https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment16
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Uzunca bir dönemi konuşacağız ama başından başlayalım. Hangi yılda, nerede doğdunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz, anlatır mısınız?
MUSTAFA YALÇINER: 1950’de İzmir’de doğdum. Çocukluğum, yani her çocuğunki gibi geçti, biraz haylazdım sadece. Okulları kolay okudum, hızlı okudum bir de. Epey, daha küçük yaşta başlamıştım. Sonunda 66 sezonu, 65-66’da ODTÜ’ye girdim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment58
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: 65-66’nın ODTÜ’sü nasıl bir üniversite?
MUSTAFA YALÇINER: ODTÜ açık olarak Amerikancı yetiştirmek üzere kurulan bir okul. Ama umulduğu gibi olmuyor. Bütün düzenleme ona göre yapılmış. Diğer okullardan tecrit edilmiş. Ankara dışında inşa edilmiş. Başına uygun bir rektör, Kemal Kurdaş atanmış. O zaman diğer üniversitelerden farklı adı mütevelli heyeti olan, bu Amerika’da çok yaygın bir şey, bir heyet var onu yönetiyor. Şimdi mesela aklımda kalanlardan biri Yapı Kredi’nin yönetim kurulu ve yatırımcılarından Şahap Kocatopçu, buna benzer insanlar var. Çok garantiye almaya çalışmışlar ama hesaba katmadıkları şeyler olmuş mutlaka ki istedikleri türden gelişmedi ODTÜ.
EYLEM DELİKANLI: Girdiğinizde nasıl bir siyasi atmosfer vardı üniversitede?
MUSTAFA YALÇINER: Genel olarak Türkiye’dekinden çok farklı değildi ama özel yanları da vardı ODTÜ’de. 27 Mayıs yeni yapılmış, daha henüz izleri tümüyle kapanmamış, daha birkaç yıl önce Talat Aydemir’in darbeleri var. Buradan gelen bir, en azından bir yarı özgürlük ortamı, Türkiye çok öyle bir ortam yaşadı denemez. Buradan gelen bir rahatlıktan söz edilebilir. Özellikle gençler, üniversiteli gençler sola açıklar, demokratlar, hatta daha ötesine gidebiliriz, sosyalizme yakınlar, sosyalizan görüşler savunuyorlar. Bunun o günkü dünyadaki genel atmosferle de bağlantısı mutlaka var. Tepki, özgürlük arayışı, hatta yarı aydınlanma denebilecek yanları olan bir dönem. Yani öğrenim içinde üniversitelere polis hiçbir izin almadan, hiçbir yere başvurmadan istediği zaman üniversitelere gidebiliyor ama o zaman ODTÜ’ye polis ancak rektörün izniyle girebilirdi. Bu da çok kolay değildi rektör işte bütün herkesi karşısına alarak izin verme durumuna gidemezdi. Bunun getirdiği bir rahatlıktan söz edilebilir. Yine böyle bir Amerikan yandaşlığı da vardı işte örneğin İngilizce eğitiminde ben mesela hazırlığı bir Amerikalı hocada okudum. Yani kendilerini hep iyi göstermeye çalışırlardı ama hocalarla, tek tek insanlarla hiç öğrencilerin işi olmazdı ve genel olarak emperyalizmin karşılığı, o dönemde emperyalizmin başı, patronu da Amerika olduğu için bir Amerikan karşıtlığı vardı. Bu sadece ODTÜ’ye özgü bir şey değildi ama ODTÜ’de biraz daha ileri boyutta olduğunu söyleyebilirim. İlk ben geldiğimde çok politik değildi ODTÜ. Ama ona rağmen bir fikir kulüpleri vardı örneğin Sosyalist Fikir Kulübü vardı. Bunun yanı sıra dönemin muhafazakâr partisi Adalet Partisi yandaşı bir düşünce kulübü gibi kulüpler de vardı. Bunlar öğrenci birliği seçimlerinde baya genel seçimlerdeki gibi seçim propagandaları yaparlardı, adaylar gösterirlerdi öğrenci birliği için. Yarışırlardı, işte açık sandıklar kurulurdu çeşitli fakültelere ve yurtlara. Yani böyle bir rahat tartışma, işte insanların kendilerini ifade edebildikleri ortam ve seçimlerle kendi iradelerini de ortaya koyabildikleri koşulların geçerli olduğunu söyleyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment317
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Peki, siz geldiğinizde politize olmuş bir öğrenci olarak mı oradaydınız yoksa bu süreç içerisinde mi politize oldunuz?
MUSTAFA YALÇINER: İlk geldiğimde, lisede yani çok fazla politik olduğumu söyleyemem. İtirazları olan bir öğrenciydim ama net politik tutumlarım yoktu. Ama yani ODTÜ’ye geldiğimde çok kısa süre içinde politikleştim. Bunda, sonra 12 Mart’ın ilan ettiği ODTÜ’lü, aynı dönemde girdiğimiz, başladığımız üniversiteye arkadaşların özellikle Hüseyin İnan’ın ciddi bir payı olduğunu söylemem gerek. Zaten İzmir’den belli bir grup olarak gelmiştik, aynı okuldan mezun, Atatürk Lisesi İzmir’in. Yani 15-20 kişilik bir gruptuk ve böyle bir dayanışmamız da vardı. Bu sonra işte Alpaslan Özdoğan bir arkadaşımdı öldürülen. Bu politikleşmemizi, bu yakınlıklar da politikleşmemi kolaylaştıran etkenlerden oldu. Başlangıçta sosyalistler ve CHP yandaşları ve AP, Adalet Partisi yandaşları fikir kulüplerinde örgütlü olmakla birlikte okulda asıl etkili olan daha çok böyle lümpen denebilecek gruplaşma idi. Öyle hot zotla geri kalan öğrencilerin üzerinde bir hakimiyet kurmuşlardı ve ilk işimiz o hakimiyeti kırmak oldu politikleşmeye bağlı olarak. Yani buradan giderek çok kısa sürede üniversite devrimci öğrencilerin etkili olduğu bir üniversite haline geldi.
EYLEM DELİKANLI: Başka siyasi gruplardan kimleri hatırlıyorsunuz o dönemde sizin dönemdaşlarınız olarak?
MUSTAFA YALÇINER: Siyasi gruplar, henüz sol çok siyasi gruplara bölünmüş halde değildi. İşte hepsi Sosyalist Fikir Kulübü içerisinde toplanmışlardı. Bu dönemde adı Fikir Kulüpleri Federasyonu olan sonra adı DEV-GENÇ’e, Devrim Gençlik Federasyonu’na dönüşen örgütlenmelere bağlı parçaları durumundaydı çeşitli üniversitelerdeki parçaları durumundaydı. Şubelere diyelim. Ama ayrı aslında henüz işte şöyle bir örgüt ya da böyle bir örgüt ayrımı başlamamıştı. Kısa sürede TİP ve TİP’li olmayanlar arasında böyle bir farklılaşma gelişmeye başladı. ODTÜ hep TİP’li olmayanların etkili olduğu bir üniversite oldu ama bu üniversiteler bakımından da genel bir nitelikti. Yani sadece ODTÜ’ye özgü değildi. Gençler hep siyasal yaşamlarına TİP içinde başlamış olsalar bile kısa sürede TİP’le anlaşmazlığa düşüp onu oportünizmle suçladılar ve ayrıldılar. Bunda gençlerin kabahatli oluğunu söylemek mümkün değil. Bu TİP’in kabahatiydi tabii. Gençlerin heyecanını ve mücadele duygularını kucaklamayı bir türlü anlamadı, beceremedi. İşte goşizm dedi filan bir şeyler dedi böyle sonuçta gençler TİP’in dışına attılar kendilerini. Yoksa gençlik başta TİP’e epey enerjisini aktarmıştı yani her söylenen şeyi yapma durumundaydı. Bütün TİP mitinglerinin korumasını almaya kadar, varıncaya kadar her türlü işi üstleniyorlardı. Ama TİP bunun kıymetini bilmedi. Yani sadece kıymetini bilme dersek olmaz, bir düzen partisi olarak ilerleme yönüne koymuştuk, sosyalizm diyordu ama bunu düzen içi gerçekleştirecekti, bu gençliğe uymadı. Dönemin dünyadaki gelişmelerine de çok uygun değildi ve oradan ilerleme olmadı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment580
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Orada sanıyorum kritik olan gençlerin kendi talepleri ve örgütlenmeleri üzerinden artık biraz bir önceki jenerasyonla yollarını da ayırması ve o mücadelenin hızlanmasından bahsediyoruz. Daha doğrusu öyle bir süreçten. Gençlerin talebi neydi? Nasıl bir dünya tahayyülleri vardı anlatır mısınız?
MUSTAFA YALÇINER: Ama şöyle dersek doğru olmaz, jenerasyon farkından gelen bir ayrışma yaşamadık. Çünkü önce TİP’ten ayrılırken dönemin yine bizden yaşça çok büyük olan çeşitli ağabeylerimizle beraber davranıyorduk. Örneğin ağabey diyorduk, yani onları hatta önderimiz biliyorduk. Baya bir politik ayrışma olarak yaşandı. Yani şuna gençlerin hiç kafası yatmadı doğrusu. TİP işte ilk o 65 seçiminde aldığı oyları giderek artıracağını, çünkü işte çok özel bir seçim yasası geçerliydi ve milli bakiye deniyordu. Çok az oyla çok sayıda milletvekili çıkartmak mümkündü. Bunu artırarak büyüyeceğini, işte sonunda halkın oylarıyla iktidara geleceğini söylüyordu TİP. En baştan tepkimizi çok çekmedi yani buraya gelmedi sıra taleplerimize mücadeleyle ulaşmaktaydık ama sonra bunlar tartışma konusu olmaya başladıkça, pratikte çünkü hep birbirini tekrar eden şeylerin bir ilerlemenin belirleyici etkeni olamadığını görmeye başladıkça biz, bunu tartışmaya soyunduk ve dedik yani burada bu parlamento, parlamento buradan ilerleme yani bu çok olacak şey değil. Parlamentarizm dedik. Bizim dışımızda da gençlerin dışında da demin dediğim gibi ağabeylerimizden de böyle eleştiriler vardı ve bu eleştirilerin bağlandığı bir de TİP’in öngördüğü işte devrim yolu diyelim bununla ağabeylerimizin öngördüğü arasındaki farklılık da önem taşıyordu. TİP sosyalist devrim derdi, biz Milli Demokratik Devrim denen diğer cenahta yer almıştık ama demin dediğim gibi bu henüz TİP’le bir farklılaşma yaşanmaya başlasa da henüz gerek TİP’in içinde gerek TİP’in arzları arasında netleşme, düşüncelerin kristalize olması ve birbirlerinden farklılıkların ortaya çıkması durumu henüz yaşanmamaktaydı. İlerleyen süreçte bunlar hep karşılaştığımız şeyler oldu. Mihri Ağabey, mesela ağabey dediklerimizden birisi, dediğimden birisi Mihri Belli, biz onu yani başında eleştirdik, parti kuralım, öyle bir partiyle mücadele edelim biz bu partinin her türlü militan ihtiyaçlarını üstleniriz hatta biz partinin silahlı kanadını kurarız, ordu sağlarız dedikçe o, ona hiç yanaşmamaktaydı. İşte ‘başka ülkelerde parti mi varmış?’ filan gibi böyle şeylerle işi savuşturuyordu ama asıl onu bu tür şeye itenin birkaç sene içinde, hatta bu kadar zamana da ihtiyaç olmadan ordu içindeki cuntalaşma faaliyetleriyle etkisi görülmeye başladı. Dönemin bir başka mihrağı durumunda olan bu cuntacı faaliyetlerdi ve bu sosyalizm adına, sol adına, ilerlemeci Kemalizm adına daha çok, bir başka şey, Kemalizm ile sosyalizm de çok net bir şekilde birbirinden ayrılmamıştı. Bunda ağabeylerimizin rolü çok büyüktü. Sosyalizmi Kemalizm’in sol kanadı olarak kendileri kavrıyor bize de öyle kavratmaya çalışıyorlardı ama bu işte kısa dönem sonra sorun haline geldi ve ona da böyle olmaz dedik. TİP’e parlamentoculuğu dolayısıyla böyle olmaz derken bir süre sonra da darbe destekçiliği ve Türkiye’nin esenliğini buraya bağlamaları, geleceğini de buraya bağlamaları nedeniyle ağabeylerimize de böyle olmaz dedik. Bu tartışma içinde gerek Kemalizm gerek darbecilik bunlar da tartışılarak bu açıdan da bir ayrışma sağlandı. Ayrışma ağabeylerimizle daha çok gençler arasında oldu, bu şekilde görüldü ama bu da politik bir ayrışmaydı o da bir jenerasyon ayrışması durumunda değildi. Bizim aramızda nispeten bizlerden daha büyükleri de kalmıştı. Buradan sonra başta ayrışanlar içinde, ağabeylerimizden ayrışanlar içinde henüz tam kristalleşmemiş olan farklılıklar da giderek ortaya çıkma eğilimine girdi. Ama bu daha çok arkadaş çevreleri olarak bir arada bulunma, birlikte mücadele etme yatkınlıkları dolayısıyla bir gruplaşmalar şeklinde oldu. Yani şöyle olmadı. İşte Mihri Ağabey’e biz çok ‘proletarya partisi kur’ yani, öyle parti, herhangi bir partiden söz etmiyorduk biz sosyalist parti kur başımıza geç derken, bir proletarya partisi kuruluşu içinde olunan ayrılıklar şekillenmedi. Gerçi bunlardan sonra Mahir Çayan grubu bir parti de kurdu ama hani ona da bir proletarya partisi denemez, dediğim gibi arkadaş çevreleri tamamen fraksiyonist bir tutumla, böyle bir yaklaşımla bir araya gelme kolaylıkları nedeniyle bir araya geldiler ve tamam parlamentarizmi ve darbeciliği reddettiler kendilerinin motor gücü olacakları bir devrim anlayışı savunmaya başladılar. Ama işte bu da küçük farklılıklarla ayrı ayrı yollardan yürümelerine, ayrı arkadaş çevrelerinin ayrı örgütler olarak şekillenmelerine de götürdü. Mihri Ağabey’den istediğimizi o yapmadığı gibi biz de yapamadık. Bunda dönemin olaylarının hızlı akışının da payı oldu. Bizlerin de gençlik mücadelesiyle giderek iktidar mücadelesindeki ülkenin kurtuluşu mücadelesini birleştirmedeki hızı tam yakalayamamamız, yani bu hızın gereklerini tam karşılayamamamız ve çok genç yaşlarda olmamız aynı zamanda etkili oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment1033
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Biraz önce bu gruplar arasında ufak farklar vardı öyle başladı dediniz o farkları biraz anlatır mısınız?
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi örneğin biz daha çok Che Guevara’nın ortaya koymuş olduğu yaklaşıma yakındık, kırlarda bir devrim ocağı kurmak, buradan giderek, kırlardan şehirlere doğru gelişecek bir strateji diyelim benimsemek durumundaydık. Ama işte Mahirler dediğim sonra THKP-C adını alan örgütlenme, onu daha çok şehirlerde örgütlenmek ve şehirle kırın birliği gibi böyle bileşik devrimci savaş gibi tanımlama içinde davranmak görüşünü savunuyorlardı. Henüz o zaman bir üçüncü, dönemin üçüncü örgütü olan İbrahim Kaypakkaya’nın kurduğu örgüt kurulmamıştı. O yaklaşık iki sene, üç sene sonra kuruldu. O henüz Doğu Perinçek’in grubunun içindeydi. O da Türkiye--, her neyse o zamanki adı şimdi aklıma gelmedi, ama bunların tümünün hep gizli örgütlenmeleri vardı artık. Öğrenci hareketi içinden gelmişlerdi, o yasallık koşullarında gelişmişlerdi ama gerek politik mücadele, iktidar mücadelesinin ihtiyaçları öne çıkmasına bağlı olarak, gerekse de gençlik hareketine, şu komando adı takılan faşist, milis çetelerinin saldırılarının zorlaması nedeniyle bir yeraltına çekilme aynı zamanda silahlanma eğilimi baş gösterdi ve bu mayalanmalar gizli örgütler olarak kurulmaya yöneldiler. Ama zaten işte siz silahlı mücadele vereceğim diyorsanız bunun yasal bir örgütlenmesi olanaklı değildi. Buradan herhalde çok ilerlemek gerekli olmayabilir ama buna benzer farklılıklar vardı bu örgütler arasında. Sonradan işte bir Denizlerin kurtarılması için yakalandıktan sonra, Kızıldere’de İngiliz teknisyenleri kaçırmak üzere bir araya gelen THKO ve THKP-C yani bu bir araya gelişleri işte örnek bir araya geliş olarak söylenmiş. Yani iyidir tabii kötü değildir ama yani ikisi de işçi hareketinden kopuk, onunla bağlantılı olmayan iki örgütlenmenin eylem birliği o gün belki bir değeri olduğu söylenebilir Deniz’in kurtarılması için, Denizlerin, ama bu yani Türkiye’nin bir araya geliş ihtiyacının bir prototipi değildi kuşkusuz. Dolayısıyla bazı böyle söylemler işte çok önemli derler ama zaten yetmez örgütlenmelerdi onlar. Asıl ihtiyacı karşılamayacak türden söylediğim gibi böyle arkadaş çevreleri, fraksiyonvari örgütlenmelerdi ve ikisinin üçünün bir araya gelmesiyle bir yol yine tutturulamazdı. Ama buralardan kendi çerçevesi içinde evet yani değerli olduğunu söyleyebiliriz. Sonra yenilgi dönemi geldi ve o murat edilen, beklenen sol darbe değil onu da enterne eden, onu da bastıran bu sol darbenin başında oldukları iddiasındaki iki orgeneralin karşıt grupla anlaşmasına dayanarak bir sağcı faşist bir darbe gerçekleşmişti. O çeşitli grupları, işte THKO, THKP-C bunların eylemli faaliyetlerini yani silahlı faaliyetlerini bastırmayı başardı. Ama sadece faaliyeti bastırmayı başardı, ideolojik bir yenilgi gerçekleştiremedi, bu sonra 12 Eylül’de 12 Eylülcülerin yapacağı işti. Bu gerçekleşmeyince çok kısa süre içinde örgütlenmeler yeniden toparlandılar ve Denizlerin gerçekleştirdikleri örgütlenmelerin sağlam bir dayanağı oldu ve çok hızlı genişledi bu örgütlenmeler. Öyle hızlı genişlediler ki Ecevit bu örgütlerin sürdüğü toprak üzerinden hükümet olmayı başardı. Ama bu bir yana, bu örgütlenmeler ciddi kitlesel güçlere ulaştılar kısa süre içinde. Benim bildiğim Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun gelişmesi sonra onun militanlarının örgütlenmesine yetişemedikleri türden bir hızlı kitleselleşmeye dönüşmüştü. Bunun örgütlenmesine gerçekten yetişilemiyordu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment1358
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bu nasıl oldu?
MUSTAFA YALÇINER: Çok hızlı bir sempati artışı ve çok hızlı Denizlerin yüceltilmesi üzerinden devrimcileşme yaşandı. Pıtrak gibi her yerden devrimci gruplaşmalar bitmeye ve onlar kendilerini THKO’lu ilan etmeye ve işte THKO ile ilişki aramaya başladılar. Ve çoğunluğu gerçekleşti ama dediğim gibi hepsine yetişmek en azından aynı anda mümkün olamıyordu, böyle bir sıkıntı yaşandı yani, böyle hızlı bir büyüme süreciydi. Bu, 12 Mart’ın başarısının kısa süreli, geçici başarısının ardından o hızlı 70-80 arası denen kitleselleşmesi Türkiye'de sosyalizmin, solun yani çok ülkede herhalde olmayan bir şeydi ve çok hızlı kitleselleşti ama o nedenle, ya da aynı, benzer nedenle diyelim karşıtları da kitleselleştiler ve yani tanımlanan şey, devrim kitle karşı devrimler doğurur denen şey ikisinin bir arada gelişmesi gerçekleşti ve devrimle karşı devrim çatışarak yaşandı 70’le 80 arası. Şimdi bu işte parlamentoda falan gruplar kurduklarına tanık olduğumuz MHP filan gibi partiler bizlerle nispeten eşit pozisyonlardaydı, bizden öyle güçlü falan değillerdi her tarafta onlarla baş ediyorduk ve daha güçlüydü devrim onlardan. Ama özellikle devlet, devletin tutumu, onu seçimi, ona seçim demek de gerekmiyor çünkü o faşistler zaten açıktan ilan etmişlerdi devletin ihtiyacı duydukları işleri, duyduğu işleri yapacaklarını. Doğrudan devlete ve onun dayanaklarına, büyük sermaye savunucu tutumlarına, buna tek tek faşizmden etkileniş gençler ne düşünürse düşünsün işte vatansever olsunlar ya da olmasınlar örgütün işlevi buydu ve bu kendilerinin önünü açtı, hızlı geliştiler. Desteklenerek ve beslenerek ve sırtları sıvazlanarak. Gerçi 12 Eylül kendi esenliği bakımından işte kardeş kavgasını önlemek babından her iki tarafı da sözde cezaevlerine doldurdu, ama bu yani çok kısa süreli bir şeydi ve dediğim gibi kendilerinin tarafsızlığını, halktan yana olduklarını, kardeş kavgasına karşı olduklarını göstererek, buradan halkı ikna yönündeki tutumlarının bir dayanağı olarak gerçekleşti ve yani bir MHP mağdurlarından değildir 12 Eylül’ün, ama öyle, şimdi de, hala bilinir. Sonra oradan önleri açıldı ve yürüdüler bizim de sürekli önümüz kesildi ve 12 Eylül öyle iki tarafı birden eşit ölçüde gelen bir şey kesinlikle olmadı. Birinin önünü açarken devrime saldırganlığı hiç eksilmedi ve devrim buradan epey bir zorlanarak kendi yolunu sonradan yeniden tutturabildi. Epey zorlandığını söyleyebilirim. Şunları görüntüdedir yani belki konuşursanız onlarla da bir sohbetleriniz olursa, onlar da cezaevlerinde işte nasıl işkence gördüklerini hatta arkadaşlarının nasıl idama götürüldüğünü anlatacaklardır ama bu dediğim çerçevededir. 12 Eylülcüler, asıl faşistler aynı toptan oldukları birtakım insanları kendilerini sağlamlaştırmak için idama bile göndererek halka kendilerini anlatmayı denediler ve bunda başarı da sağladılar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment1613
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Buraya bir virgül koyalım, biraz daha geriye dönmek istiyorum. Sizin askeri, o 71 Askeri Muhtırası’ndan önceki sürecinizde ve sonrasındaki sürecinizde bir devrim tahayyülü var ve onun hemen olması tahayyülü var değil mi? Yani böyle bir süreç şimdi ya şimdi ya hiçbir zaman gibi bir hissiyat var bugünkü konuşmalarımızdan da anladığım kadarıyla. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Bugün çünkü devrim dediğimiz zaman özellikle gençlik arasında bir belki bir hayalden ibaret bir dünya tahayyülü. Sizin için bu nasıl bir şeydi? Ve bunun örgütlenmesi belli ki askeri muhtıra da bunu engelleyemedi sonraki süreçte yine hızla devam etmesinden anladığımız kadarıyla, biraz daha açabilir misiniz? O dünyayı bize nasıl anlatabilirsiniz?
MUSTAFA YALÇINER: Ama şöyle düşünmedik, onu bir düzelterek başlayayım. Ya bugün ya hiç diye düşünmedik. Ama yani Türkiye’nin o günkü koşullarında ve kuşkusuz Türkiye’nin içinde bulunduğu dünyanın o günkü koşullarında başka türlü davranılamayacağını görerek devrimin neferleri olmaya yöneldik. Gerek dünya, gerek Türkiye koşulları bunu dayatıyor, bunu istiyor insanlardan, duyarlı kişilerden işte Türkiye’nin böyle gitmemesini, halkın bunca zorluklara mahkûm olmamasını isteyen, ülkelerini seven, bu halkı da seven, işte işçi sınıfını seven insanlar bir kurtuluş, ama kendilerinin kurtuluşu değil halkın ve işçilerin kurtuluşu, işçi sınıfının kurtuluşu. Bu düşünceyi ete kemiğe büründürecek koşulları buldular o günün dünyasında. Nitekim o günün dünyasında Türkiye tek örnek değil işte Fransa’da da gerek işçiler gerek bu düzeni protesto etmeye yönelen gençler onlar da sokaklara döküldüler. Çok sayıda fabrika işgali yaşandı bizim Türkiye’dekine benzer şekilde. İyi ama Türkiye’de de işte 15-16 Haziran baya ciddi bir olaydır Türkiye için. İstanbul’un hele o en lüks semtleri, Bağdat Caddesi örneğin iki gün devrimin elinde kalmıştır ve burjuva sınıfı bundan çok ürktü bu darbeyi yakınlaştıran şeylerden biridir yanılmıyorsam. Bu koşullarda ama aynı zamanda özellikle Amerikan emperyalizminin dünyada ciddi bir saldırganlık sürdürdüğü koşullarda bir yandan onu söylüyorken bir yandan da Amerikan emperyalizmi karşıtlarının kurtuluş mücadelelerinin öyle çok boynu eğik durmadığı, başarılar kazanılarak ilerlemeyi de başardıkları koşullarda, bu evet devrimi hem cesaretlendiriyor hem tek tek devrimcileri azimli devrimciler haline, kararlı devrimciler haline getiriyordu. ‘Ya bugün, ya hiç’ düşüncesi hiç gelmedi aklımıza öyle ama, ya o koşullarda ancak şunun yapılabileceği yani yaptıklarımızın yapılabileceği düşüncesi egemendi bizde. Şimdi düşünün örneğin Küba’da hemen Amerika’nın burnunun dibinde ABD’de, devrim olmuş. Başka bir yola girilmiş. Şimdi bu, tek başına bu bile bunun mümkün olduğunu ve yani bir devrimin hani bu dediğiniz gibi işte gençler öyle düşünmüyorlar hayal olarak görüyorlar ama şimdi biz bunu hayal olarak görmekten çok uzaktık. Gerçekleşmiş şeyler var çünkü. Vietnam örneğin, belki çok uzak Türkiye’den Küba gibi ama bütün dünyayı etkileyen bir şey ve dünyada Amerika’nın kendi içine, ülke içine varıncaya kadar Vietnam Savaşı’nın desteklenmesi, yani en ünlü işte o zaman ağır sıklet boks şampiyonu Muhammed Ali sonra ismini aldı, Clay, Cassius Clay’dı yanılmıyorsam, [Cassius Marcellus Clay] şimdi onun bile savaş karşıtı olup askere gitmeyi reddettiği koşullar, şimdi bu herkesi etkileyen süreç olarak gelişiyor ama bunların en duyarlıları emperyalizme karşı ve ülkede onların işbirlikçisi burjuvaziye karşı bir kurtuluş mücadelesine girmekten geri duramıyorlar. Kendilerini alamıyorlar. Burada işte ya devrimcisiniz ya değilsiniz tutumu, bunu söyleyebiliriz, bu çıkıyor. Örneğin TİP’ten biz böyle ayrılıyoruz. Yani böyle olmaz siz niye böyle boş boş konuşuyorsunuz işte yok öyle olacak, böyle olmaz. Bu ciddi şekilde emperyalizmle, iç gericilikle hesaplaşmayı gerektiriyor. Onun için iktidar mücadelesi şart ve bu parlamentoyla sınırlı olamaz. Mesela unutmadığım bir şeydir, Filipin tipi demokrasi diyorduk ona, o parlamentoculuk öyle bir şeydi, göstermelik, bunlar çözüm yolu olamaz diyorduk. TİP eleştirisinde Doğan Avcıoğlu yani cuntacılara, onların ideolojik merkezlerine varıncaya kadar genel bir anlaşma da olduğu söylenebilir karşıtlarının, ama yani Doğan Avcıoğlu’yla hiç benzer şeyler düşünmedik tabii. Dediğim gibi kısa süre içinde TİP karşıtlarının içinde de ayrışmalar baş göstermeden edemedi çünkü onlar da yine o günün koşullarına uymaya, işte Kemalizm yok bilmem askeri darbeciliğin desteklenmesi gibi yollarla o günün dünyasının akışına, gelişmesine ayak uyduramayacak birtakım düşünceler içindeydiler, onları savunmaktaydılar. Bunlar da sadece gençleri değil devrimci olan insanları ikna edecek, kesecek, tamam ya bu doğrudur dedirtecek türden şeyler değildi. Burada önemli olan bence bir yandan karakteristik bir yandan da tayin edici olan, bu ayrışmaların ardından işin gençlerin başına kalmasıydı. Son derece tecrübesiz, işte birkaç senelik mücadele geçmişine sahip ne dünyanın ne Türkiye’nin mücadele tarihinin bilgisine, tecrübelerine öyle çok yakını bırakın uzaktan bile çok ilgi göstermeyen, göstermiş ilgiyi ama sahip değil o birikime. Yani en iyilerimiz işte Deniz [Gezmiş], Sinan [Cemgil] gibi arkadaşlarımız, en okumuşlarımız, yani hepimiz de bir şeyler okumuşuz ama bu dediğim tarihi tecrübelere sahip değiliz. Bir dünya devriminin birikimlerine sahip değiliz. Marksizm’in birikimine çok yüzeysel sahibiz nitekim ciddi ölçüde sahip olsak herhalde öyle yayılmacılığa falan yönelmezdik. Yok çünkü böyle bir şey Marksizm’de ama kendimizi Marksistler olarak tanımlıyorduk. Gerçekten bunun yolumuzu çizeceğine, aydınlatacağına tamamen hem fikirdik yani burada bir kuşkumuz yoktu. Sosyalisttik, sosyalist özlemle doluyduk. Ya bunda bir sıkıntı yok, bunda bir tereddüdümüz yoktu. İşçi sınıfının kurtuluşu diyorduk ama onu gereklerine, yani işçi sınıfının kurtuluşu örneğin Marksizm’in dediğine göre kendi eseri olacağı o zaman kendi örgütlenmesi gerekeceği falan, şimdi böyle bir şeyde değildik. İşte az sayıda genç devrimci biz bu işi yaparız diyorduk, yani evet yapabilirdik ama yönelimimizin farklı olması koşuluyla. İşte şunu da denemedik değil yani deneme de değil sadece yani ayırt edici bir yanımız vardı. Yüzümüz kesinlikle işçi sınıfına dönüktü. Ben Ankara’da okuyordum o zaman ODTÜ’de. Ankara çok bir sanayi kenti değildir ve çok işçisi olan bir yer değildir ama yani hemen mesela ODTÜ’nün yakınındaki o zaman Beytepe inşa edilmekteydi Hacettepe, oranın inşaat işçilerine giderdik. Yani işçi bulduğumuz her yere giderdik onlarla örgütlenmek için ama özellikle İstanbul’da mesela Deniz ve yakın arkadaşları eğer herhangi bir öğrenci gösterisi ya da çalışması içinde değillerse arandıklarında fabrikalarda, işte oradaki sendika odalarında filan bulunurlardı. Yani sadece, yani böyle bir nerede zaman geçirdikleri değil mesela işçilerin bütün grevlerine giderdik. Üstelik sıradan, basit katılımcı olarak da değil geniş bir gençlik katılımıyla bir işçi gençlik birliği ve beraberliğini gerçekleştirmek üzere giderdik ve buradan zaten Türkiye’de hareket hızla gençlik hareketi olmaktan çıkarak bir halk hareketine buradan dönüştü. Aynı şey köylülerle ilgili yapardık. Mesela ben kendimi hatırlıyorum 68’in sonundan itibaren bir ara Filistin’e gittik, geldik. Onun ardından 69 ve 70 sürekli köylerde geçti. Bu hem işte kırda bir mücadele başlatmaya yönelik çalışmalar bakımından böyleydi ama aynı zamanda köylü hareketine katıldık bu koşulda. Ve üstelik örgütçüler olarak katıldık çoğu yerde. Mesela ben sonradan kır gerillasının başladığı Malatya, Adıyaman filan bölgesinde, bunun öncesindeki bir senemi hep orada geçirdim ve bütün köylü hareketlerin içindeydim. Örneğin bir haşhaş mitingi örgütledik ve hem örgütleyicilerin hem başında gelenlerden birisiydim ama sadece bu değil mesela Yusuf Aslan da o da Antep’te örneğin fıstık üreticileri içinde çalışmıştı. Antalya, Göllüce, Bafra falan buralarda hep o köylü işgallerine hep gidilirdi. Yani uzatmayayım ama bir yandan işçi sınıfının mücadelesi, bir yandan köylülerin mücadelesini biz hep kendi mücadelemiz olarak bildik ve doğrudan ya örgütçüler olarak ya da gençliğin mücadelesiyle işçi ve köylünün mücadelesini zamandaş kılıp birleştiren bir moderator olarak davrandık. Buradan sonra örneğin Deniz Gezmiş, yani örnek vererek söylüyorum yoksa tek önderi değildir hareketin o zaman, ama yani bütün halk tarafından sadece gençler tarafından değil sevildi, işte yüceltildi hatta efsaneleştirildi. Hepimiz biliyoruz yani birçok insan çocuklarına Deniz adını taktı, işte kız olsun erkek olsun. Bu kolay elde edilir bir şey değildi. Yani sadece işte Deniz şunu yaptı bunu yaptı böyle bir kitlelerden kopuk hareketinden böyle bir efsaneleştirme olmaz. İki şeyden olur, birisi biz kitlelerin taleplerini kendi taleplerimiz bildik ve kendimizi kurtarmak için değil zaten kurtaracaktık yani her birimiz çok seçkin öğrencilerdik o zaman. Mesela 70-80 arasında olmadık ölçüde en ileri öğrenciler atılmıştı devrime. Ondan giderek çünkü hızlı bir hareketlenme sağlandı aşağı doğru. Ama kendi kurtuluşumuzu değil halkın kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşunu öne aldığımız için hep onların taleplerini savunduk. Bu önemli bir şey kitleselleşme babından. Bir ikincisi, hiç zarar vermedik halka. Hiçbir yerde bir çöpüne bile zarar vermedik. Tersine onların eylemleri içinde bu tür ilişkiler kurmaya gittik. Buradan kendi mücadelelerinin içinde bizi gördükçe taleplerinin de ötesinde, bundan sahiplendiler. Şimdi bu işte AKP örneğin, bugün, günümüzden bakarsak halka dayanıyor, halkın oyunu alıyor, aldatmaya dayalı ya da değil burası işin ayrıntısı ama onların içindeki bir bulunuşu oradaki bir çalışmasıyla alıyor bunları ve çok netim bu konuda dinci hareket, siyasal İslamcı hareket bizlerin yaptıklarını taklit ederek bu noktaya geldi. Bir gerçekten kitle çalışması yürüttüler. Şimdi buradan bakınca işte biz gerillaya çıkmış filan insanlar olarak sanki şöyle biliniriz, ya işte bunlar ne halktan anlar ne bir şeyden anlar işte on beş yirmi tane, neyse yüz tane iki yüz tane genç ellerine silah almış dağa çıkmışlar ya da şehirlerde silah patlatmışlar iş böyle değil. Bir kitle mücadelesinin ve dediğim boyutta sadece gençlerle sınırlı olmayan bir kitle mücadelesinin üzerinden silahlanma gerçekleşti ve iktidar mücadelesi bu mücadelenin çözümü, buradan yürünecek yolu olarak belirlendiği için oraya gidildi. Biz sonra gönüllü olarak kendimizi daralttık. Çünkü silaha sarılıyorsanız bu herkesin hemen tamam ben de geliyorum diyebileceği bir şey değildir. Ama biraz dayansaydık hızlı katılımların olacağını da söyleyebiliriz çünkü başlamıştı, yani biz gittiğimizde bölgeden bize katılmalar hemen olmaya başlamıştı. Biz henüz hazır değiliz diye biraz da durduruyorduk. Yani çok zor olmasına rağmen, çok ileri bir mücadele içinde halkın katılımı ama bunun ip uçları ortaya çıkmaya başlamıştı, bir ikincisi bunu da yüceltti halk, yani mesela bizim bulunduğumuz bölgede, silaha sarıldığımız bölgeler çok iyi şeyler gördük yani bunun çeşitli nedenleri vardır ama bize yönelik tutumlar benimseme tutumuydu, hemen katılmıyordu ama evini açıyordu, işte ekmeğini şunu bunu paylaşıyordu, ihbar etmedi yani çok sayıda böyle şeyden söz edebiliriz. Ama bundan şunu olumlamaya gitmiyorum tabii, ya tamam işte bu buradan yürünmesi gerekir hayır öyle de değil, ama şunu söylemeye çalışıyorum, örneğin Küba’da bize benzer çok az sayıda devrimcinin silahlanıp dağa çıkmasıyla kitle mücadelesinin ihtiyaçları ve bulunduğu düzey, gelişkinlik düzeyi çok ciddi bir rezonans içindeydi. Devrimciler silaha sarıldıklarında kitle mücadelesi en üst noktasına varmıştı, doruk noktasındaydı ve bu birleşme sağlanabildi. Hızla katılım gerçekleşti, hızla kitleselleşti silahlı hareket. Bizde ise devrim dalgası 70, 15-16 Haziran’ında zirvesindeydi sonra inişe geçmişti. Buna rağmen biz destek bulduk sempatiyle karşılandık. Ama düşüşe geçmişti yani bizim silahlı eylemlerimiz ve halkın içinde bulunduğu durumun çakışması buradan çok hızlı bir katılım, bu da olanaksızdı zaten. Ama yine de o dediğim ip uçları, belirtiler, bunlar olmadı değil. Herhalde anlatabilmiş olmalıyım, yani kitlesel bir mücadelenin üzerinden yaşandığını söylemeye çalışıyorum. Zaten bu sonra böyle sürdü de 70-80 arasında da ve hiç küçümsenir bir durumu yoktu. Ama iktidara gelmeye, iktidarı almaya hazır mıydık? O anlamda değildik. Bir, söylediğim nedenle çok genç, tecrübesiz ve birikimsizdik. İkincisi, çok hareket de genişti. Henüz halkın içinde örgütlenmeler olarak çok dal budak salmamıştı. Bu da o da bir şeydir yani hayal değildi ama, yani bir hayal peşinde koşmadık hiç öyle söylenir ama o hayal peşinde koşmadık ama daha yaşanacak şeyler vardı bunun gerçekleşmesi için. Henüz hazır da değildik kimseye de iktidarı bir tepsi içinde sunmazlar, alın hadi gelin bakalım siz yönetin diye. Gerek örgüt, gerek bilinç, bu ikisi çok temel unsurdur eğer nesnel koşulları varsa devrimin. Hem nesnel koşulları da gerilemeye başlamıştı, devrim mangası düşmekteydi. Hem de bizler hem bilinç hem de örgüt düzeyi bakımından yeterli koşullara sahip değildik. Dolayısıyla yenildik.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment2658
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Hızlıca Filistin’i anlatır mısınız? O fikir nereden çıktı ve ne kadar insan gitti Filistin’e o dönemde?
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi devrim yapacaksanız, bunu kafaya koymuşsanız ve bunun yolu olarak da silahlı mücadeleyi önünüze koymuşsanız deney birikimine ihtiyacınız var. Demin çok az tecrübeye sahip olduğumuzu söylemiştim. Tamam yani biz Türkiye’de de gençlik hareketi içinde önce yumruk sonra zincir, sonra bıçak, sonra tabanca filan gibi şeyler gündeme girmişti ister istemez size saldırılıyorsa kendinizi korumak için hiç değilse böyle bir araç gereçleriniz oluyordu ve öğreniyordunuz kullanmasını. Ama Filistin’de bir doğrudan, çıplak ve zor bir savaş vardı, adı sütünde savaştı yani ve gerek Lübnan, gerek Ürdün bunlar İsrail sınırları bakımından Filistinliler ’in savaş alanı durumundaydı. Biz oraya iki amaçla gittik, bir savaşmayı öğrenmek, yani tek tek gençlik hareketi içindeki silahlı çatışmalar falan onu vermez diye düşünüyorduk bu öğrenmeyi, bu eğitimi tamamlamaz, bir bunun için gittik hem silahları öğreneceğiz, kullanmasını öğreneceğiz ve de hem de savaşmayı öğreneceğiz hem de Filistin halkına yardım edeceğiz. Bir enternasyonal dayanışma. Bu iki amaçla gittik. İlk giden grup çok fazla sayıda değildik. Şimdi tam sayıyı hatırlamıyorum. Ama bizim Deniz aynı günlerde aşağı yuları o da İstanbul’dan birkaç arkadaşıyla gitmişti, Ankara’dan. Çoğu adı bilinen, sonradan yani belki de bir tek benim sağ kaldığım, belki birkaç kişi daha vardır o bir arkadaş çevresi olarak gittik ve bir de Gaziantep’ten önceden bir iki kişi gitmiş birisi ölmüş birisi kalan bir arkadaş da, o bizi bulmuştu, nasıl buldu diyeceksiniz yani bizim adımız ta Filistin’e filan gitmeden çıkmıştı, Dağcılar diye anılıyorduk. Sol çevrelerde bizi öyle tanımlarlardı. Bir an şimdi tam rakamı gerçekten hatırlayamadım ama küçük bir grup olarak gitmiştik. O ilk giden grup sonra dönen birkaç kişi başka yeni arkadaşlar da getirdi. Onları saymazsak, döndüler gidip geldiler, ben o ilk giden gruptaydım ve herhalde altı ay kaldık. İlk aylar eğitimle geçti. Ürdün’de bir mağarada üslenmiştik, eğitim kampı vardı. Epey bir geçtik eğitimden. Sonra biz sadece Türkiye’den gidenler bize özel bir, epey böyle bir delice diye tanımlanacak bir Arap hocayı önerdiler. Ayrı bir yerde, sadece biz kampüs sürdürdük bir ay kadar. Sonra İsrail sınırına yakın bir yerde bir üsse gittik. İşte dediğim gibi altı ay falan sürdü. Sonra döndük geldik. Gelirken birkaç arkadaş dışında gidenler yakalandılar. Örneğin Filistin’e giderken sınırdan geçen trenden atlayarak geçtik. Tren Güneydoğu Ekspresi galiba, yani bir yabancı ülkeye falan girmiyor. Ama tren hattı sınırdan geçiyor, çok uzun bir mesafe. Geçtiğinde de Türkiye mayınlı arazi ve Suriye, tren Suriye tarafına yani trenden atladığınızda Suriye’ye düşüyorsunuz. Öyle trenden atlayarak, tren giderken işte nispeten yavaşladığı bir zamanı denk getirip geçtik Suriye’ye. Dönerken de öyle hızla bir Urfa’ya yakın bir yerden döndük. İşte döndüğümüz yer de muhtemelen MİT’in ya da polisin örgütlü olduğu yerler olması gerekir bunların ama bir iki tane cip vardı bunları kiraladık Diyarbakır’a gelmek için. Herhalde haber almışlardır. Yolda önümüz kesildi. Neyse onu atlattık ama silahlı da geliyoruz oradan silah da alarak geldik. İlk önce bir tartışmıştık Avanoslar üzerinden Samandağ filan gibi yerlerden doğrudan Toroslar’dan gelmeyi mi yoksa işte gelip Türkiye’de de biraz daha ön hazırlıklar yaparak mı gerillaya başlamayı tartıştık ve ikincisini tercih ettik. Ama işte dönüşte Diyarbakır’da, çok da Diyarbakır’ı bilmediğimizden, bir bilen arkadaş bizi tıp fakültesine götürmüştü. Oradan işte birkaç arkadaş elimizdeki silahları saklamak için ayrıldığımızda döndük baktık gelişte, polis gelmiş. Sonra o gelenlerimiz ayrıldık gitmedik yani tabii oraya. Kısacası sonuçta birkaç arkadaş dışında geri kalan grup yakalandı. Ama yargılandılar ve yani bir sene olmadan, daha kısa sürede tahliye oldular. O zaman Filistin’e gidip gelmek öyle çok suç teşkil eden bir şey değildi. Şimdi eder mi? Şimdi de etmez herhalde. Ama tabii AKP’li olmanız lazım herhalde. Ama AKP’den hiç bizim yaptığımız gibi ya da siyasal İslam’dan devrimi genelleştirerek Filistinlilerin yardımına en azından giden olmadı. Lafını ettiler onlar. Ama Türkiyeli devrimciler Filistinlilerle birlikte mücadele eden herhalde tek gruptur Türkiye’den.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment3077
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Denizlerin idamını engellemek üzere yapılan birtakım girişimler var ve bunların ikisi katliamla sonuçlandı. Bunlardan birinin içinde siz de vardınız. O süreci anlatır mısınız? Nasıl karar verdiniz? Nasıl yol aldınız?
MUSTAFA YALÇINER: Birincisi bizim dağdaki çatışmayı diyorsunuz Nurhak çatışması diye geçen. Biz aklımıza zaten kır gerillasını koymuştuk. Ben örneğin çok erken gitmiştim sonra gerillaya başlayacağımız bölgeye. Sadece ben gitmedim işte birtakım yığınaklarımızı da götürdük. İşte lojistik, beslenmeye dair şeyler filan hep. Birtakım yerlere yığdık, mağaralarda bunları stokladık. Sonra silah aldık oradan. Ama başlangıçta hiç şehirlerde kalmak gibi bir düşüncemiz yokken işte silah, diğer ihtiyaçları karşılamak üzere para gereksinimini çözmek için bazı arkadaşlar çok kısa süreli şehirde belli eylemler yapacaklardı ve onlar da katılacaklardı. Bu süre biraz uzadı yani doğrusunu isterseniz şehirlerde birtakım eylemlerin çok ses getirdiğini ve propaganda sağladığını gördük bu nedenle biraz uzadı. Ama işte sonra bize katılmak üzere iki ayrı grup olarak Denizler yola çıktıklarında yakalandılar. Sonra bizim için sorun, Denizlerin kurtarılması sorununa dönüştü öncelikle, çünkü geri kalanlar kendilerini Deniz, işte Hüseyin [İnan], Yusuf [Aslan] bu gibi arkadaşlar olmadan yani grubun bütünü olmadan düşünmemişlerdi. Doğrusunu isterseniz onlar o zaman idam edilirler filan gibi bir şeyle değil, cezaevinden çıkarılıp bizim hareketimize katılmaları için çıkarmaya yönelik düşündük ve davrandık. Biz gidip Kürecik’teki Amerikan üssünü basacaktık ve yanımızda epey TNT ve dinamit vardı patlayıcı madde olarak, onları döşeyecektik üsse ve direkt ‘verin Denizleri alın üstekileri’, ama henüz buna fırsat kalmadan daha giderken, aslında çok yaklaşmıştık bulunduğumuz yerde Gölbaşı’nda yola inecektik, oradan tren geçiyor ve durduğu istasyon vardı, oradan atlayacaktık trene ve tren de çok kısa mesafe sonra Akçadağ’a geliyor tren. Akçadağ’dan Kürecik üssü çok yakın yani yarım gece yürüyüşü, o kadar bile sürmez. İşte tam o Gölbaşı’na kadar gelmiştik ama orada çok hızlı hareket ettiğimiz için son gün aydınlığa kaldık yoksa hep geceleri yürür gündüzleri belirli yerlerde konaklardık, görünmezdik. O, işte orada görüldük. Geç kaldığımız için bir çoban gördü. Tartıştık o çobanı tutuklayalım diye ama insanlığımız tuttu yani. O ağır bastı dedik ya ne olacak. Bir de bir şansızlığımız vardı bizim elimizde bütün bölgenin pafta pafta haritaları vardı ama bulunduğumuz yerde artık bu haritalar bitmişti yani tam olduğumuz yerde o gece artık ötesini göremiyorduk haritadan ama biliyorduk yolu. Zaten içimizde o bölgeden olan arkadaş da vardı. Ama şunu bilmiyorduk ki, tam o konaklamayı seçtiğimiz köy muhtarı MHP’li olan bir köy. İşte çok aşiret köylerinden olmayan bir köy ve orayı ihbar edildik. Çatışma ve çatışmada üç arkadaşımız öldürüldü. Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan, Kadir Manga. Ben yaralı yakalandım. Bir arkadaşım daha, o önden işte bilgi toplamak üzere gidecekti o Malatyalıydı tam üsse çok yakın bir köydendi. Orada doğup büyümüştü. O da silahsız olduğu için yakalandı. İki arkadaşımız çemberi yarıp çıktılar ama onlar da bir hafta kadar sonra yakalandı çünkü orada hep, yani biz gidince arkamızdan bölgede çok sıkı bir arama tarama başladı ve birkaç kişi ancak, bölgeyi bilenler kurtarabildiler kendilerini. Sonuç böyleydi yani Nurhak çatışması.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment3425
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bir görüşmenizde üç arkadaşınız için yaralıydılar ve onun üzerine tekrar ateş edilerek katledildiler demiştiniz. Onu kamera kaydında da söylüyor musunuz?
MUSTAFA YALÇINER: Evet öyleydi.
EYLEM DELİKANLI: Yani istenseydi bu arkadaşlar da yaralı ele geçirilebilirlerdi. Öyle anlıyoruz okuduğumuzdan.
MUSTAFA YALÇINER: Evet yani şimdi Sinan Hacı ile birlikte tepeye nöbet tutmaya çıkan arkadaşımızdı ve hemen tepede jandarmayla karşılaşıyor, askerlerle karşılaşıyor, o silah seslerini biz duyduk ama bize doğru koşturarak geliyordu ve ilk geldiğinde, gelirken benim gördüğüm şu belinde asılı olan kütük üzerinden bir mermi isabet etmişti. Sekerek geliyordu. Çatışma sırasında birbirimize dörder beşer metre mesafedeydik yani geri çekilmeye çalışıyorduk birbirimizi koruyarak geldiğimiz yöne doğru. Çekilmeyi başarsaydık onları kurtarabilirdik ama bu zaman aldığı için sonra arkamızdan da çevirdiler ve bunu başaramaz hale geldik. E o arada ben arkadaşlarımızın yaralandıklarına tanık oldum, orada ben de yaralandım zaten. Ama yani sonra ben Sinan’ın, teşhis için vücudunu bana gösterdiler. Gölbaşı Sağlık Ocağı’na beni kaldırmışlardı yaralı olarak. Ben, yaralandığım yer mi müsait değildi neydi bilmiyorum şimdi neden beni öldürmediler ama benim de üstüme yaralanıp düştükten sonra en azından yetmiş, seksen mermi sıktılar. Biraz kalabalık içindeydiler ya da belki de öldürmeye atmıyorlardı. Ama yani işte şöyle yatıyorum, buralarıma hep mermi geliyordu toz kalkmasından anlıyordum. Bana kalk teslim ol falan diyorlardı ama benim kalkacak durumum olmadığı için oralı olmadım tabii ama sürekli ateş ettiler. Ama örneğin Sinan’ın, o kaldığım sağlık ocağının alt katında cesedini gördüm. Sonra fotoğrafları da yayınlandı böyle orada sinek konmuş gibi fotoğrafları ama benim gördüğümde bütün şuraları böyle taranmıştı yani mermi doluydu. Bütün göğsü, vücudu, karnı. Elinde onun Kalaşnikof vardı ve muhtemelen kendi silahıyla taradılar. Ben yani bir tarama sesi duydum. Ama yani yerden kalkamadığım için hiç nasıl olduğunu görmedim. Ama yani ben gerek bana sıkılan kurşunlardan gerekse ona, Sinan’ın cesedini gördüğümden anladığım taranarak, yakın mesafeden üstelik barut izleri de vardı yanmış, öyle öldürülmüş. Alparslan’la yakındık, o şuradan bir yara almıştı boynunu sıyırmıştı ama bu ölümcül yara değildi. Onun da sonra gördüğüm üzerinde kurşun izleri vardı. O kadar çok kurşun izinin olması çok normal değil. Jandarmanın elindeki Thomson makinalı tabancalar bizim çatışma sırasında uzak menzilden isabet ettirmelere, o kadar menzile de sahip değiller üstelik bu mümkün değil ancak yakından taranmış olması gerek. Diğeri, onlarda da piyade tüfekleri vardı. Ama piyade tüfeği vermesi değildi ne Alp’in ne Sinan’ın vücudundaki. Otomatik silahlardı. Birbirlerine yakın tarandıkları belli olan silahlardı. Kesinlikle yaralı yakalanıp öldürüldüler. Bu Kızıldere’de de tekrar etti. Orada da böyle oldu. Ben herhalde şans eseri öldürülmedim. Çok uzun sürmeden benim yakınıma köylü kadınlar seslerini duydum onlar geldiler. Belki öyle nedenlerden öldürmediler. Burada ilginç bir ayrıntı, köy MHP’li bir köy olmasına rağmen o köylü kadınlar gelip benim başımda ağıt yakmaya başladılar. Erkeklerden farklıydı davranışları. Kadınların davranışları böyleydi. Belki o nedenle yaşıyor olabilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment3711
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Sizi sağlık ocağına mı götürdüler sonrasında?
MUSTAFA YALÇINER: Evet.
EYLEM DELİKANLI: Sonra nereye aktardılar?
MUSTAFA YALÇINER: Orada bir süre, yani herhalde üç, dört gün kaldım. Sonra orada hastabakıcı olan, tabii ilginç bir şey şimdi öldükleri için rahat söyleyebilirim, kızı sonra PKK gerillası olmuş ve öldürülmüş bir sağlıkçı, gördüm de sonra onu, bir seçim çalışmasında bölgede dolaşırken tanıştık, adam orada beni zehirlerler falan diye hiç başka bir yemek vermemiş evinden yemek pişirtmiş getirmiş beni o yemekle beslemiş, kendi anlattığı. Sanmıyorum artık orada öyle zehirleme falan durumu olmazdı herhalde. Sonra oradan bizi Ankara’ya getirdiler bir konvoyla. Yakalanan diğerleriyle. Onları bekledik, o yakalanmalarını. Belki bir hafta falan kalmış olabiliriz orada. Epey bir korumalı böyle bir uzunca bir konvoyla, askeri konvoyla geldik. Mamak Cezaevi’ne koydular. Orada bir mevkii hastanesine götürdüler, bir orada tedaviden geçtim. Yani şuradan geçtim çünkü ölmeye çok yakındım öyle bir beni sağlık ocağına, Gölbaşı Sağlık Ocağı’na götürürlerken cipe koyup götürdüler, askeri cipe. Ben yürüyemediğim için elimden ayaklarımdan, karga tulumba mı derler, öyle tutup götürdüler. İnerken ayağım cipin tabanına değdi şlap diye bir ses geldi, yani bütün kan olmuş orası. Şu kasığımdan bir toplar damarı yırtmış, tam parçalamamış herhalde, parçalasaydı kalmazdım zaten. Yani vücudumda kan kalmamış, çok az kalmış. Üç buçuk ayda filan ayağa kalkabildim, kalkamadım yani öyle o hani basamamaktan değil de kan kaybından sürekli başım dönüyordu ve ama bu şeyde de yani bir kısa süreli bir askeri hastanede yatmamın dışında Mamak’ta kaldık. Yani ne kadar besleneceğiz orada ne kadar kendimize geleceğiz ondandır. Ama yani çok zor rehabilite oldum öyle yani baya bir kendimi toparlamam epey sürdü.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment3872
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Başka kimler vardı sizinle Mamak’ta?
MUSTAFA YALÇINER: İlk önce Denizler yoktu. Deniz, Yusuf, Hüseyin. Onları Kayseri’ye götürmüşler. Biz gittikten sonra onlar da geldiler. Bizim ekip bir defa hep orada toplandık. Ama onun dışında, o zaman Mamak’ta olmayan yoktu, yani bütün herkesi oraya topluyorlardı. Sonra Mamak’ın nispeten dış koğuşlarına taşıdıkları dönemin belli başlı aydınları da hep bizlerle beraberdi. Hatta ilk ben yaralıyken beni onların yanına koydular. İşte örneğin Mümtaz Sosyal, İlhami Soysal, yine onun eşi Sevgi Soysal ama o ayrıca kadınlarla daha dışarlıklı yerde kalıyordu. Sonra Emil Galip Sandalcı geldi. İşte uçak kaçırma şeyinden. Can Yayınları’nın sahibi Erdal Öz geldi. Yani bütün suç atılan aydınlar dahil herkes Mamak’ta toplandı o zaman.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment3954
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Deniz’le iletişim kurabiliyor muydunuz?
MUSTAFA YALÇINER: Yani kısa bir süre sonra aynı yere verdiler zaten, aynı yerde kalıyorduk. Hep orada kaldık. Bir ön hücreler tabir edilen, geceleri kapatıyorlardı hücrelerin kapısını ikişer kişi kalıyorduk altlı üstlü ranzada. Ama gündüz açık oluyordu. Beraberdik yani bütün günlerimiz birlikte geçiyordu. Mamak’tan ayrılıncaya kadar hep orada kaldık biz. Başlangıçta diğer koğuşlara gidip gelme zor olmuyordu, kolaydı. Özellikle Deniz’i gelip görmeye can atan çok sayıda insan vardı. Deniz de gidip koğuşları dolaşırdı. Sonra bunlar zorlaştı. Başlangıçta cezaevinde, Mamak’ta ilk geldiğimizde bu sol cuntacılar yönetimdeydi. Cezaevinin yönetimi onlardandı ve yarbaydı yanılmıyorsam cezaevi komutanı, o dahil işte bütün yönetim, şimdi ölmüşlerdir ya da yani çok şeyi kalmamıştır söylemenin, gelirlerdi uzun saatlerce sohbet ederlerdi bizle. İşte ya neden öyle yaptınız, ne oldu filan diye, bir yanı bu. Bir yanı da işte nasıl kurtulacak bu Türkiye, ne yapacağız falan gibi öyle şeyler olurdu ve yani sabahlara varıncaya kadar sohbetler olurdu. Sonra değişti tabii onlar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment4044
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Peki nasıl değerlendiriyordunuz o süreci, yani çok yoğun ve radikal bir süreçten bahsediyoruz. İçeride ne konuşuyordunuz hem aydınlar hem siz örgüt olarak?
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi aydınlarla çok uzun süreli bir arada kalma durumumuz olmuyordu. Daha çok kendimiz bir arada kalıyorduk ve işte gidip gelme durumu oluyordu. İşte örneğin bunların birinde Erdal Öz’le Deniz’in konuşmalarından Erdal Öz yayınladı zaten, şeylerini, hatıralarını gibi. Ya şimdi bazı öyle bir ilginç şeyler de söylemedi değil, işte biz intihar edecekmişiz, Deniz o tahliye olurken ondan zehir istemiş falan gibi bunların aslı astarı yok o zaman da açıklamıştık. Yani böyle bir memleketin içinde bulunduğu durumu görebildiğimiz insanlarla tartışırdık ama giderek savunma hazırlamak üzere hazırlıklara geçmek, mahkeme de başlıyordu çünkü bir yandan. Bu tür ihtiyaçlar da oldu ve durumu, yaptıklarımızı değerlendirmeye çalıştık. O arada örneğin, mahkemeler sürecinde Hüseyin İnan bir Türkiye Devriminin Yolu diye bir broşür kaleme aldı. Bu yani baya bir işte yaşadıklarımızdan ders çıkarma, değerlendirme içerikliydi. Başlangıçta daha çok teknik nedenlerle açıklıyorduk durumu. İşte yeterli hazırlık yapmadık filan gibi birtakım şeyler. Mamak idamlara kadar zaten oldukça hızlı süreç olarak geçti ve üzerimizdeki baskı giderek de arttığı için savunma hazırlamanın dışında ve bu işte geçmişi değerlendirmek üzere birtakım tartışmaların dışında çok yoğunlaşamadık doğrusu kendimize. Giderek, cezaevi yönetiminin de değişmesine bağlı olarak, bir Kore gazisi albayı bizim başımıza komutan atadılar, cezaevi komutanı olarak. Buradan bayağı bir sıkıntılar yaşadık. Biraz şöyle bir şeyimiz var, hepimiz idam cezası almıştık ve ama idamlıkların ne yapacağı belli olmadığından üstümüze az varırlardı ama varırlardı gene, bizim artık çekinecek bir şeyimizin kalmadığını gayet rahat adam öldürebileceğimizi düşünüyorlardı. Bundan biraz uzak duruyorlardı bizden ama epeyce yine bir hır gür yaşanmadı değil. Baya bir göğüs göğüse askerlerle birbirimize girmenin, gelip kışkırtıyordu çünkü o Kore gazisi. Çok salak bir adamdı, affedersiniz. Mustafa Kemal Saldıraner, yani soyadında da meymenet olmayan birisi. Çok kızmış komünizme Kore’de. Öfkesini bizden çıkarmaya çalışıyor. İdamlardan sonra da çok Mamak’ta uzun süre kalmadık. Yanılmıyorsam Mayıs’ta gerçekleşti idamlar ve kasımda biz Niğde Cezaevi’ne gönderildik bu sefer.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment4260
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Oraya gelmeden şeyi sorayım, hangi davanın ismini ve sizin avukatlarınızın ismini söyleyebilir misiniz?
MUSTAFA YALÇINER: THKO davası. Avukatlarımız, başlıca iki ağabeyimiz yine eskiden tanıdığımız, birisi önceden senatördü, tabii senatör Niyazi Ağırnaslı, tabii senatör değildi herhalde şimdi yanılmayayım. Diğeri Halit Çelenk. Ama on beş herhalde sayıları, ikisinden ibaret değildi, on beş avukatımız vardı ve gönüllü olarak avukatlığımızı üstlenmişlerdi ve bunlar önceki mücadele döneminin içindeki yakınlıklardan da geliyordu. Örneğin biz ekip olarak Halit Ağabeyleri çok ziyaret ederdik. Gerek Halit Ağabey gerek eşi Şekibe Ablamız. Hepimizi tanırdı, biz onu tanırdık, kurabiyelerini yedik çok. Giderdik sohbet ederdik evlerinde. Halit Ağabey’i çünkü ta TİP’ten beri tanırdık. O da TİP’ten bizimle birlikte ayrılanlardandı. TİP yönetiminde yer almıştı zamanında. Niyazi Amca da öyle. Niyazi Ağırnaslı. Bütün avukatlar Zeki Oruç Erel, Erşen Sansal yani epey bir avukatımız Refik [Ergün] Ağabey, Mükerrem Erdoğan, bizleri canı gönülden savundular hatta savunmaları dolayısıyla dava da açıldı haklarında. Böyle bir gözaltına alınmaları da oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment4381
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Siz ne ceza aldınız?
MUSTAFA YALÇINER: İdam aldık.
EYLEM DELİKANLI: Hangi maddeden?
MUSTAFA YALÇINER: 146/1. Süreç ilginçtir. Yani hukuk üzerinde darbe dönemlerinde şimdi olduğu gibi, şimdisinden iyi olmasın hep problemlidir Türkiye’de, hep işe geldiği şekilde uygulanır. Sadece şimdi değil hep siyasal denetim altındadır. Siyasete tabiidir. Zaten egemenlerin hukukudur. Düzeni onaylayan hukuktur. Ama bütün hukuklar böyledir zaten en iyi İngiltere’de de böyledir, Amerika’da da böyledir. Ama ihtiyaçları egemenlerin gerektirdiği durumda dişlerini çok daha çıplak olarak gösterilir. Başlangıçta biz tümümüz on sekiz kişilik davaydı. Herkes idam aldı. Ama herkese idam cezası vermeleri normal bir şey değildi. En fazla silahlanıp silahlı bir eyleme girmişiz çoğu arkadaşımızın hatta eylemleri de yoktu, dağda bulunmaları dışında eylemleri de yoktu. Ama ona rağmen herkese işte anayasal düzeni değiştirmek, bilmem şöyle yapmak böyle yapmak, tebdil, tağyir, ilga falan gibi böyle Anayasa’yı suçlarla açılmış bir davaydı ve bu on sekiz kişilik idam cezası ilk Yargıtay’a gittiğinde, bir dairesine, kaçıncı daire hatırlamıyorum, orada yarı yarıya indirildi. Dokuza indirildi. Dokuz kişininki müebbete çevrildi. Geri kalan dokuz kişi, ama zaten bu davanın bir kısmı hiç THKO ile ilgisi olmayan insanlardı da. Örneğin bir THKP-C’li vardı aramızda, bir Kürt devrimcisi vardı ama hiç alakaları yoktu bizle. Sonra dokuza indirildiğinde, mahkemeye tekrar geldi, işte mahkeme dokuzunu, mahkemede ne olduğunu tam hatırlamıyorum ama en son onaylanmak için Yargıtay’ın Daireler Genel Kurulu’na gitti. Orada üçe indirildi idamlar ve dokuzunun altısı da müebbete çevrildi. Bu kez o, bir kısmı müebbete çevrilirken bazıları hapis cezasına çevrildi o önceden de idam cezası verilenler. Yargılananlar da bu değil hatta yani Halit Ağabey ve Niyazi Ağabey başta olmak üzere avukatlarımız çok savundular ama yani herhangi bir savunma şimdi nasıl çalışıyorsa o zaman da o kadar işe yarıyordu ve çalışıyordu. Dinlemediler tabii ve Deniz örneğin ya da Hüseyin birisini öldürmemiş, bilmem işte birisinin malına şöyle zarar vermemiş yani Türkiye Ceza Yasası’nın normal maddelerine göre idam edilmeleri normal olmayan bir durum ama üçü idam edildiler. Seçilmişlerdi. Burada bir, Şekibe Abla söylemişti bunu üçe üç yapacak bunlar diye bir görüşmede. Üçe üç dediği işte Menderesler, Fatin Rüşdüler, Hasan Polatkanlar. O üç kişi idam edilince hıncını bizden çıkaracaklarını düşünüyorlardı ve meclisteki oylamada gerçekten böyle sahneler de olmadı değil. ‘Üçe üç, üçe üç’ diye tezahürat yaparak bizim idamları onayladılar. Yani o işte sonra demokrasi şampiyonluğu görüntüsü veren Demirel örneğin, cumhurbaşkanı da oldu, o böyle tezahürat yapıyordu, yerinde zıplayarak onaylıyordu. E doğrusu CHP’den de onaylayanlar vardı ama burada bir kadirşinaslık da değil yani hakkını vermek gerekir, İsmet Paşa şey yaptı, idamların bozulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve ilk başvurusu olumlu sonuçlandı. Ama derhal, hemen ikinci bir kez daha meclis kararını yeniledi ve ikinci defa o da başvurmadı. Şunu biliyordu ama yani bizi ya bunları da asmasınlar filan diye sevdiğinden değil araya kan girmesinin iyi ve hayırlı sonuçlar vermeyeceğinin farkındaydı. Çok deneyimli bir siyasetçiydi, epey görmüş geçirmiş. Çok Demirel ve diğer askeri zevat, çok yıldızlı generaller gibi değildi o. Üstüne düşeni yaptığını düşündü. Yani bence doğru düşünmüştü. Şimdi araya kan soktular ve o yara kapanmaz daha bundan sonra. Sadece bu nedenle değil ama yani devrim başka türlü gelişmiyor zaten, dayanakları kanda değildir tabii o üç arkadaşımızın kanını dökmelerinde değildir ama bu da pekiştirici bir şeydir. Yani şimdi hele onun yanından gelenleri öldür Allah başa bir şeye ikna edemezsiniz. Yani bunları söyleyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment4725
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Götürüldükleri akşamı, sabahı hatırlıyor musunuz?
MUSTAFA YALÇINER: Onu ben birkaç yerde anlattım. Artık mecliste ikinci defa onaylandıktan sonra, şeye kalıyordu, Cevdet Sunay’ın onayına kalıyordu ve o onay da verildiği için biz sabah bekliyorduk zaten idam olacağını. Ama beklediğimizden daha erken bir saatte biz, o dediğim ön hücrelerde kalıyoruz demiştim. Onun arkası yine bir hücrelerdi. Onlara da arka hücreler denirdi. Böyle birbirine bakan ikiz evler gibidir. İkisinin de havalandırmaları var, önünde bahçeleri var yani küçük. Üçünün idam cezası onaylandıktan kısa bir süre sonra üçünü, Deniz’i, Yusuf’u ve Hüseyin’i bizim bulunduğumuz yerden alıp o arka tarafa götürdüler. Sırt sırta olan, duvarları sırt sırta olan hücrelere. Biz önceleri hemen delikler deldik bir şeyi sürdürdük ama duvarlarda, sonra onların arkasını boş bırakarak bizi yerleştirdiler ve o imkân kalmadı. Neyse, son gece saat 12 gibi biz olağan olmayan, o saatte olağan olmayan zincir şakırtılarını duyduk. Mamak’ta kapılarda hep zincirler vardır, asma kilitli. Sürgüler vardır ayrıca, bunlar hep aşina olduğumuz sesler, biliriz, bilirdik. Hala daha da bilirim. O kapıları açtılar, kapattılar, zincirler, şakırtılar falan. En son bir anlamadığımız zincir şakırtıları da duyduk, meğer onda da ayaklarına pranga bağlıyorlarmış. Yürürken onları sürükleyerek yürüdükleri için öyle ses yapıyordu onlar. Ve anladık tabii. En son giderken Deniz bir “hadi eyvallah” diye bizim kapının önünden geçerken, öbür kapı üç dört metre mesafede onların çıkış kapısı, en son o sesi duyduk ama tabii yani şimdi eyvallah diyemedik. Yani biliyoruz ölüme gittiklerini. Doğrusunu istersen ses çıkmadı bizden. Söyleyecek laf yok çünkü. Sonra sabaha kadar uyumadık. Saat 6’ydı galiba ilk haber, koridorlara hoparlör koymuşlardı ve TRT’yi veriyorlardı hep. Yani o sadece o sabaha özgü değil. Önceki sabahlarda da veriyorlardı. Böyle erken haberlerle uyanıyorduk. O sabah herhalde 6 haberlerinde, belki daha önce de olabilir, şimdi net hatırlamıyorum. İdamların gerçekleştiğini oradan duyduk. Sonra işte sabah oldu, havalandırmaya yine geldiler, hücre kapılarını açtılar çıktık havalandırmaya. Bu idarenin pencereleri bakıyordu, cezaevi idaresinin. Yani onu gördük normalde orada kimse olmaz ama ne varsa oraya birikmiş böyle bir sürü şey, bizi izlemeye gelmişler. Yani, biz de gittik. Voleybol oynardık, ağ vardı o havalandırmada. Topu aldık voleybol oynadık. Tabii içimiz kan ağlıyor ama. Yani küfür etmiş olduk o zevata, askeri zevata. Onlar bizim nasıl ağlayacağımızı, öleceğimizi, biteceğimizi, yıkılacağımızı herhalde izlemeye gelmişlerdi. Öyle de bir anı anlatmış olayım. Böyle geçti.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment4946
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Niğde’ye götürüldüm dediniz sonrasında. Niğde Cezaevi süreci ne kadar sürdü? Nasıl bir yerdi Niğde?
MUSTAFA YALÇINER: 72 Kasım’ıydı herhalde. Sonra 79’da çıktık, 72-79. Yedi sene yapıyor. Evet.
EYLEM DELİKANLI: Bu yedi sene de ama Türkiye’nin toplumsal hareketlerin ivme kazandığı, yani 71 Askeri Muhtırası’yla bastıramadıkları muhalefetin daha da yükseldiği bir süreç.
MUSTAFA YALÇINER: Evet, yani ne yazık ki biz o süreci içerde geçirdik.
EYLEM DELİKANLI: Nasıl geçirdiniz?
MUSTAFA YALÇINER: Bir miktar arkadaşımız o önce müebbet ceza almayanları 74’te çıkan bir afla bıraktılar. Onlar çıktı. Sonra biz işte hep çıkma hayaliyle biraz daha katlandık cezaevinde kalmaya. Çıkan o af yasasına göre bizlerin de çıkması an meselesi gibi görülüyordu yani bir, işte bizim affedilemeyeceğimiz gibi bir madde vardı şeyde ama Anayasa Mahkemesi bunları hep bozuyordu, işte bu eşitlik yok burada, böyle olmaz falan diye. Bize sıranın gelmesi ta 79’u buldu ama. Beş sene oldu orda. O arada da biz, yani istediğimiz an cezaevinden çıkacak duruma getirmiştik cezaevini. Bayağı bir, epey bir iyileştirmiştik yani. Ama bunu bekledik, beklemesi biraz uzun sürdü. Çünkü cezaevinden çıkmayı hemen öyle kaçak olarak yaşamak gibi düşünmüyorduk yani çıkınca biraz görelim, tanıyalım ortalığı işte görebilelim, anlayabilelim diye düşünüyorduk. Ama çok sürdü. Sonuçta çıktık. O epey rahat bir cezaeviydi. Örneğin sola, ben kendi adıma hiç o kadar girmiş bir kütüphaneye sahip olmadım. Yani herhalde üç, dört bin kitaplık bir kütüphanemiz vardı ve neyi ararsak ulaşabiliyorduk. Dışarıdaki hareketin büyümesine, gelişmesine, kitleselleşmesine bağlı olarak hem içerideki koşullarımız iyileşmişti, bunda bizim de payımız vardı, bizim tutumlarımızın hem de yani başlangıçtaki böyle fakruzarurette olduğumuz birkaç yıl dışında baya rahat bir cezaevi geçirdik. Okuyup yazdık tartıştık, yani o Mamak’ta yapamadığımız tartışmaları orada yaptık. İyi oldu o cezaevi dönemi. İşte yazdık, çizdik, okuduk, orasını iyi değerlendirdiğimizi söyleyebilirim.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment5138
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Tabii sizin içinde bulunduğunuz siyasi kanadın da büyük bir hareketlenmesi ve örgütlenmesi var bu süreç içerisinde. Sizinle iletişim kurduklarını tahmin ediyorum. Bu iletişimler nasıl devam ediyordu?
MUSTAFA YALÇINER: Görüşe geliyorlardı, görüşebiliyorduk. Zaten örgüt üyesiyiz yani ona göre, yani dışarıda da örgüt üyeleri var içeride de var, bunların iletişimi normal oluyordu. Ama yani dedim ya bir dışardaki etkinin artışına bağlı olarak cezaevlerinde de az çok rahat bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Örneğin açık görüşler yapıyorduk. Yani arkadaşlarımız geliyorlardı. Bir konferans salonu, sinema salonu gibi bir yer vardı ve burada açık görüşler yapıyorduk. Hatta bir gece kalıyorlardı, işte cumartesi pazar görüş oluyordu. Beraber kalıyorduk, sonra ertesi gün
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=Mustafa+Yal%C3%A7%C4%B1ner+-+1.xml#segment5196
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Ne zaman çıktınız içeriden?
MUSTAFA YALÇINER: 1979’un ilkbaharıydı herhalde. Şimdi tam yanlış söylemeyim de herhalde ilkbaharıydı.
EYLEM DELİKANLI: Sonra ne yaptınız?
MUSTAFA YALÇINER: İlla devrimciyiz yine, üstelik bir örgüt üyesiyiz, devam ettim.
EYLEM DELİKANLI: Çıktığınızda nereye gittiniz? Hangi ildeydiniz?
MUSTAFA YALÇINER: İlk Ankara’ya gittik, sonra oradan İstanbul’a geldik. İstanbul’daydım yani.