https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment16
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bugün 19 Ekim 2023, Köln’deyiz. Atilla Keskin’le konuşacağız. Teşekkür ederiz öncelikle kaydı yapmayı kabul ettiğiniz için. Uzunca bir dönemi konuşacağız, kompakt bir şekilde anlatmaya çalışacağız. Ama önce çocukluğunuzdan başlayalım. Nerede ne zaman doğdunuz? Nasıl bir ailede büyüdünüz? Eğitim nasıl devam etti? Onları anlatır mısınız bize?
ATİLLA KESKİN: Ben 1945’te Afyonkarahisar’da doğdum. Yani İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıllarda. İlkokulu Afyon’da okudum ve tabii ki biraz savaş sonrası her şeyin çok kıt olduğu bir dönemdi ama buna rağmen güzel bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim. Şunun için güzeldi çünkü benim ilkokul öğretmenim çok güzel bir insandı, bir kadındı ve ondan çok şey öğrendiğime inanıyorum. Yani okumaya, okuma sevgisine ilkokulda kazandım. Daha sonra liseyi Afyon’da okudum. Afyonkarahisar’daki lise Türkiye’nin o zamanlar en iyi liselerinden birisiydi. Mesela Demirel’in falan da daha sonraki cumhurbaşkanının da okuduğu bir liseydi ve orada da öğretmenlerimiz çok iyiydi. Ben de açıkçası biraz inek bir öğrenciydim ve hiç ikmale kalmadan Afyon Lisesi’nde okudum. Babam şekerciydi, esnaftı ama açık düşünceli bir insandı. Yani namazını da kılardı ama öyle beş vakit olmasa da kılardı ama aynı zamanda içkisini de içerdi. Zaten öyle bir dönemdi Afyon’un 1950’lerdeki Afyonkarahisar. Kimse kimsenin ne yaptığına fazla karışmazdı. Zaten küçük bir şehirdi. O zamanlar 35 bin falan nüfusu vardı. Dediğim gibi gençliğim de güzel geçti. Güzel bir arkadaş çevrem vardı. Arkadaş çevremizle öyle mesela sinemaya gideceksek hepimizin parası varsa giderdik sinemaya. Yoksa ben gidiyorum eyvallah demezdi kimse. Veya bir çorba içmeye gideceksek. Yani öyle paylaşmacı bir duygu vardı aramızda beş altı arkadaştık, yani samimi arkadaş lisede. Ve liseyi iyi notlarla bitirdim ama aynı zamanda da dindar bir insandım. Yani şeydeyken, özellikle lise ikideyken falan bu biraz daha fazlalaştı. Hatta sevap olsun diye farklı camilerde namazımı kılardım. Daha sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazandım. Tabii Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni kazandım, o zaman ağabeyim doktordu ve İstanbul’da, pardon Ankara’da kalıyordu. İki çocuğu vardı. Evliydi. Ve ağabeyimin yanında kaldım ilk sömestrde, hazırlık okuluna başladığımda. Ama dedim ya iyi bir öğrenciydim, Kennedy bursunu kazandım. Ve Kennedy bursu işte o zaman 50 kişiye falan veriliyordu yani notlarım iyiydi. Tam inek bir öğrenci olduğum için Kennedy bursunu kazandım. Ve amacım da işte atom mühendisi olmak. Birtakım böyle insanların o zaman hayalleri oluyor. İşte dünyanın gelişimine katkıda bulunmak falan gibi hayallerim vardı. Ama okula başladıktan sonra şunu gördüm benden çok daha zeki arkadaşlar vardı. Önce fiziki ilimlerde okudum. Onların not ortalaması daha iyiydi. Ayrıca çok iyi arkadaş çevresi edindim hazırlıkta okurken. Bunların içinde bugün profesörler var. Bugün Türkiye’nin tanınmış designer’ları var. Yazarları var. Ve bu arkadaşların vasıtasıyla daha çok okuyarak demeyim ama sosyalizme yakınlık duymaya başladım ve tabii ki dinden imandan da büyük ölçüde çıktım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment266
Segment Synopsis: Türkiye İşçi Partisi’ne üyeydi arkadaşlarım. Beni de üye ettiler ve 1964’te Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldum. O zaman Türkiye İşçi Partisi’nin Çankaya’da bir bürosu vardı ve orada gerçekten çok sosyalizme ilişkin çok şey öğrendik. Orada profesörler ders veriyordu. Akademisyenler ders veriyordu. Hatta bize bile görev verirlerdi. Biz bile seminer verirdik. Yani böylesine canlı bir ortamdı ve 1965’te bilindiği gibi 15 milletvekiliyle parlamentoya girdi. Kendisine sosyalistim diyen, kendisine işte ilk defa Türkiye’de işçilerin, emekçilerin haklarını savunan milletvekilleriydi bunlar ve çok canlı bir Türkiye’de ortam vardı. Şimdi bu canlı ortamın bir kat üstü hatta diyebilirim Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde vardı çünkü Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde-- a bu arada şunu söyleyeyim ben fizik ilimleri Kennedy bursu almama rağmen bıraktım. İşte yavaş yavaş anti Amerikan duygular gelişmeye başlamıştı. İdari ilimlere geçtim ve idari ilimlerde de iyi bir öğrenciydim. Aynı zamanda da çok zengin bir kültürel canlılık vardı Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde. Folklor kulübü, tiyatro kulübü, sinema kulübü ve bunun gibi birçok dernek vardı ve ben bunların içinde de çok aktif olarak özellikle tiyatro kulübünde çalıştım. Birçok tiyatroda rol aldım. Çok sevdiğim bir şeydi çünkü. Ve bunun yanı sıra derslerim de iyiydi ama Türkiye çok hızlı bir şekilde bir değişim içindeydi. Gösteriler, yürüyüşler henüz böyle sıcak çatışmalar başlamamıştı. Ama çok, yani o zamanın tabii ki nüfusuna karşılaştırıldığında haksızlıklara karşı büyük mitingler oluyordu. Tabii ki bu mitinglere de katılıyordum. Daha sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bir Sosyalist Fikir Kulübü vardı ve sanırım 1965’lerde falan kurulmuştu. Ben de yanlış hatırlamıyorsam 1968 veya 69’da Sosyalist Fikir Kulübü’ne üye oldum ve üye olduktan bir müddet sonra da başkanı seçildim. Ve bu arada son sınıftaydım. Ama arkadaşlarımla sürekli tartışıyorduk. Yani arkadaşlarım dediğim işte daha sonra idam edilen Hüseyin İnan, daha sonra dağda öldürülen Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Alpaslan [ÖZDOĞAN] yani bunlar çok samimi bir arkadaş çevresiydik biz. Sürekli tartışıyorduk ne yapabiliriz ne edebiliriz diye düşünüyorduk.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment434
Segment Synopsis: Sonra Türkiye İşçi Partisi’nin artık bu parlamenter yolla büyük bir değişiklik yapamayacağını düşünmeye başladık ve o zaman bizi etkileyen dünyada ve Türkiye’de farklı şeyler vardı. Onlardan da tabii ki yani kendi kişisel oluşumumu anlatabilmek için muhakkak bahsetmek zorundayım. Mesela bizi dünyada etkileyen en çok şeylerden bir tanesi Küba devrimiydi, Che Guevara’ydı. Bir başka bizi etkileyen şey, Vietnam’da gerillaların, koskoca Amerikan ordusunu yenmesi ve ülkelerini bağımsızlığa kavuşturmasıydı ve dünyanın her tarafı kaynıyordu o dönemde. Latin Amerika’da gerilla mücadeleleri vardı, Afrika’da ulusal kurtuluş hareketleri vardı, Çin’de devrim olmuştu, Rusya henüz prestijini kaybetmemişti hala sosyalist bir ülkeydi, işte Çekoslovakya’dan Bulgaristan’a, Arnavutluk’a kadar her tarafta sosyalist ülkeler vardı. Ve biz tabii genç insanlardık yani 20-21 yaşımızda insanlardık. Yani ülkemizde de hızlı bir değişim niye olmasın diye düşünmeye başladık. Türkiye’de de çok ciddi değişimler oluyordu. Mesela bunlardan en önemlisi 15-16 Haziran’da işçiler neredeyse İstanbul’u isyan etti. Tüm bunların içine katılıyorduk tabii ki devrimciler olarak. Bir başka örnek köylüler de toprak ağalarının topraklarını işgal etmeye başlamıştı. Ege’de Elmalı’da hiç unutmam otobüslerle gittik köylülere destek olmak için. Toprak işgali vardı, tütün mitingleri vardı. Amerikan 6. Filosu geldiğinde Amerikan 6.Filosu’nun askerlerini işte sokmamak için, ülkeye, ciddi bir mücadele sürdürülüyordu. Ben de bu mücadelelerin içinde sürekli yer alan bir devrimciydim.
Ama dediğim gibi daha sonra çok tartışmaya başladık ne yapabiliriz ne edebiliriz diye. Artık bizim heyecanımıza yetmiyordu Türkiye’deki o gösteriler, mitingler, toplantılar, paneller vesaire. Ve biz de Türkiye’de niye bir gerilla mücadelesi başlatılmasın, niye işte Latin Amerika’da olduğu gibi, Küba’da olduğu gibi başlayan bir gerilla mücadelesiyle adım adım gelişerek Türkiye’de bir devrim de gerçekleşebilir. İşte ezilenlerin, köylülerin, işçilerin hakları daha iyi savunulabilir, daha iyi bir demokrasi gerçekleşebilir diye düşünmeye başladık. Ve ne yapılır bu durumda diye düşündük. Ve dedik e o zamanlar El Fetih bütün dünyadaki devrimcilerin gittikleri, belli bir eğitim gördükleri bir yerdi. Ve o zaman El Fetih’e gidelim, belli bir silahlı hiç olmazsa eğitim görelim madem ki gerilla mücadelesi vereceğiz. El Fetih’e gitmeye karar verdik. Önce bir grup arkadaş gitti. Ben o zaman Fikir Kulübü’nün başkanıydım. Ben bir ekip daha oluşturdum ondan sonra ikinci ekiple de ben de gittim. Ve bir müddet El Fetih’te eğitim gördük ama bu çok ciddi bir eğitim değildi. Yani bir iki ay işte hem spor hem silah eğitimi gördük ve artık tamam yeter dedik yani artık Türkiye’ye dönüp kendi işimizi kendimiz yapmaya çalışalım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment638
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Oraya gelmeden önce, daha detayıyla konuşmadan önce şunu sormak istiyorum, tabii Mülkiye de önemli bir merkez öğrenci hem öğrenci hareketi açısından hem Türkiye devrimci hareketlerinin oluşumu açısından. Nasıl bir süreç işliyor? Bir taraftan hem TİP’in içerisinden çıkan, sıyrılan bir gençlik hareketinin diğer toplumsal muhalefetle buluşması, kampüslerin dışına çıkması meselesi var hem de kendi içindeki fikri ayrılıkların da başladığı bir süreç, nasıl bir süreçti o?
Yani tabii iyi ki sordunuz. Bizim için şu çok önemliydi, Çekoslovakya olayları oldu ve Çekoslovakya olaylarında Mehmet Ali Aybar barışçıl bir sosyalizm, güler yüzlü bir sosyalizm olması gerektiğini, Rusya’nın Çekoslovakya üzerindeki işgalinin yanlış olduğunu açık açık söyledi. Ama ben şimdi ne yazık ki diyorum tırnak içinde, o zaman Aybar’ı anlayamamıştık biz doğru dürüst ve çok heyecanlıydık. Nasıl olur böyle bir şey, sosyalizmin kurulması için gerekirse işgal bile olabilir diye düşünüyorduk. Ama tezata bakın, tersliğe bakın ki biz ülkemizde esas mücadeleyi Amerika’ya karşı, yani Amerika’nın işgaline karşı veriyorduk ama Çekoslovakya’nın işgalini de sosyalizm adına savunuyorduk. Yani bugünkü düşünceme göre bu tabii ki çok ters bir şeydi ve esas ayrılığın temelini bizde o oluşturdu. Çekoslovakya olayları oluşturdu ve Türkiye İşçi Partisi’nden artık kopmak gerektiğini legalist bir yöntemle, parlamenter bir yolla Türkiye’nin işte, önce demokratik devrim diyorduk tabii sonra sosyalizme doğru gidebileceğini düşünmemeye başladık ve o nedenle gerilla mücadelesine karar verdik. Bilmiyorum sizin sorunuzun cevabı oldu mu?
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment755
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Evet. Bu esnada Mahirler de aynı süreci başka şekilde değerlendirip yollarına devam etme kararı aldılar değil mi? Aynı dönemlerden bahsediyoruz. Peki, sizin şeye gidişiniz nasıl oldu, Filistin’e?
Şimdi aslında önce şunu belirteyim daha sonraki süreçte de işte Kızıldere’yi vesaireyi anlatırken bahsedeceğim, yani devrimciler arasında çok daha sonra ortaya çıkmış keskin ayrılıklar yoktu. Bir DEV-GENÇ vardı, DEV-YOL, Devrimci Yol hareketi vardı ve DEV-GENÇ’in içinde hepimiz birlikteydik. Yani işte Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ediyoruz onlar da biz de hatta belli şartlar olsaydı belki Mahirlerle bizim hareketimiz yani Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu diye sonra nitelendirilen hareketimiz belki birlikte de olabilirdi. Ama olmadı bu, yani belli tartışmalar oldu biliyorum ben katılmadım ama Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş’le belli tartışmaların yapıldığını, Mahir’le iyi biliyorum. Ben o zaman işte eşyaları dağa götürmekle falan görevliydim ama bir birliktelik oluşmadı. Ama kökte bir ayrılık da yoktu aslında. Yani onlar önce şehir gerillası daha sonra yavaş yavaş kırlara doğru gelişilir diye düşünüyordu, biz ise kırlardan başlayarak şehirlere doğru bir gerilla mücadelesi verilmesi gerektiğini teorik olarak düşünüyorduk.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment847
Segment Synopsis: Ve El Fetih’e gittik. El Fetih’te belli bir eğitim gördük yani hep şöyle denilir işte Deniz Gezmiş’le beraber gittik. Hayır, Deniz önceden gitmiş çünkü onlar İstanbul’dalar. Yani Deniz’in DÖB hareketi diye Devrimci Öğrenci Birliği diye İstanbul’da başka kuruluşu vardı bunlar çok radikal, en radikal gruptu diyebilirim. Deniz o zaman birkaç arkadaşıyla birlikte El Fetih’e gitmiş orada belli bir eğitim görmüş sonra dönmüş Türkiye’ye. Yani biz gittiğimizde Deniz El Fetih’te değildi. Daha sonra biz döndük. Ama çok acemiydik tabii ki yani gidişimiz de acemiydi, dönüşümüz de acemiydi ve Diyarbakır’da yakalandık uzatmayacağım. Diyarbakır’da üstelik silahlarla falan yakalandık işte yani o silahları koyacak bavul bile yoktu yani --- sarmıştık öyle.
EYLEM DELİKANLI: Neyle dönüyordunuz geriye?
Şöyle, şimdi giderken, o zaman tren vardı. Tren sınırdan geçerdi. Atladık trenden ve Suriye’ye gittik, geçtik. Suriye’de zaten işte Trak fedai deyince, Türkiyeli fedaileriz biz deyince zaten Suriyeli subaylar size yardımcı oluyorlardı ve direkt El Fetih bürosuna gittik bir gece kaldıktan sonra. Yani gidiş çok kolay oldu zaten daha önce giden arkadaşların elinde kimlikleri de vardı yani El Fetih kimlikleri de. Gidişimiz bu nedenle kolay oldu. Hemen ondan sonra da cepheye gittik, cephede eğitim gördük. Dönüşte ise orada El Fetih’le ilişkisi olan, daha çok Kürt örgütleri yoktu ama Kürtler vardı. Kaçakçı Kürtler var işte değişik Kürtlerle ilişkileri var. Onların birisiyle ciple döndük biz, geçtik. Sınırda zaten o zaman sınır çok gevşekti yani askerlere para falan veriliyordu tam hatırlamıyorum, rüşvet veriliyordu yani. Zaten orada bir asker bekliyor. O da mayınlara bastırmamak için, hatta önce kendisi önden gidiyor sen arkasından gidiyorsun. Öyle döndük ama daha sonra Diyarbakır’da buluşup Ankara’ya döneceğiz Ortadoğu’da buluşacağız ve harekete başlayacağız. Kararımız öyle. Fakat çok sonra öğrendik bizi oraya geçiren ciple getiren şoför ihbar etmiş bizi. Yani bizim de zaten kılığımız kıyafetimiz benzemiyor, ayağımızda böyle garip ayakkabılar, garip elbiseler hatta içimizde gerilla elbiselerini bile çıkarmamıştık üstüne bir şeyler giymiştik. Yani Hüseyin İnan, sevgili yoldaşım çok şeydi, ben titiz birisiydim, ya dedim hiç olmazda elbise isteyelim, dede dede der Hüseyin İnan, ya dedi adamları çok yorduk boşver istemeyelim ve öylece garip elbiselerle geldik ve Diyarbakır’da, bir kısmımız Diyarbakır’da bir kısmımız ben ve üç arkadaşım Malatya’da yakalandık ve Diyarbakır’da toplandık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment1029
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Kim kim gitmiştiniz? Kim kim döndünüz?
ATİLLA KESKİN: Kim kim döndük? Şimdi Alpaslan vardı. Alp vardı pardon, Alpaslan da vardı, Alp diye bir arkadaşımız vardı. Tuncer Sümer vardı. Bahtiyar diye İstanbul’dan bir işçi arkadaş vardı. Sonra Ercan Erinç vardı. İranlı bir devrimci arkadaşımız vardı ama o ODTÜ’de öğrenciydi. Hatta kan davasından oraya gelmiş bir akrabasının vasıtasıyla çok genç Ali Tek diye 17 yaşında 16 yaşında bir genç daha vardı. Müfit Özdeş vardı. Yani hepimiz orada 18 kişiydik herhalde, Diyarbakır’da yakalandık ve Diyarbakır’da
EYLEM DELİKANLI: Hüseyin İnan?
ATİLLA KESKİN: Tabii Hüseyin İnan da. Hüseyin İnan zaten bunların hepsini organize eden arkadaşımızdı. Yani bizi ikna eden, yani kitabımda da karıştırdıysanız görmüşsünüzdür beni, son sınıftayım yani önüm açık ama beni ikna etti bir konuşmasıyla bir gün akşama kadar konuştuk. Hüseyin İnan’dı yani örgütte yani tek tek arkadaşlarla konuşan. Hepimizden gençti onu da söyleyeyim ama onun okulla bir ilişkisi kalmamıştı yani Ortadoğu öğrencisiydi ama sürekli kitap okuyordu artık son bir sene Türkiye İşçi Partisi’ne birlikte gidip geliyorduk falan. Oradan tabii çok samimiydim.
Tabii Diyarbakır Cezaevi’nde kalırken şöyle, benim yaşantımda Diyarbakır Cezaevi’nin çok önemli bir yanı var, o da şu, yani evet Türkiye’de Kürtler var biliyoruz, adı konulmasa da onların alışkanlıkları başka, başka bir halk vesaire falan ama Diyarbakır Cezaevi’nde gördük ki gerçekten çok farklı bir kültür, çok farklı bir dil, çok farklı bir insan tipi ve Kürtler var. Yani hepsi Kürt’tü hemen hemen yani cezaevinde kalanların. Ve öte yandan şöyle bir şey oldu, işte karakolda, cezaevine gelmeden önce işkence falan olmuş. Biz son tutuklandığımız için ben işkence de görmedim onu söyleyeyim öyle çok millet anlatır şu kadar işkence gördüm falan diye ama çok işkence görmüştü arkadaşlar diğerleri, Diyarbakır’da yakalananlar. Biz Malatya’da yakalandık getirildik üç arkadaş. Ve Kürtler bize sahip çıktı Diyarbakır’da. Hem de o zaman siyasi hiçbir şey yoktu. Yani sıradan, işte değişik suçlardan gelmiş olan Kürtlerdi bunlar ama bizim hükümete karşı olduğumuzu, talebeler derlerdi bize zaten, birincisi bir kere cezaevi içerisindeki Kürtler bizi korudular, ikincisi de Diyarbakır’ın içinde işte doktoru, avukatı, mesela Mehdi Zana belediye başkanıydı vesaire yani sosyalistler vardı Diyarbakır’da, Kürt arkadaşlar vardı. Onlar da sürekli geldiler bizi ziyaret ettiler ve onlar da bizi ezdirmediler Diyarbakır Cezaevi’nde. Ve tabii ki Diyarbakır Cezaevi’nde benim yaşantımdaki önemli noktalardan bir tanesi de Kürt olayının ne olduğuydu çünkü somuttu, orada görüyorduk. Yani o kadar farklıydı ki bir taraftan ellerini bağlıyorlardı mahkemeye götürürken zaten eski Diyarbakır Cezaevi’dir bu şimdi müze yaptılar. Ellerini bağlıyorlar, ayaklarını zincirlerle bağlıyorlar, o köle ticaretindeki örneklerini gördüğümüz gibi mahkemeye gidiyorlardı. Devletin resmi dilinde Kürtçe diye bir şey yoktu ama mahkemelerde insanlar Türkçe bilmediği için tercüman tutuyorlardı, tercümana para veriyorlardı, tercüman Kürtçeden Türkçeye tercüme ediyordu. Devletin Kürtçe yoktur demesine rağmen. Yani bizi Diyarbakır Cezaevi’nde dediğim gibi ezdirmediler. Daha sonra bize [NİYAZİ] Ağırnaslı avukatımızdı ve kendisi senatördü. Çok güzel bir insandı. Bazı isimleri tutamıyorum ne yazık ki ben de yaşlandım. Daha sonra öldü. Yani onlar Ankara’dan gelip bizim avukatlığımızı üstlendiler. Ayrıca Ekinciler güçlü bir aileydi Diyarbakır’da. Onların avukatları da vardı, doktorları da vardı. Hatta birisi de sağlık bakanıydı bir ara Ekinciler’den, onlar da sahip çıktılar bize. Ve ellerimizde silahlarla falan yakalanmış olmamıza rağmen bizi tahliye ettiler. Yani cezamız bitmedi ama dışardan görülmek üzere tahliye ettiler ve çıktık biz cezaevinden.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment1329
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Ne kadar kalmış oldunuz toplam?
ATİLLA KESKİN: Tam 8 ay kaldık. Aşağı yukarı 8 ay kaldık. Yani Diyarbakır’dan çıktıktan sonra, ha şöyle bir şey oldu tabii Diyarbakır’da, önemli bir olay daha oldu. Deniz de o sırada İstanbul’daydı ve öğrenci hareketinin en önde gelen, en tanınmış devrimci kardeşimizdi. Bir Bursa Cezaevi’nde yatıyor bir çıkartıyorlar bir tekrar başka yerde yatıyor. Yani sürekli girip çıkıyordu cezaevine bizim dışımızda o zaman kendisi ve bize bir haber gönderdi veya mektup onu tam hatırlamıyorum ama ‘ben de sizin gibi dağları seviyorum’ falan diye. Bize dağcılar derlerdi zaten, biz de dağcı olduğumuzu reddetmezdik yani bizim grubun adı dağcılardı. Daha sonra size verdim hatta Can Dündar da Dağcılar diye röportaj dizisi yaptı. Deniz’den bir haber geldi ben de sizinle birlikte olmak istiyorum diye anlamına gelen şeyler yazmıştı ve biz çıktıktan sonra şeyde buluştuk, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde buluştuk. İşte daha sonra epey popüler olan 201-202 numaralı odalar vardı. Yurt odalarıydı orada, orası. Orada konuşuyor, orada tartışıyorduk ve hemen görev dağılımı yapmaya başladık işte. Nereden başlayabiliriz devrimci mücadeleye? Silahı nereden temin edebiliriz? Parayı nasıl temin edebiliriz? Ve doğal bir görev dağılımı oldu yani başlangıçta sonra da hatta mahkemelerde bile Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun dediğimiz örgütümüzün bir merkezi yapısı yoktu. Yani üst ve altlar yoktu yani daha çok güvenilen arkadaşlar vardı. Kendi aramızda bir arkadaşlık dokusu çok kuvvetliydi ve yani dediğim gibi emir kumanda zinciri de yoktu yani görev dağılımı yapıp o görevleri yerine getiriyorduk. İşte şuna karar verdik işte nereden başlayabiliriz gidip araştırdık vesaire, bir grup arkadaş ve Malatya’dan başlamaya karar verdik çünkü Malatya’da Teslim Töre’yle ilişkimiz vardı. Teslim Töre bir köylü devrimcisiydi ama Türkiye İşçi Partisi içinde de çalışmıştı. O da bizim gibi düşünüyordu ve işte Malatya’nın dağlarını da o biliyordu, mağaraları falan. O bize öncülük edebileceği bir yapıdaydı ve bu nedenle Malatya’da yapmaya karar verdik. İşte yaptığımız görev dağılımında ben hani kelime yerindeyse lojistik görevlisiydim. Yani eşyaların taşınması işte Ankara’dan veya İstanbul’dan gelecek arkadaşların dağa götürülmesi vesaire gibi konularda görevliydim. Birkaç arkadaş da Ankara’da kaldılar. Onlar ise şehir gerillası falan diye bir şey yapmak bizim düşüncemizde yoktu ama dağda tabii ki paraya ihtiyacımız olacaktı hem silah almak için hem yiyecek giyecek almak için falan. O nedenle bazı banka eylemleri oldu. Bu banka eylemlerinde Deniz, Hüseyin’in adı çıkmadı ama Deniz zaten sima olarak da çok tanınmış birisi olduğu için, işte Deniz aranmaya başladı. Sinan aranmaya başladı bu eylemlere katılan arkadaşlardan bazıları aranmaya başladı ve onlar da dağa geleceklerdi aslında. Yani Sinan geldi mesela başarabildik Sinan’ı getirebilmeyi. Alpaslan şehir eylemlerine katılmış bir arkadaşımızdı o gelebildi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment1549
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Yani enteresandır o zaman o kadar değişik bir ortam vardı ki Türkiye’de mesela benim ağabeyim doktordu, başhekimdi üstelik. Altında koskoca bir Chevrolet arabalar vardı o zaman Türkiye’de Amerikan arabaları vardı, arabası vardı. Ne isterseniz veririm canım kardeşim ister arabayı alın kullanın ister başka bir şey istiyorsanız yardım ederim diyordu. Mesela banka eylemlerinde alınmış bir parayı ağabeyime verdim, ağabeyim Adana’ya getirdi ben de Adana’dan alıp dağa götürdüm. Yani hayatını sıfırlayabilirdi yakalansa ağabeyim. Arabasıyla mesela Alpaslan’ı getirdim ben. Yani öylesine bir yardımlaşma da vardı. Yani böyle keskin ayrılıkları vesaire yoktu ve henüz o herhalde yani ağabeyim gibi olan bazı onlar da devrimciyim diyorlardı kendilerine ama onlar herhalde ordunun da devrimci olduğunu, ordunun da darbe yaparak sosyalizm yolunda ilan edebileceğini falan düşünüyorlardı bizden farklı olarak zannediyorum yani. Daha sonraki konuşmalarımızda da öyle olduğu ortaya çıktı zaten.
Neyse, biz dağda toplandık bir grup arkadaş. O sırada da Denizler işte birtakım banka eylemleri bittikten sonra dağa gelmek üzere yola çıktılar. İşte meşhur Şarkışla’da çevirdiler Denizleri. Deniz son kurşununa kadar mücadele etti. Yusuf çok ağır yaralandı. Bırakmışlar karların üzerinde bir hemşire kadın, daha sonra onunla da çok röportajlar yapıldı, o olmasa ölecekti kesinlikle yani. Ama o hemşire kadının yardımı sayesinde hastanede kalarak kurtuldu ve cezaevine koydular tabii. Hüseyin İnan da dağa gelirken başka bir arkadaşla beraber, [MEHMET] Nakipoğlu diye bir arkadaşla beraber bir akrabasının evinde kalıyor. Akrabası ama evde gidip ihbar ediyor ama ihbar etmesi yani yakalanırsa öldürülür diye, kötü niyetle ihbar etmiyor ve evde çocuklar varmış, çok küçük çocuklar varmış ve ev sarıldığında Hüseyin silahları olmasına rağmen çatışmadan teslim olmayı tercih ediyor çocukların başına bir şey gelir diye. Ve Hüseyin de cezaevine giriyor.
Yani bizim ileri diyebileceğimiz, bizim için daha çok önde gelen arkadaşlarımızdan bir tek Sinan Cemgil dağa gelmeyi başardı. Diğer bütün arkadaşlar tutuklandı. Ve dağda işte biz önce mağaralarda kalıyorduk. Yürüyüşe geçip ne yapacağımızı düşünüyorduk falan. Ama ben dediğim gibi şehirle kır arasında görevliydim. İstanbul’da Cihan Alptekin ve bazı arkadaşlar vardı. Onların da getirilmesi gerekiyordu çünkü onların da işi bitmişti yani birtakım eylemlere katılmışlardı ama hepimiz zaten dağda toplanmaya karar vermiştik. Ben bu nedenle şeye geldim, İstanbul’a geldim. Arkadaşlar dağda, Cihan’ı getireceğim beraber nereye nasıl gidilecek ben biliyorum ve Cihan’ı da dağa götüreceğim kararımız böyle. Sonra Cihan’la bir evde kaçak olarak kaldık çok kısa kaldık. Fakat orada da çok hoş şeyler oldu yani hoş şeyler şunun için oldu, kaçak olmamıza rağmen Cihan son derece hayata bağlı bir arkadaşımızdı, yoldaşımızdı. Çok şakacı, kendisiyle gır gır geçecek kadar hayatı seven yoldaşlarımızdan birisiydi. Ve bir komiserin küçük bir evi vardı gecekondu gibi. O evinin yanında kalıyorduk, komiser de bizi çok seviyordu. Örneğin bir Balyoz harekâtı oldu Balyoz harekâtında ne yapacağız, gidecek yer yok, dedik bahçe, bahçesi de vardı küçük güzel bir bahçesi vardı. Dedik burada eğleniyormuş gibi yiyip içiyormuş gibi bir şey yapalım. Komiseri de çağırdık. Komiser zaten ud çalardı, çok da severdi bizi. Neyse geldiler falan, subayları da oturttuk biraz siz de yiyin, için falan diye işte yok dediler. Mesela ben gırgır olarak kitabımda anlatmışımdır çok hoş bir sahnedir çünkü o. Dediler biz anarşistleri yakalayacağız oturamayız. Cihan da dedi ya yakalayamazsanız bizi götürürsünüz bir şey olmaz ama dediler devrimciler içki içmez siz içki içiyorsunuz, o nedenle yutturamayız kimseye sizi dediler ve yediler içtiler ve gittiler. Yani Balyoz harekâtında çünkü biliyorsunuzdur muhakkak bütün evler aranıyordu ve bu aramayı da atlattık. Ondan sonra gitmeye karar verdik dağa.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment1849
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Şöyle gidecektik, Cihan, Tayfur [CİNEMRE] diye bir arkadaşımız o da vefat etti. Çok güzel bir insandı. Ve çok iyi motosiklet kullanırdı. Zaten Sinan’ı da o getirmişti dağa motosikletiyle. Onlar motosikletle gelecekler, ben uçakla geleceğim, Erzurum’da bir yerde buluşup oradan ben onları götüreceğim öyle kararlaştırdık. Yola çıktığımızda hiç unutmam, dağda çatışmanın olduğunu öğrendik. Ama yola çıkmıştık artık. Yani Cihanlar çıkmıştı ben de iki tane kız arkadaşımız vardı hep kamuflaj için bizimle birlikte kalan, onlarla beraberim. Yapacak bir şey yoktu yani dağda çatışmayı öğrendik ama verdiğimiz kararı devam ettiririz diye düşündük. Ben bir gece bir otelde kaldım. Tabii perişan vaziyetteydim açıkçası yani çünkü yoldaşlar çatışmış Cihanları nasıl götüreceğim, nereye götüreceğim her şey bilinmezlik içindeydi. Öteki gün Taksim’in arkalarında o zamanlar Türk Hava Yolları’nın bir bürosu vardı. Yine hiç unutmadığım yaşantımın bir saatlik bir bölümüdür. Orada sabahın köründe minibüs bekliyoruz havaalanına gideceğim birden şeyler geldi, gazete satmaya başladı çocuklar, bağırıyorlar anarşistleri yazıyor işte şehir eşkıyalarını yazıyor, öldürülenleri yazıyor vesaire. Gazeteyi bir açtım Sinan’ın resmi, delik deşik olmuş. Üstünde sayılabiliyor yani manyak gibi hatta kurşun izlerini, kaç tane kurşun yemiş diye saymaya bile kalktığımı hatırlıyorum. Diğer arkadaşların işte Mustafa Yalçıner’in yakalandığını Kadir Manga’nın öldürüldüğünü, Alpaslan’ın öldürüldüğünü orada öğrendim. Ama o da yetmedi, arkayı çevirdim Cihan’la Tayfur Balıkesir’de yanlış hatırlamıyorsam giderken yolda yakalanmışlar ve korkunç işkence görmüşler ağızları yüzleri kan içinde onların da resimleri var. O da yetmedi, Mahirler tamam ayrı örgüttendi ama arkadaşız hepimiz birbirimizi tanıyoruz, Mahirler bir evde sıkıştırılmış, Hüseyin, soyadı neydi o da öldürüldü, Mahir öldürüldü Hüseyin yaralı diye gazetede resimleri vardı. Ama tersiymiş meğer yani Hüseyin öldürülmüş Mahir ağır yaralıymış. Bir Sibel diye bir kızı bir evde tutsak tutmuşlar işte sıkışmışlar yani son tahlilde cepheden arkadaşlar.
EYLEM DELİKANLI: Cevahir, Hüseyin Cevahir.
ATİLLA KESKİN: Cevahir, pardon. Yaşlılıktan isimlerin bazılarını tutamıyorum. Hüseyin Cevahir tabii, şair falan da bir arkadaşımızdı. Onlar da yakalanmış yani yapabileceğim hiçbir şey yoktu yani dağa gitmenin de bir anlamı yoktu çünkü dağ ekibi dağılmış belli. Cihanlar yakalanmış.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment2045
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: İşte şehirde ne yapabilirim ne edebilirim diye tek başıma. Tek kaldım yani. Bizde de şöyle bir adet var, tabii bir sürü bizim taraftarımız olan arkadaş var. Bizim direkt içimizde olmasa da ama hiçbirisinin de evlerini bilmiyorum İstanbul’da ne yapacağım ne edeceğim derken bir tanesine bir tesadüf gezerken rastladım o arkadaşın vasıtasıyla işte kimliğimi değiştirdim vesaire. Beni bir salaş meyhaneler vardı Kumkapı’da, orada dedim işte yatıp kalkarım. Yani böyle bir yaz günüydü işte yatak matak bile yoktu doğru düzgün. Neyse, ben orada birkaç gün kaldım falan sonra bir baskında beni de ismim sahte bir isim Ayhan, garson Ayhan diye arkadaşlar bilirlerdi beni hatta. Ayhan isimli Karslı bir insan diye vardı kimliğim, o isimle gelip yakaladılar beni. Ben anlamadım önce nasıl oldu falan çünkü ben kaçmadım yani nasıl olsa eminim diye böyle, küçük bir lokanta bile değil yani o zaman salaş meyhaneler vardı. Sahilde birkaç tane masa atılır balık kızartılır, satılır falan. Çok sonra öğrendim ki bir arkadaşım cezaevinden tahliye olurken benim orada olduğumu bilen bir arkadaşım arkadaşlara söylemiş onlar da bana ulaştırılması için not vermişler ama yerini de bilmedikleri için işte sahildeki lokantalardan birisine. Neyse ben de tutuklandım özet olarak.
EYLEM DELİKANLI: Tarihi söyleyebilir misiniz?
ATİLLA KESKİN 1972’nin başı olması lazım. Ve Sansaryan Han’da toplandık. Götürdüler beni. Sansaryan Han’da daha önce Cihanlar vardı. İşte Cephe hareketinden Necmiler vardı. İşte bizden birkaç arkadaş daha vardı.
EYLEM DELİKANLI: Demir, Necmi Demir.
ATİLLA KESKİN: Necmi Demir vardı. İlkay Demir vardı. Ondan sonra bizden birkaç arkadaş daha vardı. Ve tabutluğa koydular. Tabutluk hikayesini şunun için her zaman anlatırım, tabutluk denilen şey aynen burası kadar bir şey, şu oturduğum yer kadar bir yer. Ayaklarınızı uzatamıyorsunuz. Attılar oraya, Ermeni bir arkadaş vardı, onun da ismi ne yazık ki şu an aklıma gelmiyor, yaz günü sıcak, onun bir gocuğu vardı yerde onu çıkardılar beni koydular o dedi ki gocuk kalsın. Ya dedim bu sıcak havada gocuk niye kalsın alın gocuğunuzu, yok yok dedi ihtiyacın olacak görürsün sen. Neyse birkaç gün orada durdum işte ifademi yazmamı istediler bilmem ne. Uzun hikâye yani. Kimse kalmamıştı ve ben birtakım şeyleri ben yaptığım için, işte Alpaslan’ı dağa götürdüğüm için dağ ekibini ben hazırladığım için birçok şey benim üstümdeydi. Ama sağ olsun Cihan, Tayfur arkadaşlar bana yiyecek gönderme bahanesiyle vesaireyle küçük notlar gönderdiler sabaha kadar. O küçük notlar sayesinde ben ifademde ne diyeceğimi biliyordum artık. Bir tek para vardı, o paranın nereye gittiğini bilmiyordum ben de ama polisler en çok o paranın peşindelerdi çünkü onlar belli bir prim alıyorlardı yakaladıkları paradan anladığım kadarıyla, neyse tam işkenceye yatıracaklar ben biraz konuşuyorum, tam işkenceye yatıracaklar biraz konuşuyorum falan sonra benim hep doğruyu söylediğime ikna oldular. Ben işkence görmedim yani bir tek belki ben görmedim yani orada da böyle büyük bir şans eseri ama şans eserinden çok yoldaşlarımın katkısıyla çünkü notlar halinde bana ne demem gerektiğini ne olduğunu hepsini anlattılar. Örneğin bir tanesini söyleyeyim, ben motosiklet kullanmasını bile bilmiyorum ama motosikleti, mesela Ankara’dan arkadaşlar bir motosiklet çalıyorlardı demeyeyim, el koyuyorlardı ve gidip İstanbul’da bir tane motosiklet plakası çıkartıyorlardı ve onu öyle kullanıyorlardı. Şimdi Laz bir komiser vardı. Nasıl yaptınız? Peki dedi plakayı nasıl aldınız? Hepsini anladık, gidip çalıyordunuz tamam, plakayı nasıl aldınız? Dedim siz veriyordunuz. Ne demek siz veriyordunuz şimdi girişeceğim sana falan. Dedim emniyetten alıyorduk plakayı. Nasıl alıyordunuz? Kayıp ilanı veriyorduk, kayıp ilanı verince ondan sonra götürüp o belgeyi gösteriyorsun sana şey veriyorlar, plaka veriyorlar. Adam demişti pes sizinle başa çıkılmaz yani. Ondan sonra Mamak’ta toplandık yani mümkün olduğu kadar kısaltmaya çalışıyorum tabii.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment2345
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Mamak’ta toplandık. Mamak’ta 18 arkadaş, 18 arkadaştık. Mamak’ta bir ön hücreler vardı bir arka hücreler vardı. Bizi ön hücrelere koydular ve başlangıçta işte dörderli, beşerli hücrelerden çıkıp voleybol oynayabiliyorduk, volta atabiliyorduk daracık küçük şeysi vardır beton bahçesi vardır şeyin Mamak Cezaevi’nin. Ve çok hızlı ilerliyordu şeyler, mahkemeler. Mahkemelerin ilk günü çok ilginç bir şey oldu yine. Biz slogan atarak girdik, ‘Kahrolsun Amerika, kahrolsun faşizm’ diye. Resimlerde vardır belli yerlerde belki rastlamışsınızdır, sanıyorum benim kitabımda da olacak bazı resimler. Ve tabii bu generalleri çıldırtıyordu, özellikle generalleri. Faik Türün falan o zaman başta olanlardı. Bizzat kendileri bile saldırıyorlardı yani dipçikliyorlardı, vuruyorlardı. ‘Nasıl olur ya 18 genç burada hala bağırıyorsunuz, bizi dinlemiyorsunuz’ falan diye. Bir türlü akılları almıyordu yani nasıl olur böyle bir şey. Yani 18 tane, yaş ortalaması 21-22 olan insanlar ne korkuyorlar, yani korkmak, cesaret gibi kelimeleri sevmem ama gerçekten korkmuyorduk yani çünkü inandığımız bir şey vardı ve birlikteydik. Hep beraber davranıyorduk ve çok mahkemelerde çok dik durduk. Hatta şunu diyebilirim başta Deniz olmak üzere yargılanan değil yargılayan durumundaydık çünkü Deniz’in meşhur resimleri vardır ‘Esas faşist sizsiniz, esas bu memleketi mahveden sizsiniz’ diye hakimlere sürekli bağırıp çağırıyordu. Zaten yani o kadar trajikomik bir mahkeme ki oturanlar hakimler zaten emir kulu subaylardı. Yarbaylar vesaireler işte tetikçi başta olmak üzere. Sonra boğazına ekmek kaçtı artık şans mı diyeyim öyle öldü. Ve çok kısa bir süre, kısa sürdü, yani adam başına ben hesaplamıştım savunmalar dahil, iddianameler dahil 20, 25 dakika düştü. O kadar hızlı sürdü. Tabii biz bir savunma hazırladık cezaevinde. Esas olarak Hüseyin İnan yazdı. Biraz da işte ekonomi bildiğim için ben yardımcı oldum falan. O savunmayı okuduk. Daha sonra o Türkiye Devriminin Yolu diye ince bir kitap halinde çıktı o. Yani o sizin bilginiz vardır herhalde ondan da işte o çok az kısmını ben yazdım ama gerisini Hüseyin İnan yazdı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment2513
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Ve geldik şeye, karar gününe. Karar gününde Halit Çelenk, nasıl unuturum Halit Ağabey’i ben, çok sevdiğim bir insandır, o kadar emeği geçti ki. Avukatımız Halit Çelenk, daha sonra bunları çok detaylı olarak anlattı, yazdı. Hatta karısı Şekibe Ablamız vardı, o da çok bizi yedirir içirir her türlü yardımı yapardı. Müthiş güzel insanlardı. Ve 6 Haziran’da öldü biliyor musunuz Halit Ağabey. Denizlerin yakınına gömüldü. Ve mahkeme, önce savunmayı, işte yazdığımız savunmayı Deniz okudu. Geldiler, resimlerini çektiler. O zaman şöyle kocaman aletler vardı, şakur şukur. Sonra Yusuf okudu. Onu da çektiler. Sonra Hüseyin okudu onu da çektiler. Dördüncü olarak da ben okudum. Ama beni çekmediler. Yani üçünün resmini çektiler, benimkini çekmediler. O zaman Halit Ağabey daha sonra, ben cezaevinden çıktıktan sonra, ben o zaman anlamıştım diyor, üçüne kesin karar vermişler, ondan sonrakilere, yani ben dördüncü idam mahkumuydum sözde ama yani onlar kimi, yani en önde gelen arkadaşlarımızı gelecek nesillere korku vermek için idam etmeye çoktan karar vermişlerdi zaten. Hatta cezaevine gelir, birtakım MİT’ten falan subaylar bizimle tartışırlardı. Yahu sizler yurtsever insanlarsınız işte bilmem ne ama olmaz yani çok kötü örnek oldunuz diyorlardı bize. Çünkü isyan ettiniz. Bu devlete isyan edilir mi? İsyan çok kötü bir şey, gelecek nesiller için çok kötü bir örnek teşkil eder. Açık açık bunları söylüyorlardı. Bu nedenle, bu kötü örneğin tekrarlanmaması için bazılarınızı muhakkak ve muhakkak idam edilecek bu açık, bunu bilin diye bizimle tartışıyorlardı. Ve öyle de oldu yani çok önceden karar verilmişti. Yani bu karar çok tepelerde verilmiş bir karardı. Daha sonra işte üç arkadaş, pardon önce hepimize idam kararı verildi. Ben savunmada anlattım önce daha sonra kararlar okundu, ikişer ikişer aldılar. İşte önce Hüseyin’le Yusuf’u aldılar idam kararları onların üstüne okundu. Sonra Hüseyin İnan’la beni aldılar. Bizim için okundu ve biz sonra diğer arkadaşları ikili üçlü aldılar ve hepimize önce idam kararı verdiler. Daha sonra bir üst mahkemede üç yoldaşımızınki devam etti veya kesinleşti. Diğerlerini müebbete çevirdiler. Yani bizim, hepimizin müebbete çevirdiler.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment2693
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Ve ondan sonra da işte meşhur 6 Mayıs. Yani o çok yerlerde anlatılmıştır. Sevgili Halit Ağabey İdam Gecesi Anıları diye bir kitap yazdı. Hepsinin o idam sehpasının önündeki, neyse burası çok zor tabii benim için. Yanımızdan alıp götürdüler ve çok yiğitçe durdular yani idam sehpasında. Biliyorsunuz, hikayesini çok dinlemişsinizdir. Ve gelecek nesillere de bir örnek teşkil ettiler. İsyan etmenin hak olduğunu, idam sehpasının önünde haksızlığa karşı, ezilmeye, sömürmeye karşı mücadele etmenin gerekli olduğunu haykırdılar. Ve bu önce yayınlanmadı son sözleri ve ne yaptıkları, nasıl idam edildikleri falan. Ama daha sonra birçok kitap yazıldı. Nihat Behram yazdı. Erdal Öz yazdı. Erdal Öz’ünkü de birebirdir. Deniz anlattı hücrede. Nihat bazı arkadaşlarımızla konuştu yazdı falan. Ve gelecek nesillere onların dik duruşu böylece aktarılmış oldu. Daha sonra Niğde’ye götürüldük. Niğde’de de 4 sene kadar kaldım.
Denizlerle ilgili, Denizler derken tabii Hüseyin ve Yusuf’u da Sinan’ı da Cihan’ı da kastederek söylüyorum. Çok şey yazıldı. Kahramanlık hikayeleri yazıldı, ne yaptıkları yazıldı, dik duruşları yazıldı ama bence eksik olan bir şey vardı o yoldaşlarımın hümanizması, insan, yani şakaları, hayata bağlılığı, yani kendileriyle bile gırgır geçecek kadar, özellikle Deniz hayata bağlı bir insandı. Ben bunları bizzat yaşamış olan bir insan olarak daha sonra bunları yazmaya çalıştım. Şimdi bir tek şey anlatmak istiyorum bu konuda, artık her şey kesin hemen hemen karar verildi. Biz ön hücrelerde kalıyoruz, onları arka hücrelere aldılar, üçünü. Ve arka hücrelerde onlar birer hücre aralıkla kalıyorlar, başlarına da birer tane asker dikmişler konuşmalarını sözde not etmek için falan. Biz ön hücrelerde her zaman sık sık kavgalar olurdu, dövüşler olur idareyle falan. İşte yine dövüş kavga oldu bizi de bir arkadaşla beraber Azeri, derdik, o da daha sonra vefat etti. Ceza verecekler, hücreye koyacaklar ama zaten hücredeyiz, götürüp bizi arka hücrelere koydular yani Denizlerin yanına koydular ceza vermek için. Ama bu benim için ceza değildi tabii yani onları tekrar görebilecek, sesini duyabilecektim çünkü Mamak’ta cezaevinde böyle parmaklıklar şeklindedir yani kapalı değildir hücrelerin önü. Hele bir tane de o zaman horozlu ayna derdik şöyle yuvarlak aynalar vardı, eğer onlardan bir tane temin edebilirsen birbirini bile görebilirsin elini uzatıp. E tabii onların yanına gittiğimde şöyle bir manzara vardı, Hüseyin bir kitap okuyordu, Gerilla Savaşı ve Marksizm [WILLIAM J. POMEROY], yani Yusuf’un hücresinin üstünde o zaman Pir Sultan Abdal oyunu vardı Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oynamış onun plakasının player’ının kapağını koymuş o da bir idam şeysi var ak libaslar içinde Pir Sultan Abdal resmi vardı. O da diyordu işte, çok şakacı bir arkadaştı Yusuf, idam edilirsek işte --- ya dedim anlatma gözünü seveyim falan. Neyse Deniz’in yanına da beni koydular, bir ileriye de beni koydular. Tesadüf idam cezasından sonra da Deniz’in yanındaydık yanına koymuşlardı. O hep dalga geçiyordu ya biz ölsek bile senin hiç olmazsa bir mesleğin var garsonluk yaparsın çıkınca yemek pişirmeyi öğrenirsin falan diye hep benimle dalga geçerdi, gırgır geçerdi. Mavra derdik biz o zamanın deyimiyle, mavra geçerdi. Sonra birden Deniz konuşmaya başladı, ya dedi Yusuf bu şeften bir haber yok hani bizi kurtaracaktı bak bana genelkurmay başkanlığını vereceğini söz verdi işte seni savunma bakanı yapacaktı ama ben şüphelendim Hüseyin’e çünkü hiçbir şeyin sözünü vermedi bu adam. Ya bizi götürüp idam edecekler hala, yıldırım gibi konuşuyor, hiç sesi çıkmıyor bilmem ne olmuyor bu adamın ne olacak falan. Askerleri de koymuşlar, asker not tutmaya çalışıyor hızlı hızlı konuşuyor tutamıyor not sonra fırladı çıktı gitti. Biraz sonra bir subayla beraber geldi. Subay dedi ki “Cezaevi müdürü sizinle konuşmak istiyor Deniz” dedi. “Kabul eder misin?” “Ederim” dedi “Korkumuz mu var? Konuşalım.” Geçerken de dedi ki zokayı yuttular şimdi göstereceğim ben onlara. Şimdi anlamadık ne yapmak istiyor ve bu anlattığım yani ölümden belki 15 gün önce. Aradan 10 dakika, 15 dakika geçti Deniz gelmiyor hepimiz ya ne oldu ne bitti merak ediyoruz. O hep diğer koğuşlara bağırıp çağırarak selam vererek geçerdi hep koridordan. Geldi, dedi ki öyle bir gol attım ki cezaevi müdürü dedi bunun altından zor kalkar. Cezaevi müdürünün de soyadı [KEMAL] Saldıraner, müthiş antikomünist bir adam, müthiş düşman, Kore’de affedersiniz kıçından yaralanmış o nedenle komünistlere çok düşman birisiydi. Şimdi Deniz’i çağırmış, “Otur bakalım Deniz” demiş, “Siz yurtsever, güzel insanlarsınız, biz bir şefinizin olduğunu biliyoruz ama siz kahraman çocuklarsınız söylemediniz. Eğer söylerseniz söz veriyorum işte ben sizi idamdan kurtarırım.” Deniz demiş “Ne şefi ya öyle bir şey yok. Bizim şefimiz mefimiz yok zaten Orhan Aldıkaçtı’yla şeflik ilişkimiz yoktu” gibi ağzından bir Orhan Aldıkaçtı lafını kaçırmış konuşurken. Orhan Aldıkaçtı mıydı falan deyince de şey cezaevi-- “Yok demiş müdürümüz falan değildi Aldıkaçtı” şey şefimiz falan değildi demiş. Sonra çaylar ikram etmiş, kahveler, sigaralar ikram etmiş müdür “Tamam evladım, anladım değildi falan” demiş. Deniz diyor ki “Şimdi o salak” diyor “gidecek üstlerine Orhan Aldıkaçtı’nın bizim şefimiz olduğunu söyleyecek.” Orhan Aldıkaçtı da o zamanın hukuk fakültesinin dekanı. Deniz’in en çok kavga ettiği adam. Daha sonra 80 Anayasası’nın hazırlanmasını da şey yapmış olan, sağ görüşlü, faşist demeyim peki, sağ görüşlü bir adamdı. Şimdi bu salak gidip söyleyecek üstlerine ondan sonra öyle bir papara yiyecek ki hayatı boyunca altından kalkamaz falan diye.
ATİLLA KESKİN: Herkes biliyor Orhan Aldıkaçtı sağ eğilimli bir profesör işte, getirirler mi, niye getirsinler?
EYLEM DELİKANLI: En azından bir rahatsızlık vermek için.
ATİLLA KESKİN: Yok yok yani tam tersine cezaevi müdürünü fırçalamışlardır. Yani işte Deniz, hatta ben ölüme çeyrek kala hala mavra diye yazmıştım onu kitabımda, yani o an bile şaka etmesini bilen bir insandı. Yani hayata o kadar bağlıydı. Çok şakacıydı, çok gırgır geçerdi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment3167
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Kaç senesinde çıktınız?
ATİLLA KESKİN: Ben 1900, sonra Niğde’ye götürüldük biz hepimiz Denizlerin idamından bir müddet sonra Niğde Cezaevi’ne gittik hepimiz ve Niğde Cezaevi’nde 1974’e kadar yani Ecevit ve Erbakan iktidarının, bir af çıkardılar o afta yine bir ayrım yaptılar. Yani dağdaki mücadelede silah çekenler, yok efendim banka eylemlerine katılanlar falan diye bir ayrım yaptılar. Ben o eylemlere katılmadığım için ben ve birçok arkadaş tahliye edildik, yani afla çıktık. Bazı arkadaşlar kaldı. Mesela Mustafa Yalçıner kaldı. Metin [KARAVELİOĞLU] kaldı. Yavuz Yıldırımtürk kaldı ama biz çıktık ve ondan sonra da dışarıda, zaten içerde de sürekli eğitimler yapıyorduk, sürekli tartışıyorduk ve dışarda da örgütlenmeye devam ettik.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment3231
Segment Synopsis: ATİLLA KESKİN: Şimdi sizin sorunuz yoksa bir iki noktaya daha değinmek istiyorum ben o süreçte. Şimdi Denizlerin idamının hemen hemen kesinleştiği dönemde Maltepe Askeri Cezaevi’nde hem bizden hem de Cepheden arkadaşlar vardı. İşte Mahir vardı mesela Cepheden, bizden Cihan vardı, Oktay vardı. Bir takım başka arkadaşlar vardı.
EYLEM DELİKANLI: Oktay kim? Etiman mı?
ATİLA KESKİN: Yok Etiman değil, daha sonra bilimadamı oldu Oktay [KAYNAK] soyadını unuttum şimdi valla. Onlar şimdi bizim arkadaşların kaldıkları yerde diyorlar ki ya burada bir tünel kazılabilir aslında, deneyelim mi ve deniyorlar. İşte tüneli kazıyorlar, kazmaya başlıyorlar ama Mahirlerin haberi yok, Mahirler öteki koğuşta kalıyor. Ama yaklaşınca tünelin sonu Cihan diyor ki biz ne yapıyoruz ya? Yani ben biraz tabii öyle öyküleştirerek anlatıyorum. Öteki tarafta kesin idam mahkumları var yani işte başta Mahir var, başka arkadaşlar da var Cepheden yani onları idam ederler, o nedenle olmaz. O zaman biz azaltalım bizden çıkacakları. Oktay başlamıştı, Oktay soyadı gelmiyor aklıma neyse, Oktay çok bozulmuş ona sonra anlattı, ya ben bile çıkamadım ben başlattım tüneli diye. Ve haber veriyorlar diyorlar böyle böyle biz tünelin sonuna geldik beraber kaçalım. İşte imkanlar da sınırlı olduğu için öteki taraftan beş altı arkadaş, bizden Cihan ve yine idam mahkûmu olması kesin olan başka bir Kürt arkadaşımız vardı o, beraber çıkıyorlar. Çıktıktan sonra da daha sonra Ertuğrul’la [KÜRKÇÜ] da bunu konuştum ben ne yapacağız diye tartışmaya başlıyorlar kendi aralarında. İki seçenek var önlerinde ya yurt dışına çıkıp örgütleri tekrar toparlamak için çaba harcamak yahut da Denizleri kurtarmak için muhakkak ve muhakkak bir şey yapmak çünkü eğer Türkiye devrimci hareketine bir miras bırakacaksak, olumlu bir miras bırakacaksak örgütleri ne kadar toparlarsak toparlayalım biz kaçtıktan sonra Denizlerin kurtuluşu için, kurtarılması için bir şey yapmazsak bu Türkiye devrimci hareketinin onuruna kara bir leke olarak sürülür biz bunu kabul edemeyiz demişler ve bir şey yapmaya karar vermişler ve bildiğiniz gibi işte çok sıkışmışlar. Örgütler yok ortada, imkanlar yok ve Fatsa’da üç tane İngiliz teknisyenini, ki ajanmış onlar ama çok da önemli değil teknisyen olmuş, ajan olmuş onları kaçırıp karşılığında Denizleri istemeye karar vermişler. Ama çok fazla kendileri de inanmıyormuş yani o üç teknisyenin karşılığında Denizlerin verileceğine. Ve bildiğimiz Kızıldere olayı oldu ve Kızıldere olayı Türkiye devrimci hareketi açısından benim kanımca bir milattır, turnusol kağıdıdır çünkü Mahirler başka örgütten olmasına rağmen çoğunlukla Mahirlerin örgütünden olan arkadaşlar, bizden iki arkadaş birlikte bir mücadeleyi yaparak Denizlerin kurtarılması için, ki Denizler öteki örgütten, THKO’dan sözde, karar veriyorlar, yani devrimcilerin eylem birliğinin sözde değil fiiliyattaki en somut örneğidir Kızıldere. Ve korkunç bir şekilde katledildiler biliyorsunuz. Ertuğrul’la konuştunuz mu bilmiyorum.
EYLEM DELİKANLI: Henüz değil
ATİLLA KESKİN: Henüz değil, Ertuğrul kendisi anlatır o zaman tesadüfen Ertuğrul sadece kurtuluyor samanlıkta saklandığı için. Ama bu konuda benim söyleyeceğim bir ciddi eleştiri de var veya özeleştiri diyeyim artık adına ne koyarsanız koyun. Bundan sonra o Kızıldere’deki bu somut fiili eylem birliğine rağmen Türkiye devrimci hareketi bu birlikteliği devam ettiremedi. Benim şimdiki düşünceme göre, o zaman ben de tabii ki daha sonra kurulan işte TDKP’nin, Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin merkez komitesinde yer aldım bilmem ne ettim falan bu birlikteliği sürdüremedik. Bölük pörçük olduk ve egemenler tekrar tekrar ezdiler ve 12 Eylül’e geldi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment3514
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Oraya geleceğim, birlikte olamama meselesine. Siz çıktıktan sonra nasıl bir süreç yaşadınız? Ne zaman yurtdışına çıktınız?
ATİLLA KESKİN: Şimdi ben 1974’ün ortalarında, işte afla beraber çıktım. Afla beraber çıktıktan sonra hemen örgütlenmeye giriştik. Ve daha ismi falan yok yani ne THKO var ne bir şey var. Türkiye’nin değişik yerlerinde görev aldık cezaevinden çıkan arkadaşlar ve yeni bir örgütlenmenin, ama gerilla mücadelesi mi yapacağız, işçi sınıfı örgütü, bir işçi sınıfı partisi mi kuracağız bunları sürekli tartıştığımız şeylerden birisiydi. Ama biz harekete başlayalım, örgütleyelim daha sonra kesinleştiririz diye düşünüyorduk. Ve ben de tabii ki en aktiflerinden birsiydim. Hatta cezaevinden çıkarken esas sorumlu olarak beni seçmişti arkadaşlar ama daha sonra hemen bir komite oluşturduk vesaire bu komitenin öncülüğünde çalışmaları sürdürdük ve ben 1977’nin sonuna kadar Türkiye’de daha çok da Türkiye Kürdistan’ı diyebileceğimiz bölgede Antep’te, Adana’da ondan sonra Malatya’da, Diyarbakır’da ve Dersim’de tabii ki, Tunceli’de Dersim’de koşturarak bir faaliyet sürdürdük. O zamanlar işte ortalık yine karışıktı yani Teslim Töre bizimle beraber davrandı sonra ayrıldı Aktancılar denilen bir arkadaş grubu vardı devrimci grup, onlar bizimle birliktelerdi. Daha sonra onlar da ayrıldılar ama öyle bir ortam vardı ki Türkiye’de, yani ama esas olarak benim kanımca bizim sürdürdüğümüz faaliyetten çok Denizlere olan, onların dik duruşuna olan müthiş bir sempati ağı oluşmuştu. Yani hatta insanlar, özellikle gençler örgütlenmek için kendileri bizi arıyorlardı o kadar geniş bir ağ vardı Türkiye’de, müthiş bir sempati vardı. Yani 12 Mart bütün çabasına rağmen ezememişti, yok edememişti devrimci hareketi ve kitlesel hareketi. Bunun içinde yer aldım ben de tabii ki. Daha sonra Türkiye Devrimci Komünist Partisi İnşa Örgütü diye bir örgüt kuruldu. O süreçte yer aldım fakat daha sonra ben birtakım karışıklıkların olumsuz olduğunu düşündüm ve merkez komitesinde yer almak istemedim ve istifa ettim merkez komitesinden ve arkadaşlara da rica ettim ya fabrikadan başlayayım ben veyahut da iyi İngilizce bildiğim için yurt dışına gönderin, yurt dışındaki örgütlenmeye katılayım ve işte maddi olanaklar ve işte işçilerin örgütlenmesi konusunda çaba harcayım. Ve öyle oldu ve ben yurt dışına çıktım. Tabii ki kaçak pasaportla çıktım ve yurt dışında, 1977’nin sonlarında çıktım. İki sene falan yurt dışında mücadele ettim daha sonra Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin kuruluş kongresi oldu Türkiye’de ve ben de gittim tabii ki, kaçağım ama. Orada tekrar arkadaşlar beni de merkez komitesine seçtiler.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment3716
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Ne konuda anlaşamamıştınız da ayrıldınız?
ATİLLA KESKİN: Yani ben o konuda henüz siyasi bir ayrılık diyemem yani o benim merkez komitesinden istifa ettiğim döneme, Türkiye’de olduğum döneme ama işte dedikodular, dedikodu demeyim de işte hizipler, gruplar bilmem neler falan, ben de biraz, biraz hassas bir kişiliğim vardır ben bunları kaldıramıyordum. Yani o onu kötülüyor o onu kötülüyor dedim arkadaşlar ben sıradan bir militan olarak çalışmak istiyorum öyle bir karar aldım onlar da saygı duydular. Mektup bırakıp ayrıldım ve kabul ettiler. Yani siyasi, daha sonra anlatayım, daha sonraki siyasi ayrılıştı. İşte 1984’te ben hareketten ayrıldım tamamen. O tamamen siyasi bir ayrılıktı. Ama o başlangıçtaki dediğim gibi yani oturmuş bir şey de yok yani üç dünya teorisi, beş dünya teorisi böyle saçma sapan teoriler. Bir onu kabul ediyoruz bir onu reddediyoruz vesaire ama beni esas etkileyen o hizipler, gruplar bilmem neler falan oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment3777
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: TDKP 2 Şubat 80’de kuruldu. Siz Türkiye’ye kaçak geldiniz sonra geri mi gittiniz?
ATİLLA KESKİN: Tabii, yani darbe oldu o sırada zaten.
EYLEM DELİKANLI: Evet eylülde. Eylüle kadar Türkiye’de mi kaldınız?
ATİLLA KESKİN: Yo, yani pardon şöyle oldu. Siz daha iyi biliyorsunuz benden yani kuruluş kongresine katıldım tabii ki merkez komitesine seçildim. Çok fazla kalmadım yani çünkü yurt dışında da önemli şeyler vardı, görevler vardı yapılacak, tekrar kaçak olarak yurt dışına çıktım ben. 12 Eylül’den bir gün önce veya iki gün önce merkez komitesinin toplantısı vardı. Merkez komitesinin toplantısı için Türkiye’ye geldim işte toplantıya katıldım vesaire falan ve sabahleyin kalktığımızda bayraklar salınmış ve marşlar okunmaya başlamıştı. Yani 12 Eylül olmuştu. Yani o zaman değişik tartışmalar sürdürdük arkadaşlarla. Dedik ki; yani bir kısmımız yurt dışına çıksın çünkü bu dünya komünist hareketinde çok olmuş bir şey. Bir kısmı Türkiye içinde kalsın böylece merkez komitesi hiç olmazsa yok olmaz yani bir kısım yok olsa bile ötekisi kalır falan. Arkadaşlar kabul etmediler bunu ama ben görev olarak devam ettim yine. Bir gün veya iki gün sonra ben yurt dışına çıktım. Komik bir şey de anlatayım yurt dışına çıkarken. Bunlar da belki sizi anekdot olarak renklendirir. Şimdi havaalanına gittim elimde pasaport var, işçi pasaportu var. Elimde bavul var, küçük bir valiz bir elimde. Bir elimde de yine küçük bir şey var. Fakat bilet kontrolünden önce bir masa koymuşlar güvenlik giriş önce oraya şeyini gösteriyorsun, pasaportunu gösteriyorsun. Oraya gösterdim oradaki polis bağırmaya başladı ama öyle bağırıyor öyle kızıyor. Dedim ya ben nasıl, biraz da bana Mr. Garanti derlerdi arkadaşlar hata da yapmadım pasaport da sağlam ne oldu kendi kendime diyorum. “Bak hala!” Dedim “Kusura bakmayın, ben polisimize devletimize saygılıyım ne yaptım bir söyleyin, ben anlamadım” dedim. “Hala bak devam ediyorsun” dedi. Dedim “Ne yapıyorum polis bey?” “Ya” dedi “sigarayı ağzında” dedi böyle, benim de böyle kötü bir alışkanlığım vardı, sigara içiyordum tabii çok ve sigarayı böyle sağdan sola soldan sağa böyle kaydırırdım dilimle meğer ben polisle konuşurken onu yapıyormuşum polis ona kızmış. Sonra onu deyince “Bak hala sigarayı böyle yapıyorsun”, derhal sigarayı söndürdüm, “Kusura bakmayın, özür dilerim” dedim. Verdi pasaportumu çıktım. Çıktıktan sonra bir Arnavutluk olayı da vardır tabii benim için. Yaşantımda önemli olan, siyasi düşüncelerimde önemli olan bir nokta. Evet, herhalde 12 Mart’tan, pardon, 12 Eylül’den çok kısa bir süre önceydi. Zaten o zaman şöyle bir yarış vardı Türkiye’de devrimci gruplar içinde işte kardeş parti olarak kim kabul edecek kimi ve ben önce Alman arkadaşlarla irtibat kurdum onlarla konuştum, tartıştım falan İngilizce bildiğim için çok rahat oluyordu benim için. Ve onları Türkiye’ye gönderdik, Almanya Komünist Partisi Marksist Leninist diye bir Arnavutçu bir parti vardı o zaman. Sonra onların önerisiyle bizi Arnavutluk’a davet ettiler resmi olarak. Biz kardeş parti olduk Arnavutluk’la. Tabii ki bizim grup için, TDKP için büyük bir zaferdi Partizan’a karşı, işte şeye karşı Halkın Birliği, Halkın Yolu var o zaman, onlara karşı büyük bir zaferdi. Ama Arnavutluk önceleri, yani hiç şey yapmadım, farkına çok fazla varmadım ama çünkü coşkuluyuz, işte sosyalist bir ülkeye gelmişiz vesaire. Ama Arnavutluk bir açıdan beni çok etkilemişti çünkü Arnavutluk yoksul bir ülkeydi, adeta bir köylü toplumuydu. Tiyatro yok, sinema yok var ama çok sınırlı çok az. Yani partinin Zeri i Popullit diye bir gazetesi var, bir tane işte dergisi var. Yani bir şeyler var ama bir aydın olarak kendime hep şunu sormuştum, ya aydın bir insan olarak burada nasıl yaşanır yani, bu kadar işte gazete yok, bir şey yok. Bir tek mesela televizyonda da hiç unutmam Viyana klasik müzik şeysini veriyor başka bir şey yok. Kesiyorlar dünyadan haberleri de yok. Ve bir korku toplumu da var. Ve ben bunu önce hissetmedim çok fazla ama açıkçası beni sarsmıştı. Yani böyle sosyalizm olmaz diye düşünmeye başlamıştım. Sonra parti meselesinde farklı düşünmeye başladım. Yani işte tekilci bir parti, proletaryaya ders veren bir parti daha o zamanlar yani Rosa Luxemburg ile Lenin’in arasındaki parti konusundaki tartışmaları fazla incelememiştim açıkçası ama kendi parti anlayışımızda bana ters gelmeye başlamıştı. Her şeye merkez komitesi karar veriyor. Arnavutluk, işte hem her şey sizin elinizde olması gerekir diye bize dersler verdi. İşte bütün üyeleri biz alıyoruz, merkez komitesi alıyor. Merkez komitesi kodluyor, onları saklıyor vesaire yani bu tür bir örgütlenme anlayışı da bana ters gelmeye başlamıştı ama yapacak da başka bir şey yoktu. Yani çünkü Türkiye’de darbe olmuş, binlerce insan tutuklanmış, işkence, biz yurt dışında bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve bunu ben açık etmedim içimde tuttum açıkçası. Zaten üç kişi kalmıştık. Yani diğerleri yakalandı sonra Yavuz’la [YILDIRIMTÜRK] Mehmet Asal’ı, ben işte Alman arkadaşların yardımıyla yurt dışına getirdim ve böylece merkez komitesinde üç kişi kaldı. Yani üçünün arasında da çelişkiler var derin şeyleri anlatmak istemiyorum öyle kişisel şeyleri falan. Ve daha sonra bazı arkadaşlar yurt dışına çıktıklarında yani hem parti üyesi hem gençlik örgütünden üyeler yurt dışına çıktığında bu ağırlık uç vermeye başladı ve esas mesele benim için de Stalin meselesiydi ama Stalin meselesi derken Stalin’in kişiliğiyle alakalı bir mesele değildi. Örgütlenme anlayışıyla, parti anlayışıyla ilişkin bir meseleydi ve bir kongre yapılmasını istiyordum ben ve bir kongreyle hesaplaşmak istiyordum. Yani ben, benim için bitmişti o tekilci bir düşünceye sahip olan parti anlayışı çünkü Türkiye’de bir sürü devrimci hareket vardı bir sürü sosyalist vardı yani onların hepsi de şimdiki düşünceme göre örneğin birbirimize sosyal faşist, Maocu bozkurt denilen arkadaşlar daha sonra HADEP içinde birlikte mücadele etmeye başladık. Aynı sınıfta olan arkadaşlarım yani isim de vereyim mesela Ahmet Kaçmaz TKP’nin merkez komitesindeydi ve benim çok samimi arkadaşımdı şimdi birlikte mücadele ediyoruz, birlikte yazıp çiziyoruz vesaire ama o dönem o yanlış siyasi şeyler nedeniyle, saçma sapan düşünceler nedeniyle faşist, sosyal faşist bilmem ne diyebildik birbirimize. Ve bir birlik sağlanamadı, yani Türkiye devrimci hareketinde. Ve benim bütün amacım da işte daha sonra Kuruçeşme toplantılarının devamı yurt dışında devam etti işte onlara katıldım ve birlikte bir şeyler yapılabilir inancını taşıyordum ben ama olmadı işte ÖDP kuruldu. ÖDP’nin içinde veya kenarında diyebilirim çok aktif olmasam da yer aldım. Hayat böyle devam etmeye başladı ama tabii ki yurt dışında bir de ailem vardı. Evlenmiştim yurt dışında çoluk çocuğum vardı ve hayat devam ediyordu ve çok trajik bir şey daha yaşadım ben.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment4271
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: 12 Eylül’den sonra yurt dışına çıktınız burada da ayrı bir mücadelenin ucundan tuttunuz ama 12 Eylül, 12 Mart gibi bir sonuca götürmedi aslında darbecileri de yani nasıl diyelim, 12 Mart’ta engelleyemedikleri devrimci hareket aslında 12 Eylül sonrasında aynı şeyi gösteremedi, aynı refleksi. Ve o günden bugüne yaşadığımız bir süreç var. Uzun bir süreç ve ağır bir süreç. 12 Eylül bize ne yaptı toplum olarak? Böyle bir soru sorsam ne dersiniz?
ATİLLA KESKİN: Yani 12 Eylül’de ben demin de söylemiştim Türkiye’deydim ama daha sonra işte kaçak yollarla yurt dışına çıktım ve yurt dışında da gecemizi gündüzümüze katarak işte Erdal Eren’in idamı konusunda olsun diğer devrimcilerin idamları, baskılar, işkenceler konusunda elimizden gelen mücadeleyi sürdürmeye çalıştık. Ama 12 Eylül, 12 Mart’tan çok daha farklıydı benim kanaatimce. Çünkü 12 Mart’ta henüz sistem oturmamıştı, yani karşı tarafın sistemi işte baskısıyla, işkencesiyle, MİT’iyle, polis teşkilatıyla, ordusuyla oturmamıştı. Ordunun içinde bile bir sürü karmaşık hareketler vardı yani biliyorsunuzdur muhakkak Hava Harp Okulu’nun son sınıflarını, Kara Harp Okulu’ndan birçok insanı subayı, genç subayı tutukladılar. Yani bunlar da devrimci arkadaşlarımızdı. Ama bunlardan iyi bir ders çıkararak yapıldı 12 Eylül. Ve 12 Eylül’ün tabii gerekçesi olarak işte yok Konya mitingi yok bilmem ne bir sürü yok şeriat gelecekti vesaire gibi şeyler ileri sürülür ama esas mesele yani yükselen kitlesel mücadeleyi, devrimci mücadele demiyorum, kitlesel mücadeleyi şunun için diyorum çünkü yani fabrikalarda işçiler grevler yapıyorlardı işte hak ihlallerine karşı bir sürü sivil kuruluşlar vardı. Yani tabii devrimci örgütler de vardı bölük pörçük de olsa yani müthiş bir mücadele yükseliyordu ve bunu 12 Mart’tan da çok iyi dersini alan ve özellikle de Amerika’da darbeler konusunda iyi eğitim almış birtakım subaylar, ki Amerika bu konuda çok açık ve net çok tecrübeliydi yani çünkü Latin Amerika ülkelerindeki darbelerin yapılmasında, hazırlanmasında gerilla hareketinin bastırılmasında elde ettiği tecrübeleri başka ülkelere aktarıyorlardı. Nitekim “Bizim çocuklar başardı” demişlerdi İngilizce şeyde yani 12 Eylül’den sonra. Ve 12 Eylül çok kapsamlı bir şekilde geldi, işte hem sağa hem sola karşıyız dedi. İşte anarşiyi engelleyeceğiz dedi ve bölük pörçük tabii ki Türkiye’deki devrimci hareket de bölük pörçüktü sendikal hareket de bölük pörçüktü ve kısa zamanda, cezaevleri sayılara boğmak istemiyorum ama binlerce, on binlerce insan tutuklandı, insanlar öldürüldü, korkunç bir işkence haneye çevrildi Türkiye ve Anayasa da değiştirildi. Ve biliyorsunuzdur tabii ki yüzde 96 mıydı? Böylesine komik bir rakamla Anayasa kabul edildi. Yani halk oylamasına Evren’in reisicumhur olmasıyla birlikte sunuldu ve kabul edildi. Toplumdaki ne kadar kazanılmış değer varsa, ne kadar siyasi hak varsa, ne kadar kültürel hak varsa hepsi 12 Eylül’de yok edildi ve hala belimizi doğrultamıyoruz açık söyleyeyim. Yani çok uzun bir hikâye tabii ama sözde 12 Eylül orduya karşı mücadele içinde çıktı Erdoğan piyasaya ama sonunda aynı şeyi o yapmaya başladı ve her şeyi de egemenliği altına aldı. Yani 12 Eylül bu nedenle Türkiye’de insanların kimyasını değiştirdi, her şeyi değiştirdi. Yani kültürel yapısını değiştirdi, şimdi demografik yapısını da değiştiriyor süratle ve korkunç bir baskıcı rejime, faşizme net olarak gidiyoruz yani Türkiye’de. Belki tam olgunlaşmadı ama ben öyle düşünüyorum ve bunun temelleri 12 Eylül’de atıldı. Ve ne yazık ki Türkiye’deki egemenler-- yani şöyle bir şey burjuvazinin de savunduğu birtakım haklar vardır. Demokratik haklar da vardır çünkü sermayenin genişlemesi için, rekabet için bu gereklidir ama Türkiye’nin burjuvazisi ve egemenleri bu konuda çok kötü davrandılar. Yani bütünüyle desteklediler Evren’in yaptığını. Hatta en komik şeyleri söyleyeyim. Evren ressam oldu sonra büyük ressam oldu ve yaptığı resimleri on binlerce lira vererek Koçlar, Sabancılar satın aldılar bu kadar utanç verici bir şeydi sermaye açısından ve sermaye gerçekten işçi haklarını kısıtlayarak, DİSK hemen hemen yok oldu, yok artık yani DİSK neredeyse, ki Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu 12 Eylül’den önce birçok fabrikadaki grevlerle sendikal haklarını kullanarak işçi ücretlerinin yükseltilmesi konusunda, bir takım demokratik hakların kazanılması konusunda çok ciddi bir mücadele sürdürüyordu ama bunların hepsini yok etti 12 Eylül.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment4623
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Peki biraz önce konuşmanız içerisinde de bahsettiniz tekrar bir değinmenizi rica edeceğim. Devrimciler, değişik örgütler 12 Eylül öncesinde darbenin gelmekte olduğunun tespitlerini yaptıklarını kendileri de bu tanıklıklarda söylüyorlar o örgütlerin içerisinden tanıklar. Madem böyle bir tespit yapıyordu devrimciler bir araya gelemez miydi bir antifaşist cephe içerisinde ya da direniş içerisinde?
ATİLLA KESKİN: Yani kâğıt üzerinde hatta belli birliktelikler de oluşturulmaya çalışıldı antifaşist bir cephenin kurulması konusunda adımlar atıldı. Ama o kadar derindi ki ayrılıklar ve suni bir derinlikti bu yani tabii çok derin bir konu uzun uzadıya girmek çok zor ama benim şimdiki düşünceme göre kendisine sosyalistim diyen tırnak içindeki devletlerin tümü sosyalizmi kendi devletinin çıkarlarını korumak, kendi devletinin devamını sağlamak için bir sosyalizm anlayışı vardı. Yani Sovyetler için ayrı, Bulgaristan için ayrı, Arnavutluk için ayrı, Çin için ayrı bir de yani çok derin konular ama üç dünya teorisi, beş dünya teorisi gibi saçma sapan, neredeyse emperyalizmi bile sosyalizme destek arayan birtakım teoriler ortaya çıktı. Ve bunların etkisi altındaydı Türkiye’deki devrimciler yani derinlemesine bir tahlil yapılamadı. Ve bu nedenle de birleşmek hemen hemen imkansızdı ama bu durum yani Türkiye’de değil sadece benim kanımca 68 hareketini apayrı bir konudur tabii, bütün dünyada 68 hareketinden sonra da devrimci hareketlerin birleşmesi, sosyalizmin geleceği konusunda bir derinlemesine tahlil yapılması, eleştiri yapılması mümkün olmadı. Bu değişik biçimlerde Türkiye’ye de yansıdı. Ama dediğim gibi yani ben şimdi şöyle düşünüyorum, çoğulculuk olmadan sosyalizm olmaz. Yani sosyalizm de olacaksa bu çoğulculuk olacaktır. Farklı düşünceler, farklı yapılar bir arada ancak olabilirler diye düşünüyorum ben. Bu sıfırlanmıştı Türkiye’de. Yani bütün devrimci hareketler, en küçük örgütten en güçlüsüne kadar herkes en doğru benim diyordu ve hiçbir zaman birbirleriyle bir araya gelmek için çaba harcamıyorlardı. Harcasalar da gelip geçici oluyordu. Suni oluyordu. İşte en son yani o kadar acı bir trajik durumdur ki; Türkiye’de en son seçimlerde Yeşil Sol Parti’nin veya daha önce HADEP’nin içinde birtakım örgütler, sosyalist örgütler işte komünist örgütler de yer aldılar sonra birbirlerine düştüler işte bu kadar acı yani aradan bu kadar şey geçtikten sonra. Yani, ben şöyle düşünüyorum dünya çapında sosyalizmin geçmişteki yanlışlıkları üzerine ciddi bir muhasebe yapılmadığı için bu Türkiye’de de yapılamadı. Yani bu sadece bize has bir şey değil. Yani dünün Vietnam’ını düşünün, yani dünün Vietnam’ı koskoca Amerikan ordusunu küçücük gerillalar yendiler, kovdular, mahvettiler. Bugün Vietnam’a dönüp bakın yani içler acısı bir durumda. Yani bu dünya çapındaki bir sorun, yani bu ümitsiz değilim ben. Geçen seferlerde konuşmamızda da dedim enseyi karartmamak lazım ama çok ciddi bir dünya çapında tahlil ve bunun Türkiye’ye yansıması olarak bir tahlil yapılması gerekir ki yeniden canlanabilsin. Bir de eski anlamda ne işçi sınıfı kaldı, eski anlamda ne sosyalist düşünce, yani 1800’lerde ortaya çıkmış olan Marks’ın düşüncesi elbette esas bir ekonomik tahlil olarak hiç şüphesiz doğru bir tahlildi ama çok değişim oldu dünyada ve Türkiye’de. Bu değişimlerin üzerine alarak yepyeni bir sosyalist anlayış geliştirilerek emeğin sömürüsünün azaltılması, daha birlikte hareket etmek gibi şeyler olacak ama bunun için çok ciddi bir felsefi ve sosyolojik çalışma gerekir. Bu oluyor ama çok az çok az.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment4883
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Biraz önce değindiniz onu da kısaca bir toparlayıp bir sonraki son soruya geçmek istiyorum. 84’te fikri ayrılık sebebiyle örgütten ayrıldım dediniz temelinde bu tür şeyler mi yatıyordu?
ATİLLA KESKİN: Tabii tabii. Yani temelinde birlikte olamamak yatıyordu. Temelinde bu tekilci düşünce yani beni en çok etkileyen hala aynı şeyi söylüyorum tek doğru benim, tek doğru bizim partimizdir, tek doğru, şimdi tek doğru bizim partimiz olunca ne oluyor biliyor musunuz? Tek doğru merkez komitesi oluyor, tek doğru merkez komitesinin içinde sekretarya oluyor, sekretaryanın içinde tek doğru bir insan oluyor bunun tipik örneği de Stalin’di. Yani bizde de vardı bu tip şeyler. Bütün örgütlerde vardı. Yani hala birbirleriyle Facebook sayfalarında kavga ediyor arkadaşlar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment4932
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Doğru söylüyorsunuz. Şunu sorarak kapatmak istiyorum. Biraz önceki o bütün ayrılıklar, hem 80 öncesi hem 80 sonrası aslında hapishanelerde biraz bütün bu işkence süreçleri ve direnişlerde birazcık birliktelik gösterdi devrimiler faşizm koşullarında diyelim. Ve büyük hak ihlalleri yaşandı, insanlığa karşı suçlar işlendi devlet tarafından. Bunların mücadelesi veya bunların hesabının sorulması meselesinde ne düşünüyorsunuz? Bazı hesapları tabii ki soramayacağız ve birçok işkenceci, bu işin başında olan insan belki de zaten yaşamıyor. Ama bunları başka mekanizmalarla hesabını sorabilir miyiz? Bir bellek yaratabilir miyiz bununla ilgili?
ATİLLA KESKİN: Yani işte sizin yaptığınız çalışma bunun tipik örneğidir yani bir bellek yaratılması için. Bizler de yani devrimci düşüncelerine, sosyalist düşüncelerine sahip olan insanlar da yaşımız 80’e geldi artık teker teker gidiyoruz. Ben mesela şahsen şöyle düşünüyorum, yapılan şeyleri olumlu ve olumsuz yanlarıyla gelecek nesillere aktarmak gerekir. Neyle, nasıl yapılır bu? Ben şunu tercih ettim, yazarak yapılır diye düşündüm. Yani, ben partimden ayrıldıktan sonra hiçbir zaman düşmanlık gibi duygulara sahip olmadım. Hem çalıştım, her türlü işte çalıştım hem de gecemi gündüzüme katarak on tane kitap yazdım yani bu kitapların hepsi çok siyasi kitaplar değil ama romanlarımın içinde, anılarımın içinde yaptığımız yanlışlıklar, işte karşı devrimin işkencesi, zulmü, ilticacılığın zorluğu gibi konuları işleyerek gelecek nesillere bunlar bırakılırsa bir ders çıkartılır diye bir düşüncem oldu ve böyle çalıştım yani. Hala öyle çalışıyorum. İşte TÜDAY’I [TÜRKİYE-ALMANYA İNSAN HAKLARI DERNEĞİ] yeniden canlandırmak için çaba harcıyoruz İnsan Hakları Derneği’ni Köln’de. Geçmiş zamanlarda belli bir mücadele sürürmüştü. Yani yapabileceğimizi yapmak gerekir diye düşünüyorum. Yani kimseye öyle bir düşmanlık, kırgınlık yani ayrıldım tamam ama arkadaşlarımdan çok farklı şeyler oldu belki kötü şeyler de oldu ama ben daha olgun düşünerek, yazıp çizerek bu işleri gelecek nesillere aktarmak gerekir diye düşünüyorum. Ve hala da o çabam devam ediyor. On kadar kitap yazdım, çocuk kitapları bile yazdım. İşte televizyonlarda programlar yaptım vesaire yani.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=atillakeskin.xml#segment5083
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Belki şunu da söyleyerek kapatalım, hikâye eksik kalmasın şu anda Türkiye’ye giremediğinizi söylediniz, o süreci de çok kısaca özetler misiniz? Sebebi ve ne kadar süredir bu durumda olduğunuzu?
ATİLLA KESKİN: Şimdi ben önce kaçak gidip geliyordum. Ama parti dağıldıktan sonra ve merkez komitesinde üç kişi kalmıştık. Biri ben, biri Sinan Atasal birisi de Yavuz Yıldırımtürk’tü ve yurt dışında sonra kendi aramızda da ayrılıklar falan olmuştu Türkiye’den çıkan, neyse uzatmak istemiyorum ve ben onda sonra ilticaya başvurdum ve Alman vatandaşı oldum belli bir müddet sonra. Bu arada yani çok kısacık bir şeyi de yaşantıma dair anlatmak zorundayım çok sevdiğim Hüseyin İnan ki dede derdik, “Bir oğlun olursa onun ismimi bana ver, ona ver” dedi ve ben de ilk oğlumun ismini Hüseyin İnan koymuştum, dede İnan koymuştum ve 12 yaşında bir trafik kazasında onu da kaybettim maalesef böylesine ağır bir trajedi de yaşadım. Ve tabii ki Türkiye’de eski davalar olduğu için bir de şöyle bir adet vardır devrimci harekette ki; ben bunu yanlış olarak söylemiyorum sadece bir adet olarak söylüyorum, eğer yurt dışındaysan Türkiye’deki bir takım yapılan eylemler o yaptı yani mesela Atilla Keskin yaptı veya Hasan Hüseyin yaptı diye böylece kurtulmak için çaba harcanır ve bu doğrudur. Ve birçok şey benim üstüme de söylenmiştir. Yaralanma vardı bilmem ne benim bile haberim yok. Bu nedenle avukat da tutmama rağmen çok uzun süre bu cezalar kalkmadı yani 30 sene Türkiye’ye gidemedim. Daha sonra dediler gel yani bir şey yok. Zaten çoğu zamana uğradı ve Türkiye’ye gittiğimde tutukladılar. Ya tutuklamadılar gözaltına aldılar pardon orada da işte akrabaların yardımıyla birtakım avukatların yardımıyla torpille çıktım gözaltından ama tekrar gittiğimde bu sefer de çıkarken tekrar tutukladılar ama buna rağmen ben gittim geldim yani 15 sene falan gittim, geldim çünkü benim için mutluluk oluyordu. Akrabaları görüyordum, Ortadoğu’dan arkadaşları görüyordum. Esas olarak da aydınlarla çekimler yapıyordum sinemacılarla, yazarlarla vesairelerle kültür programı yapıyordum. Benim için çok doyurucu ve güzel bir şeydi. Ama daha sonra dediğim gibi işte 2015 sıralarında hani o biraz daha barış marış şeylerinin olduğu dönemde, çok da meraklıyımdır bu konularda dedim ben gidip görmek istiyorum gerillaları. Hastalığıma rağmen yardımcı oldu Kürt arkadaşlar gittim 15 gün kadar kaldım. Orada bir kitap yazdım işte, burada var o gösteririm size. Bir Başka Kandil diye ondan sonra tekrar ceza aldım. Biraz sağlık durumum da iyi değil ve çok istememe rağmen şimdi gidemiyorum tekrar Türkiye’ye.
EYLEM DELİKANLI: Teşekkür ederim Atilla Bey, ağzınıza sağlık.
ATİLLA KESKİN: Ben teşekkür ederim.