Aydın Çubukçu - 1

Memory Museum for Historical Justice

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:16 - 60’ların siyasi atmosferinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yılları

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bugün 13 Temmuz 2023 Londra’dayız. Bugünkü kaydımızı Aydın Çubukçu’yla yapacağız. Öncelikle teşekkür ederiz kaydı kabul ettiğiniz için.

AYDIN ÇUBUKÇU: Ben teşekkür ederim.

EYLEM DELİKANLI: Hayatınızı konuşacağız. Bunun içerisinde 12 Eylül üzerinde duracağız, dönemler üzerinde duracağız ama bir başından başlayalım. Nerede ve ne zaman doğdunuz? Nasıl bir çocukluk geçirdiniz anlatır mısınız?

AYDIN ÇUBUKÇU: 1946 Aralık benim doğum tarihim. Gerçi nüfus cüzdanında 1947 Ocak yazıyor ama asıl gerçekte 12 Aralık 1946. Demek ki savaş biteli bir, iki yıl olmuş en fazla. İki yıl diyebiliriz. Savaş sonrası bir dünyada yaşamak o zaman doğmak, benim için çok anlamlı. Ben bütün kuşağımızın, 68 kuşağı denilen kuşağın savaşın sonunda doğmuş bebekler olarak anlaşılabileceklerini düşünüyorum. Çünkü sonra yaşananlar savaşın, sonra da soğuk savaşın bütün izlerini taşır ve insanları kesin tercihler karşısında bırakır. Ortada duramazsınız. Faşizm ve sosyalizm arasında bir savaştır. İkinci Dünya Savaşı denilen şey aslında bir emperyalist savaştır ama bıraktığı izler ve kazandığı anlam bakımından ele alırsak faşizmle ve sosyalizm arasında bir savaştır. Ve bu bütün sonraki dönemi etkilemiştir. Adeta sonrasında emperyalizm, faşizmi yenen Sovyetler Birliği’nden intikam almaya yönelik politikalar gütmüştür ve Türkiye bu kapsamlı saldırının önemli basamaklarından birisidir. Siyasal, kültürel, ekonomik, sosyal pek çok bakımdan o Amerikan saldırısının izlerini görürüz. Bütün siyasal hayatımız onunla belirlenmiştir. Savaş sonrası Amerika’nın ihtiyaçları, savaş içinde Türkiye’nin konumlanma politikaları ve bundan doğan sonuçlar bizim hayatımızı etkilemiştir. 1950’li yıllar Demokrat Parti dönemidir ve ben bütün ilkokul hayatım boyunca Demokrat Parti’nin bizim ailemiz üzerindeki etkisini yaşadım çünkü babam Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sivas il başkanıydı ve çok ciddi baskılar görüyordu. Sivas’ın itibarlı bir eczacısı olmasına rağmen etrafından çok baskı görüyordu ve mesela silah taşıma ihtiyacı duyuyordu, öyle bir şeyi olmamasına rağmen. Vatan Cephesi dönemi vardır Demokrat Parti’nin, çok ciddi bir sosyal, siyasal saldırı dönemidir. Bu ortamda, aslında siyasal bakımdan belli bir tercih yapıyorsunuz ya babanızın yanındasınız ya da öbür tarafta. Mesela benim ilkokul mezuniyet fotoğrafım vardır, Deniz Gezmiş benim ilkokul arkadaşımdı ve şu işareti yapar, altı ok. Beşinci sınıf ilkokul öğrencisi, yıl 1959, o da babası Halk Partili bir Cemil Amca, babamın da arkadaşıydı. Halk Partiliydi ve Demokrat Partisi’ne karşı bir şeydik, saf tutmuştuk. Deniz mesela işte bizim Yedi Bela Çetesi adını verdiği bir grubumuz vardı, Demokrat Partili ailelerin çocuklarını döverdik. Böyle bir ortamda şimdi ondan sonra 27 Mayıs darbesi oldu ve başka bir ufuk açıldı. En azından işte 1960 Anayasası’nın getirdiği bir özgürlük ortamından söz edilebilir. Çeşitli örgütlenme özgürlüğü, bu söz, basın özgürlüğü, sendikaların kurulması, grev yasağının kalkması, grevin serbest olması falan, sosyalizmin tartışılmaya başlaması bizim çok küçük yaşta diyebileceğimiz yani o, demek ki on beş, on altı, on yedi yaşında sosyalizme ilgi duymaya başladım. 1963’te TİP kurulmuştu, hemen arkasından Sivas’ta da bir il örgütü kuruldu ve henüz on sekiz yaşında değildim ama gidip üye olmak istediğimi söylemiştim. O zaman demiryolu işçisi Ali Ağabey dediğimiz bir il başkanı vardı Türkiye İşçi Partisi’nin. Çok küçüksünüz yapamam dedi ama gelip gidin çok çalışın burada, devrime beş sene var çok çalışmanız lazım dedi. Yani beş sene biraz uzun zaman ama çalışırız dedik. Böyle bir ortamda, yani savaş sonrası dünya ve ülke koşulları adeta bizi devrimci, sosyalist yapmaya zorlamıştır. Kitle halinde gençliğin böyle bir eğilim taşıması başka türlü açıklanamaz. Yani 68 kuşağı nasıl doğdu? Dünya çapında aynı şey. Savaş sonrası koşulların yarattığı etkiler bizim yaşımızdaki herkesi bir arayış içine, değişsin bu dünya arayışı, bu dünya güzel değil, başka bir dünya mümkün, diye yola çıkmamızın başlıca etkenlerinden biridir. Aynı zamanda ama dünyada da 60’ların ortasından itibaren Afrika’da anti-kolonyalist mücadeleler, eski sömürgeciliğin tasfiye süreci, Vietnam, Laos, Tayland vesaire gibi halk savaşlarının olduğu yerler. Latin Amerika’da gerilla mücadeleleri, Che Guevara’nın 1963’te ölümü, bütün bunlar çok etkileyici şeylerdi ve dünya, evet değişsin ama nasıl değişsin sorusuna bir cevap vermemizi kolaylaştıran şeylerdi. Ama 68’de Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali bambaşka etkiler yarattı. Şunu tartışmaya başladık, evet sosyalizm ama nasıl bir sosyalizm? Yani bu değil ağabey böyle olmasın. Ne olsun o zaman? Kafamızın karıştığı dönemlerdi. Ama sosyalizmden vazgeçmedik sadece arayışın yönü değişti. Sonra DEV-GENÇ yılları. Ben DEV-GENÇ’in genel yönetim kurulu üyesiydim. Okuduğum okulda da Fikir Kulübü’nün başkanlığını yapıyordum. Yirmili yaşlarda çocuklardık, çocuklar diyebilirim, gençlerdik aslında ama şu kesindi, yani biz dünyayı değiştirebiliriz, elimizde bu, yapacağız bu işi, geldik yani eşiğindeyiz. Ali Ağabey beş sene sonra demişti yani hala o beş senenin gazıyla gidiyorduk. Şimdi hala oraya gidiyorum ama o zaman gerçekten inanıyordum. Bir arkadaşım yıllar sonra şöyle demişti, bir kadın arkadaşım, profesör oldu sonra, her sabah pencereyi açıyordum, dünya değişti mi diye bakıyordum. Böyle bir dünyaydı 60’ların sonunda dünya. Ve işte bu hayali sona erdiren 12 Mart darbesidir.

00:09:36 - 27 Mayıs’ın mirasının etkisiyle şekillenen üniversite gençliği

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Üniversite ortamını sormak istiyorum. Nasıl bir ortamdan bahsediyoruz? Hele de bugünkü üniversite ortamını düşündüğümüzde aslında siz bambaşka bir dünyadan şu anda bize bahsediyorsunuz? Onu biraz açabilir misiniz? Nasıl bir şehir? Nasıl bir kültür, sosyoekonomik yaşam?

AYDIN ÇUBUKÇU: Bizim üniversite yıllarımız aslında bir önceki dönemin, yani 27 Mayıs’ı yapan güçlerin şekillendirdiği üniversitelerdi. Çünkü büyük ölçüde Adnan Menderes iktidarına karşı muhalefet üniversitelerden geçmişti. Bunun içinde profesörler, diğer akademisyenler, akademinin her kademesi ve en başta öğrenciler. İstanbul ve Ankara merkezli öğrenci hareketleri Adnan Menderes’in devrilmesine sosyal bir zemin hazırlamıştır, gerekçe hazırlamıştır. Yani askeri darbe durduk yere gelmez, bir gerekçesi olmalı, işte ‘kahrolsun diktatörler, yaşasın özgürlük ya hürriyet ya ölüm’ gibi sloganlarla devrilmiştir, öğrenci hareketleri böyle gelişmiştir ve yanlış hatırlamıyorsam üç öğrenci ölmüştür bu gösteriler sırasında. Ve biz ağabeylerimizden böyle bir mücadele, yani iktidar devirme gücü olan bir miras almıştık. Hala o hava devam ediyor orada. Hem akademinin öğretim kadrolarında o hava devam ediyordu, hem de biz bu işi yapan bir kuşağın devamıyız, yine bir devrim yapabiliriz inancının bir dayanağı da bu 27 Mayıs’tan bize gelen süreklilikti. Yani hala, ne bileyim o dönemde öğrenci olanlar bizim aramızda vardı. 60’la 65, 66 altı senedir hala üniversiteyi bitirememiş şeyler vardı çocuklar vardı, gençler vardı, ama ağabeylerimizdi onlar bizim. Diğer yandan bir de şöyle bir grup da vardı. 1963, 62-63 galiba, ordu içinde Talat Aydemir darbeciliği diye bir olay var. Talat Aydemir ilginç bir insan. Aslında bir ne bileyim, kendince bir sosyal reformcu ve onu takip eden Harp Okulu öğrencileri daha da ileri ondan. Talat Aydemir’in arkadaşları idam edildikten sonra Harp Okulu öğrencileri arasında en ileri çıkanlar okuldan atıldırlar ama şöyle bir şey, onlara ceza meza verilmedi darbeye karıştıkları için, hatta üniversitelere sınavsız girme hakkı tanındı. Harp Okulu’ndan attık ama gidip hukuk fakültesinde, siyasal bilgilerde, ne bileyim işte falanca mühendislik fakültesinde öğrenci olabildiler. Onların DEV-GENÇ içinde bir etkisi vardı, mesela Yusuf Küpeli onlardan biriydi ve başkanımız olmuştu. Yani şeyden geliyor adam, bir de havaya uygundu yani o zaman, atmosfer. Asker lan herif yani darbe yapmış, ihtilale kalkışmış bir asker falan, böyle bir hava. Şimdi gençliğin temel eğilimlerini, yani bir devrim yapabilme inancına sahip olmasını koşullayan ve bunun nesnel karşılığı olabilecek bazı unsurlar vardı. İşte Harbiye’den gelenler, alttan 27 Mayıs, şeyini, devrimini diyelim, çünkü onlar hep devrim diyorlardı, 27 Mayıs Devrimi’ni yapmış olanlar ve biz devam ettireceğiz, yapacağız. Buna ilaveten onlar sosyalist değillerdi, haberleri yoktu böyle bir şeyden ama biz bir yandan da sosyalizmi öğrenmiş, öğrenmeye çalışan artık ideallerini sosyalizmle tarif etmeye başlamış bir kuşaktık. Onlardan farkımız buydu. Tabi buna bir de Türkiye’deki, şurası çok önemli, 60’ların ortalarından itibaren işçi köylü hareketi çok önem taşıyordu. Buna bir de öğretmen hareketi çok önemliydi. Türkiye Öğretmenler Sendikası, Fakir Baykurt’un başkanlığını yaptığı o TÖS başlı başına bir sosyal muhalefet dinamiğiydi. Çok örgütlülerdi ve çok ileri hedefler üzerinden konuşuyorlardı. DİSK çok güçlenmişti. Fakat bugün unutulan bir başka unsur köylü hareketi. İnanılmaz toprak işgalleri vardı. Mesela bir şeyi hatırlıyorum, Ataman, Antalya civarındadır, Konya, efendime söyleyeyim işte Trakya’da, her yerde. Ama ilginç olan, kapitalizmin görece geliştiği bölgelerdeki toprak işgalleridir bunlar. Mesela ağalığa karşı mücadele değildir bu. Ama topraksız köylülerin devlete karşı isyanıdır ve yanlış hatırlamıyorsam 2 bine yakın köylü tutuklandı ve elli civarında da ölü vardı olaylarda. Hem jandarmadan hem köylüden. Silahlı bir hareketti bu. Bir bu, toprak meselesi. İkincisi küçük üretici köylülüğün taban fiyatı mücadelesi çok önemliydi. Tütün, pamuk, üzüm, hatta sarımsak, soğan, çay, fındık üreticileri çok büyük hareketlilik içindeydi. Örgütleniyorlardı ve sürekli bir kaynaşma halindeydi. Benim özellikle 1969’dan sonra darbeye kadar Ege bölgesinde DEV-GENÇ militanı olarak yaptığım çalışmalar tütün ve pamuk emekçileri içinde yoğunlaşmıştı. Ama DEV-GENÇ’in diğer militanları da Malatya’da, Dersim’de, Karadeniz’de, Antalya’da her yerde dağılmış vaziyette köylülerle iç içe onların mücadelesini yürütmeye çalışıyorduk.

00:17:18 - Öğrenci hareketinin köylü ve işçi hareketiyle birleşip güçlenmesi

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Burada bir soruyla açmak istiyorum bunu, burası çok önemli çünkü, öğrenci hareketinin sadece öğrenci hareketi olmaktan çıkıp topluma nüfuz etme meselesi, belki sonraki kuşaklarda çok fazla mümkün olmuyor. Bunu nasıl başardınız, onu anlatır mısınız?

AYDIN ÇUBUKÇU: Bir kere şöyle, zemini vardı bunun. Köylü hareketi olmasa biz köye gitmezdik. Köylüler zaman zaman bizi çağırıyorlardı. Benim başıma gelen olaylardan birisi oldukça ilginçtir. Karaburun’da toprak işgali var diye ben bölgede dolaşırken Ankara’dan DEV-GENÇ merkezi oraya bir bakın orda toprak işgali varmış diye gittik. Karaburunlu köylüler DEV-GENÇ’ ten yardım istiyorlardı. Toprak işgali var, buraya gelin diye. Aynı şeyi, ama diğer başka Malatya’da, Adıyaman’da, Siverek’te yani şimdi aklıma gelmiyor ama DEV-GENÇ militanları fındık, çay, tütün, pamuk ne varsa yani bu sanayiye yönelik tarım ürünleriyle uğraşan köylüler, küçük köylü üreticiler, hoşnutsuzlardı ve kendilerine yardım edecek birilerini istiyorlardı. Koyunhisar’da, Koyunhisar ilginç bir yer, orman köylüleri yine DEV-GENÇ’e haber gönderdiler, Koyunhisar’da orman köylüleri bir şeyler istiyorlar, tam ne olduğunu anlayamadık, sen Sivas’tasın git dediler bana merkezden. Sivas’a yakın. Gittim. Köprüleri yakmışlar, şeyi, o orman memurlarını ele geçirmişler falan filan, dertleri de ormanın kesilip götürülen ağaçları bir şirkete yarıyor bize bir şey vermiyor bunlar, biz kooperatif kurup kendi ormanımızı kendimiz işletmek istiyoruz diye. Sonra halloldu, sulh. Ama şu önemli burada senin sorduğun soruya cevap olarak, hareket halindeki köylülük kendisine yardım etmek üzere DEV-GENÇ’i yedeği olarak görüyordu. Gelin burada bir işimiz var beraber çözelim diye. Sonra, bazen hayal kırıklığına da uğruyorlardı, mesela işte Karaburun’da, ben biraz bu işin DEV-GENÇ’i ilgilendirmediğini söyleyince, çünkü şöyle bir şeydi, toprak işgali diye çağırdılar ama devlet kıyıdaki zeytinlikleri tepedeki köyler arasında paylaştırmış, devlet topraklarını, bunların payına kötü bir zeytinlik düşmüş komşu köyün toprağını, zeytinliğini işgal etmek istiyorlar. DEV-GENÇ gelsin yapsın bu işi diye haber göndermişler, yani ben de işte onu anlatmaya çalıştım yani köylüyle köylü arasındaki bir meseledir bu bizi şey yapmayın yani kimin tarafını, falan filan deyince adam dedi ki DEV-GENÇ DEV-GENÇ dedik gönderdikleri adama bak dedi, ufak tefek zaten. Ama şöyleydi, gerçekten üretici köylülüğün toprak ya da taban fiyatı talepleri dolayısıyla hareket halinde olduğu her yerden DEV-GENÇ çağırılıyordu, DEV-GENÇ çağırılmasa da gidiyordu. Yine fabrika işgallerinin, grevlerin, dayanışma grevlerinin, boykotların olduğu fabrikalarda İstanbul, Adana, Zonguldak belli başlı üç merkezde DEV-GENÇ militanları çok önemli işler ve çoğu zamanda işte yanlış işler de yaptılar. Acemilik başka bir şey tabi, yani politika bilmiyorsun, sınıf hareketi nedir onun doğasını bilmeden işçiye yardım edeyim diye gittiğimiz yerde işçiye zarar verdiğimiz durumlar da olmuştur. Komik şeyler yaşandı. Ha bir de gecekondu meselesi vardı. Mahalleler, yani işçi mahallelerinin yıkım tehdidi altında olması gecekondularla da ilgilenmemizi gerektiriyordu. Onlar çağırıyorlardı daha doğrusu. DEV-GENÇ büyük bir örgüttü. Yani binlerce taraftarı, seferber edebileceği çok ciddi sayıda militanı vardı. Okulunu bırak falanca yere git dediği zaman gönderebiliyordu. Mesela ben işte, okul hiç önemli değildi. Arada bir gelip sınavlara giriyordum falan filan ama başarılı da oluyordum o dert değil, ama bırak okulu git dedikleri zaman gidiyordum. Ya da ben soruyordum, yok mu bu ara bir şeyler yani burada sıkıldım diye. Böyle bir DEV-GENÇ’ti. Binlerce, 10 binlerce insanı, genci kent mitinglerinde, yürüyüşlerde seferber edebiliyordu. Ama aynı zamanda kendi bünyesindeki örgütlü güçleri de kırlarda, fabrikalarda, kasabalarda istediği her yerde, işaret ettiği her yerde çalıştırabilecek bir yetkiye de sahipti. Ha kimdi bunlar, DEV-GENÇ’i yönetenler, yine bizdik işte. Bizim gibi çocuklardı.

00:23:12 - Dönemin sol eğilimlerinin siyaseti şekillendirmesi

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bir taraftan da üniversite sayısı da az aslında değil mi ülke çapında, binlerce öğrencisi de aslında taşradan geliyor. Ve taşraya geri dönüyor belki de dönem sonlarında vesaire, bunun da bir etkisi var mı sizce? Sayıca bu kadar büyük olmasında?

AYDIN ÇUBUKÇU: Sayıca büyük olmasının sebebi aslında dönemin etkileridir yine. Yani demin dedim ya, aynı koşullarda doğmuş olan bütün dünya gençliğiyle arayış içindeyiz. DEV-GENÇ’li olsun olmasın. Mesela sosyal demokrat gençlerin örgütü vardı, onlar da fevkalade keskin insanlardı yani. Sonra Ecevit mesela ‘toprak işleyenin su kullananın, insanca hakça düzen’ falan gibi sloganlar o gençliğin baskısıyladır. Sola doğru gidiyor ve Ecevit onları söylemese kendi gençliğini kaybedecek, öyle bir şeydi. İsmet Paşa’nın ‘ben kırk yıllık solcuyum’ demesi de o atmosferin sonucudur. Dolayısıyla insanların solcu olmakta zorlanmadıkları, ben sosyalistim, ben komünistim demekten çekinmedikleri bir dönemdi hatta bunu söylemek ayrı bir hava veriyordu insanlara. Çünkü, kültür hayatına bakıyorsun ressamlar, romancılar, şairler, sinemacılar hepsi solcu, hepsi solcu. Yani iyi iş yapanlar solcu. Öbürlerinin esamesi okunmuyor. Kimsenin bir şey yaptığı yok bizden başka, solculardan başka veya. Dolayısıyla şimdi ne kadar zorsa o zaman o kadar kolaydı.

00:25:07 - 12 Mart darbe günü

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Sonra bir baskı dönemine giriyoruz, 71 muhtırası. 71 muhtırasının olduğu günü hatırlıyor musunuz?

AYDIN ÇUBUKÇU: Evet. Evet hatırlıyorum. Aslında şöyle bir şey, 12 Mart bir baskı gücü olarak geldi. Yani epey bir şiddet estirdi ama gücü o dalgayı ezmeye yetmedi. Aksine daha da büyüdü, yayıldı. Darbe günü öğlen saatlerinde haberimiz oldu çünkü TRT’nin 13:00 haber bülteninde ilan edildi gündüz. Oysa darbeler gece yapılır genellikle. Bu gündüz gözüyle yapıldı. Okulun bahçesindeydik biz, hukuk fakültesinin daha doğrusu. Benim okulumla hukuk fakültesi yan yana, ortada bir yerde öyle otururken birden birileri koşarak geldi darbe oldu darbe oldu diye. Bir kısım arkadaşımız çok sevindiler bizimkiler darbe yaptı diye. Yani askerden gelecek bir darbenin bizim olabileceğine dair inanç epey yaygındı.

EYLEM DELİKANLI: Bunun sebebi neydi?

00:26:29 - 12 Mart darbesinin solu destekleyeceğine dair inancın nedeni

Play segment

Segment Synopsis: AYDIN ÇUBUKÇU: Bir kere ordunun yapacağı bir işin gerici olmayacağına dair bir temel inanç vardı. Kemalizm. Yani DEV-GENÇ ne derse desin aslında Kemalist motifleri üzerinde taşıyan bir örgüttü. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş bunlar, bu arkadaşlarımız da yani Kemalizm’le sorunları olan insanlar değildi. Ordudan gelen bir hareketin gerici olamayacağına dair bir ön kabul vardı. Ama şunu da biliyorduk, yani ordunun içinde de çeşitli fraksiyonlar var ve bunlar mücadele halindeler. Kimin yaptığını bilmiyorduk, hangi fraksiyonun yaptığını bilmiyorduk ama genel olarak şeye baktığımız zaman, o dönem adları ilerici komutanlar arasında geçen Muhsin Batur, işte şimdi hatırlayamayacağım hepsini, Deniz Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı [Celal Eyiceoğlu] falan filan, bunlar Doğan Avcıoğlu çevresinin güvenilir komutanlar dedikleri insanlardı. Bir tek Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, onun faşist bir gerici olduğunu da biliyorduk. Fakat şey olduğu için, ordunun tümü bu işe karar vermiş olduğu için önce bir şey oldu, yani bizimkiler mi acaba gibi bir hava oldu hatta DEV-GENÇ’in büyük şeyi vardır, bildirisi vardır, Ertuğrul Kürkçü’nün zamanında, kocaman harflerle bir pankarta, bina boyunda bir pankarta taleplerimiz diye bir bildiri yayınlandı. Şöyleydi, şu şu şu şartlar yerine getirildiği sürece biz bu yeni rejimi destekleriz. Toprak reformu istiyoruz, örgütlenme özgürlüğü falan filan bir sürü şey, bunları istiyoruz ve bunlar olunca biz yanınızdayız diye bir bildiri. Sonradan Ertuğrul’un çok başı ağrımıştır bu konuda. Ama o şöyle açıklıyordu ki ve doğruydu, ne bileyim Mimarlar Odası, TÖS, o zamanki bütün bu ilerici meslek kuruluşlarının hepsi darbenin yanında yer aldılar ve DEV-GENÇ’e de baskı yaptılar. Siz de destekleyin diye, hep birlikte yani bu işi sol destekliyor olsun, şeklindeki bir havayı istediler ve DEV-GENÇ de buna koşullu olarak boyun eğdi. Sonra, kurulan işte o Nihat Erim hükümeti içinde solcu bilinen kimilerini de kapsıyordu. Fakat bir süre sonra askerler şeyi, kendi içlerinde bölünmeye uğradılar ve Amerika açıkça ağırlığını koydu ve bu işin başka türlü bir rejime gitmesi gerektiği konusunda ikna oldular. Mesela şey, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, çok önemli bir, bence her şeyi açıklayan çok özet bir vecize yumurtlamıştı. “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir. Bunu önlemeliyiz.” Harika! Yani bir gerici hedeflerini bu kadar açık ve özlü çok zor ifade edebilir. Sosyal uyanış lafı çok önemli. Bunun önüne geçmeliyiz. Neden? Çünkü ekonomik gelişmeden daha ilerde. Yani şu zihniyet vardır ya hani, demokrasi dediğin şey gelişmiş ülkelerin işidir bize göre değildir. Yani refah seviyen yükselir ondan sonra fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, işçi hakları falan zenginlere mahsus bir şeydir, bizde olmaz, bizde sopa. Biz ancak uyanışın önüne geçilmek gibi bir işlevimiz olabilir.

00:31:11 - Aydın tutuklamaları, 12 Mart sonrası solun yeniden güçlenmesi

Play segment

Segment Synopsis: Nitekim bunun gereğini yapmaya başladılar ve büyük aydın tutuklamaları, hiç alakası yokken mesela Eyüboğlu kardeşler, Sabahattin Eyüboğlu, Selahattin Eyüboğlu, bütün bunlar, Ruhi Su falan, yani o tutuklama listesi bugün bakıldığı zaman inanılmaz derecede korkunç bir manzaraya işaret eder. Hadi Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk falan anladık da Eyüboğlu kardeşleri niye tutukluyorsun? Ama dert şu, sosyal uyanışın müsebbibi sizsiniz. Sizden başlayarak bu uyanışı durdurabiliriz. Çok önemli bir şeydir yani ibretlik bir hadisedir. Arkasından tabii şeyler gelmeye başladı, ne bileyim, tüm sendikalara falan saldırılar, partilere saldırılar falan filan, fakat 1974’e doğru giderken, 73’te bu iş kırılmaya başladı. Ecevit’in ortaya çıkışı, seçimlerin yapılması belki de askeri şeyin, rejimin hatalarından biriydi. Seçimlerden en fazla saldırıya uğrayan iki akım İslamcılar ve solcular, güçlenerek çıktılar. Milli Selamet Partisi ve CHP iki tarafı temsil ediyordu. İslamcılar neden hedefteydi? Onun sebebi büyük ölçüde İran İslam Devrimi’dir. Amerika Türkiye’de de bir İslam Devrimi olmasından korkuyordu. Yani sosyalist devrim falan filan ancak Sovyetler Birliği’nin desteğiyle falan olabilir. Bunu biliyorlardı ama İslam Devrimi kendi öz kaynaklarından, kendi öz gücüyle ortaya çıkabilecek bir şeydi Türkiye için. Bu da Yeşil Kuşağın, İran’da kırılmıştı zaten, Türkiye’de de parçalanması anlamına geliyordu ve Amerika açısından çok tehlikeliydi. Bence 12 Mart’ın halledemediği bir şeydi ve 12 Eylül bunun esas olarak, hem Ecevit dolayısıyla epeyce güçlenmiş ve halkçılaşmış, artık milyonlarca, yani DEV-GENÇ’in yüz binlerce taraftarı vardı diyelim ama milyonlarca insan artık solcuyum, sosyalistim falan diyordu. 12 Eylül bu halledilemediği, yani 12 Martçıların halledemediği sorunu kökünden halletmek üzere elinde tırpanla, silindirle halkın içine girdi ve hallettiler yani. O zaman hallettiler.

EYLEM DELİKANLI: Oraya gelmeden biraz daha geri dönelim. 12 Mart’a gelmeden de Türkiye’nin önemli siyasi akımları sol içerisindeki artık şekillenmeye başlamıştı ve DEV-GENÇ’teki o bölünmeler ana damarlarının oluşmasının önünü açtı. O süreci biraz anlatır mısınız? Siz bu süreçte nasıl bir rol aldınız? O döneme dair ne aktarabilirsiniz bize?

00:34:42 - 71 muhtırasında doğru DEV-GENÇ içindeki bölünmeler

Play segment

Segment Synopsis: AYDIN ÇUBUKÇU: Aslında genel hatlarıyla arayışımız devam ediyordu. Yani sosyalizmde karar kılmıştık ama buraya nasıl gidilecek, hangi araçlarla gidilecek sorusu karşısında net bir cevabımız yoktu. Buna ilk derli toplu cevap veren Mahir Çayan oldu Kesintisiz Devrim broşürleriyle. Mihri Belli’nin bir cevabı vardı ama tatmin edici değildi. Daha çok askeri darbeye bel bağlayan Doğan Avcıoğlu takımıyla birlikte hareket eden bir yol izliyordu Mihri Belli ve rahatsız olurdu. Çünkü şöyle düşünüyordu, komünist, sosyalist gibi terimlerin, sosyalizm bile çok kullandığı bir terim değildi, milli cepheyi bozar diye düşünüyordu. Milli cephe dediği, aslında eski Milli Birlik Komitesi’nden doğmuş olan bir takım solcu emekli subaylar, generaller Doğan Avcıoğlu’nun temsil ettiği yine asker, sivil, aydın zümre denilen kesim ve bunlarla DEV-GENÇ’in birliği, DEV-GENÇ’ten başka da bir örgüt yoktu Mihri Belli’nin etrafında. Türkiye İşçi Partisi farklı bir yol izliyordu ve bu özellikle askerlerle olan ilişkiler konusunda daha netti. Yoktu böyle bir planı, programı. Onlar rahatlıkla sosyalizm kelimesini kullanabiliyorlardı. Fakat Mihri Belli çevresi diyelim, kendisi de dahil olmak üzere, partileşme ve sosyalizm kelimelerine alerjiliydi. Onunla bir tartışmamızda bu 94, 95’te bizim Özgürlük Dünyası’nda yayınlanmıştı o röportaj, ben, “ağabey” dedim “o dönemde bize sosyalizm kelimesini yasaklamıştın.” Hatta Avusturya İşçi Marşı’nı biz, başta bayrağımız Kemalizm diye söylüyorduk. O şey vardı ya işte, sanki doğduk bir anadan, başta bayrağımız Leninizm diye söylenen marşı biz Kemalizm diye söylüyorduk. “Onu ben söylemedim siz icat ettiniz, öyle yaptınız” dedi. Yani biz icat ettiysek bile işte politikanın genel akışına bakarak öyle bir şey yapmışızdır. Sonra yine bir tartışmayı hatırlattım ona. Deniz’in de olduğu bir ev toplantısında, Deniz açıkça “Ağabey bir parti kur, kuralım. Başına sen geç, siyasi kanadını sen yönet, biz de bunun silahlı kolunu oluşturalım” dedi. Mihri Ağabey o zaman son derece ciddi bir biçimde Deniz’i de azarlar şekilde “Şeyh Bedrettin’in partisi mi vardı?” dedi. Orada tartışma bitti. Deniz de patladı, çıktık gittik. Ben onu hatırlattım, Mihri Ağabey dedim böyle demiştin şimdi farklı mı düşünüyorsun? Var mıydı Şeyh Bedrettin’in partisi dedi. Ağabey, yoktu da sen Şeyh Bedrettin misin? Böyle, neden anlattım gerek Kemalizm vurgusu gerekse partiye karşı olmak, bir komünist partisi Allah ne demek! Doğrudan doğruya o içinde bulunduğu o ilişkilerle açıklanabilir şeylerdi. Yoksa kendisinin eski tüfek komünist olduğunu bilmeyen var mı? Adam gitmiş Yunanistan’da partizan savaşında savaşmış, yaralanmış gelmiş. Yıllarca TKP’nin en önemli militanı olarak mahkûm edilmiş, kovalanmış falan filan, e şimdi cepheyi bozarsan senin varlığın zaten bozar. Aynı şekilde, ama Doktor Hikmet [Kıvılcımlı] biraz daha farklıydı. O da orduyla iş birliği yapılmasından yanaydı, yani kocaman tarih tezi vardı ordunun milli ve devrimci gelenekler üzerinde yükselen bir kurum olduğu, Türk ordusunun diğer ordulardan farklı olduğu, ta Osmanlıya kadar giderek açıklayan o bir tarih tezi vardı. O da özü itibariyle bir darbenin yolu açabileceğine inananlardandı. Ama o, sosyalizm kelimesini kullanmaktan ya da sosyalizm propagandası yapmaktan geri durmuyordu. Aralarında böyle bir fark vardı ve o fark gitgide bir şeye dönüştü, kavgaya dönüştü. Doktor Hikmet sert eleştiriyordu aslında Mihri’yi. Bir kitabı vardır, çok ilginçtir, Demokratik Devrim Zorlaması Teke Zortlaması diye. Orda genel olarak milli demokratik devrim stratejisini eleştiren yani ona, o akıma karşı duran bir tavrı böyle alaycı bir dille anlatmıştı. Şimdi bize dönersek; DEV-GENÇ içinde de esas olarak şu tartışılmaya zaten başlanmıştı. Bu böyle olmayacak kardeşim. Bu tartışmalardan bıktık, biz kendi yolumuza gidelim. Deniz Gezmiş önce bu, kuvvetle bunu savunmaya başladı. Mesela işte tartışma toplantılarını falan terk etti. Laf laf laf. Kitap ve teori düşmanlığına varan şeyler yapmaya başladı. Okuduğunuz, yazdığınız ne olacak aslanım diye. İlk Filistin’e giden ekipte de vardı. Döndükten sonra iyice artık yolunu belirlemişti. Bu iş silahla çözülecek ve hiç kimseye ihtiyacımız yok, biz başlatırız bu işi gelen gelir. Ve başlattılar. O sırada ama Mahir Çayan’la Deniz çevresinde şöyle bir tartışma açık olmayan bir biçimde devam ediyordu. Şehirleri ihmal edip dağlara gitmek, kıra gitmek doğru mudur yoksa şehirde de bir şeyler yapmak, önce şehirde güç toplamak ondan sonra kır gerillasına başlamak, ya Mahir kır gerillasına dağa çıkmaya falan karşı değildi ama daha onun zaman alacağını önce şehirlerde bir şeyler yapılması gerektiğine, ne bileyim parti ve cephe gibi iki örgütün olması gerektiğini söylüyordu. Deniz ve arkadaşları ise parti mücadele içinde kurulacak kardeşim, önce partiyi kuralım ondan sonra mücadele ederiz, bekleyemeyiz artık biz dediler. Bekleyemeyiz, yeter! Bugünden bakınca şunu anlıyorum, yani dünyadaki genel atmosfer, halk savaşları, gerilla savaşları, genel konjonktür, olup bitenler, Türkiye’de siyasetin son derece sıkışmış olması, işçi köylü hareketleri falan filan, kaçıyor, tren kaçıyor. Ya şimdi bineriz ya bir daha binemeyiz. Ya şimdi ya hiç! Deniz’e hâkim olan, Deniz’e ve arkadaşlarına hâkim olan buydu. Şu anda yaptık yaptık, yoksa dergi çıkartalım, parti kuralım, cephe falan, gidiyor, tren gidiyor kardeşim, oyalanamayız. Ve başladılar. Bu aslında Mahir’i de provoke etti. Şu anlamda, daha belki yayarak, Mahir daha farklı düşünüyordu çünkü, o teoriyi ve politika bakımından işi daha, ne bileyim enine boyuna düşünerek hareket etme yanlısıydı. Oturup broşür yazıyor, mesela ortalık karmakarışık o Kesintisiz Devrim’leri yazdı. Ama şimdi öyle bir şeyi çalışmayı pekâlâ Sinan [Cemgil], Deniz ne bileyim o kadrodan herhangi bir arkadaşımız da yapabilirdi. Netice itibariyle oturup devrimin yolu nedir diye bir şeyler yazacaksın. O kadar uzun da tahliller falan yoktu, yani incecik broşürlerdir. Ama hedefleri net tespit etmiştir ve göstermiştir. Şöyle şöyle yapılan alfabe gibi bir şey.

00:44:45 - THKO ve THKP-C’nin silahlı şehir eylemleri

Play segment

Segment Synopsis: Ama, THKO’nun, yani Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun böyle, ya zaten biliyoruz bunu ağabey ne diye bir de yazalım çizelim, iş yapalım dediler ve işte önce Amerikalıların kaçırılması, dört Amerikalının kaçırılması, daha önce ama bir tek Amerikalının kaçırılması vardır. Siyah Amerikalıydı onu da siyah olduğu için bıraktılar, ya bu da bizden diye. Öyle. Sonra dört Amerikalının kaçırılması, bu büyük bir olaydı ilk Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bildirisi o zaman yayınlandı, kendisini örgüt olarak ilan etti falan filan ama iş pazarlığın tıkandığı yere gelince silahsız insanları biz nasıl öldürürüz diye etik bir tartışma başladı ve bıraktılar. Yani madem siz vermiyorsunuz, biz de bunları öldürürüz diyemediler. Çok da iyi ettiler bence çünkü sonraki bütün süreçlerde bu etkili bir prestij propagandası oldu. Ardından THKP-C şu havaya girdi, ya bunlar aldı gidiyorlar kardeşim biz iyice gecikmeye başladık. Ardı ardına bankalar soymaya falan başladılar. Onlar da işin içine daldılar sonra bir sanayici, iş adamını kaçırdılar. Bir anda hatırlayamadım adını, sonra [Efraim] Elrom’un kaçırılması olayı ve ipin koptuğu an. Elrom’ın kaçırılmasıyla artık, Mahir’in şöyle ilginç bir görüşü vardı. Faşizmin yüzünü halka göndermek için onu saldırganlığa zorlamalıyız. Ne kadar şiddet kullanır ne kadar saldırganlaşırsa, halk faşizmin yüzünü daha kolay görür. Aynı şekilde daha önceleri şunu da savunuyordu. Amerikan emperyalizmini fiili işgale zorlamalıyız. Şimdiki işgal görünür bir işgal değil. İşte askeri üstler var, mali sermayenin egemenliği var falan ama köylü tarlasında Amerikan askerini görmüyor. Bunu görmedikçe de silaha sarılmaz. Biz onu tahrik ederek Amerika’yı fiili bir işgale zorlamalıyız diye düşünüyordu. Şeyde de Elrom olayında, Elrom’un öldürülmesi mesela sonradan çok eleştirilmiştir, tartışılmıştır ama Mahir’in bu anlayışına uygundur. Yani faşizmin saldırgan yüzünü açığa çıkarabilmek için şiddetin dozunu yükseltmek gerekir. Öyle de olmadı, yani şimdiden bakınca görüyoruz, öyle olmuyormuş bu işler. Ama onun gibi zeki, ne bileyim gerçekten olağanüstü yetenekleri olan birisinin öyle düşünmesinin sebeplerini düşünmüşümdür, merak etmişimdir ama ortam, yani dünya ve ülke koşulları öyleydi ki, demin Denizler için söylediğim şey herkes için geçerliydi. Ya şimdi ya da bitti bu iş. Şimdi olacak bu, yaparız! Yine o yaparız güveni vardı, güzeldi. Evet.

EYLEM DELİKANLI: Ama bu esnada tabi tutuklamalar oldu.

00:49:02 - THKO ve THKP-C lider kadrolarının yakalanıp öldürülmesinden sonra yaşananlar

Play segment

Segment Synopsis: AYDIN ÇUBUKÇU: Evet evet. Denizler yakalandı, sonra arkasından Mahirler yakalandı. İstanbul’da çok büyük bir operasyonlar, en önemli kadrolar yakalandı, Ulaş [Bardakçı] öldürüldü, Hüseyin Cevahir öldü. Tam şuydu manzara THKO ve THKP-C bitmiştir. Önder kadroları ya öldürüldü ya yakalandı ama en şeyi, önde giden insanlar yakalandı. O durumda dışarda kalanların cevap vermesi gereken bir soru vardı, biz ne yapacağız? Bizim verdiğimiz cevap şuydu, imkanlarımızı geliştirmeliyiz, arkadaşlarımızı kurtarmalıyız, bir örgüt parti olarak bir şeyler inşa etmeliyiz ve mücadeleyi yeniden yükseltmeliyiz. Bunun için paraya ihtiyacımız olduğunu düşündük, sonra anladık parayla saadet olmuyormuş ama önce bir paramız olsun diye düşündük ve bir rastlantı sonucu bir arkadaşımızın banka çalışanı olması dolayısıyla İzmir’den Denizli’ye para nakleden Ziraat Bankası arabasını soyduk. Parayı kamulaştırdık. Sonra, ha o zamana kadar yapılmış en büyük para el koyma soygunuydu. 4 buçuk milyon liraydı ve ne bileyim işte şu boyda bir çuvalın içine tıkıştırılmış kâğıt paralardan oluşuyordu ve biz dört kişi taşıyamadık onu, ağırlığını. Onu parçaladık, çantalara poşetlere falan dağıttık paraları ve öyle taşıyabildik. Arabadan arabaya bile nakledemedik o kadar ağır bir paraydı. Arkasından, aşağı yukarı beş altı ay içinde bizi de derdest ettiler. Ben eylemden dokuz ay sonra falan yakalandım. En son ben yakalanmıştım. O arada Mahirler, Maltepe Cezaevi’nden kaçmışlardı ve Ankara’ya gelmişlerdi. Buluştuk ve ben elimizde kalan, yakalanmamış paralardan epey bir miktar, Ertuğrul daha iyi hatırlar, 200 bin lira, çok büyük para ama, verdik ve birlikte hareket etme yolunda başladık yani, birlikte hareket edelim. Çünkü Cihan, Ömer Ayna falan gibi THKO kökenli arkadaşlarımız da vardı, THKP-C, THKO artık sınırları çizilmiş tek bir hedefte birleşmişlerdi, Denizleri astırmayacağız.

00:52:34 - Küçülen devrim hedefleri, Denizleri astırmama mücadelesi

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Buraya nasıl vardınız? Buradan bakınca çok zor bir şeymiş gibi görünüyor ama, çok ana karakteristiği aslında.

AYDIN ÇUBUKÇU: Şöyle, evet evet, soru önemli, biz devrim, ülkede devrim, dünyada devrim diye savaşmaya başlamışız, sonunda geldiğimiz nokta arkadaşlarımızı astırmayız. Epey küçülmüş hedef. Nokta haline gelmiş. Şurası açık, biz işçi köylü hareketi, ne bileyim, kamu emekçileri falan bütün bunların hareketinin bir parçasıydık. Onlar söndü, dağıldı, bıraktılar, biz kaldık ortada sap gibi. Genel olarak ama, dünyada şöyle bir şey var, 68 dalgası geri çekilirken Japonya’da, Almanya’da, İtalya’da, Amerika’da hatta, silahlı örgütler öne çıkmaya başladı. Yani sanki o dalgayı durdurmak istemek gibi bir şey bu. Şey geri çekiliyor, kitle hareketi geri çekilirken, biz önde kalıyoruz ve silahlanmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Dünyanın her yerinde öyle. Japon Kızıl Ordusu, İtalyanların, onların da Kızıl Ordu’ydu galiba, Almanya falan, yani bütün bunlar 68 hareketi bittikten sonra ortaya çıkan öğrenci gençlerin özellikle kurduğu örgütlerdir. Kara Panterler bile öyledir, yani biraz Müslümanlık falan başka işler döndü Amerika’da ama esas olarak o büyük dalga yani milyonlarca insanın katıldığı dalga sönmeye başlarken bizim yukarıda önde cıs cıbıl biz kaldık. Ve yapacağımız bir şey, yani silahtan başka da bir şey aklımıza gelmedi, yani düşün, gerçekten öyle. Yapayalnız kalmışsın, herkes gitmiş, üstüne geliyorlar, silahtan başka çaren yok. Denizlerin asılmasını önlemek, hedefi bu kadar somut bir şeydi, başka hiçbir şey önemli değil, Denizler önemli. Mahir’in olağanüstü güzel bir şeyidir o, tavrıdır, yapmayabilirdi, çok sözü dinlenen bir adam, biz kendi yolumuza bakalım kardeşim, THKO’yu kurtarmak bize mi düştü diyebilirdi. Bugün aynı ahlaklı davranışı beklemek biraz hayal, biraz hayal. Kimse yapmaz. Bunu mesela şey de yapardı, Cihan’la [Alptekin] Ömer de [Ayna] yaparlardı. Birlikte, aynı şeyde buluşmalarını sağlayan odur yani. Fakat olmadı. Ben, berbat bir şekilde Karadeniz’e hareket etmeden önce yakalandım.

EYLEM DELİKANLI: Nasıl yakalandınız?

00:56:14 - Yakalanma anı

Play segment

Segment Synopsis: AYDIN ÇUBUKÇU: Aptalca. Şöyle, gece sokağa çıkma yasağı vardı. Benim asıl kalmakta olduğum ev güvenilir bir evdi, kimsenin bilmediği yani iyi kamufle edilmiş bir yerde kalıyordum. Fakat sokağa çıkma yasağının başladığı saati kaçırdım. Mecburen en yakındaki bir başka amaçla kullandığımız bir gecekonduya sığındım. Orası bizim Oğuzhan Müftüoğlu’yla buluştuğumuz, konuştuğumuz daha işte THKP-C’li, Mahirci arkadaşlarla buluştuğumuz bir yerdi. Onlar tarafından biliniyordu, bir de biz, ama yalnızca buluşmak ve başka hiçbir amaçla kullanmamak üzere kullandığımız bir yerdi. O sırada Oğuzhan ve bir sürü yani Mahir’in yakın çevresi diyebileceğimiz arkadaş yakalanıyor çember gittikçe daralıyor. O arada oranın boş olduğuna güvenerek Oğuzhan işkencede adres ver ulan neredeler, bir yer göster falan deyince, kümes gibi bir yer, boş yer orası diye orayı veriyor. Ben daima şeyle yatarım, yani yastığımın altında tabancam, şurada öbür tabancam bilmem ne, yani hemen hareket edebilecek şekilde uyurdum. Fakat öyle bir kıskıvrak yakalandım ki, şeyi, yastığın altında elimi görünce önce orayı bastırıp sonra kafama dayayarak beni yakaladılar. O zaman Tevfik Türüng diye bir şey vardı Ankara Sıkıyönetim Komutanı, herifin boyu bende kısa, ama şeyi egosu ve aşağılık duygusu harika bir herif. Kendine bir şapka yaptırmış özel bir general şapkası, boyu benden uzun hale gelmiş. Düşün şapkanın yüksekliğini, şöyle bir kasket. Bu içeri girdi, çok büyük bir şey, o arada haber gitti Aydın Çubukçu’yu yakaladık falan filan. Herif geldi döndü, “Sen misin lan o büyük bankayı soyan?” dedi. “Seni yakalatan ibneyi tanıyor musun?” dedi, bir şey demedim. “Getirin” dedi, şeyi getirdiler Oğuzhan’ı, perişan parçalamışlar, elleri ayakları yüzleri kan içinde sürükleye sürükleye getirdiler. İşte dedi bu. Hiçbir şeyi yok ama, Oğuzhan konuştu, öttü de beni yakalattı falan asla böyle bir şey demedim ve bunu da Oğuzhan kendi anılarında yazana kadar kimseye anlatmadım. Hiç kimseye anlatmadım, arkadaşlarıma bile söylemedim. Yani Oğuzhan’ın gösterdiği yerde yakalandım demem o, biliyorum siyasi ortamın pisliğini, hiç gereksiz birbirleri aleyhine kullanacak pek çok insan çıkardı. Bundan altı, yedi sene önce, Oğuzhan o anıları yayınlandı kocaman kitap orada anlattı. Ama yanlış anlattı, beni pijamayla yakalanmışım gibi söylüyordu, “Oğuzhan gözünü seveyim” dedim “nasıl pijama giyeyim ben, düşünsene çizgili pijamayla yakalanmışım, yok, böyle bir şey yok, onu düzelt gözünü seveyim” dedim. Öbür baskılarda onu düzelt, tamam dedi. Böyle yakalandım.