskı toplumlarının yaptığı yani işkence, kaba, yaptıkları kaba işler, vahşi işler ve üstünde durulmayan, o bizim nasıl kolayca sağladığımız, işbirlikçilik değil ama nasıl kolayca uyum sağladığımız onun için vurgulanan o kötü adamlar değil. Birisi bana sormuştu anket yapılıyordu, bilmem ne, Edirne'de. Yeni bir ceza-- ha kapatıyorlar cezaevini Edirne'de. Kapalı Cezaevi. Ne olmalı diye soruyorlar cezaevi? "Boydan baya aynalarla döşenmiş bir mekan olsun" dedim ki o cezaevine gittiğimiz zaman hepimiz kendi suratımızı görelim, yani kendimiz bu rejimleri nasıl ayakta tuttuğumuzu görelim yani rejim devirmek, rejimi değiştirmek kahramanlık işi değil. Yani kelimelerinizle, düşüncelerinizle, konuştuğunuz konularla sessiz kalmaktan da öte o rüyayı işte o mumu yakmamak. Sade kendim için o mumu yakıyorsam veyahut da o mum da sönsün ki başıma bela gelmesin ki. O mumu gören yok zaten. Çünkü onların tehdit gördüğü çok daha basit şeyler. Yani kan 01:18:00davası gibi şeyler. Belirli kelimeler insan hakları böyle.
O kadar sessiziz ki yani 12 Eylül, DİSK davası görülecek birkaç ay öncesinde "faşizme geçit yok" falan diye yürüyoruz. Elimizde sopalar, dünyada bizden güçlü kimse yok, tam böyle erkeksi bir yürüyüş, yürüyüşler. 12 Eylül DİSK davası görülecek. Asker kocaman bir salon ayırttı. Hangisini bilmiyorum. Gitmedim görmedim. Ben de onlardanım yani gitmeyenlerdenim. Umarım Türkiye'de olmadığım içindi. Kocaman bir salon, giriş serbest kimliğini falan da yani mimlenmeyeceksin o zaman öyle kameralar falan yok. 1000 kişilik salonsa aile yakınları dışında kimse yok. O aile yakınları da aile yakın olduğu için yani DİSK'i benimsediği için değil. O uyumu bizi iyi hissettirecek, direndirecek değil, iyi hissettirecek bir uyumsuzluğa dönüştürmek lazım. Çünkü sırf karşı gelmek için olmuyor. Karşı gelmek nefret, intikam, nefret, intikam duygularıyla dünyayı değiştiremezsin. Borges'in bir lafı var "Affedeceksin" diyor çünkü bir ben o yüzbinlere işkence etmiş adamı affederken bir defa o bana güç verecek, ben onu affediyorum. İki, onu affederken içimdeki nefreti ve öfkeyi de siliyorum. Affetmek değil ya affetmek ama o şekilde affetmek. Kendini aldatarak değil ama hakikaten affetmek. Belki bir peygamber gibi, belki peygamber de değil bir Gandhi gibi affetmek.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4845
Partial Transcript: Yurt dışına çıkma yasağı koymuşlar. TÜMÖD yani bu öğretim işte üyelikten ötürü hiçbir gün bu rejim gidecek de yurt dışına 01:21:00 çıkabileceğim. Yani şeyim olsa yani böbrek hastalığım falan acil durumlarla olur işte burada tedavi olamıyorum falan o zaman. Bazen oluyor. Server Tanilli mesela tedavi için bazen gönderiliyormuş. Bir gün öyle bir sofrada konuşuluyor. Bir de avukat var, genç bir çocuk. Davalara girip çıkıyor. Tayfun adı. Soyadını hatırlamıyorum. "Ben hallederim" dedi. İki gün sonra telefon etti, "tamam" dedi "kaldırdım." "Kaldırttım." Nasıl yapmış? Kim şeyse, pasaport işlerine kim bakıyorsa telefon etmiş "ben" demiş "şey İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ. Derhal kaldıracaksınız" demiş "Gündüz'ün yurt dışını." Kalkmış. Şimdi bu tür korku toplumlarında, izahat korku toplumu böyle olabiliyor bazı şeyler yani bu toplumun güzel bir, korku toplumunun bir karikatürü. Karikatür değil gerçeği. Ve çıktım hatta kaçan, Türkiye'ye dönemeyen arkadaşlarımı gördüğümde "ya sen nasıl çıktın" inanamadılar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Interview115406.xml#segment4954
Partial Transcript: İlk önce yok, bir arkadaşım. Adı Yeter Göksu. ODTÜ'de Fizik hocası, yedi kız kardeş bunlar. Sonuncu çocuğun adı Maksut çünkü erkek yani mesut olmuş baba nihayet erkek çocuğum oldu. Maksut. Baba Halk Partili. Yeter mesela İlerici Kadınlar Derneği üyesi. Başka kardeşlerin hepsi çeşitli demokratik kitle örgütlerinde. Maksut müzisyen o da aslında değil ama Ankara'da başka bir devrimci tiyatro denilen gruplarda müzik yapıyor. Maksut aşık oluyor. Biliyor musunuz bu hikayeyi? Maksut aşık oluyor. Kızın adını unuttum şimdi. Miray. Kızın adı kendisi için önemli ama önemli olan kızın babasının adının Kenan olması. Kenan Evren. Yani solcu bir aile ve en genç çocuk. Kenan Evren de başta. Aşık oluyorlar. Bu süre bu 01:24:00 aşk devam ederken bütün kardeşler hapiste. Teker teker. Sol zaten kardeşler mesela Yeter yakın arkadaşım. Adana'da tabutlukta, tabutluklar varmış böyle ayaktasın, bildiğimiz hikayeler yani. Bir hafta falan tabutlukta ama aile işkenceden geçiyor, gerektiğinden çok daha fazla bir işkence yani suçları neyse devlet nezdinde daha da özenle yapılmış işkenceler. Sonunda bu çift evleniyor. Çankaya'da. Köşk'te. Miray, Maksut ve Miray evleniyor. Aileden, aile yakınlarından pek kimse yok çünkü hapisteler. Baba beyaz oy vermiş korkudan, kalpten ölmüş işte bir gün sonra iki gün sonra ona bağlıyorlar. Bir şey var, aileyi temsilen akraba olarak Maksut'un akrabası olarak dış kapının mandalı birisi Köşk'te. Evren de şey, Evren kız tarafı bu erkek tarafının temsilcisi. Evren'e "Paşam" diyor. Artık eşitler ya rahatlıkla konuşabilecek. "Hakkınızda halk ne diyor biliyor musunuz?" diyor, "Fıkralar var." Ve anlatıyor fıkrayı Evren'e: Evren berbere gidiyor. Berber kulağına bir şeyler fısıldıyor. Saçları-- öfkeleniyor, berber kesiyor, tıraş bitiyor. Bir hafta, iki hafta, üç hafta bu böyle hep berber bir şeyler fısıldıyor. Sonunda soruyorlar berbere "Ya ne diyorsun da bu adamı bu kadar kızdırıyorsun?" "Demokrasiye ne zaman döneceğiz?" diye soruyorum. Saçları diken diken oluyor, ben de kesiyorum. Şimdi bunu Evren'e fıkra diye anlatıyor, halk arasında dolaşan fıkra diye. Evren dinliyor, bakıyor "Yalan" diyor. Şimdi adam fıkra diye anlattı bunu açıklamak bile hissediyorum anlatırken çünkü yani bu korku, yani bu bile anlaşılmıyor toplumda anlatırken "yalan" diyor. "Böyle bir şey olamaz, ben askeri berbere 01:27:00 giderim. Askeri berber, alt üstüyle asla onunla konuşulmadan konuşamaz" diyor. Bunu şunun için anlattım yani bu adamın ülkenin başında gelmiş mantık düzeyi bu. Onun için bunlardan karar verirken yani tüm iktidarı elinde tutan veya bir kısmını elinde tutan karar verirken acaba "ne için yaptı ne yaptı, neyi düşünerek" kendi mantığımızla düşünürsek hiçbir diktatörü anlayamayız. Onun içine bin bir teori yerleştiririz bu bundan ötürü, bu olmuştu falan diye. Yani bazı şeyleri hakikaten çok basit insanların, basit düşünenlerin, basit düşünenlerin iktidar olması yoksa ben de basit düşünürüm ama o basit düşüncem iktidar olunca çok yere gidilir biz anlayamayız.