https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment15
Segment Synopsis: 23 Nisan 1947 Menemen doğumluyum. Menemen bir kasaba, İzmir’in bir kasabası. İlkokulu orada okudum, daha sonra ortaokul ve liseyi İzmir'de okudum ama Menemen’den İzmir'e gidip gelerek okudum. Altı yıl tren kullandım. O küçük yaşta o tren yolculukları bana bayağı bir deney sağladı. Bir anlamda işte özgüven, çevreyi tanıma, insanları tanıma. Örneğin banliyö tenlerini de kullanırdım. Banliyö trenleri çoğunlukla, o zamanlar Cumartesi de çalışılırdı hem Cumartesi günleri okullar vardı hem de işyerleri de çalışırdı. Özellikle Çiğli, Şemikler gibi istasyonlardan binen işçiler de olurdu. Onlar da bana bir deney kazandırdı. Mesela ben ilk defa grev lafını onlardan duydum. Bazı konuşmalarına kulak misafiri olurdum. Sendika kelimesi, Türk-İş kelimesi vesaire. İşin bu tarafı da vardı ama aynı zamanda özellikle lise döneminde Manisa'dan bizler gibi İzmir'e yüksek okula tahsile gelen gençler vardı. Onlar arasında bir hayli ilerici fikirde olan insanlar da vardı. Ben lise yıllarımda yavaş yavaş Cumhuriyet okumaya başlamıştım. Öyle biraz Türkiye'de olup bitenden haberim vardı. 1961 yılında Erzurum’a giden ablam için bir okul sömestr tatilinde tek başıma Erzurum’a bir trenle yolculuk yaptım. Üç gün gidiş üç gün dönüş sürüyordu. Bu benim açımdan da baya bir biraz Türkiye’yi tanıma, çevreyi tanıma anlamında çok faydalı bir gezi olmuştu. O zamanlar ilk defa Türkiye’yi görmüştüm. Tabii 1961 yılından bahsediyorum, çok eski bir zamanda o trene binenler, inenler, Türkçeyi konuşamayanlar, çok zor durumda olanlar, hastaya gidenler, devletle işi olanlar, efendim bu arada trende jandarma şeyinde eşliğinde bir yerden bir yere götürülen mahkumlar, tutuklular vesaire, yol kenarında ‘gazete, gazete’ diye bağıran şeyler çocuklar, trenle beraber koşanlar, bu güzel bir deney olmuştu benim açımdan. Yani böyle bir o dönemler denince aklıma gelen bazı özel noktalar bunlar.
Genelde bütün bu ilkokul, ortaokul, lise dönemlerinde hep sınıf birincisi oldum, çok çalışkan bir öğrenciydim öğrencilik açısından ama diğer yandan da işte bazı başka uğraşlarımız da oluyordu. Örneğin okuduğum lise İzmir Atatürk Lisesi o dönemler Ege'nin en güçlü lisesiydi, en güçlü hocaların olduğu bir liseydi. Orada bilgi yarışması ekibinin başkanlığını yaptım iki sene boyunca. Bazı sosyal faaliyetlerde bulunmuştum. Bizim okul aslında esas olarak sporda çok ilerideydi. Futbol dışında bütün branşlarda İzmir birincisi olurdu, Türkiye çapında da bayağı işte ikinci üçüncü basketbol, voleybol vesaire. Dört, beş tane milli atlet vardı listeden. A milli takımda olanlardan bahsediyorum. Okulun 75. yıllığını da ben çıkarmıştım o dönem içerisinde. Yani sadece ders değil ders dışı da şeyi olan, ilişkileri olan bir insan konumundaydım. Ama dediğim gibi her gün otuz kilometre öteden trenlerle gitmeler gelmeler falan bunlar insana bambaşka duygular kazandırıyor. Menemen bir kasabadır sonuçta ama Türkiye kültüründe ne köy ne şehir ikisinin arasında olan bir kasaba kültürü insana bazı artı özellikler kazandırır. Köy biraz daha doğaya yakındır, şehir bunun tamamen dışındadır. Kasabada ama yani hem köyde olmayan hem şehirde de olmayan esnaf zanaatkar kültürü çok gelişkindir. İşte ne bileyim çınar altı vardır, çınar altında yaşlıların gençlere böyle bilgi alışverişinde bulunduğu yerler vesaire. Ortaokul öncesi ilkokul son gibi o zamanlar camiyle falan da tanıştım. İslamiyet’le de yakın bilgim oldu. Kuran kursuna gittim bıraktım gerçi ama böyle bir temasım da oldu. Daha sonra camiye gittim, namaz da kıldım ama sonra camiden kovuldum, ilişkilerim farklı bir noktaya gitti. Bütün bunlar tabii, bu kasaba kültürünün içerisindeki bazı, nasıl diyeyim, engellemelere rağmen gelişen bir şey oldu. Bu hem ortaokul, lise döneminde hem kasabada bulun hem şehirde bulun, bunlar tabii bambaşka bir şey sağlıyordu. İzmir o zamanlar İstanbul'dan sonraki merkez, Ankara’yı saymazsak en kültürlü olmaya çalışan bir yer. Levanten kültürü var yılların üzerine gelen. İşte orada sinemalar, tiyatrolar hatta bazı konserler falan bunlar da tabii o kültürün gelişmesine yardımcı olan bazı parçalardı.
Ortaokul ve lisedeyken öyle bir siyasi faaliyetim olmadı ama işte gazetelerden artık bazı şeyleri okumaya başlamıştık. Yön Dergisi’ni biliyordum. Daha sonra İşçi Partisi'nin kuruluşunu hatırlıyorum ama henüz daha öyle bir siyasi bir şeyim olmamıştı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment382
Segment Synopsis: 1964 yılında burslu olarak Robert Kolej Yüksek Okulu’na geldim yani bugünkü Boğaziçi Üniversitesi. Zaten burslu okumaktan başka şansım da yoktu yani bir yerden burs alamamış olsaydım okuyamayacaktım. Evin mali durumu oydu. Oraya burslu geldim. Bir yıl hazırlık okudum, İngilizce hazırlık okudum. Hemen ilk sınıfa başlamayla beraber, mühendislik bölümünü kazanmıştım. Bizim lise çok iyi bir liseydi, o nedenle sınavları kazanmak çok zor bir olay olmamıştı. İlk sene yeni gelenlerin seçimiyle beraber Robert Kolej Mühendislik Mektebi Talebe Cemiyeti’ne girdim, öyle başladı bu ilişkiler. Birinci sınıfın ortalarında cemiyetin genel sekreteri oldum. O sırada Robert Kolej Yüksek Okulu’nda üç okul bulunuyordu. Her üç okulun şeyleri vardı, talebe cemiyetleri vardı, o zaman öyle denirdi. Bu talebe cemiyetlerinin üçü de Türkiye Milli Talebe Federasyonu’na bağlıydı. Biz de üç okul, bazı başka okullarla beraber işte Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi, Güzel Sanatlar Akademisi, Florence Nightingale Yüksek Okulu vesaire böyle epey bir okullar İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği’ne bağlıydık. O da TMTF’ye bağlıydı. O zamanlar işte bir de Milli Türk Talebe Birliği vardı. Ben neredeyse her hafta, haftada bir şeye gitmeye başladım, Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun Cağaloğlu’ndaki merkezine gitmeye başladım. Tabii o sırada Türkiye Milli Talebe Federasyonu henüz daha solun elinde olan Milli Türk Talebe Birliği ile çok yakın çalışırlardı ve gençlik hareketinde bunlar bir hayli öndeydi. 27 Mayıs Darbesi öncesinde gençlerin bu işte 28 Nisan yürüyüşleri vesaire falan filandan dolayı o dönem gençlere çok önem verilirdi ama genç dediğimiz fazlasıyla Cumhuriyet Halk Partisi, CHP gençleriydi, o görüşlerdeydi. Hem MTTB hem TMTF başkanları da CHP'liydi. İkisi de daha sonra CHP'den milletvekilleri oldular. Benim de 12 Mart döneminde bunlar hapishane arkadaşlarım olacaktı o dönemde. TMTF’nin 1965 yılında, benim gitmeye başladığım yıl çok önemli bir eylemi olmuştu, milli petrol davası. Milli petrol. Yerlere milli petrol yazılırdı. İlk defa başlamıştı, şey yapmıştık, şablon. Metalden şablon yerlere konur öyle boyanırdı. Zaten ben de sonra mühendislikte okurken kimyaya ayrıldım. Niye kimyaya ayrıldım? İşte ileride belki petrol mühendisi olup da faydam olur falan düşünmüştüm. Bu TMTF’nin bıraktığı izler. TMTF’nin Türkiye’de önemli bir yeri vardır. Maalesef TMTF’nin de henüz daha bir güzel hikayesi yazılmadı. Bir tez var ama yeterli değil. Esas TMTF’nin en güzel yanı her yıl yurtdışından da gruplar getirerekten bir festival yapardı. Bu festivallerin en sonuncusu 1967 yılında oldu Evrensel Barış Şenliği adı altında. Ondan sonra Süleyman Demirel sayesinde TMTF'ye yedi emin tayin edildi. Şimdi kayyum mayyum diyoruz ya işte o zaman öyle bir şey oldu. Bu da TMTF’nin sonunu getirdi bir anlamda ama bu şenlikler Türkiye'nin kültür tarihinde çok önemli yerlere sahiptir. Neden? Çünkü bu İKSV [İstanbul Kültür Sanat Vakfı] dediğimiz kurum aslında onun uzantısıdır. Pek söz etmezler böyle ama o günleri yaşayanlar biliyor tabii neyin nereden geldiğini. Ben o yıl Robert Kolej Yüksek Okulu’nda üç cemiyet var dedim, üç cemiyetin üzerinde bir de öğrenci birliği vardı, üçün üzerinde. Ben o yıl öğrenci birliğinde bir faaliyetim oldu ama esas ne oluyor? 66 yılında 66, 67 ders yılında ben Robert Kolej Öğrenci Birliği ikinci başkanı seçildim. Böylelikle biraz daha fazla ilişkim gelişti ve işte o yıllar benim kendimi bulma yıllarımdır. Benim hayatımda ne yaşadığım Menemen’de ne ortaokul lise yıllarında böyle elinden tutup beni sosyalist harekete sokan bir insan olmadı. Tamam bir duymuştum, babam anlatırdı Attila İlhan diye bir adam, bizim o Menemen doğumludur Attila İlhan, o lisedeyken, aynı lisede okumuşuz biz onunla, lisedeyken dolabında Nazım Hikmet kitabı bulundurduğundan mahkûm olmuş vesaire. İlk duyduğum komünist oydu zaten babamdan duyduğum ama kimse benim elimden tutup beni bu harekete sokmadı. Tamamen ben bu Robert Kolej’deki yaşamla beraber oldu. Şunu söylemem gerekiyor, şeyde Robert Kolej'de harika bir kütüphane vardı. Yani o sırada tüm İstanbul'un en iyi kitap, kütüphanesi demem gerekiyor, şöyle ki kitaplıktaki kitap sayısı olarak değil tabii çünkü Beyazıt Kütüphanesi var, İstanbul Üniversitesi’nin kitaplığı var falan filan ama bu kütüphanenin çok mükemmel bir süreli yayın odası vardı, periodicals dediğimiz oda vardı. Oraya o sırada çıkmakta olan bütün dergiler, edebiyat dergileri, siyasi dergiler ve her gün altı, yedi tane gazete gelirdi. Ben de o odadan çıkmazdım açıkçası öyle başladım. Mesela Yön gelirdi. Yön’ü ben para verip almazdım Yön’ü ben orada okurdum. Her gün mutlaka Milliyet, Cumhuriyet, Akşam Gazetesi okurdum. Zaten 65 yılında Akşam Gazetesi’nin başına sonradan Ant Dergisi’ni çıkaracak olan Doğan Özgüden gelmişti. Akşam Gazetesi 65'ten sonra birdenbire sola açılmıştı. Hiç unutmam 65 yılında ‘İşçiler kurşunlandı’ diye böyle çok büyük puntolarla bir haber yapmıştı. Türkiye zaten o sırada işte bunlarla başlamıştı. O dönemki Çetin Altan’ın baya katkısı vardır. Çetin Altan önce Milliyet’teydi, sonra Akşam Gazetesi’ne geçmişti. İşçi Partisi’ni 61'de kuruyor sendikacılar ama pek bir şey yapamıyorlar zaten başkanı Avni [ERAKALIN] Ağabey bile gidip başka bir partiden aday olur ama 62 yılında, bir yıl kadar sonra komünizm suçlaması ile yargılanmış olduğunu bilmelerine rağmen gidip Mehmet Ali Aybar’a parti başkanlığı teklif ederler. Aybar parti başkanlığını kabul ettikten sonra partiye aydınlar, demokratlar, sosyalistler ve Kürt demokratları gelmeye başlar. Zaten partinin gelişimi böyle başlar, İşçi Partisi’nin yaptığı en iyi olay o dönem içerisinde Türk Ceza Kanunu’nun 141’inci ve 142’inci maddelerinin Anayasaya aykırı olduğunu, başka bazı maddelerle beraber Anayasa Mahkemesi'ne gider, uygun muydu değil miydi falan filan bir oyla uygundur çıkmaz ama o arada bunlar çok iyi tartışıldığından böyle bir demokratik bir hava eser Türkiye'de. O sırada işte 64, 65 yılı bir yandan İşçi Partisi’nin mitingleri basılır, öbür taraftan da çok sayıda sol yayın devreye girmeye başlar. Her ne kadar Cemal Gürsel’den sonra gelen devlet başkanı Cevdet Sunay ‘Anayasa sosyalizme kapalıdır’ dese bile o zaman bambaşka bir hareket başlamıştır. 64, 65 yılı bir anlamda yani Türkiye için bir takım başka şeylerin başladığı bir zamandır. İşte şöyle bir zamanda ben o kütüphanenin bu süreli yayınlar odasında dergi bakıyorum, dergi okuyorum, aynı kütüphanenin bir de audio-visual bölümü vardı. Orada böyle kulaklıkları takıp plak dinlerdik. Ben böylece Güney Amerika’ya hakim olan yeni şarkı kültürüyle tanışmıştım. Bob Dylan’larla, Joan Baez’larla tanıştım, öyle bir müzik kültürü vardı. Gerçi bu müzik kültürü bizim okulumuza peki yansımazdı, böyle bir protest müzik Amerika'da başlamıştı. 1963 Amerika'da meşhur iki yüz elli binlik yürüyüş yapılıyor. İki yüz elli bin kişinin iki yüz bini siyasi, elli bini beyaz. E bunlar tabii orada bunlar hepsi söylüyor. Yani Peter, Paul and Mary de söylüyor, Joan Baez de söylüyor, Bob Dylan da söylüyor, We Shall Overcome vesaire falan filan bunlar benim gelişmemde önemli köşe taşları ama esas ben o okulda, okuldaki kütüphanedeki yayınlarla mesela, Troçki’nin yayınları vardı, Lev Troçki’nin çevrilmeyen yayınları vardı. Karl Marx’tan çok fazla şey yoktu ama yine de bazı kitaplar vardı. Böyle daha çok başlarda Jack London, Demir Ökçe falan onlarla başlamıştım. İngilizce artık öğrendik okumaya çalışıyoruz ama esas tabii bir RedHouse Kitapevi vardır İstanbul’da Tahtakale’ye doğru Beyazıt’tan aşağıya inerken, o sol yayınlar getirmeye başlamıştı. İlginçtir aslında o bir misyoner kuruluşudur ama orada ilk defa İngilizce Komünist Manifesto’yla tanıştım. İşte o kitap bir anlamda benim her şeyimi öyle bir değiştirmişti. Yani şey kitabın tamamı çok etkileyici. Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor diye başlıyor, tüm dünya işçileri birleşiniz diye bitiyor, öyle bir kitap. İçinde bugünlerde biraz daha öne çıkan meşhur bir cümle vardır, katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor diye, bu belki de Marksizmi anlamada en önemli cümlelerden biri. Daha o zamanlar 1848, Manifesto’nun yayınlanması. Daha o zamanlar Karl Marx bu kapitalizm denen yeni düzenin nasıl böyle paldır küldür geldiğini, her şeyi efendim önüne katıp hızla geliştiğini anlatır durumda. Yani bu küreselleşmenin falan filan izlerini daha oralarda bulabilmeniz mümkün. Bunlar tabii benim hayatımda önemli köşe taşları oldu. Çok hızlı biçimde dergi, kitap okumaya başladım. Böylelikle yavaş yavaş bir süre sonra kendimi sosyalist bir görüşe sahip olan bir insan diye görmeye başladım. Aynen Manifesto’da olduğu gibi tarih sınıfların mücadelesidir gibi bir çerçeve içinde öyle bir her şeye bakmaya başladım. Ertesi yıl yine ikinci başkan kaldım ama ilk ikinci başkan olduğum yıl biz de bir adım attık TMTF’nin kültür festivalleri durduğundan biz Robert Kolej Kültür Haftası yaptık. Lisenin, o sırada lise ve üniversite bir aradaydı, lisenin tatiline denk gelen bir şekilde, onların yatakhanelerinde kalmak üzere ve Ankara'dan doksan kişilik efendim Hikmet Şimşek Korosu bunlar dahil ODTÜ, Siyasal Bilgiler vesaire İstanbul'dan çok sayıda okuldan tiyatro, folklor bunları gerçekleştirdik ve de bu dört kere yapıldı 12 Mart Darbesi’nden önce. İlk üçünde ben vardım. Üçüncü, üçüncü Robert Kolej Kültür Haftası sırasında ilginç açıkoturumlar oldu. Mesela bir açıkoturum oldu, ben yönettim. Katılanlar Kemal Tahir, Aziz Nesin, Selahattin Hilav ve Özer Kabaş’tı. Bir başka açıkoturum gençlik açıkoturumuydu. Osman Saffet Arolat yönetmişti ve Deniz Gezmiş de katılmıştı o açıkoturuma. Okul artık böyle böyle bir faaliyetler peşindeydi. İşte böyle bir çerçeve içerisinde ben 1968, 69 ders yılında sandıktan seçimle çıkan bir başkan oldum. Niye bunu söylüyorum çünkü daha önce delegeler seçerdi biz onu daha sonra tüzüğü değiştirip doğrudan oyla seçimi getirmiştik. Ne yazık ki tek liste girmiştik. Okulda öyle bu işlere çok can atan insanlar yoktu. Tipik bir Amerikan Koleji. Union’cılık diren - öyle bir falan filan öyle şeyler vardı. Orada başkan olduktan bir süre sonra, bu arada şeyi de söylemem lazım, Robert Kolej Öğrenci Birliği’ne bağlı Kültürel Organizasyon Komitesi diye bir komitemiz vardı. Bu komiteyle biz dışardan insanlar getirip onları okulda konuştururduk. Böyle çok sayıda insan gelip konuşmuştur. 1968, 69 ders yılının ikinci döneminde, ikinci döneminde bizim öğrenci birliği “Robert Kolej millileştirilmelidir” kampanyasını başlattı. Ama bu arada şunu da söylemem gerekiyor 68 yılı başından itibaren Robert Kolej Öğrenci Birliği, Bebek’te tepelerdedir okul, aşağıdaki şeylerle kuruluşlarla, öğrenci kuruluşlarıyla beraber artık ortak eylemlere girmeye, beraber bildiri yayınlamaya başladı. Benim dönemimde, yani 68 ders yılı demeyeyim de 68 yılının baharında, hep öyle Nisan, Mayıs gibi yapılırdı seçimler hem İTÜ’de hem Maçka ve Yıldız Teknik’te öğrenciler öğrenci birlikleri başkanları değişmişti. Ben de o dönem başkan olmuştum. İTÜ Öğrenci Birliği’nin başkanlığına Harun Karadeniz gelmişti. O sırada öğrenci hareketi İstanbul'da, İstanbul Üniversitesi’nden İTÜ’ye kaymıştı. O İTÜ’ye kayma dönemi içerisinde Harun Karadeniz bizim sözcümüzdü. Bazen on örgüt, bazen on beş, bazen yirmi örgüt bildiri yayınlardık. Bunlar o dönem bizim öğrenci birliklerimizin şeyle, Anadolu’yla bağlantılarından dolayı seksene kadar çıktığı olmuştu. Hatta bir bildiriye seksen altı imza konmuştu öyle bir çalışma yapılmıştı. Bu, “onlar ortak biz pazar kahrolsun ortak pazar” üç haftalık Kocaeli İstanbul yürüyüşü bu dönemde yapıldı. 68 sonundadır. Bu tarihe ne yazık ki yanlış bir şekilde kanlı pazar diye geçen 16 Şubat 69 hareketi ki onun aslı emperyalizme ve sömürüye karşı işçi yürüyüşüdür. Ama tarihe öyle geçmedi iki kişi öldürülünce o bu dönem bizim yaptığımız işlerdendir. 68 Temmuz'unda bir Altıncı Filo eylemi yaşandı. Ben o sırada PETKİM işyerinde stajdaydım ona katılmamıştım ama orada Vedat Demircioğlu öldürüldü. Ondan sonra baya olaylar çıktı. İşte o olaylar sırasında Dolmabahçe'den aşağı inip Amerikan donanma erlerini denize atma konusunda iç sorunlar yaşandı vesaire. 69 yılında ben Robert’teki öğrenci birliği seçimini bizim döneminin genel sekreter arkadaşına devrettim. Başkanlığı o kazandı ama birçok okulda artık Milli Demokratik Devrimci denilen kişiler yönetimi almaya başlamışlardı. Bizler biraz dışlandık. Yani böyle bir üniversite hayatım oldu. Üniversite öğrenci birliği başkanlığını bilerek ve isteyerekten bıraktım. Hala başkan kalabilirdim aslında ama artık öğrenci eylemleri benim açımdan belli bir noktaya gelmişti.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment1366
Segment Synopsis: Derbi olayı da bizim dönemde olan bir olaydır. İşçiler gelip öğrenci kuruluşlarından yardım da istemişlerdi ama daha sonra biz oraya kadar gidip destek de vermiştik. Daha sonra bu Zafer Aydın derbinin kitabını yaptı. Orada benden de bahis vardır. Ben orada biraz eğitim yapmıştım vesaire. Ben o tarihten sonra fazlasıyla işçi sendikalarına gitmeye başladım. Lastik-İş ve Maden-İş. Daha sonra Maden-İş’te eğitim seminerleri yapacaktım. O yaz biz, Harun Karadeniz, birkaç arkadaş daha, İstanbul Bölgesi İşçi Birliği diye bir kuruluş kurduk Kartal Pendik’te. Bu türünün ilk örneğiydi. Ne yazık ki bu da çok iyi çalışılmadı sol cenahta. Zafer Aydın biraz bir kitabında orada görev alan bazı işçilere söz verdiğinden geçer oysa parti ve sendikalar dışında ilk kez böyle bir şeydi bir işçilerin birliğiydi bu gerçekten işte yönetimde bizler yer almadık. Onlar kendi başkanlığını yönetimini seçtiler vesaire. Biz sadece destek oluyorduk, lokal tutulmuştu onun kirası vesaire. Haftada bir doktor gelir, avukat gelir, efendim işte ben orada hep eğitim yaptım. Hem seminerler yaptım hem filmler gösterdim vesaire. Epey arkadaş orada görev aldı yani bir tane sonradan ölen bir Okay var onu anımsarım, Osman Saffet Arolat vardı, efendim Masis Kürkçügil vardı, Ragıp Zarakolu uğradı böyle epey insanın da geçtiği bir yer oldu orası. Bir de o yıl içerisinde Hakkari’ye gittiğimizi hatırlıyorum. Orada Devrimci Gençlik Köprüsü diye bilinen bir köprü yapıldı. Biz oraya köprü inşaatı için değil de sosyal araştırma yapmak üzere gitmiştik ama ne yazık ki birtakım arkadaşlar söz vermelerine rağmen oraya gitmediler, gitmeyince oraya esas şey için giden, araştırma yapmak için giden bizler inşaatta çalışmak zorunda kaldık. Yön Dergisi’nde Muzaffer Erdost’un bir Şemdinli röportajı yayınlanmıştı. O röportajda Türkiye'nin feodal bir ülke olduğu anlatılıyordu, zaten bu teze dayanaraktan Milli Demokratik Devrim denilmişti. Bu Milli Demokratik Devrim için Yön böyle bir kampanya açmıştı. Onlar hep orada görüşlerini önce anlattılar İşçi Partisi’ne karşı orada mevzilenmişti. Yön hareketinin çok iyi incelenmesi gerekiyor bu geçmiş günler için, Yön hareketinin. Artı MDD hareketiyle Türkiye İşçi Partisi hareketinin de çok iyi irdelenmesi gerekiyor ancak bunlar irdelenebilinirse o dönemi biraz anlamak mümkün. Biz oraya gitmeden önce İsmail Beşikçi ve Muzaffer Sencer tarafından eğitilmiştik. İşte şey, anket doldurma, soru sorma vesaire babında ama çok fazla bir şey yapamadık. Ben bir tek şimdi Sözcü’de yazar olan Necati Doğru’yla bir ekip olduk. İşte biz biraz bazı şeyler yapabildik.
Araştırmanın amacı oradaki üretim ilişkilerini ortaya çıkarmaktı. Bayağı çok yönlü bir araştırmaydı. Yani hem kapalı uçlu hem açık uçlu elimizde epey bir anketlerle gittik ama ne yazık ki yani kampta eleman eksikliğinden biz inşaatta çalışmak zorunda kaldık ki zaten köprüde birtakım sorunlar vardı. MİT çok faaldi orada. Valiler yolumuzu kestiler vesaire vesaire. Yani bir ay kadar oralarda dolaştık öyle döndük. Ama köprü yapıldı. Sonra köprüyü devlet yıktı. Bir daha bir sendika yeniden inşaatını sağladı sağ olsunlar. Bahriye Karadayı diye bir yönetmen çok güzel bir şey yaptı, bir film yaptı. O da gençliğin bir olayıdır. Deniz Gezmiş köprüsü diye tanınır ama Deniz Gezmiş orada yoktu. Olması da mümkün değildi çünkü Deniz hapishanedeydi, gelemezdi zaten. O zaman efsaneler hep yürüyor zaten efsanelerdir hem böyle coşku yaratan hem de biraz doğruyu bilmemizi engelleyen diyelim. Mesela şimdi o Bahriye Hanım’ın filminde bir köylü konuşuyor, büyümüş tabii yaşı olarak o zaman çocukmuş, Yusuf Aslan diye bir genç vardı diyor, saçı burada beyazladı diyor. Efsane tabii, Yusuf da yoktu orada, efsane ama işte bunlar böyle devam ediyor. O köprü, yani köprü de şuydu gençlik her şeye karşı ya, her şeyi eleştiriyoruz, gidelim bir somut iş yapalım falan denildi. Öyle başladı fakat daha sonra çok devrimciler bu köprüyü popülist bir eylem olarak suçladılar ama şu anda herkes sahip çıkıyor. Herkes, bizim arkadaşlar bile oraya gezi yapıyor şimdi köprüye gidiliyor vesaire falan filan, onu hatırlıyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment1689
Segment Synopsis: Ben ondan sonra gençlik hareketlerinden koptum. Şöyle ki bir yanıyla Maden-İş’te seminerlere katılıyorum. Maden-İş ve Lastik-İş gazetelerinde imzasız yazılar yazıyorum. Ama aynı zamanda yaklaşık bir iki yıl kadar sürecek bir Ant Dergisi yazarlığım oldu. 70 yılı başında Ant Dergisi ‘Ne yapmalı?’ başlığıyla bir hamleye girişti. Kendi görüşlerini orada sergiledi. Bunda ben de yer aldım. 69 yılında, 69 yılı Ekim ayında Ant Dergisi’nde çıkan bir yazımda Orta Doğu devrimci çemberi diye bir görüş ortaya atmıştım. İlk defa o yazıda Türk ve Kürt hakları terimini kullandık ve ben bu terimden dolayı Kürtçülükten de yargılandım daha sonra. O zamanlar Türk ve Kürt halkları demek biraz yürek isterdi açıkçası. Çok kolay bir iş değildi çünkü hemen 142’nci madde devreye girerdi, öyle bir şey. Ama daha sonra biz bu Türk ve Kürt halkları lafını epey bir kullandık. Derken Mart 70 olmalı Devrimci Doğu Kültür Ocakları kuruldu. Necmettin [BÜYÜKKAYA] diye çok yiğit bir başkanı vardı bu arkadaşımız daha sonra 12 Eylül hapishanelerinde öldürüldü Diyarbakır'da. Onunla da çok, hep beraber bir araya gelip konuşurduk vesaire. Öyle bir dönem işte. O dönemin sonlarına doğru meşhur 12 Mart Darbesi oldu. Ama darbeden önce bir büyük olay var 15-16 Haziran olayı. Benim de Maden-İş’te olduğum işte DİSK’te olduğum sıralar. 15-16 Haziran üzerine çok şey yazıldı, konuşulduğu için girmek bile istemiyorum ama o olaydan sonra yalnız bir olay var bu Türkiye'de bir ilktir. Ant Dergisi aşırı bir anti Kemalist bir dergiydi ve Türkiye'de OYAK denilen kurumu ilk defa gündeme taşımış olan bir dergidir. OYAK 1961 Anayasa’sıyla gelen Ordu Yardımlaşma Kurumu ama öyle bir hızla büyüdüler ki çok ciddi kapitalist işletme sahibi oldular sonuçta. Ant Dergisi birkaç kere OYAK üzerine yazı yazmıştı. 15-16 Haziran davasında DİSK yöneticileri hapse atılıp Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanınca Ant Dergisi kapağına bir slogan attı, “Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz”. O dönemde bu sloganı atmak bu da bir yürek işiydi ve 12 Mart darbesi geldi, henüz daha sıkıyönetim gelmedi ama. 12 Mart darbesi yapıldı bir muhtıra okundu, bu muhtırayı birçok solcu kuruluş destekledi, İşçi Partisi hariç herkes destekledi neredeyse ama Ant Dergisi bunu yapmadı, yapmadı. Bu ciddi bir ayrımdır. 12 Mart'tan hemen hemen işte bir süre sonra nisan sonu gibi sıkıyönetim geldi, sıkıyönetimle beraber her şey kapatıldı. İşçi Partisi de kapatıldı Anayasa Mahkemesi tarafından. Kısa bir zamanda bu mahkeme iki ay falan sürdü neredeyse, kapatıldı. Yöneticileri hapis cezası aldılar. Bu önemli. 12 Mart darbesi DİSK’e vurmadı zaten DİSK, 12 Mart Darbesi’nin daha doğrusu 12 Mart Muhtırası’nın yayınlanmasından bir iki saat sonra radyoda desteklemişti muhtırayı. 12 Mart darbesi kitlesel kuruluş olarak TÖS’ü hedef aldı. TÖS, Türkiye Öğretmenler Sendikası onu kapattılar ve yargıladılar. Bu önemli. Bir de tabii ki o sırada bütün gençlik örgütleri kapatıldı, her şey kapatıldı. Zaman içerisinde silahlı eylemlerin geliştirilmesine bağlı olarak sıkıyönetim çok ciddi bir kişisel ortadan kaldırma yolunu seçerekten öyle birtakım uygulamalarda bulundu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment1938
Segment Synopsis: O sırada ben o 15-16 Haziran'da başı çeken çok sayıda işçiye seminer yapmış olan bir insanım ama şunu söylemem gerekiyor 15-16 Haziran'da muhtemelen yüz bin dolayında insan yürüyüş yaptı. Fabrikalarda şalterler indi, sokağa çıkıldı. Şimdi önüme gelene 15-16 Haziran’da hep bana sorarlar, görüş alılar vesaire ben de şunu anlatmaya çalışıyorum. 15-16 Haziran aslında 14 Haziran'da başladı. 14 Haziran’ı pek bilinmez. 14 Haziran'da Lastik-İş’in, o sırada DİSK binası diğer taraftaydı. Lastik-İş’in Merter’de bir büyük binası olmuştu. Onun üst katında bizim toplantı salonu vardı. 14 Haziran'da orada bir toplantı yapıldı. 14 Haziran'da bu yapılan bu toplantı çok çok kalabalıktı. Orası normalde kaç kişi alır? Ayakta dursan altı yüz kişi alır, yedi yüz sekiz yüz kişi falan vardı denir. Daha çok işçiler konuştu. 15-16 Haziran'dan önce DİSK Yönetim Kurulu’nun aldığı karar şöyleydi, vilayete başvuruyoruz, çarşamba günü yani 17 Haziran günü Taksim’de miting yapılacak. İşçiler bu mitinge yürüyerek gelecekler. Bu biraz tabii şey, böyle biraz sorumluluğu işçilere bırakan bir şey, bir karar ama o sırada Maden-İş gazetesini Ali Özgentürk çıkarırdı. Ali Özgentürk sonradan değerli bir film yönetmeni olmuştur. 15-16 Haziran'dan önce direniş başlıyor biçiminde Maden-İş gazetesi hazırdı bile. Yani 17'den önce zaten gazete hazırlanmıştı. 14 Haziran toplantısı şöyle önemli, esas 15-16 Haziran’ın hazırlığı 14 Haziran'da, 14 Haziran akşamında gerçekleşti. Şimdi Eyüp İşçi Madeni dediğimizde Eyüp’e gittiğinizde hiçbir şey göremezsiniz. Eyüp’te ne kaldı geriye? Kala kala bir Feshane kaldı bir de Eyüp Sultan ve mezarlıkların bir bölümü kaldı. Bahariye mensucat, bunları hep kitaplardan okuyacaksınız artık ama o dönemde o dönemde Haliç sağlı sollu ama fazlasıyla fazlasıyla Ayvansaray, Bahariye, Eyüp tarafı işçi mahalleleri, tepelerde fabrikalar, her taraf fabrikalar dolu. Fabrikalar daha sonra hep oralardan taşındı gitti. Tam bir işçi yatağı Haliç ve o zamanlar kıraathaneler var içinde gazete kitap bile bulunan. İşçi kahveleri var. Her şey işçi kahvelerinde konuşulur ve işçi kahvelerine gelenler sadece DİSK üyesi değil ki. DİSK üyesi de geliyor, hepsi kafaya koymuşlar Pazartesi günü şalterleri indirecekler. Maden-İş üyeleri, Lastik-İş üyeleri. O akşam, o işçi mahalleleri sabaha kadar çalıştı. Hazırlık orada oldu. Sonra pazartesi günü tabii ilk çıkanlar zaten ilk çıkma konusunda kavga vardır. Önüne gelen ilk biz çıktık der fabrikalardan. Bence hiç önemi yok bunun ama tabii ki şalteri indirmek kolay bir olay değil örgütlülük gerektirir. O sırada Türkiye'de en örgütlü şey, sendika Maden-İş Sendikası. DİSK içerisinde, DİSK kurulu bu arada, DİSK 67’de kuruldu. Niye? Çünkü ben bütün bu sendikaların çoğunda çalışmış bir insan olarak şunu söyleyebilirim işçiler arasında tabii ki fiilen mal üreten ile hizmet üreten farklı oluyordu. Fiilen mal üreten sömürüyü çok daha kolay görüyor, çok daha iyi anlıyor, ona göre de örgütlenmesi daha sağlam oluyor. Maden-İş Sendikası, daha doğrusu DİSK’e bağlı sendikaların tamamı 15-16 Haziran'a kadar özel sektörde örgütlüydü ve çoğunlukla da İstanbul-İzmit arasında örgütüydü. Özel sektörde örgütü olan iş yerleri kâr marjı çok yüksel olduklarından işçilerin efendim daha yüksek taleplerini görebiliyorlardı. Dolayısıyla Maden-İş üyeleri, DİSK sendikaları civar sendikalara göre çok daha iyi haklarla sözleşme yapıyorlardı. Yani bunu o iş yerleri kaldırabiliyordu. Mesela çok ben ilginç şeyler gördüm, mesela bir Maden-İş iş yerine gidiyorsunuz saate iki lira zam almışlar, sekiz saati on altı lira yapar, yandaki fabrika Türk-İş’te örgütlü 270 kuruş zam alıyor yevmiyeye. Bu kadar fark olur mu? Bu kadar fark vardı aralarında. E tabii ondan sonra birçok akıllı şey, işçilerin olduğu fabrikalar DİSK’e gelmek için efendim işte özel çaba harcıyorlardı. Dolayısıyla 15-16 Haziran günü şalterler inmeye başlayınca işçiler bir adım daha attılar. Sadece şalteri indirip fabrikada kalmadılar önce fabrikanın önüne çıktılar, komşu fabrikaları iş bırakmaya çağırdılar, derken komşu fabrikalar yollarda yürümeye başladı ve birdenbire DİSK yöneticilerinin bile düşünemediği bir olay gerçekleşti. Binlerce insan yola düştü yani Topkapı’sı ayrıdır, Levent'i ayrı, efendim Pendik Kartal ayrı böyle bir olay. Kimsenin beklemediği bir gelişmeydi tabii ki bu. 16 Haziran günü ister istemez vilayetin de işin içine karışmasıyla beraber DİSK başkanı fabrikalara dönmeye çağrı yaptı ister istemez.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment2310
Segment Synopsis: Kemal Türkler o zaman başkanı. Şöyle, yani zaten iş biraz farklılaşmıştı. Polisi geri çektiler, askeri öne çıkardılar. Hemen sıkıyönetim ilan ettiler 16 Haziran'da zaten sıkıyönetim ilan edildi onlar bazı yasaklar getirdiler. Tabii ki işçinin askerle bir efendim, mücadele şeyi zaten yoktu öyle bir derdi de yoktu. Maksat hasıl da olmuştu biraz. Konu neydi 15-16 Haziran'da? Konu, sendikalar yasasında değişiklik yaparaktan DİSK örgütlenmesinin önünü kesmekti. Yani DİSK’i ortadan kaldırmaktı ama kanun meclisten geçti, yasalaştı ondan sonra yürüyüş yapıldı. Sonra ne oldu? Hem Türkiye İşçi Partisi hem de Anayasa Mahkemesi, şey Cumhuriyet Halk Partisi, ki başta Cumhuriyet Halk Partisi bu yasanın çıkması için olumlu oy kullanmıştı. Hep beraber Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular, Anayasa Mahkemesi de çok hızlı bir şekilde görerekten, bu Meclis’in kabul ettiği maddeleri kabul etmedi. Tekrar geriye döndük böylece DİSK yaşamaya devam etti vesaire vesaire. Yani çok net bir sendikal hak ve özgürlüğü ortadan kaldıran yasa maddeleriydi esas neden. Amiyane söylersek DİSK’in kapatılmasıydı. Ama sonuçta yüz binler yürüdü, yürüyünce Anayasa Mahkemesi üzerinden yapılan geriye alındı. DİSK yoluna devam etti. İlk defa Türkiye işçi sınıfı bir anlamda, gerçek gücünü gördü. Tabii ki 15-16 Haziran’dan sonra kapitalist işverenler listeler yaptılar. Bazı işçiler şeyden atıldı, iş yerinden atıldı. Bu ilk birinci büyük atılma dönemidir, sonra sonra olay biraz daha farklılaşacak. Daha daha sonra 1976 yılında DİSK’in ‘DGM’ye Hayır’ şeyinde, eyleminde ise işten atılmalar beş binler, altı binler falan o, o seviyeye falan çıkacaktı ama 15-16 Haziran bir anlamda Türkiye işçi sınıfının kendi gücünü gördüğü-- Siyaseten çok etkili oldu mu? Çok etkili olduğunu söyler herkes, inanmayın. İşçi sınıfının öncülüğü hala lafta kalmaya devam etti ondan sonra da. Yani ne öğretti bize 15- 16 Haziran? Aslında çok güzel bir şey öğretti yani gerçek öncü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bakın biz de varız dedi. Dedi ama o zamanki işçi sınıfına efendim öncülük falan tanımayan ya da sadece ideolojik öncülük tanıyan siyasi hareketlerde özel bir değişiklik olmadı. MDD hareketi aynen devam etti. Yani onu söyleyenler devam ettiler yollarına.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment2485
Segment Synopsis: Yani o öğrenci hareketinden çıkmalar sizin söylemeye çalıştığınız kadar ya da benim yanlış anlamış olabilirim, sizin dediğiniz kadar güçlü olmadı olmadı. Ben o dönemde sendikal hareketlere katılan öğrencileri parmaklarımla sayabilirim. 15-16 Haziran'da bir katılım oldu öğrencilerden ama herkes katılmıştı zaten ona hatta 15-16 Haziran davasında yargılanan bazı öğrenciler de vardır, yargılandı bunlar ama benim kastetmeye çalıştığım şey fiilen işçilerle beraber bir şeyler yapabilme. Mesela biz Kartal Pendik'te bir işçi birliği kurduk dedim ya öylesi kuruluşların sayısı artmadı. Fiilen işçilerle beraber hayatı yaşamak isteyenler olmadı. Ben çok genç yaşta hayata işçilerle beraber müdahil olmayı seçmiş bir insanım. Böyle olduğu içindir ki sendikalara gittim, kendimi kolayca ayırdım şeyden. Özellikle FKF’den [FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU] DEV-GENÇ’e dönüş 65’tir FKF, 69 DEV-GENÇ ve hareketin biraz merkezinin Ankara'ya taşınmasından sonra, Ankara biliyorsunuz bir işçi sınıfı kenti değil, bir idari merkez Ankara. Orda da bazı işçiler var tamam ama çok fazlasıyla hizmet üreten sektörler mesela başka yerde fabrikaları olan işletmeleri olan yerlerin genel merkezleri var orada, onlar da daha çok büro işçisi gibi. Yani bu tabii kolay bir olay değil. O zaman Ankara'daki şeyler, arkadaşlarımız fazlasıyla işçi yerine köylere gitmeye başladılar. O sırada köylü işgalleri falan da başlamıştı. Dolayısı ile hareket çok erken bir zamanda silahlı eyleme doğru kayar oldu. Zaten ardından da bunun önünü kesmeye çalıştılar. Oradan belki şunlar söylenebilir, mesela o dönemde o dönemden bir Harun kitap yazdı geçmişe ait olan. Harun’un birkaç kitabı çıkmıştı. Onun üzerinden okuyoruz şu an bazı şeyleri. Ben o dönem daha çok siyasi yazılar yazdım Ant Dergisi içerisinde. Şimdilerde kendi anılarımı tamamlamış gibiyim neredeyse ama yani yıllar yıllar sonra bugünden bakış gibi. Yani o günlerin tarihi de çok iyi yazılmadı aslında. Yani biraz tabii daha sonraki gelişmeler, sosyal mücadeleler tarihi yerine böyle gençlik eylemlerini anlatır bir hale girmiştir ama tabii Türkiye'nin çok özel bir dönemi 12 Mart dönemi. Sıkıyönetim geldi. Sıkıyönetim geldikten sonra paldır küldür sıkıyönetim elinde hazırlanmış olan bir dava varmış tek dava elinde hazır olan dava, o davayı efendim piyasaya sürüverdi. Ben de o dava içerisindeydim. Öyle aranmaya başladım vesaire. O dava nedeniyle bazı arkadaşları içeriye aldılar. Bu basında efendim Gizli TKP davası diye, Gizli Türkiye Komünist Partisi davası diye bilinen bir davaydı. Sonra düzmece bir dava olduğu iyice ortaya çıkınca Entelektüeller Davası diye ortaya sürüldü. Bir nolu sanık da Zeki Baştımar vardı. Türkiye Komünist Partisi’nin yurtdışındaki sekreteri konumunda. Ben aylar sonra, dava başladı efendim yani iddianame çıktı, dava başladı, arkadaşlar yargılandı, herkes salındı. Herkesin salındığı bir sırada ben içeriye alındım. Sansaryan Han’da bir iki ya da üç akşam geçirdim. Hiçbir şey yapılmadı. Beni bir polisin koluna takıp şeye gönderdiler, Selimiye’ye gönderdiler. Önce bir süre Selimiye'de kaldım. Daha sonra Kartal, Maltepe’ye gönderdiler. Oradan mahkemeye çıkınca zaten mahkeme salıyordu salındım. Oraya kadar hep şeydim aranan bir kişi durumundaydım. Tabii bu arada [EFRAIM] Elrom olayından sonra İstanbul arandı, iki kere mi ne arandı vesaire derken diğer davalar gündeme düştü, derken Kartal Maltepe Hapishanesi’nden bir kaçış gerçekleşti. Hep bunlar tabii, bunlara pek girmiyorum, bunlar anlaşılmıştır mutlaka. Ondan sonra ben serbest kalmış bir insan olarak, ha bu arada ben hemen hemen Mayıs 1971'den neredeyse Ekim 1972'ye kadar Türkiye'de hapishanelerde, mahkemelerde, poliste, emniyette kim ne gördüyse bunları bir şekilde elde edip dışarıya gönderen bir insan konumundaydım. Yurtdışında bu anlamda Ant’ın sahipleri Doğan Özgüden, İnci Özgüden orada bunlar bir Türkiye direniş hareketi kurdular. Yayın yaptılar, birkaç tane yayın çıkardılar. Bunların tabii Türkiye'de baya bir etkileri oldu. Devlet o yayınlara karşı yayın yaptı vesaire. O dönemin böyle bir şeyi vardır. O ilk defa şeyde, yurtdışında Türkiye’yi gündeme getiren yayınlardır bunlar. O sırada ben hapisten çıkıp da yani daha doğrusu, tutuklanıp serbest bırakılınca biraz rahatlamıştım Kimya-İş Sendikası’nda işe başladım. Fakat daha sonra daha sonra bir Cumartesi günü orada işçiler için kitaplık düzenlerken, Cumartesi günü çalışılmıyordu aslında, orayı basan polisler tarafından içeriye alındım. Meğer polisler yurtdışında çıkan bir yayının peşindelermiş. Bu nedenle bir kadın arkadaşı efendim şeye almışlar gözaltına almışlar Doğan Özgüden’in evinden. O da benim ismimi söyleyince beni sendikada bulacağını biliyor o kişi beni oradan aldılar. Ondan sonra benim bambaşka bir şeyim oldu, bambaşka bir maceram oldu. O zaman otuz gündü şey, gözaltı. Otuz ikinci gün ben mahkemeye çıkarıldım. O yayın bulunmadı daha doğrusu o yayın zaten Türkiye’ye girmeye başlamıştı. Polis benden bu yayını istiyordu halbuki bu yayın bendeydi gerçekten. Ben bu yayını vermedim ama bir süre sonra sorgu değişti. Daha önce Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’nden bazı insanlar benim adımı vererekten bir şeyler söylemişler vesaire. Galiba polis biraz da işsiz, güçsüzdü anladığım kadarıyla, beni yeniden bir sorguya aldılar. O sırada elektrik işkencesi gördüm. Daha sonra o getirildiğim davadan tutuklandım, hapse atıldım. O tutuklandığım davadan sonra beraat ettim ama çıkamadım çünkü bu arada o düzmece davadan mahkûm olmuştum. Dolayısıyla af çıkana kadar hapiste kaldım. Yani bu da işte yaklaşık bir iki yıllık süredir.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment2943
Segment Synopsis: Vallahi ikinci alındığımda işte dava mava yok. Bir kitap aranıyor benden onun için dava açtılar ama özel, o davada iki kişi, iki sanıklı bir davaydı zaten. Beni getiren kişi o salınmıştı zaten. Bir ben, ikimiz de beraat ettik. Yani bir yayın mayın üzerine ama orada olay şuydu, yayın benden çıksaydı, o yayın üzerine bir örgüt çıkaracaklardı. Bu da muhtemelen Ant örgütü olacaktı. Halbuki ben, Ant örgütünü biz başka türlü halletmiştik. Yani Allahtan bir yerden bir kitap çıkmış ki polis o kitabı elde edince sorguyu bıraktı ve o davadan beraat ettim ama bir işe yaramadı çünkü o sırada hapisteydim. Öbür tutuklama gelmişti, çıkamadım dolayısıyla. Öbür davadan niye mahkûm oldum bilmiyorum çünkü hiçbir zaman için TKP üyesi değildim, olmamıştım, hiçbir zaman da olmadım vesaire vesaire. Karşıydım da ayrıca ama işte bunlar tabii tuhaflıklar ama tabii bu genelde yani siz şimdi çok ilgileniyorsunuz, bu kapatılan ile kapatan ilişkisi her zaman beklenen bir çerçevede gelişmiyor. Polis niye böyle yapıyor, niye böyle yapıyor işte o zaman her zaman mantıklı bir cevap bulamazsınız. Örnek, polis bana elektrik işkencesi yaptı, niçin? Ben de anlamadım niçin yaptığını. Çünkü benden alabileceği bir şey yoktu onu biliyordu çünkü benim hakkımda ifade verilmişmiş ve benim içeri alınmamdan yaklaşık bir yıl önce. Oradan polis bir şeyler umsaydı zaten o zaman alırdı, almamış beni. Ben de zaten, bana söylediler, adın geçti diye haber gönderdiler, baktım ki polis almadı demek ki ciddiye almadı diye düşündüm ama polis her zaman emniyette işkence yaparken ille sizden bir şeyin cevabını almak için yapmıyor bunu. O bir tanesi, amaçlarından bir tanesi ama her zaman o olmuyor. Birincide Sansaryan Han’ı gördüm, sonra Sansaryan Han kapatıldı, Birinci Şube Gayrettepe’ye taşındı. Ben Gayrettepe’nin ilk müşterilerinden sayılabilirim. Yani benden önce Doğu Perinçek grubu vardı orada. Kalabalık bir gruptu onlar. Sonra onlar gitti. Hapishane boşaldı. Bir ara bir uçak kaçırılmış beni de bir gece aşağıdan yukarıya çıkardılar. Orada bir flu bir fotoğraf çekilmiş uçağı kaçıran korsan herhalde vesaire. O soruldu tanıyor musun falan filan diye. Sonra çok sakin olduğu bir zamandı. İşsiz güçsüzlerdi galiba böyle bir şeye giriştiler. Öyle bir maceram oldu sonra afla çıktım.
Yani Gayrette galiba tam bilmiyorum ama bu şeylerden bulunabilir, eski geçmişe dair bulunabilir, muhtemelen 72 ortaları Gayrettepe’ye taşınmalı şey Emniyet Birinci Şube. Ben sonra bir daha alındım, şeyde 12 Eylül'de o ayrı. O zaman Gayrettepe devam ediyordu. Sonra bu Vatan Caddesi’ne taşındı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment3124
Segment Synopsis: Gayrettepe’den Selimiye’ye götürüldüm. Önce Selimiye alt katlarda birkaç gün misafir edildim. Ahırların, eski ahırların olduğu yerde. Sonra Selimiye üst katına götürdüler. Üçüncü kat. Yaklaşık bir ay, olur mu bir ay, bir yıl kadar orada kaldım. Yani ayrıntı isterseniz dönerim oraya çok şenlikli bir yerdi çünkü orası. Ondan sonra bir düzmece mafya hapishanesi kuruldu. Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün sayesinde. O da apayrı bir macera. Bunu sonraları Uğur Mumcu epey bir yazmıştı. Bir süre orada kaldık. Sonra Kartal Maltepe’ye yeniden. Oradan afla çıktım. Şeyin ilginçliği şuydu, Selimiye Cezaevi Tutukevi’nin, adları böyle çok parlak duranların, Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı Ceza ve Tutukevi. Bir de en başta Selimiye var galiba, böyle uzun uzun isimleri vardı bunların. O dönem Selimiye'nin en alt katında bu benim birkaç gece kaldığım yerde kalıyordu bazı şeyler, THKP-C liderleri Orhan Savaşçı, Ertuğrul Kürkçü vesaire falan. Onların dışında burası o zamanki Selimiye’nin en büyük hapishanesiydi. Tabii en renkli sima Yılmaz Güney. THKP-C davasından yaklaşık bir orada herhalde bir yüz elli dolayında insan vardı herhalde ya da yüz kırk bilemiyorum, çoğu bunların subaydı. Üsteğmen, teğmen, öğrenci, subaydı. Selimiye Cezaevi üçüncü katı son derece ilginç bir şeydi, tutukeviydi. Bomba ve Sabotaj Davası adı altında yargılanan insanlar vardı. Bunlar kimlerdi? Daha önce bahsetmiş olduğum TMTF Başkanı Ahmet Güryüz Ketenci, MTTB Başkanı Yüksel Çengel, 27 Mayıs darbesini yapanlardan on dörtlerden efendim o zaman işte yüzbaşı rütbesindeki bir MBBK üyesi, bunlar orada ama işin ilginç yanı üç tane de emniyet müdürü vardı hapiste bizlerle beraber. Bunların bir tanesi Muzaffer Emmi derdik, Muzaffer Emmi 28 Nisan 1960 öğrenci hareketlerinde olayı izleyen polislerden biri fakat o sırada öğrenciler yürürken öğrencinin adı da Castro Nuri, avukattı Nuri. Castro Nuri’yi orada yakalamaya çalışan emniyet müdürü hapishanede bunlar kol kola volta atarlardı. Kaderin cilvesi gibi bir olay aslında. İki emniyet müdürü daha vardı. Bunlar bir sol örgüte soymaları gereken bir kuyumcunun adresini vermişler sonra parada birbirlerine düşmüşler vesaire falan filan. Efendim Bomba Sabotaj Davası’ndan gelenler vardı. Bu insanları çok ciddi iddianameler ile, işkence altında alınan ifadelere bağlı iddianameler ile yargıladılar ve bu insanlar hakkında idam cezası istendi. Bu insanları günlük gazetelerde, özellikle o sırada Tercüman ve Son Havadis hep onlara çalışırdı, böyle bangır bangır yayınlayaraktan lanse ettiler. Bunların hiçbiri mahkûm olmadı biliyor musunuz? Çok ilginç bir şeydir bu. Çok ilginçtir. Sonra şöyle şeyler yazıldı, bunlar Türkiye'nin ciddi ayıplarıdır. İddialar arasında Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması var. Eminönü arabalı vapurunun yakılması var. Marmara gemisinin yıkılması var vesaire. Şöyle bir şey anlatıldı, Marmara gemisinin sigorta poliçesinde, sigorta poliçesi o zamanki büyük parayla 72 milyon dolar. 72 milyon dolar şu anda dolar olarak çok çok fazla yani çok yüksek bir rakam, milyara falan gelir herhalde. Eğer geminin batışı sabotaj nedeniyle ise sigorta para ödemiyor. O sırada Ankara'da bir kuvvet komutanının hesabına yüklü bir para yatıyor ve İstanbul'da Sabotaj Davası açıklanıyor ama daha sonra İstanbul sıkıyönetim komutanı Ankara’ya gitmek zorunda kalıyor. Derken bu para yatışını öğrenen diğer subayların baskısı ile genelkurmay başkanı istifa ediyor.
Bu kadar yeter mi bilmiyorum şimdi burada bir şey söylenmeye çalışılıyor. Şimdi böyle böyle davalardı bunlar ama bu insanlar alındı, bu insanlar o meşhur Ziverbey Köşkü denilen Zihni Paşa Köşkü’nde bunlar işkence gördüler. Mesela ben bilmezdim bir tane doktor vardı şimdi ismi aklıma gelmiyor, mesela Meskalin denilen bir ilaç aslında bu güya, ben orada öğrendim Meskalin’i, sonra ben Meksikalarda öğrendim bu kaktüs şeyiyle ilgili falan filan. Yani böyle böyle davalar da vardı bu arada ama mesela şey çok ilginç, biraz sonra benim gittiğim dediğim Alemdağ Hapishanesi’nin kuruluşu çok ilginç. Bir gün isimler okundu, hapishanede üst katta kalan benim gibi iki üç tane siyasi ile birkaç kaçakçı hazırlanın hapishane değişecek dediler. Ertesi gün biz Alemdağ denilen yere gittik. Alemdağ'da askeri bir birlik vardı. Orada zaten daha önce bir hapishane kurulmuştu. Orada bir hapishane kurulmuş, dokuz tane siyasi işi bitenlerden, askeri Yargıtay’da davaları olan işi bitenlerden dokuz tane siyasiyi bir araya getirmişler kırk elli kadar da kaçakçı, meğer Birinci Ordu Komutanlığı mafya üzerinde bir emniyet harekâtı istemiş. Bütün bu mafya babalarını biri hariç içeri almışlar ve biz onlarla beraber yatıyoruz ancak bunların ifadelerinde Şükrü Balcı denilen bir emniyetçinin adı geçiyormuş. Eski Emniyet Müdürü. Ama bunu duyunca Faik Türün, Faik Türün bunu duyunca, Faik Türün emniyet müdürlüğüne ve askeri savcıları çağırıyor diyor ki bütün bu ifadelerden Şükrü Balcı’yı itham eden kısımları çıkaracaksınız. Bana bir dosya yapacaksınız, ben bu Şükrü Balcı’ya cezasını kendim vereceğim diğer ifadeleri yeniden düzeceksiniz. Meğer bunlar böyle bu ifadeleri düzmek üzere avukatlarla beraber böyle bir yeni hapishane yaratmışlar. Oraya bir sıkıyönetim hapishanesi süsü vermek için de biz dokuz tane siyasisi piyon diye oraya koymuşlar. Böyle bir hapishaneydi. Bunları daha sonra Uğur Mumcu çok çok yazdı. Abuzer Uğurlu dışında bütün mafya şefleri oradaydı. Abuzer’in babası, Abuzer’in amcası efendim Bezaller, Mirzalar hepsi orada, onlarla beraber yattık. Derken günün birinde şimdi unuttum niye olduğunu, açlık grevine gideceğiz dedik. Orada bir kantin var, kantini boşalttı şeyler, kaçakçılar. Biz öyle bir şey yapamıyoruz paramız da yok zaten. Açlık grevi yaparken o şeyin, efendim artık neydi kolordu mu artık bilmiyorum yani o askeriyenin bağlı olduğu komutana çıkardılar bizi. Ben de ilk defa orada gördüm, meğer bizim tarafa bakan komutan da meşhur Memduh Ünlütürk’müş. Memduh Ünlütürk bir MİT subayı, bu Ziverbey Köşkü işkencelerinde adı çok fazla geçen bir insandı ve ufacık elli bir adamdı. Hemen konuştu, halletti. Ne istemiştik bilmiyorum yerine getirildi biz grevi de kaldırmıştık, öyle bir şey. Ben komün başıydım. Şeylerden de bir sözcü geldi kaçakçılardan da bir sözcü geldi. Adam bütün işleri çözüverdi, biz hapishaneye gittik ama daha sonra hapishaneye pat diye bir televizyon geldi. Olacak şey değil. Ne televizyonu biz hapishanelerde tepede bir hoparlör olurdu oradan günde üç kere haber dinlerdik. Televizyon geldi, kebaplar geldi, bilmem neler geldi. Devamlı avukatlar gelip gidiyor. Soyadı tutmayanlar görüşmeye alınıyor. Böyle bir yer oluverdi. Fiziksel şartları kötüydü, yerin dibindeydik vesaire ama yani öyle, öyle bir yerdi. Ben oradayken Faik Muzaffer Amaç, avukat bu, ünlü bir avukat, Ziya Yılmaz'ı ipten alan avukat diye ünlenmişti, o da Mahir Çayan davasından dolayı hakarette bulunmaktan içeri atılmış, o geldi. O çok içeride direndi sağ olsun, onun sayesinde havalandırmaya çıkarmaya başladılar falan filan. O her gün askeri hapishanenin müdürüne diskur çekerdi. Hukuk dersi vermeye çalışırdı. O hapishane müdürü de işler bittikten sonra emekli olunca Uğurlu ailesinin Anadolu yakasındaki dil okuluna müdür tayin edilmiş. Böyle böyle işler. Yani biraz anlatabiliyor muyum ilişkileri? 12 Mart Muhtırası’ndan sonra İstanbul’a kök söktüren, İstanbul’u iki kere evlerine kapattıran Orgeneral Faik Türün Nakşibendi Tarikatı üyesiydi. Sürekli onları kolladı korudu. O nedenle Süleyman Demirel tarafından Manisa milletvekili yapıldı. Aradan yıllar geçti. Bir sahne, Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine Cumhurbaşkanı seçilecek, isterseniz filmi geriye sarayım. 12 Mart Muhtırası’nda neler döndü? 9 Mart, 12 Mart. 9 Mart’ta güya bir sol darbe olacakmış inanmayın. NATO ordusundan sol bir darbe olmaz. Bunu herkes baştan bilmeliydi. OYAK’çılardan efendim sol bir şey çıkmaz falan filan. Ben bütün bunları söylerken size bir şey de söylemek istiyorum bu arada yani teorik olarak. Efendim Muhsin Batur’la Faruk Gürler, biri Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, ikisi güya 9 Mart'ta yer alacaklarmış, su koyuyorlar almıyorlar sonra muhtıra geliyor. Birdenbire ikiye bölünüyor ordunun tepesi. Genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç ile Faik Türün bir ekip isterseniz sağ diyelim. Bir de bir ekip Faruk Gürler Muhsin Batur, iki ayrı cunta. Bu cuntalar savaştı savaştı, bütün bu Ziverbeyler’de, bu sabotaj bomba davaları hep onlar üzerine kurgulandı. O kadar insan telef edildi bu iki cuntanın yarışması sırasında. Derken cumhurbaşkanlığı seçimi geldi [CEVDET] Sunay yerine. Faruk Gürler istifa etti tabii senatör yapıldı ve Faruk Gürler cumhurbaşkanı adayı oldu. O sıralarda 12 Mart muhtırasından biraz zarar gören Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel ikisi de Faruk Gürler’in seçilmesine karşı. Çok demokratik bir tavır değil mi? Bir ordu eski generali seçilmesin istiyorlar. Hem de cuntacı bunlar. Süper çok güzel. Ne yaptılar? Ona karşı çıktılar, Faruk Gürler seçilemedi onun yerine başka bir askeri oramiral, emekli Oramiral Fahri Korutürk'ü cumhurbaşkanı yaptılar. Şimdi bak biz bunlara demokratik adımlar olarak bakıyoruz, neyse. Fahri Korutürk cumhurbaşkanlığını bırakırken cumhurbaşkanı seçilecek, Büyük Millet Meclisi’nde Cumhuriyet Halk Partisi kimi aday gösterdi? Eski cuntacı Muhsin Batur’u. Buna karşılık Süleyman Demirel kimi aday gösterdi? Süleyman Demirel eski bir subay Tekin Arıburnu’nu aday gösterdi. Tekin Arıburnu çok düşük oylar alınca onu çekti onun yerine Faik Türün’ü aday gösterdi. Bakar mısınız? 12 Mart sürecinde karşı karşıya çarpışan iki tane cuntanın adamları, Muhsin Batur ile Faik Türün aday oldular. Yüz küsur, yüz elli küsur mu ne oylamadan sonra bir türlü seçilemiyor. Son oylamadan sonra, seçilemeyince yine 12 Eylül saat 15:00’e bıraktı Meclis cumhurbaşkanlığı seçimini ama 12 Eylül günü saat 15:00'te meclis toplanamadı çünkü darbe oldu. Darbe meclisi kapattı. Türkiye'de hep bunlar demokratik şeyler, köşe taşları, böyle böyle şeyler. Yani oralardan geçiyor bu toplum, onlardan geliyor. Bakar mısın demokrasinin gidişi? İki tane demokrasi havarisi biri Bülent Ecevit, birisi Süleyman Demirel.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment3971
Segment Synopsis: 74 affından çıktıktan hemen sonra tekrar Kimya-İş’teki işime geri döndüm. Kimya-İş’te çalışmaya başladım. O sıralar bayağı şeydik yani çok faaldik. Kimya-İş, o da üretimden yani gücünü üretimden alan işçilerin sendikasıydı. Ufak bir sendikaydı ama çok güçlü bir sendikaydı. O sırada çok sayıda partiler kurulmaya başlandı. Türkiye zaten 74-80 arasında çok bölünmüş bir şey yaşadı, siyasi hareket yaşadı. 1 Mayıs 76’ya falan çok güzel hazırlandık. Ben Kimya-İş’in Bandırma örgütlenmesine katıldım. Yok efendim Ankara civarında bir yerler vardı oralarda falan örgütlenmelere katıldım ama bu arada 12 Mart döneminde yasaklanmıştı eğitim seminerleri ama artık serbestti ve ben o serbest seminerleri çok mükemmel bir şekilde Kimya-İş’te devam ettirdim çok düzenli bir şekilde seminer yapıyordum. Derken Türkiye şeyin DİSK’in beşinci genel kurulu oldu 1975 Mayıs’ında. Orada beklenmedik bir şey oldu. Kemal Türkler görevi bıraktı yerine İbrahim Güzelce geldi. İbrahim Güzelce’yle beraber DİSK’e böyle paraşütle iner gibi birtakım uzmanlar getirildi. Bunların TKP’li olduğu söyleniyordu o dönemde. O sırada CHP'li sendikalar DİSK’ten sosyalistleri atmaya bakıyorlardı. TKP’liler kullanılaraktan DİSK’ten sosyalistler uzaklaştırıldı. Bu arada benim bulunduğum Kimya-İş Sendikası Mehmet Kılınç diye bir kişinin sendikasıyla birleşmeye zorlandı. Bu birleşme olduktan sonra da ben sendikadan atıldım. Yani bayağı hem de tazminat filan verilmeden atıldım öyle bir durumda, attırdılar. Yani bu yeni gelenler attırdı. Bir süre Türk Haberler Ajansı’nda çalıştım. Bu arada Kimya-İş Sendikası'nda bu eğitimleri yapar iken yıllardır biriktirmiş olduğum eğitim notlarını yayınlamayı düşünüyordum ama sendikadan çıkarılınca bunları dışarıda yayınlattım. İşçiler Neden ve Nasıl Sömürülüyor adlı bir kitap vardır. Bu kitap o zamanların en çok satan kitabı olmuştu. Ben orada şeylerle karikatürlerle, resimlerle, şemalarla ders anlatırdım bu nedenle sadece işçiler değil militan gençler de bu kitaptan almışlar çünkü poliste sonradan öğrendiğime göre her evde bir tane çıkmış bu kitaptan. O zamanki sömürü oranına göre anlatmaya çalıştığım şuydu bir işçi günde sekiz saat süreyle kapitalist için çalışır, bu sekiz saatin iki saatinde kendi işgücünün karşılığı olan ücretini çıkarmış olur ama geriye kalan altı saatlik çalışması kapitalistte kalır. Bu onun emeğidir aslında. Kapitalist buna kar diyecektir vesaire. Yani Kapital’de anlatılan konuyu böyle çok basite indirgenmiş biçimde anlatmaya çalışıyordum ama ben bunda gerçekten çok şey aldım, olumlu dönüşler aldım. Özellikle mal üreten, saatte kaç tane ürün çıkardığını bilen işçiler bunu çok iyi algılarlardı. Kimya-İş üyeleri, Lastik-İş üyeleri, Maden-İş üyeleri mal ürettiklerinden bunu çok rahat anlarlardı. Tabii hizmet üretiminde bu o kadar kolay değil çünkü fiilen somut bir mal ortaya çıkmıyor, ölçemiyor nasıl bir değer ürettiğini vesaire. Böyle bir kitaptı bu. Sonra bir daha baskısının olmasını istemedim. Aslında yani bu aralar tekrar yapılabilir ama tabii şu anda Türkiye'deki sömürü oranı biraz daha farklı vesaire vesaire. Türk Haberler ’de çalışırken, derken DİSK’in altıncı genel kurulu geldi. Altıncı genel kurulda başkanlık için iki aday yarıştı. Kemal Türkler ile Abdullah Baştürk. Kemal Türkler kaybedince Abdullah Baştürk başkan oldu. Ama Abdullah Baştürk DİSK’a başkan olduğundan, başkan olduğu sırada DİSK’te eleman falan filan da kalmamıştı çünkü bir önceki yönetim hepsini işten çıkarmıştı. Bir karşı hareket olarak, oradaki TKP’li uzmanlara karşı bir hareket olarak. Dolayısıyla DİSK’te çalışacak eleman da yoktu. İlk daveti bana yaptılar. Ben de zaten sevdiğim esas işti o, Abdullah Baştürk yönetimiyle beraber DİSK’e geri geldim. Oradaki çalışan kadroyu büyük ölçüde ben sağladım, darbeye kadar Abdullah Baştürk yönetiminde öyle beraber bir çalışma yaptık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment4271
Segment Synopsis: Baştürk iki dönem CHP milletvekilliği yapmış olan bir sendikacı. Türk-İş’ten geliyor. DİSK ise Türkiye İşçi Partisi’ni kuran sendikacıların kurduğu bir konfederasyon. Biraz sol diye biliniyorlar. Bazı insanlar Abdullah Baştürk’ü öyle pek fazla bir şeye, yani beğenmediler şey yapamadılar, benimseyemediler falan filan bazıları ama Abdullah Baştürk gelir gelmez bir eylem gerçekleştirdik. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkmakta olan öğrenciye ateş açıldı, altı öğrenci öldürüldü, bunun üzerine ne yapalım falan diye konuşurken benim yıllardır, yıllardır kafamda olan ve sendikaların mücadele hedefi olarak bilmeleri gereken ve bir zamanlar Kemal Türkler’le de tartışmış olduğum bir konu var, genel grev konusu ben onu gündeme getirdim ama genel grev Türkiye'de yasak. Sendikalar yasasında böyle bir madde yok. İşçilerin mücadele ile genel grev hakkını elde etmesi gerekiyordu. Öyle bir şey de olmadı maalesef ama Abdullah Baştürk zaten böyle çok alışılmış eylemler dışı eylemler yapmış olan bir sendikasıydı. Mesela Abdullah Baştürk daha Türk-İş üyesiyken 67 yılında Çorum Belediye işçilerini yalın ayak Ankara’ya yürütmüştü. Yalınayak işçiler yürüyüşü, bu çok ünlü bir yürüyüştür. Şöyle bir şeye karar verildi, büyük bir şey yapamayız, ha o sırada esas ilginç olan CHP iktidarda, Bülent Ecevit Başbakan bu arada. İki saatlik iş bırakmaya karar verdik. Abdullah Baştürk'ün yaptığı güzel bir hareket şu oldu, DİSK’in karar defterine DİSK yönetim kurulu işçileri iki saat süreli iş bırakmaya çağırıyor kararını yazdırdı. İşçiye bırakmadı yani. Bunu da işçi arasında üretimden gelen gücümüzü kullanmak diye sunduk. 20 Mart Faşizme İhtar Eylemi böyle çıktı. 20 Mart günü, o zamanlar DİSK’in üye sayısı Abdullah Baştürk’ün sendikasının gelmesinden dolayı iki yüz binin üzerindeydi ama Türkiye'de o gün, 20 Mart günü saat 8 ile 10 arasında sekiz yüz bin insanın bu iş bırakmasına katıldığını saptadık biz. Öğretmenler, mühendisler, diğer çalışanlar vesaire vesaire. Bir, birinci büyük olay buydu. İkinci olay 1 Mayıs 1977 katliamından sonra 1 Mayıs'ı yine kutlayacaktık ama çok ciddi bir korku vardı. Olsun, baya böyle 1 Mayıs afişleri falan, afiş yarışmaları açaraktan birkaç grup dışındaki bütün siyasetlere meydanda var olma imkânı tanıyaraktan öyle bir örgütlenme yaptık. 1 Mayıs 78'de, 1 Mayıs 77 kadar bir kalabalık toplayamadık ama yine yüz bin kişi vardı ama hiç olmazsa kutladık. O korku yenildi. Yani 1 Mayıs kutlanabilir, bu kabul edildi. Hem 1 Mayısımıza hem bu 20 Mart Faşizme İhtar Eylemine Bülent Ecevit karşı çıktı. Dolayısıyla DİSK ile CHP'li iktidarla biraz şeyleri biraz gerilmeye başladı ilişkileri, gerilmeye başladı. O sırada TKP’li görünen üç tane sendika DİSK yönetimine sürekli muhalefet ettiler muhalefet ettiler vesaire.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment4512
Segment Synopsis: Maden-İş, Bank-Sen ve Bay-Sen’di galiba. Bunlarla hep sorun yaşandı ama böyle açıkçası. 79 yılında artık bu derin devletin adam öldürmeleri, işte efendim şeyler Kahramanmaraş'lar şunlar bunlar başlayacaktı, bayağı kötü geçirdik. 1 Mayıs 79’da bir kötülük daha yaptı Bülent Ecevit. 1 Mayıs'ı yasakladı. Sokağa çıkma yasağı koydu. Sokağa çıkma yasağından önce DİSK’ten üçer ikişer hapse aldı. Abdullah Baştürk hapisteyken biz de 30 Nisan günü Abdullah Baştürk hapisten göndermiş gibi onun ağzından bir bildiri okuttuk bütün iş yerlerinde. Tabii ben yazıyorum Abdullah Bey içeride, imkân da yok. 1 Mayıs 79'da sokağa çıkan çok sayıda insanı aldılar Şili’de olduğu gibi bunları şeye attılar, Dolmabahçe Stadı’na attılar. Merter’de yürümek isteyen Behice Boran ve arkadaşlarını gözaltına aldılar. Baya o dönem hem yargılandı hem de bizim DİSK yöneticileri böyle bir aya yakın Abdullah Bey falan hapiste kaldı o sırada. 1 Mayıs 79'da İstanbul'da sokağa çıkma yasağı olup da DİSK’e 1 Mayıs'ı kutlatmayan CHP, bu muhalif sendikaların İzmir'de miting yapmalarına izin verdi. Orada bir DİSK’e muhalif sendikalar orada 1 Mayıs kutlaması yaptılar. DİSK yöneticileri hapisteyken. Onu çok da severekten yaptılar. Bizim mitinglerimizde TKP’ye özgürlük diye flama taşırlardı. Kendi toplantılarında bu flamaları taşımadılar. Türkiye hep bunları yaşadı yani, neyse 1980’de yine aynı şey geldi. Yine DİSK yöneticileri içeri alındı 1980 1 Mayısından önce. Sadece bize Mersin'de bir 1 Mayıs mitingi yapmamıza izin verdiler, o kadar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment4658
Segment Synopsis: Şimdi 5 Ocak 1980’de yalnız beş dakikalık Faşizme İhtar Eylemi yaptı DİSK. Bunlar hep önemli hareketler ama DİSK’in en en önemli olayı şudur. Bu nedense hala bilinmez, yazılmaz, edilmez oysa üzerine çok fazla durulması gereken bir olaydır. Ocak 1980 başında gazetelere bir haber düştü. Meğer aralık ayı sonunda Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanına, o zaman Fahri Korutürk cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanına bir mektup göndermiş. Diyor ki; şunlar şunlar olmazsa ben darbe yapacağım açık açık. Açık açık böyle bir mektup bu. Biz bunu ama 5 Ocak’tı galiba, ocak başında öğrendik. Bu mektubun muhatabı kim olabilir? Darbe yapıyorum diyene kim cevap vermesi gerekiyor? En başta cevabı verecek olan merci Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Tık yok. Başbakandan ses yok, Ecevit. Muhalefet liderinden ses yok. Kimsenin bu mektuba sesini çıkarmadığı bir sırada bir tek DİSK karşı görüş bildirdi. ‘Muhatabı biz olmamakla beraber’ diye başlıyor cümle sana ne oluyor diye bitiyor. İşte ordu bunu bir köşeye yazdı. Bu DİSK’ten hiçbir şekilde beklenmeyecek bir olaydı ve işte orada ipler gerildi iyice. Hiçbir şey yapmadılar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin1.xml#segment4776
Segment Synopsis: Ya mektubu bütün gazeteler yayınladı. Belki önce Hürriyet olabilir sonra hepsi ama biz bunu zaten, bizim gönderdiğimiz karşı mektupta yazıyor. Basından öğrendiğimiz diyerekten. Basından öğrendiğimiz ama muhatabının biz olmadığımızı bildiğimiz mektup diye başlıyor, bu mektup gönderildi. Bu mektup açıklandı. DİSK’in çalışma raporunda da yer aldı bütün bunlar ama bu gerçekten DİSK açısından en baba noktalardan biridir. Hiçbir siyasi parti, sol siyasi parti, hiç kimse bu mektuba karşı görüş bildirmedi, bu çok önemli bir nokta, çok. Çok önemli nokta. Türkiye tarihine ben bakıyorum şimdi, geçmiş tarih yazanlara nedense bunun üzerinde pek öyle durmuyorlar. Niye durmuyorlar anlaşılır gibi değil.