https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment16
Segment Synopsis: Daha da kötü bir şey hatırlıyorum. Biz 12 Eylül’ü haber aldık. 12 Eylül’de darbe olacağını haber aldık. Birden bir yerden haber aldık. Bunlar DİSK davasında falan görüldü aslında. Çok da öyle gizli şeyler değil ama sonra bir haber daha geldi, darbe 13 Eylül’e kaldı diye, işte biz orada yarın konuşuruz, tartışırız burayı toparlarız dedik orada yanıldık. 12 Eylül darbesi, ben evde radyodan duydum. Böyle darbe falan duyunca artık öğrendik hemen evi terk edersin böyle durumlarda. O gibi bir şey olmadı zaten ama 12 Eylül akşamı Abdullah Bey'in evine gidiyorlar. Ören’de yazlığı vardı oradaydı Abdullah Baştürk, daha darbenin darbe bildirisinin radyoda okunmasından önce, önce Abdullah Bey’i alıyorlar. Zaten ertesi gün de bütün sendikacılara teslim ol çağrısı çıktı. Ben daha sonra bazı sendikacılarla buluştum. Genelde Abdullah Baştürk de içeri alındığından sendikacılar teslim olma yanlısıydı. Daha sonra ilginç bir şey oldu böyle Selimiye’de neredeyse kuyruklara girip teslim oldular. Çünkü 12 Eylül darbesinde baş hedef olarak kendilerini görmüyorlardı. Oysa benim onlara da naçizane anlatmaya çalıştığım olay şuydu ki 12 Eylül darbesinin temel hedefi işçi sınıfıydı. Sınıfsal bir olaydı ve işçi sınıfıydı ve darbenin ilk gününden itibaren de zapturapt altına alınan sendikalardı, iş yerleriydi. Belki onlar da fazla abarttılar bilemiyoruz ama bence darbenin vuruş biçimi, gelişi ve ilk şeyler, ilk bildiriler işçiler üzerindeydi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment129
Segment Synopsis: Askeri darbe daha önce olmuş. 27 Mayıs’ta hala ufak tefek de olsa sendikalar var, bir şey yapmamış. 12 Mart muhtırası verilmiş efendim DİSK desteklemiş bir şey yapmamışlar, içeri de almamışlar. Şimdi niye içeri alsınlar? Ayrıca içerden bir darbe olursa bu darbeye karşı DİSK direnir diye bir şey mi duymuşlar? Sanmıyorum. Ama bu vuruş olarak böyle. Sonra şu sorular çok soruldu bize hem hapisteyken hem hapisten çıktıktan sonra, DİSK 12 Eylül’e karşı niye direnmedi? Bu yani bu soru böyle ilk bakışta mantıklı görünüyor işçi sınıfı açısından iyi ama DİSK işçi sınıfının siyasi örgütü değil ki. İşçi sınıfının siyasi örgütleri var. Siyasi örgüt ancak bir siyasi direnme karar alabilir. Ekonomik örgüt, sendika. İşin ilginç yanı bu tür soruları soranlar da çok büyük kitlesel örgütler olan yerler. E şimdi kocaman olduğunu iddia eden bir TKP darbeye direnmemiş desteklemiş. Kocaman bir DEV-YOL hareketi var darbeye direnmemiş. Şimdi bütün şeyleri de beraber konuşmak gerekiyor ama teknik olarak baktığında, teknik olarak baktığında ilk planda iki bine yakın sendikacı, iş yeri temsilci alınıyor. Hadi sendikacıyı alsın, iş yeri baş temsilcileri, belli başlı büyük fabrikaların iş yeri baş temsilcileri hepsi içeri alındı. İlk planda, ilk planda alınan pat diye alınan iki bine yakın insan var. Yani ilk şeyde, ilk şeye çıkarılan, bir kere işte efendim otuz güne çıkarıldı, altmış gün doksan güne çıkarıldı, doksan güne çıkarıldı hiçbir DİSK şeyi, tutuklusu daha ifade veremedi, yüz dördüncü gün falandır ifade vermeleri. Derken bunlar şeye çıkarıldı, mahkemeye çıkarıldı. Mahkemeye çıkarılınca altmış yedisi yanlış hatırlamıyorsam dışında hepsi salındı. Bunun üzerine Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı onları salan askeri hakimleri görevden aldı. Başka hakimler geri getirildi. Salınanları geriye topladı. Ne demek oluyor şimdi bu? Bütün bunların bir izahı olması gerekiyor. Ve paldır küldür bin sayfaya yakın büyük bir iddianameyle Marksist Leninist örgüt olmaktan dava açtılar. Ve çok da şeydir yani sıkıyönetimde, sıkıyönetimde ilk gelen ideolojik büyük eserlerden biridir o şey için sıkıyönetim için.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment302
Segment Synopsis: Siyasi örgütler peyder pey geldi. Zaman zaman peyder pey, mesela koca TKP davası 81'de başladı. Efendim onların en çok şikayetçi olduğu DEV-SOL örgütü daha sonra toparlandı. DEV-SOL’dan niye şikayetçilerdi? Suikastlar vardı, şunlar vardı, bunlar vardı falan filanlar vardı. Efendim DEV-YOL’un toparlanması daha sonra geldi. Ha şey diyebilirsiniz bana ya işte en hazır onlar legal çünkü iyi ama yani şimdi şeyler de öyle mesela baktığımızda İşçi Partisi yeniden, yani ikinci İşçi Partisi tekrar yargılandı o ilklerden biri ama diğerleri, bir kısmını ciddiye bile almadılar sonra sonra geldi. Yani hep onlar zaman içerisinde, onlar yani bir kurmay harekâtı biçiminde her şeyi hazırlamışlar ve buna göre böyle aşama aşama bir şey yapıyor ama anlıyorsunuz ki bu hazırlıkta işçi sınıfını ve nedense sendikaları, DİSK’i ön plana almışlar bunu anlıyorsunuz, bunu görüyorsunuz.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment365
Segment Synopsis: Ben biraz geç alındım. Ben şöyle, ilk planda ilk planda DİSK sendikacıları varmış anlaşılan. Ben çalışanları da alacaklarını hep söyleyip dururdum bana gamlı baykuş derlerdi. Bir iki hafta sonra bizim iş akitlerimizi fes etti, kayyım atanmıştı şeye sendikalara, onlar iş akdimizi feshettiler. Bir süre sonra bir sürü dediğim bayağı bir süre sonra yani 12 Eylül, üç ay oradan demek ki beş ay sekiz ay falan sonra DİSK’le beraber demokratik platform kuran kuruluşların başkanlarıyla bazı çalışanları içeri aldılar. Ben de o bazı çalışanlar katında Haziran 81'de kaçakken yakalanıp içeri alındım.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment413
Segment Synopsis: Yani oradan alındım, DİSK’lileri hiç şeye götürmemişlerdi, hep askeri yerlerde ifadeleri alınmıştı. Beni şeye götürdüler Gayrettepe'ye. Yani bana soracakları, benden öğrenecekleri bir şey de yoktu işin ilginç yanı çünkü her şey alınmıştı, bütün sendikacılar içerideydi. DİSK birkaç kere basılmıştı, DİSK’teki her şey elde edilmişti. Zaten DİSK bir yasal bir kuruluştu. Ne yaptığı ne ettiği belliydi. Bir çalışan olarak benim de ne yaptığım da belliydi. Genel kurul daha yeni yapılmıştı. Haziran 80’de yapıldığı için çalışma raporları her şey ortadaydı zaten. Benden ekstra alabilecekleri bir şey de yoktu ama buna rağmen bana orada bir kurt köpeği marifetiyle işkence yapıldı.
Sana bir şey söylüyor mu bu şimdi böyle kurt köpeği marifetiyle işkence dediğimde? Nedeni de şu, ben hapishanedeyken yıllar sonra hatta Metris’e götürüldüğümüzde, yurtdışından Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO bir heyetle gelip bizimle görüştü. Normalde böyle bir şeye izin vermezdi bunlar. İsim soyadı efendim benzerliği dışında hiçbir şeye izin vermiyorlardı fakat Uluslararası Çalışma Örgütü’nde o kadar çok baskı olmuş ki devlet de ‘gelsin görsünler yaşıyor bunlar, bir şey yapmadık’ falan dercesine bu heyet geldi.
O görüşmeye birkaç sendikacı çıkarken ben de çıkarıldım Abdullah Bey’le beraber çünkü içlerinde en ciddi işkenceyi gören bendim. Onların da iddiaları vardı ama şimdi Allah'tan ILO’nun Ankara temsilcisi Rüçhan Işık’la Türk-İş’te çalışan ve iyi bir çevirmen olan Akel oradaydı onlar çeviriyorlar benim direkt İngilizce konuşmamı istemediler, onu yani kabul etmediler. Ben İngilizce başladım susturdular hemen. Şimdi yabancı kişi dinliyor. Bir kurt köpeği marifetiyle işkence yaptılar diyorum adam böyle bakıyor anlamıyor. Üç kere falan çevrildi. Adam anlamıyor, bir kurt köpeği marifetiyle. Fakat bundan bir süre önce geçenlerde ölen bir ressam var [FERNANDO] Botero, geçenlerde öldü. Botero’nun Ebu Gureyb Hapishanesi’nden bir kurt köpeği marifetiyle şeyi var, bir tablosu var, yaptı bunu yani. Konu da şu, Almanya'dan bir köpek getirtmişler. Bu köpeği, hareketli bir nesneye göre eğitilmiş bu köpek. Siz hareketlendirince köpek atlıyor sizi efendim yere düşürüp boğazınıza sarılıyor öyle bir durum. Şimdi yalnız benim de şöyle bir avantajım oldu. Ben 1974'te hapishanede yatar iken Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışan eşime bir lojman vermişler. Lojman bugünkü Boğaziçi Üniversitesi’nde bir film merkezi vardır onun eski yerindeki bir ahşap bina, ama o ağaçlar arasında bir bina, karanlık, kuytu, bir başka- o sırada muhasebede görevli olan bir bayanla iki bayana bu ev verilmiş. Öbür bayan bizim ablamızdı, Umay Ablamızdı, çok korkmuş bunlar ve çiftliği olan eski mezunlardan birinden köpek istemişler. O çiftlik sahibi bir de bunlara köpek vermiş ama köpek muhtemelen anne babadan birinden gerçek Kurt yani, melez ama bildiğiniz kurt. Ben hapisten çıkınca o eve geldim ve eve giremedim. Köpek beni sokmadı, beni tanımıyor. Şöyle şu boyda bir köpekti o. Elli santim falan yüksekliğinde bir köpekti. Sonra arkadaş olduk. Ben hafta sonları eski elbiseleri giyer adı Muşka’yadı, Muşka’yla güreşmeye başladım. Çok severdi alt alta üst üste böyle yumruğumu kolumu ağzına sokarım vesaire falan filan. Yani benim o şeyle, zaten eskiden beri köpekleri severdim ama o kurt köpeğiyle beraber öyle bir korkum da kalmadı ama beni Gayrettepe üst katta çıkarıp da efendim yanıma getirdikleri köpek ufacık bir şeydi, şöyle bir şey. Nereden görüyorsun? Göz bağının altından görülüyor zaten. Göz bağı deyince şunu da söyleyeyim, genelde göz bağı sanki sana kimlerin ne yaptığını engellemek için bir önlem gibi düşünülür, değil ilgisi yok. Göz bağının, göz bağının kapatan ve kapatılan ilişkisinde çok sembolik bir yeri vardır. Göz bağı sana ‘bak başına bir şeyler geliyor’ onun birinci hatırlatılmasıdır. Yani biz tabii içeride kala kala bunların felsefesini yapmaya başladık yani bu böyle bir olay. Psikolojik bir olay. Alt katta seni alırlar, hücrenden çıkarırlar gözüne daha orada bağı şey yaparlar yani daha oradan seni. Sonra koluna girip yürütürler, merdivenlerden çıkartırlar falan filan. Bunlar tabii hep böyle psikolojik şeyler. Kollarım serbest, gözüm bağlı ve bir kurt köpek üzerime sıçradı daha ilk sıçramasıyla beraber hakikaten yere düştüm. Yere düştüm köpek birdenbire yüzümde bir köpek hırlaması, bunu hissediyorsun. Ondan sonra işte bu saatli kolumu ağzına vermeye başladı vesaire. Bu yaklaşık bir saat falan sürdü. Fakat bir süre sonra polisler de yoruldular. Hatta bir tanesi tekme vurdu şeye köpeğe. Bana diyorlar ki orada ‘biz bunları, bunun gibi otuz tane köpek getirdik. Almanya’dan geldi’. Bunları söylüyorlar. Yalnız şunu da söylemem gerekiyor bu köpek ben bu köpeği bizzat görmeden önce aşağıda Gayrettepe'de hücrede kalıyoruz. İki arkadaşı şeye çıkardılar, yukarıya sorguya çıkardılar. Epey bir zaman sonra bunlardan biri geldi aşağıya fakat ayağı kanlı geldi. O sırada oradaki nöbetçi polisler, iki hep nöbetçi polis olur birbirini kontrol etsin diye. Çoğunlukla da bir tanesinin adı Kemik Kıran’dır. Öyle bir adları vardır. Nasıl olduysa bilmiyorum, beni belki yaşça ileri gördüklerinden böyle yardım ister gibi hücrenin kapısını açtı. Ben de öyle gördüm. Ayak kısmının şurası delikti. Diş deliği. Yani bayağı onlar zorlanmışlar belli belli. Bunu ben gördüm, gözümle gördüm ve o benim tanıdığım bir insandı. Bizim bir sendikaya üyeydi vesaire ama orada sendikal davadan değildi. Dolayısıyla bu köpek hikayesi bende pek işe yaramadı ama şunu söyleyeyim ben çok da tutulmadım bu sefer öyle otuz gün falan değil, on altı, on yedi gün falan sonra ben alındım. Bu köpek işkencesinden birkaç gün sonra serbest, yani aşağıda pek bir işleme tabi tutulmadan bekledim. Sonra beni aldılar şeye götürdüler Selimiye’ye götürdüler. O zamanki meşhur albay Süleyman Takkeci’nin karşısına çıkardılar. Bu Takkeci de mafya babalarıyla ilişkide olan bir insandır. Mafya babalarının çocuğunun bir tanesinin düğün şahididir. Bir de bu işlerin o tarafları da var bu arada. Orada çok ilginç koca savcı, askeri savcı Takkeci beni karşısına oturttu, böyle bir masada bir sandalyede ben oturuyorum bir sandalye de Aytekin Gani Ataman diye bir savcı vardı o oturuyor ve benle röportaj yapar gibi soru soruyor şey, Takkeci. Olacak şey değil. Beklemediğim bir olay. Sonra ben böyle hikâye anlatmaya başlayınca sinirlendi, o sırada telefonlarla konuşuyor falan filan galiba saat beşi geçti, beşi geçince saat gönderecek mahkeme de kalmadı galiba, zile bastı ‘alın bunu geri götürün’ dedi. Alın geri götürün lafı iyi bir laf değil. Çünkü ben o arada Takkeci’ye poliste işkence gördüğümü anlattım, oradan gelecek olan ifadelerin efendim bana ait olmadığını söylemeye çalıştım vesaire vesaire falan. Neyse Allah'tan ertesi gün beni hemen apar topar geri getirdiler çünkü o sırada şey çok meşguldü, akşam bir şeyler olmuş evler mevler basılmış. Şey çok faaldi, Gayrettepe. Belki de hücre boşaltılması gerekiyordu. Beni de pat diye gönderdiler. Gönderdiler ve ben bir askeri mahkemeye çıkarıldım. Ha önce bir savcıdan geçtim. O savcıda polis ifademi reddettim. Efendim savcıdan geçtim mahkemeye çıkarıldım. Fakat mahkemeye çıkarıldığımda böyle delikanlı pozlu bir şey, binbaşı hâkim. İlle ‘iddia ediyorum ben işkence gördüm, bunun şeye, mahkeme zaptına geçmesini talep ediyorum’ diyorum, yazmıyor. Yazmadı yazmadı anlatıyorum, ne olduğunu anlatıyorum. En sonunda Joe adlı bir kurt köpeği marifetiyle baskı ve işkence uygulanaraktan diye bir ifadeye geçti bu. Böyle askeri tutuklama mahkemesinde, 12 Eylül'de böyle ifade biraz azdır. Benim askeri mahkeme ifademde, tutuklanma mahkeme ifademde böyle bir ifade var. Sonra aradan zaman geçti ben DİSK davasına dahil edildim. Sıra bana geldi, ifade verme sırası bana geldi, savunma değil ifade verme sırası bana geldi, ifademden sonra işte şey okunur polis ifadesi okunur, savcı ifadesi okunur falan. Polis ifadesi okundu külliyen reddediyorum, polis ifadesinde bu arada bir şey yok ha! Hiçbir şey yok çünkü yani söyleyebileceğim bir şey de yok benim. 12 Mart dönemine ait bazı şeyleri yazmışlar. Bana öyle bir kâğıt getirdiler. Yargılandığım davadaki konular falan hala var vesaire. Ben diyorum ki bana işkence yapıldı, şeyde emniyette. Yazmıyor. Aynı hâkim. En sonunda dedim ki “Bakın efendim siz beni tutuklayan hakimisiniz. Beni tutukladığınızda zapta böyle bir ifade geçirttiniz. Bana söylediği şu oldu”, “İşte bir kere geçirmişiz ya on kere mi geçecek?” Kayda geçirtmedi. Biz o zaman şunu duyardık, haftada iki gün olurdu DİSK davaları ve DİSK davaları görüldükten sonra bütün görülme süreci banda alınırmış ve o bant bir uçakla Ankara'ya gönderilirmiş her celse sonrasında. Böyle şeyler duyardık. Elli iki idam istemek sendikacıdan, sonra bu yetmiş sekize çıktı, Türkiye’de sendikacıdan idam istemek şaka gibi bir olay ama istediler bunu. Kenan Evren her konuşmasında onların bizden daha iyi tatil köyleri var dedi. Bunlar ne maaş alıyor biliyor musunuz dedi. Otel işçilerini şikâyet etti. Mitinglerde sık sık işçilere vurdu. Bunların aldığı paralar şöyle böyle diye. Benden fazla maaş alıyor falan filan gibi lafları vardır. Hep böyle bunu yaptı bunu hep kullandı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment1107
Segment Synopsis: DİSK davasının açılacağını Haziran 81 gibi ben daha dışardayken duymuştuk. İdam geleceğini de aşağı yukarı duymuştuk ama demek ki temmuz ayı gibi DİSK davasının açılacağı resmen ilan edildi. Elli iki idam istendiği de söylendi ancak yasadışı bir şekilde bu insanlara, bu insanlara iddianame işte aralık ayı gibi verildi. Çok kalın bir iddianame. Bayağı da iyi çalışılmış belli böyle siyasal bilgiler efendim sosyoloji, tarih okumuş bazı uzmanların yardım ettiği belli. Önce elli iki sanıklı bir dava açıldı. Elli biri sendikacı, DİSK ve DİSK’e bağlı sendikaların yöneticileri. DİSK yürütme kurulunun beş üyesi, biri yurtdışına gitmişti, biri ölmüştü, beş üyesi orada. Efendim eski ve yeni yönetim kurulu üyelerinin işte yakalanmış olanları. Bir kişi vardı, o da Ahmet İsvan. Ahmet İsvan da eski İstanbul Belediye Başkanıydı. Ahmet İsvan da 1 Mayıs'ta güya işte belediye araçlarını DİSK’in yardımına vermiş olmakla suçlanıyordu. Bu suçlamanın da karşılığı idamdı. Yani işin ilginç yanı o. Olacak şey değil. Biraz böyle şey yani Kafka mafka hikâye yani gerçekten ben bir de bu insanları tanıyorum, bu insanların ne yaptıklarını çok iyi bilen bir insanım. Ben dışardan bakabiliyorum olaya ama yapılana kadar ağır bir şeydi. Sonra teker teker bütün ne kadar DİSK üyesi sendika varsa onlara ayrı ayrı davalar açıldı. Derken DİSK’e bağlı bazı sendikacıların daha ele geçmesiyle ve bu arada DİSK’in TMMOB ve Türk Tabipler Birliği, onlarla kurmuş olduğu demokratik platform üyeleri de alınıp sayı artırıldı. Yetmiş sekiz idama çıkarıldı. DİSK bu arbedeye devam ederken zaman içerisinde eklenme, eklenme, eklenme tek bir davaya dönüştürüldü. 1477 sanıklı bir dava yapıldı. Burada rakamlar değişiyor, ben bunları hapisten çıktıktan sonra birçok yerde yazdım. Sendikacılık Ansiklopedisi’nde de bana ait olan bir şey var, bütün rakamlar hep oralarda var. Sonunda 276 kişi ceza aldı. Davanın, efendim, karar aşamasında 146’ıncı madde bırakıldı, yani Anayasanın tağyir, tebdil maddesi bırakıldı, biz ona Anayasa’yı tangur tungur etme derdik, 141 ve 142’nci maddelere çevrildi. Onlar da ancak iki örgüt olursa idam var ama orada da idamı dikkate almadılar. Daha çok böyle beş yıl altı ay ile on iki, on üç yıl arasında hapis cezaları verdiler. Tüm DİSK çalışanlarından da üç kişi mahkûm oldu bu da ilginçtir. Biri Profesör Sadun Eren, Araştırma Dairemizin Başkanıydı o. Biri ben, biri de benim Boğaziçili Üniversiteli arkadaşım Ali Eşref Turan. O yaşamıyor vefat etti. Başka kimseye de çalışanlara da ceza vermediler. Şimdi dava çok ağır bir davaydı ve davada suçlamanın bir ağır bölümü TKP’li sendikacılar üzerinden geliyordu ama Abdullah Baştürk’le beraber iddianameyi okuduktan sonra DİSK’in parça parça değil tümüyle savunulmasına karar verdik. Abdullah Bey bu konuda gerçekten son derece farklı davrandı. Abdullah Baştürk'ün esas büyümesi, devleşmesi hapiste oldu. Bütün bu 12 Eylül’den sonra çıkanlar arasında Türkiye'den en meşhur kişi Abdullah Baştürk’tü. Behice Boran gitmemiş olup da kalsaydı ve hapisten sağ çıksaydı, siyasi hareketin lideri o olurdu. Çünkü olay sonuçta siyasidir. Ama Behice Hanım dışarı gitmişti orada vefat etti vesaire vesaire. Abdullah Baştürk hapisten çıktıktan sonra Abdullah Baştürk’e İsveç bir ödül verdi. Bu bir kere [NELSON] Mandela’ya verilmişti bir de Abdullah Baştürk’e verildi. Kazara o yıllar içerisinde 84-85’te, 85 bilhassa Lech Walesa anti komünizm tarafından bu kadar öne çıkarılmamış olsaydı belki de Nobel adayı olacaktı Abdullah Baştürk, o kadar, çünkü Abdullah Baştürk kendisinden beklenmedik bir performans gösterdi. Onun çok büyük bir şeyi var.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment1407
Segment Synopsis: Bir kere Abdullah Bey'in-- bir kere DİSK iddianamesinin okunması aylar sürdü. Haftada iki ya da üç duruşma yapılıyordu. İddianame okundu epey bir celse. Şimdi rakamlar aklımda yok. Ondan sonra Abdullah Bey’in sorgusu başlandı ama ben zaten hapse girmeden önce zaten bir seksen sayfalık bir DİSK savunması yazmıştım. O sırada Bakırköy’de DİSK’i kapatma davası vardı, sivilde ama. Daha önce açılmıştı o. 12 Eylül’le ilgisi yok. O sonra devam etti. Abdullah Bey’le içerdeki konuşmamıza binaen ben onun savunmasını hazırlamaya başladım. Bu sekiz yüz küsur A4 sayfadır. Abdullah Baştürk’e biz, ben mahkemenin ilk birkaç gününde yoktum. Biz sonradan eklendik davaya. Abdullah Bey’i kitaplarla gönderiyorduk her gün. Abdullah Bey notlarına bakıyor, kitapları açıyor, kitaplarını okuyaraktan, sosyal, siyaset kitapları, ekonomi kitapları oradan cevaplar veriyor falan mizansen buydu. Fakat ona pek öyle kitaplara baktırtmadılar. Üçüncü ya da dördüncü celse şey uyandı, mahkemeyi izleyenler uyandı. Hâkim değil, hâkimin pek bir şeyden haberi yoktu. Abdullah Bey’in elindeki malzeme çok güçlü, onu okuyacak. Bir gün hâkim diyor ki yok sen bundan sonra bir şey okumuyorsun, ben sana soru soracağım sen cevap vereceksin diyor. O gün biraz bocaladığını iddia etti bazı sendikacılar hiç önemli değil. Ben bütün bunları şimdi kendi anılarımda uzun uzun yazdım. Böyle anlattığım gibi yazdım üstelik. Şimdi bu anlattığım olaylar herkesin gözü önünde oldu yani biri kalkıp da ya bu adam atıyor tutuyor falan diye kimse diyemez çünkü hapishanede ve mahkemede geçen olaylar bunlar. Biz hemen mahkeme heyetinin soru tarzını bulduk, çıkardık. Ondan sonra her celseden bir gün önce Abdullah Bey’e olası elli tane soru hazırlıyorduk, onlardan geliyordu zaten çünkü onlar da iddianameyi izliyorlardı ama soru soraraktan izliyorlardı. Bir süre sonra Abdullah Bey yeniden kürsü hakimiyetini eline geçirdi. Mesela şöyle matrak işler oluyor. Şimdi bu DİSK suçlanıyor ya, tabii suçlama içerisinde artı değer teorisi de var ha bu arada. Artı değer, biz sömürüyü anlatıyormuşuz, artı değer teorisinden bahsediyormuşuz, bu teori de Marksist bir teoriymiş. Biz evet Marksist teori diyoruz ve ekonomik olarak buna açıklamalar getirirken hâkim bir bağırıyor şeye, Abdullah Baştürk’e, bırak şu Marx’ı diyor. Bu da gayet sakin ben Marx’ı bırakamam diyor. Mahkemede. Orada film bitti zaten. Ya dedim ben mahkemeden sonra ‘ya’ dedim ‘sen bu lafı nasıl söylüyorsun böyle, korkmadın mı dedim. Adam bana hakaret ediyor ya dedi ben de ona dedim, söyledim’ dedi böyle tarafları da var bu şeyin, davaların. Bu pek öyle siyasi davalarda olmamış bir konu ama bizim DİSK davasında böyle bir şey oldu. Değer teorisini savunmaya kalkarsan Karl Marx’da da böyle, [DAVID] Ricardo’da da böyle, zaten Platon’da da böyle falan diye şeyler vardı savunmalar vardı. Abdullah Baştürk’ün savunması Cumhuriyet Yayınları tarafından yayınlandı. Daha o zaman yayınladı, piyasada var. Yani büyük ölçüde bana ait olan bir savunmadır bu. Herkesin gözü önünde yazılan bir savunmadır. Abdullah Bey’in savunması yani o dönemde bir sendikacı ağzından yapılabilecek en mükemmel bir savunmaydı. Çünkü niye? Biz Abdullah Bey’in arkasından gelecek birkaç kişi var biz onlardan korkuyorduk. Onlar bizim çürük şeylerimizdi, yumurtalarımızdı. Zaten hapishanede dilekçe vermeler başlamıştı vesaire vesaire. Artı Abdullah Baştürk, biz Abdullah Baştürk kahraman olsun diye uğraşmadık. Kahramanlık yapılacak yer değildi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment1645
Segment Synopsis: DİSK ne yaptıysa onu savundu. DİSK siyasi parti değildi. DİSK bir sendikal örgüt. Bir ekonomik kuruluş. En büyük yanlış zaten sendikacılıkta siyasi örgüt ile ekonomik örgütün birbirine karıştırılmadır. Siz sendikal örgütle siyasi mücadele veremezsiniz. Siyasi mücadelenin örgütleri siyasi partilerdir. Siyasi partiler ayrı sendikal örgütlenmeler ayrı ayrı örgütlenmelerdir bunlar. Siyasi örgüt istersen illegal, istersen legal yaparsın sana kalmış bir olay ama sendikalar legal olmak zorunda. Yasaya bağlı toplu sözleşme yapıyorsun. İmza atıyorsun. Yasal bir şeyler. Onları savunduk ama bütün bu savunmalar olurken hiçbir zaman da o hattan geri düşmedik. Devlet egemen sınıfların baskı aracıdır demişiz. Bir tane MİT uzmanı bunu bulmuş, Lenin’in Devlet ve Hitler kitabından diyor ki aynı cümle Lenin’de var, e var tamam biliyoruz ama biz bundan geri basmadık. Bu çok önemli konular bunlar. Yani bunlar çok çok önemli ve DİSK davası çürük vermeden bitti. Her siyasi davada çürükler çıktı. Karşı dilekçeler bilmem neler. Hapishanede bambaşka şeyler yaşandı, yaşandı,yaşandı ama hiç olmazsa DİSK davası kendi içerisinde Abdullah Bey ne dediyse herkes mecbur kaldı Abdullah Bey’e paşa paşa şey oldu, katıldı. ‘Sayın Baştürk’ün sözlerine katılıyorum’ dediler o belki yanlış sözler sayılabilecek birkaç kişiden şöyle cümleler geldi, ‘e ne yapayım baktım bütün işçiler DİSK’e gidiyor ben de koltuğumu kaybetmemek için ben de DİSK’e gittim’ dedi falan filan bunları söylediler yani. Bunlar da yani çok önemli şeyler değildi, zaten onlara sıra geldiğinde DİSK davası bitmişti. Her şeyiyle bitmişti yani ne olduğu aşağı yuları belli olmuş artık DİSK davasını kullanamıyordu ama DİSK davası 12 Eylül darbecileri için bir karın ağrısı oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment1769
Segment Synopsis: Yargılanan bazı insanlara pek karışamadılar çünkü Avrupa Konseyi’nde şöyle bir şey oldu, ben o zamanlar daha dışardaydım çok sayıda insan geliyordu onlarla buluşuyorduk, konuşuyorduk. Avrupa Konseyi’nde üçlü bir görüş vardı. Bir, çok doğru yaptılar sonuna kadar destekliyoruz. İki, ya biraz bekleyelim Allah aşkına şey yapmayalım, atmayalım daha kötü olur. Üçüncü grup derhal atalım. Bu atmayalım, etkili olmaya çalışalım en büyük gruptu onlar etkili oldular ama Avrupa'da hiçbir insan, hiçbir parlamento üyesi sendikacıdan idam istenebileceğini kabul edemedi, havsalası almadı. Bu nedenle Avrupa'da ilk başlayan direniş evdekilere özgürlüktü. İlk başlayan dava, ilk büyük dava, ufak tefek davalar olmuştu. Barış Derneği falan onlar sonradan geldi. Esas olarak Ercüment Tahiroğlu’ydu DİSK’in avukatı. Bence yani onunla mutlaka görüşmelisiniz. İki avukatımız vardı DİSK avukatı olarak. Birisi Ercüment Tahiroğlu’ydu, diğeri Yücel Top. Yücel Top, 12 Mart'ta kara harp okulu-- kara teğmeni olduğundan ordudan atılmış sonradan avukat olmuş bir kişiydi. Benim aracılığımla DİSK’e girdi ama Yücel Top’un adını sendikacılardan biri darbeyi ondan öğrendik dediği için dışarıya çıkmak zorunda kaldı. Dışarıya çıkınca benim de aklıma bir kurnazlık geldi. İçerden bir kâğıt imzalattık bizi dışarıda sadece Yücel Top temsil eder diye. O da DİSK’i uzun yıllar yurt dışında temsil etti Yücel Top. Şu anda Türkiye’de tabii ki. Vatandaşlıktan atıldı vesaire falan filan ama bu avukatlar üzerinden daha doğrusu Ercüment Tahiroğlu üzerinden yaklaşık iki yüz kadar avukata vekalet verildi DİSK davası için. Yani gelenlerden mesela Halit Çelenk, çok geldi. Efendim, Mehmet Ali Aybar eski İşçi Partisi Başkanı, avukat. O sabahları gelip öğleden sonra davaya kalmazdı, bir tek bende kaldı. Efendim eski Adalet Bakanı ismini hatırlayamıyorum. DİSK’e bağlı sendikaların avukatları. İşte Maden-İş avukatları efendim [---] avukatı, işte vesaire vesaire. Bazı şahısların da avukatları vardı. Mesela Rahmi var, Rahmi Saltuk. Rahmi Saltuk avukattır aslında hukuk mezunudur o. O da mesela avukat görünüyordu. Gelmedi. Bir kere geldi galiba ama yani böyle böyle çok sayıda avukat var. Bir kere sendikaların avukatlarının hepsi orada olmak zorundaydı.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment1941
Segment Synopsis: Ben üç yıla yakın yattım. Biz önce Davutpaşa’da kalıyorduk hep beraber. Davutpaşa’dan bizi Metris’e gönderdiler. Metris’te DİSK’lilerin koğuşları biraz şeydi daha avantajlı koğuşlardı. Metris’te böyle bir bağımsızlar koğuşu gibi laflar vardır o koğuşlardan sayılır. Daha sonra nedense biraz geç kalmakla beraber beni aldılar, DİSK arasından aldılar, Metris’teki direnişçi koğuşlarına gönderdiler. Tam da bu tek tip elbise eylemlerinin başladığı bir sıradaydı. Bana idare gelip bağımsızlara geçer misin diye bir tehditte bile bulunmadı. Öyle bir şey yapmadılar beni kendi halime bıraktılar ama günde dört, beş kere ben eylem yaşardım orada. Koğuşu basarlardı, ben direnmezdim. Çocuklar da anlayış gösterirlerdi. Efendim ben dışarı çıkardım, onlar direnirlerdi. Tek tek dışarı alırlardı, içerde döverler, dışarda döverler sonra koğuşları dağıtırlardı. Eşya falan kalmamıştı. Zaten hiçbirinin eşyası kalmamıştı. Koğuşlarda masa, sandalye yoktu. Bütün camlar kırıktı. Onların da pek elbisesi yoktu. Ya yani savunma malzemem kalmamıştı yanımda. Her şey alınmıştı, bitmişti yani böyle şey tam Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz romanındaki şey balık gibi, öyle bir olay. Benim üç dört ayım Metris’te ciddi zor geçti. Oradan tahliye oldum. Tahliye oldum, eskiden kapıdan salarlardı. Sonra tekrar Birinci Şube’ye götürdüler iki gün sonra vesaire vesaire böyle şeyler oldu. Yani Metris’in de hemen hemen her tarafını tatmış oldum açıkçası. Metris, yani Metris tabii şöyle söyleyelim direnmelerden dolayı belki de Türkiye'nin en sert şeyiydi, ne derler hapishanesiydi ama tabii direnme aynı zamanda sizi bazı şeylerden kurtarıyor. Bakın 12 Mart’taki hapishane direnmeler konusu mesela 12 Mart'ta Selimiye falan filan bir Mamak gibi olmadı. Şeyde de aynı şekilde, 12 Eylül’den sonra da. Ben mesela hiç marş söylemedim, efendim hiç şey olmadım, ne derler, hazırolda durmadım. Hiç şey yapmadım, bunlar tabii direnmelerin getirdiği şeylerdir, sonuçlardır. Senin bulunduğun ortamın sonuçlarıdır.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2085
Segment Synopsis: Ben ilk gözaltına alındığımda da evliydim. 12 Mart’ta da bütün o süreçlerde ve 12 Eylül’de de evliydim. Eşim, o da iyi bir ziyaretçi oldu. Yani anılarımda hep şeyi anlatıyorum, içerdekiler dışardakiler. İçerdekiler ayrı dışardakiler ayrı. Bazen dışardakilerin çektikleri içerdekilerden daha fazla oldu. Yani onların hapishane kapılarında çektikleri, gördükleri şunlar bunlar az buz değil. Onların da çektikleri apayrı bir olay. Evet, ailem izledi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2129
Segment Synopsis: Onu hedef aldığı sözünü biraz dikkatli kullanmamız gerekiyor. Başlangıcı anlatıyorum ben size, başlangıçta hedef oydu ama ne zaman hâkim oldu fabrikalara darbeciler ondan sonra tabii ki iş biraz farklılaştı. Bunu da unutmamak gerekiyor. Yalnız bu 12 Eylül'de DİSK işçi sınıfı olayına şöyle bakmak gerekiyor. Bir kırılma noktası 24 Ocak 1980’dir. 24 Ocak 1980 kararları, ki başbakanlık müsteşarı olan o sıradaki Turgut Özal’ın sahiplendiği bir olaydır. Türkiye'de küreselleşme ve efendim neo liberalizmin dercedildiği bir şeydir. 24 Ocak 1980 kararları çıktı, Süleyman Demirel başbakandı ama, 24 Ocak 1980’den ölünceye kadar Türkiye'yi Turgut Özal yönetti. Ancak 24 Ocak 1980 kararlarıyla beraber kararlar çıkar çıkmaz DİSK bunlara cephe aldı. Ve bakın Ocak’tan Eylül ayına kadar kaç ay? Bu kararlar uygulanamadı. Bu çok önemli. Yani 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi ancak ve ancak bir askeri darbeyle mümkündü bu bir. İkincisi, ikincisi o 24 Ocak kararlarının getirdiği sıkma normal bir düzende sendikalarla işleyen yasalarla falan olamazdı. İşte burada DİSK hedef alındı. Ama nasıl hedef alındı? DİSK içeri atıldı, Türk-İş serbest bırakılmak bir yana Türk-İş’in Genel Sekreteri, Çalışma Bakanı yapıldı. Bu da bir dışa karşı yutturmacaydı. Dışarısı bunu yutmadı. Türk-İş’in üyelerinin üyeliklerini kaldırmaya başladılar. Bu bir kurmayca bir askerî harekât bu ama olay 24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla ilgili. 12 Eylül darbesi olmasaydı bu kararlar uygulanamazdı. Türkiye de bu ekonomik şeye girmezdi. Ne yapardı ayrı bir konu. Türkiye zorlanıyor. Ekonomik olarak zorda ama işçiler de kendilerini sömürtmemeye bakıyorlar. O da onların hakkı. Bu nedenle meclis ortadan kaldırıldı, siyasi partiler kapatıldı ve hemen bütün şeyler, grevler kaldırıldıktan sonra iş yaşamına ilişkin ekstra önlemler getirildi. Sonra bu tuhaf sendikal yasalar çıkarıldı. Hep bunlar adım adım gelen şeyler ve bunlar biz içerdeyken yapıldı. DİSK’liler içeri girmeden önce bunların minimum üç yüz bin üyesi vardı. Hapisten salındıklarında sıfır üyeleri vardı ama dünya kadar da paraları vardı. Onların üzerine oturdular. Genel-İş Sendikası'nın Ankara'daki çok katlı binasına Anayasa Mahkemesi girdi. El koydular, Anayasa Mahkemesi’nin binası oldu. Böyle bir şey olabilir mi? Hangi liberal düzen, hangi yeni liberal düzen? Yok böyle bir hikâye ama bütün bunlar baştan böyle planlı hedefli giden şeylerdi. Yani burada tamam, son zamanlarda neo liberalizmin çerçevesi içerisinde efendim kültürel politikalar biraz daha öne çıktı, efendim bu postmodern yaklaşımlar biraz daha önce çıktı ama 12 Eylül'deki sınıfsal vuruşu unutmamak gerekiyor. Benim esas anlatmaya çalıştığım konu da zaten bu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2352
Segment Synopsis: Ama 12 Eylül sadece işçi sınıfından bir şey götürmedi Türkiye'nin her şeyinden çok şey götürdü. Yani bir nesil gitti arada. Apolitize etme, kültürsüzleştirme, bu sadece, bu sadece, efendim, dışarıda gitmekte olan küreselleşmenin efendim neo liberalizmin çerçevesi değil bu aynı zamanda Türkiye’ye özel bir olaydı. Bakın, 1974 yılı başında Ocak ayında CHP MSP koalisyonu hükümeti kuruldu. O sıralarda af bekleniyordu. Bu af çıksın diye de bu koalisyon böyle kolaylaştırılıyordu. O kadar ki bir takım çok böyle büyük siyasetçiler İtalya’daki gibi, İtalya’da nasıl İtalya Komünist Partisi muhafazakarlarla, efendim, iş birliğine gitmiş o akılları veriyorlardı. Koalisyon kuruldu, koalisyon nerede çatladı? Af yasasında çatladı. Mayıs ayında 146 ve 163’üncü madde geçtikten sonra mecliste gece yarısı MSP, 141 ve 142’nci maddelere oy vermedi. Biz hapiste kaldık. Anayasa Mahkemesi’ne çıktık Temmuz ayında. İşte o sırada bu siyasal İslamcılarla demokratik anlamda bir uzlaşmanın sağlanamayacağını bilmemiz gerekiyordu. Macera orada başladı. Siyasal İslamcılar 1974 yılının Ocak ayında iktidara geldiler hala iktidardalar. Bu iktidar 12 Eylül 1980’de güçlendirildi. Bakın oylamalara göreceksiniz. Bakın efendim Fethullah Gülen hareketinin nerden nasıl geliştiğine göreceksiniz bütün bunları. Hepsi böyle gram gram gelen şeyler. Yani bu böyle son derece farklı yaşanan şeyler. Geçenlerde televizyonda bir şey, epey oldu da bir kişi konuşuyor, eski bir subay konuşuyor, askeri istihbaratın başındaymış, bu diyor Fethullah Gülen efendim Mehmet Şevket Eygi kanlı pazarın-- Mehmet Şevket Eygi bunlar diyor zaten diyor 1959 yılında diyor istihbaratın adamlarıydı diyor. Buyur bakalım. Oralardan gelen işler bunlar. Ya biraz böyle çok geniş okumalısınız bu şeyi, çok geniş okumalısınız. İçinde yaşadığımız için unutmadan her şeyi böyle gram gram anımsamaya çalışıyoruz. Yani şimdi bellek denince işte bellek bunlar olması gerek ama yani bazı konular var unutulmaması gerekiyor. Şeyin, Evren’in mektubu, 24 Ocak 1980 kararları, Özal’ın oradaki efendim varlığı, ondan sonra Anayasa referandumunda, 1981 Anayasa referandumundaki pazarlıklar. Hep bunları görmek gerekiyor yani ancak bunları okuyabilirsek belki şey yapacağız. Böyle böyle bir şey.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2533
Segment Synopsis: Evet ama yani ben ben bunları dün gibi yaşadığım için biliyorum çünkü yani öyle kolay değil şimdi böyle yazıyorsunuz, savunma yazıyorsunuz söylediğiniz bütün eskiler bütün gelecek günler ama ben ben yani biz hapisten çıktığımızda umutlarımız çok yüksekti. Benim bugün sendikal hareketten çok büyük umudum yok. 94 yılında DİSK’in bir genel kurulunda ben dört arkadaşımla beraber bir, imzalı bir not yaydık bunu bunu yapın. Yapmazsanız olmayacak dedik olmadı. Yani şimdi öyle çok da mutlu değiliz şu andaki durumdan. Şu andaki sendikal konum öyle çok da mutluluk getirecek bir konumda değil. Bu üst üste geldi. Herkes şeyini kullandı ama 12 Eylül vuruşu olmasaydı bunlar kolay olmazdı. 650 bin kişinin elekten geçtiği bir süreçten bahsediyoruz. O zaman nüfus kaçtı şimdi kaç? Anlatabiliyor muyum? 650 bini çarpın ailelerle o kadar insan. Kardeş, abla, ağabey, amca nasıl bir tank geçti biliyor musunuz bu toplumun üzerinden? Şöyle böyle değil. O hapishaneler. Hapiste ölenler, işkencede ölenler, efendim bilmem neler asılanlar vesaire vesaire. 12 Eylül böyle bazen görüyorum ben bir sayfa halinde özetleniyor. Şu kadar kişi asıldı, bu kadar kişi öldü, bu kadar kişi öldürüldü vesaire. Ama şimdi bunların sosyal hayattaki izleri çok çok daha korkunç.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2626
Segment Synopsis: Korkunç büyük bir amaç var bu amaçlarda böyle vuruş şeyleri var hedefleri var. Onlardan biriydi işte. Ben tabii kendime daha uzak olan konulara girmek istemedim. O zaman yorum yapmış olurum. Ben içinde bulunduğum konuları aktarmaya çalıştım. Bildiğim konuları, daha doğrusu şöyle bildiğim değil de daha içinde yaşadığım olayları anlatmaya çalıştım. Yani size öyle taraflı falan gelmesin. Ya bak işte burada DİSK var falan diye ama çünkü öyle yaşadık olayı. Bana desen ki 83’ü anlat ben sana Metris Hapishanesi’ni anlatırım. Orada bambaşka bir şey yaşandı. 83 yılında artık DİSK’in olayı bitmişti. DİSK yargılaması bitmişti. Karar bekliyorduk biz. Bir karar verildi de öbür kararı bekliyorduk vesaire vesaire ama o arada hapishaneler ayaktaydı. Bunlar hep tabii, ama bir vuruş anı ve vuruş süreci hepsi baştan planlı işte kurmayvari ağabeyleri öğretmişler bunlara, bunların hepsi 1946 sonrası ABD soğuk savaş antikomünizmi ile yetiştirilmiş olan insanlardır. Bizim dönemin insanlarının hepsi Kore, Faik Türünk Kore gazisiydi, örnek. Kore’de yetişmiş insanlardı. Ha sonra ne oldu? 1972’de Selimiye Hapishane komutanı 74 Kıbrıs çıkartmasından sonra bir temerküz kampı kurulmuştu bir yerde onun subayı oldu falan filan.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2739
Segment Synopsis: Bütün zaten olay oydu. Hak mücadelesini ortadan kaldırmaktı. Esas 12 Eylül’ün hedefi buydu. Hak diye bir şeyi duymak bile istemediler. Bu. Her dönem, her dönem daha doğrusu yani şeyler sömürü ve baskının olduğu her yerde bir hak mücadelesi olacaktır. Olay da budur zaten. Sömürü ve baskıyı ortadan kaldırabilirseniz o zaman hak mücadelesi diye bir şeyin olmaması gerekiyor teorik olarak. Bu. Ama sömürü ve baskı varsa hak mücadelesi olacaktır. Bu sömürü ve baskı derken tabii bütün bunları, sınıfları kastediyorum, cinsleri kastediyorum hepsini kastediyorum yani.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=farukpekin2.xml#segment2794
Segment Synopsis: Her şeyde siyasi ortamda bir şekilde, bir şekilde yollar denenecektir. Bunun bir şeyi yoktur yani ne kadar alınabilirse. Şimdi biz, ben tamam toplu sözleşmelerde olmadım ama sendikacılık böyle bir olaydı. Yüz istersin de yirmiye fit olursun imzayı basarsın vesaire falan filan. Şimdi böyle bir ama yani gerçek olanı, olması gerekeni herkes her yerde ifade edebilmeli. Olay böyle. Bu dünyalar böyle gitmeyecek. Dünya sürekli değişim halinde. Ben yani işte bu kadar yıl içerisinde neler gördüm, gelecek yıllar çok daha başka şeylere gebe. Her gün bir şey oluyor. Tabii çok korkutucu şeyler var. Nüfus artışı çok korkutucu efendim çevrenin böyle katledilmesi çok korkutucu şeyler bunlar vesaire vesaire ama yani her dönem bir şekilde mücadele esastır. Önemli olan umudu yitirmemektir.