https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment16
Segment Synopsis: Ben bir kasabada dünyaya geldim. Erzincan’ın Kemaliye ilçesi, fakat aile Dersim kökenli. Annem ve babam evlendikten sonra ayrılıp oradan dağın öteki tarafına geçiyorlar. Yani Munzur Dağı’nın bir tarafı da zaten Kemaliye’dir, bir tarafı Ovacık’tır. Ben orda dünyaya geldim, gelmişim. Beş yaşında Elazığ’a göç ettik. Bu göçün sebebi bir Alevi Sünni çatışması, problemi diyelim. Kemaliye’de yaşayan Alevi ailelerin tamamı 1965 yılları oradan göç ediyorlar muhtelif yerlere. Benim ailem de Elazığ’a göç ediyor, başka bazı ailelerle beraber. Babam, işte bu daha önce orman, fidanlık filan diye tabir edilen bir kurumda çalıştı. Sonra Keban Barajı’nın yapım yıllarında orada operatör olarak çalıştı. Annem ev kadınıydı. Biz beş kardeştik. Bu kardeşlerden en büyüğü İstanbul’da yetişiyor. Onu erkenden bir zanaatkar olması için İstanbul’a gönderiyorlar ve çok iyi bir terzi, kadın ve erkek terzisi olarak yetişiyor. Diğer ağabey ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı okumaya geliyor. İşte o dönemin en iyi eğitim kurumlarından birisi diye. Büyük abla hemşirelik kolejine gidiyor. Onun bir sonraki ortanca kız kardeşimiz akademiye gidiyor Çukurova’ya. Ve sonuncusu ben liseyi bitirinceye kadar Elazığ’da yaşadım.
O zamanlar bile Elâzığ, özellikle Dersim’den göç alan ve Alevi mahallelerinin de olduğu bir yerdi. Ve yerleşim Alevi mahalleleri, Sünni mahalleler diye ayrıydı birbirinden. Biz bir Sünni mahalledeydik. Hep orda yaşadık ve fakat orada kendi kültürümüzle değil de onların kültürüyle yaşadık, öyle söyleyeyim. Yani mesela işte oruçlar farklı, bayramlar farklı, ritüeller farklı vesaire ama ailenin çok büyük bir hassasiyetle, ailemin çok büyük bir hassasiyetle nedense Alevi olduğumuzun çok anlaşılmamasına yönelik davrandığını hatırlıyorum hep. İşte okulda da sorarlarsa şöyle söyleyin, böyle söyleyin filan gibi tembihlenirdik biz. Böyle kıstırılmış ve çelişkilerle dolu bir şey, yani çocukluk ve ilk gençlik yılları. Kıstırılmışlık çok anlaşılabilir bir şey. 60’lı yılların sonu, 70 Askeri Darbesi, bunun üzerimizde yarattığı etki, bir taraftan sınıfsal tarafı da var tabii ki bu işin. Kültürel tarafı var, işte Aleviyiz filan, birçok bakımdan farkındalığın da yeşermeye başladığı yıllar o yıllar yani benim de liseli yıllarım. 70’ler, Denizlerin idamı, diğer insanların katledilmeleri, diğer gençlerin katledilmeleri filan yani o politik iklim Elazığ’da benim de artık ufak ufak zihnimin ve beynimin hareketlenmeye başladığı yıllar. İşte mitingler oluyor onlara katılıyorum filan, bir sürü şeyi göze alıyorum. Orda o yıllar işte şey çok güçlü, milliyetçilik. Hala da öyledir, Elâzığ dokusunda çok güçlüdür. Ama böyle yani inanılmaz çelişkiler yumağı çünkü, mesela Harput diye bir yer var ve biz hafta sonları oraya ailecek pikniğe falan gidiyoruz. Harput Elazığ’dan çok farklı. İşte mimarisi farklı, bir sürü şey çok farklı. Tek tük de olsa orda Ermeni aileler var filan. Elazığ’ın içerisinde var Ermeni aileler. Kilise var. Mesela şunu hatırlıyorum, yani kilise okul yolunun üzerinde bu kilise ve işte çok yüksek yüksek duvarları var ve içerisini göremiyoruz. Ama orda bir Mari Teyze var, terzilik yapıyor. Bizim işte hani yılda iki üç kere bize dikilen elbiseleri Mari Teyze dikiyor. Kiliseden içeriye o zaman girebiliyoruz biz çünkü büyük bahçenin içerisindeki bir evde yaşıyor onlar. Eş zamanlı olarak sonradan işte bunları işte konuştuğumuzda, yani bizim oradaki Ermeni ailelerle olan kurabildiğimiz yakınlık, ilişki ve uyum nedense diğer kültürle aynı olmuyor yani olmadığını hissediyorum. Sonra eşzamanlı işte eşimle mesela sonradan bunları çok konuştuğumuzda ortaya çıktı ki mesela o da Malatya’da, onlar da Ermeni ailelerle, ki Sünni kültür onlarınki, buna rağmen hani Kürt olmaları üzerinden onlarla daha yakınlar ve 90’lı yıllara geldiğimizde eşimin Malatya’da, onların birlikte olduğu yakın ahbaplık kurdukları aileler de İstanbul’a gelmişlerdi bir kısmı, ben mesela onlarla da tanışmıştım İstanbul’da.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment394
Segment Synopsis: Dolayısıyla böyle bir durum ve liseden sonra İstanbul’a geliyorum üniversiteye girmek için ve tabii ki burada bir takım politik tercihlerim netleşiyor yavaş yavaş. Bir yandan üniversiteye hazırlanıyorum filan ve çalışıyorum da. Bir hukuk bürosunda çalışmaya başladım. İşte davaları açmayı öğrendim, dava dilekçeleri yazmayı öğrendim filan ama benim orada en ilgimi çeken şey şuydu, 12 Mart davalarına bakan da bir büroydu orası. Ve bir kilitli dolabın içerisinde o dosyalar vardı ve benim gözüm hep o dosyalardaydı, okumak istiyordum onları filan. Sonra o dönem, yani 12 Mart tutsaklarından işte Yusuf Küpeli, THKP-C’li olan işte Münir Ramazan Aktolga filan bunlar tahliye oldular ve oraya gelip gitmeye başladılar çünkü onların avukatlarının da ofisiydi orası. İşte onları tanıdım, onlar büyük ağabeyler. O dava dosyalarını okudum, bir şekilde ulaştım onlara o kilitli dolaptan ve onları okudum. İşte o yıllar, yani benim lise, üniversite arasındaki zamanım, küçük tefek korsan mitingler filan oluyor. Tabii ki bir takım şehir eylemleri oluyor filan ama işte orda İran’da paralel, işte şahın gitmesi Humeyni’nin gelmesi falan gibi dünyada da var bir hareketlenme hali. Okuyoruz, sürekli okuyoruz. Yani işte hem literatürü hem dünyayı tanımaya çalışıyoruz. Benim okuma alışkanlığım işte çocukluğumdan başlıyor. Babam çok okuyan birisiydi. Biz de şehir kütüphanesinden çevrilmiş ne kadar çevrilmişse kaç ne kadar batı klasikleri, işte Steinbeck'ler filan, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, gibi gibi o cep kitaplarını okuyoruz. Derken şiir kitapları giriyor evin şeyine, kütüphanesine şiirle tanışıyorum filan. Okuma hali oralardan başlıyor. Yani ilkokuldan itibaren işte küçük tefek dram yüklü Kemalettin Tuğcular’la, ama sonradan tabii çok bilinçli ve çok yoğun oluyor bu süreç ve Marksizm, felsefe, diyalektik bunlar giriyor hayatıma. Anlamaya çözümlemeye çalışıyorum ve evet artık bir politik grubun içerisindeyim. Ve bir yandan da üniversiteye hazırlanıyorum. Ve sonra 12 Eylül. Yani önce sıkıyönetim. O süreçte hatırladığım, sahiden hani böyle insanın hani boğazının sıkılmasını hissetmesi gibi bir duygu vardır ya böyle hani boğazımız sıkılıyor adeta ve çok kısıtlı her şey. İşte vapur boşalıyor, vapurdan çıkıyoruz arama yapılıyor. Sokakta saat sekiz oluyor filan, koştur koştur eve gidiyoruz filan. Böyle boğazımız sıkılıyor adeta sıkıyönetim süreci. Ve arkasından 12 Eylül darbesi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment634
Segment Synopsis: Ya açıkçası şimdi bugün düşündüğümde başka bir kente, başka bir ülkeye filan gittiğimde bakışım çok farklı. Ben mesela o zamanlar bunun hiç ayrımında değilmişim yani benim için mekânsal değişikliğin pek bir değeri ya da önemi olmamış galiba, öyle düşünüyorum. Çünkü hiçbir, bu anlamda verebileceğim bir cevap yok yani ne hissettiğime dair. Ama benim için önemli olan şuydu, kuzenim benim burada hukuk fakültesindeydi ve örgütlü, politik bir insandı. Doğrudan onunla ve onun çevresi ile ilişkiye girdim. Zaten benim için mekânsal durumun filan bir şeyi yoktu. Yani asıl o varoluş çabası şu, kendi hayatımı sürdürecek kadar bir kazancım olmalı ve kendi idealim var. Bir yandan da işte üniversiteye de girmeliyim filan. Ankara’da Siyasal Bilgilerde okumayı, Mülkiye’de okumayı hedefliyorum. Bu arada çalıştığım ofistekiler de hani sen artık çok iyi öğrendin bu işi ve bir tek cübben eksik onun için sen hukuk oku biz ofisi olduğu gibi sana bırakacağız filan diye motive ediyorlardı beni. Fakat oraya ısrarla dikkat çekmemin sebebi şu ben tutuklandıktan sonra epeyce işime yaradı orda çalışıyor olmak. Yani dilekçeler yazdım filan. O jargonu öğrenmiştim çünkü. Biz aslında yaşımızı yaşayan bir kuşak değiliz. Yani ne bileyim ben hakikaten 20’li yaşların nasıl yaşandığını bilmediğim için kızıma da herhalde çok yardımcı olamamışımdır diye düşünüyorum. Çünkü kapatılmıştık, yoktuk o sırada. Ama dışardaki hallerimizde de yani nedir mesela, işte on dokuz, yirmi yaşında ne yapılır ya da bizim isteğimiz ne. İşte gidip bir kafeteryada oturmak çene çalmak filan, böyle şeyler yoktu bizim hayatımızda. Yani ben mesela kırk sekiz saat ilkel bir makinanın başında broşür bildiri bastığımı hatırlıyorum. O kırk sekiz saat hiç uyumadan ya da ne bileyim işte pazar günü ofis kapalı olduğu için işte kalkıp şimdi artık şehrin bir parçası haline gelmiş ama o zamanlar epeyce banliyö sayılan işte Halkalı, İkitelli filan gibi yerlere gidiyoruz arkadaşlarla, oralarda tek tük fabrikalar ve işçi evleri var ve işte onları sendikal mücadeleye katmaya, örgütlemeye filan gidiyoruz. Aslında böyle yaşanmış yıllar bizim o yaşlarımız. Dolayısıyla gerçekten şeyi bilmiyorum yani hani, evet ara sıra sinemaya giderdik ama işte neye giderdik, mesela Yılmaz Güney’in Sürü filmine gittiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarla beraber, gibi gibi. İşte Şehir Tiyatroları var. İşte mesela Brecht’in bir oyunu olduğunda işte gidiyoruz filan ama bunlar bize böyle yılda bir kere falan nasip olan şeyler. Onun dışında biz yedi yirmi dört hayatımızı bu ülkenin kaderini nasıl değiştirebiliriz, o küçücük yaşlarımızda adamışız. Bugünden baktığımda tamamen bunu görüyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment870
Segment Synopsis: İstanbul’da, bu Taksim Meydanı’nın, meydanındaki büyük otelin hemen arka sokağında oturuyorduk biz o zamanlar. İlginç bir sokaktı orası. O zamanlar LGBTİ bireylerin yoğun olarak yaşadığı bir sokaktı orası. Bizim yaşadığımız binada da işte alt kat komşumuz ve en yakın ahbabımız trans bir birey. İşte bitişik apartmandakiler hakeza öyle. Aynı binada üst katlarda da yani bizi mesela tanıştırırlarken arkadaşlarını bizim için şey derlerdi, bunlar normal aile filan derlerdi bizim için. Yani ayrıksıydık o sokakta. Ama çok iyiydik, yani çok ilişkilerimiz vardı. Hatta, benim mesela saklama ihtiyacı duyduğum bazı şeyleri, ki şimdi kaybettik onu yani şu anda yaşamıyor, Mina, alt kattaki trans bireyin evinde sakladığımı hatırlıyorum, yani kitaplar, broşürler filan. O çünkü giderken anahtarını verirdi bize, bir yerlere giderdi çalışmaya, işte İzmir’e, şuraya buraya filan. Bazen arkadaşlar kalırlardı orada, onları götürürdüm orda kalırlardı. Bazen bir şeylerimi orda gizlerdim filan, saklardım. Ve ben tutuklandıktan sonra Mina, Metris Cezaevi’nde birkaç defa geldi beni ziyaret etmeye ama edemedi ama ben onun biliyordum dışarı, kapıda olduğunu. Çıkar çıkmaz da ilk ziyaret etmek istediklerimden biriydi o. Ve ziyaret de etmiştim. Ama sonra erken kaybettik. 12 Eylül sabahı o sokaktaki o evimizdeydik. Ülker Sokak’tayız. Ben tabii sabah yine erken işe gideceğim, sokağa çıkacağım falan diye, o zaman yokuşu çıkıyorum ve Taksim’den troleybüsler gidiyor Beyazıt’a. Fakat sokak sessiz, garip filan. Bir tuhaflık var. Böyle hissetmeye başladık. Bir şey var yani, bir şey var. Ama beklentimiz de bu yönde bir taraftan, yani bir şeyler olacak, yani bu sıkıyönetim bir şeye evrilecek. Çünkü çok tırmandı her şey, çok tırmandı. Sokakta olana bitene anlam veremiyoruz filan. Yani 77 1 Mayıs’ından sonra işte bazı faili meçhuller, büyük büyük eylemler filan. Bunun böyle gitmeyeceğini hissediyoruz ve fakat beklentimiz bu hacimde, bu çapta, bu büyüklükte, bu kadar kıyıcı ve yıkıcı bir şey değil. Ama biliyoruz ki bize nefes aldırılmayacak. Sadece göremiyoruz ne olabileceğini. Sokakta askerleri görmeye başladık filan. Tabii ki işte radyodan mütemadiyen bildiri okunuyor darbe olduğuna dair. Yani kafanızı çıkartıp pencereden şöyle sokağa bir öteki tarafına öbür ucuna bakayım dediğinizde bile asker azarlamaya başlıyor. İşte geçin içeriye, perdelerinizi kapatın bilmem ne filan. Bu çok tabii ki bu çok tuhaf yani zaten evin içindeyiz. İşte o gün hatırladığım şey, aynı gün hızla duvar yazılarını silmeye başladılar çünkü bizim sokakta da epey duvar yazısı vardı politik sloganlar. İlk önce onları başladılar, şey yapmaya, boyamaya, temizlemeye. Tabii ki o gün bütün gün evde anlamaya çalıştık yani olanı biteni ve fakat hepimizin aklındaki cümle şuydu, yani hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O anlama hali sonraki günlerde de hep sürdü. Yani neyi nasıl yapmamız gerektiğini bilemiyoruz, bulamıyoruz filan. Fakat şeyi çok hissediyoruz, yani işte, özgürlükler, o nisbi kısmi neyse onun adı, olmayan, zaten olmayan özgürlükler de bitti ve artık işte asker yönetiyor ve adım başı. Meğer ne çok asker varmış. Yani hakikaten kişi başına bir asker nerdeyse. Polis değil ama yani. Hani emniyet gücü olarak polis değil de daha ziyade asker.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment1178
Segment Synopsis: Zorlanmaya başladık tabii. Yani bir şey yapamıyoruz yani daha önce yaptığımız çalışmaları yapamıyoruz ve bir taraftan da karar almaya çalışıyoruz. Yani bu dönemi nasıl durarak geçirebiliriz. Neler yapmak gerekir gibi. İşte herkes kendi içinde ya da birisiyle bunu konuşuyor, tartışıyor, böyle zamanlar ve derken 1981 Nisan ayında ben tutuklanıyorum.
Sokakta otobüs durağında işte biri kadın ama kaçı erkek, sivildiler çünkü. İşte iki üç tanesi, aynı arabaya bindiğimiz için iki üç tanesini biliyorum ama etrafta daha ne kadardılar onu bilmiyorum. Tuhaf bir şekilde bana doğru, elimde de ofisin anahtarları var, işte bir sürü anahtar, çekmece, kapı, bilmem ne. Bana doğru bir kadın geliyor, tayyörlü, orta yaşlı, orta kilolarda ve banka müdiresi havasında bir kadın bana doğru geliyor filan, bir şey soracak zannettim ben, derken o bana doğru gelirken iki sivil polis koluma girdiler filan ve araba yaklaştı ve arabaya konuldum. O kadın yanıma oturdu arka koltukta. Bir tarafıma da diğer polislerden bir tanesi oturdu. Ve kadın hemen elimdeki anahtarlığı, yani o maskot hep elimdeydi benim o anahtarlık. Hemen onu kaptı ve şey dedi hiç unutmuyorum, bakalım buradan kaç tane örgüt evi çıkacak, dedi. Bu anahtarlar kaç örgüt evinin kapısını açacak acaba filan. Tabii ki o andan itibaren işte ‘senin hayatın bitti canına okuyacağız’ filan gibi cümlelerle Gayrettepe’ye kadar götürüldük, gittik. Fakat, yani ben, tutuklanmadan önce de çok fazla arkadaşımın tutuklandığını, alındığını haber alamadığımızı filan biliyorum. Yani o öyle bir atmosfer zaten herkesin bildiği üzere. Haber alamadığımız arkadaşlar oluyor ve mesela yani bunlar öldürüldüler mi, bunlar tutuklandılar mı, neredelere dair bile bir fikrimiz yok. İşte gözaltı süresi üç ay. Üç ay boyunca kimseye bilgi verilmiyor. Ailelere de bilgi verilmiyor. Dolayısıyla biz bilmiyoruz yani öldüler mi, kaldılar mı? Bunlar yurtdışına mı çıktı, içerdeler mi, dışardalar mı? Yani inanılmaz şey bir, belirsiz bir dönem. Gayrettepe’ye gider gitmez tabii ki tipik, derhal hani görmediğinden korkmanı sağlıyorlar ya, gözlerini bağlayarak, ilk hareket bu oldu zaten. Ve o andan itibaren de bilinen tipik yöntemleri de uygulamaya başladılar.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment1391
Segment Synopsis: Baktım ki tıklım tıklım orası. Yani inanılmaz kalabalık. Yani böyle mesela sorguya alıp, sorgu odasına götürüp bunun adı işkence odası tabii ki, ben şimdi onu normalleştirmeyeyim sorgu odası derken. Masa başı sorgusu değil. İşkence sonrası ara verildiğinde bekletildiğimiz yerde yani gözümüz bağlı olmasına rağmen oradaki hareketlilik, yani işkenceye götürülenler, işkenceden getirilenler filan. O işkence trafiğinden bile şeyi anlamak mümkündü, aslında herkes burada yani. Herkes burada. Zaman zaman işte yerin iki kat altına hücreye götürülüyoruz. Diyelim ki; bir gün birkaç saatliğine orda tutuluyoruz filan. Belki işte üç metreye iki metre bile olmayan bir hücre. Ortalamamız hep dokuz, on kadın o hücrede. Öyle ki mesela oradayken işkenceden getirilen bir arkadaşı uzatıp yatırıp dinlendirmek için bizler mesela ayakta duruyorduk. Yer açılabilsin, onu dinlendirebilelim filan diye. Orada olmak da durumu değiştirmiyordu çünkü yani bütün sesler, götürülenler, getirilenler sabahlara kadar o işte hiçbir şey olmasa küfürler yani mesela tuvalete çıkarmıyorlardı filan. Hücredesiniz ama buna rağmen. Yani ya da işte birinin sorgusu bitmiş ama hala orda çünkü örgütten başkalarını da getirebilir miyiz acaba. Yani üç ay nasıl olsa bunların süresi var ve bunları toplu terör davalarına sokabilir miyiz gibi. Yani bunların hesaplandığını düşünüyorum. Böyle zamanlar ve lisedeyken bir kitap okumuştum bir Vietnamlı, belki bir Vietnamlı yazarın [Nguyen Duc Thuan] kitabıydı şimdi hatırlamıyorum, ‘Direnme Savaşı’ diye bir kitap orada işte böyle birtakım yöntemler filan, yani hayal meyal hatırlıyorum, bana çok gerçeküstü gelmişti. Şey demiştim, mümkün değil insan bunları yaşayamaz yani, çok sürreal yani ölür bir insan bunları yaşarsa gibi düşünmüştüm. Orada bize yapılanları, yani yaşadıkça dedim ki insan olağanüstü bir varlık. Yani olağanüstü güçlü ve dirençli bir varlık ve hani tabii birçok arkadaşımız öldü, öldürüldü ama yani dayanmanın eşiğinin ne kadar yüksek olduğunu da gördüm orda. Direnmenin eşiğinin ne kadar yüksek olduğunu. İnsanın inançları uğruna, idealleri uğruna neleri göze alabileceğini gördüm, yaşadım. Çok vahşiceydi her şey. Sahiden vahşiceydi. Yani bir kuşak adeta yok edilsin gibi, böyle bir büyük ağabeyden bir emir almış gibi yok edilmesine yönelik davranılıyordu. Yani en hafifiyle, yani fiziki işkenceyi de bir tarafa bırakalım, kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme, özgüven yıkımı filan. Yani bunlara yönelik de yöntemler deneniyordu. Mesela sizin önünüzde arkadaşınızı, yol arkadaşınızı çok kutsadığınız, çok değer verdiğiniz arkadaşınızı değersizleştirmek ya da onun gözünün önünde bunun size yapılması ya da birbirinize dair işte kötü şeyler, sözler söylemeniz, ihbar etmeniz falan. Ben onu tanımıyorum ama onun beni tanıdığını söylemesini sağlamak gibi. Yani bir daha kimsenin birbirinin yüzüne bakamayacağı filan noktalara getirmek istiyorlardı en hafif haliyle. Öbür fiziki yöntemleri zaten herkes biliyor. Mesela bu sıkıyönetim döneminde üniversitelere polisler verilmişti. Okul polisi adı altında. Şimdi o kadar yoğundu ki orda mesai, işkence mesaisi, bazen o kapatıldığımız hücrelerin olduğu koridorda o okullardan getirilen okul polisleri nöbet tutuyorlardı, bizi tuvalete götürüp getirmek gibi, ki o da bir işkenceydi. Günde bir defa ya da maksimum iki defa yapıyorlardı bunu. Bazı öğrenci arkadaşlar tanıyorlardı kendi okullarının polisini mesela. Bu işte bizim okulun şeyi, polisi filan diye. İşte şey yapıyoruz, yani ailelere bilgi verilmiyor sadece işte belki çok pozisyonu hafif durumda olanların ya da dışarda bir şekilde bir ilişki bulup çocuğuna biraz üç kuruş para, bir şey üst baş ulaştırmaya çalışan ailelerin, ki o da çok nadir oluyordu. İşte onlardan bize ulaşan paralarla bir kantin alışverişi yapılıyordu. Yani kantinden alışveriş demeyim de kantinden peynir, şey üçgen peynirler, yoğurt, biraz ekmek filan gibi bir şeyler alabiliyorduk. Yani onlar veriliyordu sadece. O üç ay boyunca böyle beslendik. Tabii hereksin bağırsakları iflas etti vesaire, bütün o fiziki yöntemlerin de ötesinde. Kadınız ve birçok şeye ihtiyacımız var. Bunların hiçbiri, işte yıkanamıyorsunuz edemiyorsunuz işte periyodik hastalığınız oluyor filan. Yani berbat durumlar. Fiziki acının da ötesine geçen böyle gerçekten şeye, yani yıkmaya, çökertmeye dönük uygulamalar. Bir arkadaş vardı, yani işte yukarda işkence katında, erkek, ismini kabul etmiyordu, yani kim olduğunu kabullenmiyordu. Onun eşi de benimle aynı hücredeydi. Tabii birbirimize şunu söylüyoruz. Yani senin konduğun odada kim var onu öğrenmeye çalış. Veya işte o odadakiler diyorlar ki, erkekler özellikle, sizde hangi kadın arkadaşlar var hücrede filan. Yani bunları konuşabilmek için de bir sürü fiziki falan dayağı yemeği göze alıyorsunuz. Mesela o arkadaş, o kimliğini kabul etmeyen arkadaşın eşi bir kanama geçiriyordu işkenceden dolayı, bana onu sorduğunda ben onu söyleyemedim ona. Zaten de daha bir cümle kuramadan polis varmış meğerse içerde, bizim gözümüz bağlı görmüyoruz, ama onlar orda sessizce duruyorlarmış, ayrıca özel olarak bir de bunun dayağını yedik filan ikimiz de. Ama böyle küçük küçük haberleşme hallerinde onun bana şey dediğini hatırlıyorum, yani ona söyle beni tanımasın asla, çünkü ben şu değilim, yani kabul etmiyorum. Hücreye döndüğümde, getirildiğimde dedim ki eşin böyle diyor yani asla kabul etmeyecekmiş ismini, senin de onu tanımanı istemiyor, yani yüzleştirilmeniz halinde. İnanılmaz yordular ve perişan ettiler onu ve o bir duruştu onunki, savcılığa çıkar çıkmaz kimliğini kabul etti, işkencede kabul etmedi. Ama evet ben şuyum aslında bu dediğim bir tavırdı, bir protestoydu yani ve delirdi polisler yani onu öldüremiyorlar da filan. İşte bir çatışmada yakalanmış bir arkadaş vardı mesela, erkek bir arkadaş, yaralı ve bütün bağırsakları dışarda bir poşetin içeresinde ve ona da işkence yapılıyordu. Yani o mesela gülerek şey diyordu artık, önemli değil yapsınlar, yapacaklar zaten ondan kaçış yok ama şu torbayı boşaltayım bari, yani bağırsaklarımı boşaltayım filan. Yani böyle. Yani vahşet dediğim aslında bu. Yoksa işkence yöntemleri bellidir bilmem ne filan. Onun ötesine geçiliyordu her dakika, her saniye. Yani bu konularda inanılmaz yaratıcılar. Adeta yapıtaşları böyle oluşturulmuş gibi. Biz mesela şey diyorduk, ya bu mesela Gayrettepe bildiğimiz semt işte, etrafta bir sürü yüksek apartmanlar var, yaşayan insanlar var. Ya bizim sesimizi kimse duymuyor mu, bu çığlıkları kimse duymuyor mu? Yani nasıl, yani her gün buraya bir sürü genç, arabalar dolusu genç getiriliyor. Buradan birileri alınıyor, götürülüyor. Hepimiz işte şeyiz, ne bileyim ben sürüne sürüne, sürüye sürüye götürüyorlar, getiriyorlar. Bu insanlar bunları görmüyorlar mı? İşte sesimizi duymuyorlar mı filan. Yerin iki kat altındayız evet, dışarıya hiçbir bakan bir pencere yok fakat koridorda böyle işte karpuz lamba tabir ettiğimiz bir şey var, yuvarlak böyle bir lamba yanıyor. Zayıf bir ışık. Ben her koridora çıktığımda o benim için şeydi, o karpuz lamba benim için güneşti mesela, ona güneşmiş gibi bakıyordum o lambaya. İşte böyle böyle o üç aylık süreç böyle geçti.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment2075
Segment Synopsis: Hukuk fakültesinde öğrenci olan kuzenim, ben tutuklanmadan önce sol içi bir çatışmada katledildi o. Ve biz o yapıdan ayrıldık. Yani onun katledilmesiyle beraber. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi Çayan Sempatizanları adıyla ayrıldık biz. Ailemde de tabii yani işte üniversite öğrencisi olan o sırada, yani daha doğrusu üniversite gençliği içeresinde politikleşmiş, işte kız kardeşim yani benim bir büyüğüm olan, işte o evlendi, onun eşi mesela o da tutuklandı, o da uzun süre Malatya Cezaevi’nde kaldı. Ama ailede, benim kendi ailemde tek tutuklanan ben oldum. Benden sadece bir yıl sonra ağabeyim tutuklandı. Yani bir yıla yakın da o tutuklu kaldı. İşte dört yıl civarı ben tutuklu kaldım filan. Öyle.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment2150
Segment Synopsis: Yani tabii ki çok koruyorlardı bu kimliklerini onlar. Yani bizim onları görmememiz için ve isimlerini bilmememiz için çok azami şey yapıyorlardı, çaba sarf ediyorlardı. Fakat, neyse sonradan öyle Ses diye de bir film de yapıldı galiba. Ben şöyle bir şey yaşadım. Yani ben tahliye edildikten sonra bir, yani cezaevinde beraber kaldığım sanatçı Selda Bağcan ben çıktıktan sonra işte o ve ortak avukatımız filan beni yemeğe götürdüler. O yemekte, yani biz yemek yerken arkadaki masadan, ki konuşmalardan birinin sesi bana çok aşina geldi filan. Fakat tabii dönüp bakamıyorum da yani ayıp olmasın diye. Ama bütün akşam içim içimi yedi. Yani o sesi tanıyorum, yani kim o acaba diye. Ama diyorum ki o da beni tanıyor olsa yani hadi ben dönmüyorum ama o beni tanır en azında filan. Yani onlar bizden önce kalktıklarında onun siyasi şubedekilerden biri olduğunu anladım. Yani boyu, posu, cüssesi, çünkü benim bir hırkam vardı böyle yazlık iri iri delikli bir hırka, mesela göz bağı bulamadıkları zamanlarda şey yapıyorlardı, hırkanı kafana ört falan diyorlardı. İşte o hırkanın deliklerinin arasından şeyi bazen görebiliyordum, etrafı görebiliyordum filan. Muhtemelen o sıralarda, şey yapmışım, bir aşinalık olmuş tanımışım, görmüşüm onu. O zaman şeyi düşündüm, yani, çünkü bunu Gayrettepe’deyken de ya bu adamlar mesela sonra ya bize işkence yapmaktan yoruluyorlar ve sonra bunlar eve gidiyorlar, işte ne bileyim otobüse biniyorlar, işte restorana gidiyorlar, yemek yiyorlar, aileleri, belki çocukları var filan, sonra nasıl başkalaşıyor bunlar acaba, nasıl normalleşiyorlar, mesela çocuklarına, eşlerine ya da anne babalarına karşı. Ya da onlar biliyorlar mı bunların böyle bir insanlık suçu işlediklerini filan. Mesela bunları çok düşünürdük orda. Çok da konuşurduk aramızda. Onların psikolojilerini anlamaya çalışırdık. Bunu yapmaya, yani bir insana bu derecede acı çektirmeye ne şekilde motive olabileceklerine ya bunları nasıl, daha doğrusu ruhunun dönüştüğünü filan anlamaya, çözmeye çalışıyorduk. Çünkü bu öyle bir şey, yani normal insanlar bunu yapamazlar ki. Yani bunun bir eğitiminin de olduğunu zannetmiyorum. Yani bunu mesela hala çok düşünürüm. Sonra, o yemekten sonra evet işte bunlar da böyle bizlerle aynı restoranlarda bir yerlerdeler yani, hayatın içindeler sonuçta bunlar. İşte okul polisleri nasıl gelip orda bu işleri yapıyorsa ve sonra gidip orda işte öğrencilerle belki normal konuşuyorlar ediyorlar filan. Ya tuhaf bir durum, ama bunu bilimsel olarak tabii ki açıklayamam ben, bilemem yani bu işin. Ama buna gerçekten bakılması gerektiğini düşünüyorum. Yani mesela bir asker yirmi yaşında, işte yirmi yaşında çocuk yani, çocuk. Annesinin kucağından çıkıp askere gidiyor ve birden dönüşebiliyor, canavarlaşabiliyor. Bu nasıl oluyor? Bu nasıl olabiliyor yani? Hakikaten anlamıyorum, bilmiyorum yani.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment2395
Segment Synopsis: İşte o zamanlar askeri mahkemeler kurulmuştu. Askeri savcılar, askeri hakimler. Biz doğrudan Selimiye Kışlası’na götürüldük tutuklanmak üzere. İşte önce savcıya çıkartıldık, sonra tutuklanma hakimliğine yönlendirildik. Fakat orda, hala böyle anarım bizim örgüt davasına, işte her örgütün bir savcısı vardı. Bizim örgüt davasına bakan savcı, ifade alacak, dedi ki yani sen akıllı bir kızsın, bak dedi pırıl pırıl, işte üniversite bilmem ne filan, bir şeyler söylüyor bana. Diyor ki ben yani senin dedi, hala savcı şeyi bekliyor yani anlayacağınız birilerini şey yapayım, birilerine dair bir şeyler söyleyeyim filan. Dedi ki ya mesela dedi siz Mahir Çayan’ın işte Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, yok Kesintisiz Devrim 1-2-3 kitabını dedi, sizin gruplar, parti cepheli gruplar Kur’an-ı Kerim gibi tapıyorsunuz siz o kitaba filan. Ben de evet diye bekliyorum hani sorgu bitti filan ya sanıyorum ki rahatlayacağız biz cezaevine gidince, halbuki orası da ayrı bir işkence haneymiş meğerse. Evet tabii ki filan diyorum. Yok sizin kutsal kitabınız, evet diyorum öyledir diyorum filan. Ama dedi yani işte öyle değil dedi filan, bir şeyler anlatıyor. Dedi ki, eksik bir kitap o dedi. Hayır, dedim. Bizim için eksik değil yani, işte bütün meseleleri çözümleyen filan bana göre. Yok dedi mesela ulusal mesele yoktur dedi o kitapta filan. Yok dedim, mesela ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından söz eder. İşte Hikmet Kıvılcımlı’dan alıntılar yaparak filan. Dedi ki ama o kadardır, başka yok. Orada dedi hiç ulusal mesele yoktur dedi. Yani Kürt meselesi ulusal mesele. Ben bunu sonra çok düşündüm. Yani tutuklanıp cezaevine gittikten sonra. İşte var mıydı, yok muydu, tekrar nasıl okuyabilirim. Yani kaç kere okuduğum bir kitap ama, neyse bu benim aklıma asılı kalan konulardan biriydi sonraki yıllarda. Fakat orada başka bir şey vardı. Yani savcı, askeri savcı dersini o kadar iyi çalışmıştı ki, yani bizimle bizim inandığımız ideolojiyi tartışacak düzeyde iyi çalışmıştı. O beni çok şaşırtmıştı. Ve Faik Tarımcıoğlu’ydu bu savcının ismi. Sonra sanırım milletvekili oldu, Bitlis’ten olabilir. Yani bir Kürt kentinden milletvekili olduğunda ben onun, o zaman o bir Kürt galiba, onun için bu konuyu bu kadar iyi biliyor filan gibi düşünmüştüm. Muhtemelen Anavatan Partisi’nden veya Doğru Yol Partisi’nden, o zamanlar. Savcıyla böyle bir şey, tabii ki tutuklanma talebiyle bizi hâkime yönlendirdi ve tutuklandık.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment2618
Segment Synopsis: Metris Askeri Cezaevi o sırada yeni açılmıştı. Yani bize göre böyle Amerika’daki Sing Sing Cezaevi gibi bir yer, yani o eski tip cezaevlerinden değil. Modern şey bir yapı yani, modernden kastım yüksek güvenlikli bir yapı. Galiba da sonradan sonradan böyle çok hızla yapılan, çok fazla yapılan cezaevlerinin herhalde ilk modellerinden biri o çünkü eski tip cezaevleri öyle değillerdi. İki katlı, üç katlı filan. Bizden önce, benden önce tutuklanmış olan arkadaşların bir kısmı Selimiye’de bir süre kalıyorlar. Önce cezaevinin şeyi bitmediği için, yani açılmadığı, hazırlıklar bitmediği için. Sonra aşağı yukarı eş zamanlı işte biz hep beraber Metris’e getirildik. Tabii o zamanlar Metris hem, orda şimdi galiba böyle baya kentin ortasında kalmış yani. O zamanlar uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında. Biz tabii bir on on beş gün kadar adına gözaltı koğuşu denen bir koğuşta tutulduk. Ondan sonra dağıtılacağız işte şeylere, kadın koğuşlarına. Fakat orada ilk günümü hiç unutmuyorum. Şundan dolayı unutmuyorum, biz gittiğimizde orada, bizden önce orada olan bazı arkadaşlar vardı. Ve birden bana orası cennet gibi gelmişti yani. Çay içebildik filan, bir demlik çay geldi. Yatakta yattık iyi kötü filan. Tamam, olabilir yani bu çünkü her halükârda Gayrettepe’den çok daha konforlu orası. Ama o ilk günlerin şeyiymiş o meğerse. Sonradan koğuşlara dağıtıldık. Dağıtım oldu filan. Yani koğuş, kadın koğuşları ortalaması kırk kişi falandı o zamanlar. Bu F tipleri sonradan yapıldı. İzole etme, yalıtma, daha doğrusu örgütlü davranışı kırmak adına yapılan şeyler, cezaevleri. O zamanlar büyük koğuşlarda, biz özellikle kadın koğuşları büyüktü. Yani mimari olarak şöyle yapılmış, işte A-B-C-D ve E Bloklar. A Blok yönetim binası, B Blok kadın bloğu, sadece kadın koğuşları var. C, D ve E Bloklar erkek. E Blok en arkadaki blok ve işte oraya kendi aramızda Sibirya diyorduk biz yani çünkü iletişimleri yok. Çünkü her bloğun arasında havalandırmalar var ve biz bir şekilde iletişim kurabiliyoruz filan. Mesela kadın koğuşlarıyla erkek koğuşları, iki yüzü var şeyin, blokların, biri bu tarafa bakıyor biri bu tarafa bakıyor filan. Bu tarafa bakanlar öbür bloğun bu tarafına bakanla iletişim kurabiliyor filan. İlk zamanlar, sonradan tabii hiçbir şey olamamaya başladı. O ilk şeyler, ilk günler yani böyle kısmen rahatlama hali. Bir kere arkadaşlarınızla bir aradasınız. Ve artık ailenizle, nerede olduğunuzu biliyorlar. Bir kere ölmeden çıktınız oradan, öldürülmeden çıktınız oradan filan gibi böyle bir nisbi rahatlama halleri. Ama sonrasında tabii orası da devasa bir neredeyse işkence haneye döndü, Metris.
İlk zamanlar değil fakat sonra galiba bu, bu diktatörler şeyi anladılar galiba, yani bunları biz bir arada tutuyoruz. Bunlar böyle örgütlü davranmaya da alışkınlar ve bunlar direnmeyi de biliyorlar. Dolayısıyla bizim yöntem geliştirmemiz lazım buna dair. Yani bunların biraz kişilikleriyle oynayalım, dirençlerini kıralım filan, çünkü o sıralar böyle peyder pey yakalanmalar oluyor. Mesela geliyorlar, işte birisi tutuklanmış olan bir arkadaşın isminden söz etmişse eğer sorguda, gelip onu alıp tekrar Gayrettepe’ye götürmek istiyorlardı ve biz de direniyorduk vermemek için. Onlar da hop bir operasyon yapıp, yani diyelim ki kırk kişilik bir kadın koğuşuna seksen tane asker sokup bizi coplatarak filan o arkadaşı bizden koparıp tekrar işkenceye götürebiliyorlardı. Biz daha ilk andan itibaren bu kararları almıştık. Yani göndermeyeceğiz, direneceğiz diye. Ve her konuda direneceğiz. Onlar da karşı yöntemler geliştirmeye başladılar doğal olarak. Yani mesela, hak mücadelesiydi bizim için diyelim ki havalandırma süresi, diyelim ki mektuplaşmak, haberleşmek filan gibi, oralardan başlattık biz asıl. Ve bir de hemen hızla cezaevi genelinde örgütlendik. Koğuşlardan itibaren şöyle bir model kurduk: Koğuş komitesi. O koğuşta hangi siyasi örgütten insan varsa onlardan bir kişinin temsiliyetiyle kurulmuş bir koğuş komitesi. Yani her örgüt kendini temsil edebiliyor. Sonra o komitelerden birer temsilci blok komitesi oluşturuyor. Kadın bloğu diyelim ki. İki, dört, altı, aşağı yukarı sekiz koğuşuz biz şeyde, kadın koğuşu olarak, Metris’te. Blok temsilcileri de giderek cezaevi konseyini oluşturuyorlar. Burada şey yok, yani sayısal azınlık, çoğunluk filan, öyle değil. Son derece demokratik bir yapı. Onun için Metris, yani direnişin çok iyi başlatıldığı ve sürdürüldüğü askeri cezaevlerinden bir tanesi oldu. Yani çok hızlı örgütlenildi, doğru örgütlenildi ve mesela bin beş yüz kişilik bir kapasitesi vardı cezaevinin, bin beş yüz kişi aynı anda aynı sloganı atabiliyorduk. Veya işte aynı eylemi yapabiliyorduk. Aynı kararları alabiliyorduk. Bu diğer cezaevlerinde gösterdikleri başarıyı burada gösterememeleri onları da çok hırçınlaştırıp daha farklı farklı yöntemler geliştirmelerini sağlıyordu yönetimin. Ama Metris’teki direnişi hiç şey yapamadılar yani hiç kıramadılar. O tipiktir mesela tek tip elbise giyeceksiniz gibi. İşte asker olduğunuzu kabul edeceksiniz. Komutanım diye hitap edeceksiniz, vesaire vesaire… Biz bunların hiçbirini kabul etmedik. Yani hiçbirini yapmadık. Bunların tamamı büyük bir direnişle karşılandı. Tabii ki kayıplar oldu. Tabii ki büyük acılar yaşandı ama o bizi çok moralli tuttu aynı zamanda. O direniş, o örgütlü durum bizi çok moralli tuttu hakikaten.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment3124
Segment Synopsis: Yani siyasi şubeden cezaevine getirildiğimiz andan itibaren tabii ki oraya salimen tutuklanıp gidenlerin aileleri bundan haberdar oldular. Ve tabii ama yani, mesela Türkiye’nin her yerinden insanlar vardı oradan. Diyelim ki işte Kars’tan mesela gelmiş İstanbul’a, işte İstanbul’da yakalanmış filan Kars’ın bir köyünden. Doğal olarak tabii onların aileleriyle ilişkileri olamıyordu ya da farklı oluyordu. Yani gelip giden, ama bizim, yani İstanbul’da yerleşik olanların özellikle ailelerimizle düzenli görüşlerimiz oluyordu. Biz bir de benim mesela ailem düzenli gelen ailelerdendi. Eğer görüş yasağı yoksa. Çünkü bunu da yapıyorlardı. Bir de onlar da dışarda, anneler özellikle. Hemen hızla onlar da örgütlenmeye başlamışlardı. Yani büyük bir dayanışma vardı aralarında. Biz bir de şunu yaptık, yani bu biraz önce sözüne ettiğim işte olanakları olmayan, aile bağları henüz kurulamamış, ya da belki kurulamayacak olan arkadaşların da durumunu da dikkate alarak biz hemen bir komün yapısına geçtik orada. Dolayısıyla ortak bir bütçe, yani düzenli olarak ailesi ziyarete gelen, işte ona para getiren filan, işte giysi ve diğer ihtiyaçlar, zaten pek bir şey alınmıyordu onun dışında. Bu arkadaşları da faydalandırabilmek için bir komün kurduk hemen. Ve her şeyde ortaklaştık yani, çorap ve iç çamaşırı hariç. Kıyafetler dahil buna ve bütçe dahil. Bir komün sorumlusu arkadaşımız bu bütçeyi alıp olabilecek en iyi şekilde bizim için harcama yapıyordu. Ama mesela zaman zaman işte parası gelmeyen, ailesi de gelemeyen, işte bütçenin çok düştüğü, bazen bütçenin iyi para gelip çok yükseldiği filan zamanlar olurdu, o bizim ekonomistimiz olurdu, o bizim komünün yöneticisi. Dolayısıyla arkadaşlar bu hafta fakiriz, bu hafta zenginiz filan gibi onun kararları üzerinden yapardık harcamaları ama zaten şey yoktu yani harcama yapacak bir şey yok. Böyle mesela kantin filan çeşitliliği, öyle bir şey yok. Biz sadece günde bir kere bir demlik çay veriliyor, onu parayla alıyoruz. Bir de kantinden ne alıyoruz, yani mesela böyle yiyecek içecek filan öyle şeyler yok. Mesela Arko Krem alıyoruz, işte filan. Öyle bir tane kolonya alıyoruz küçük plastik şeyde kapta. O tür şeyler yani. Ama o çay bizim için, yani çay bizim için kutsal yani öyle söyleyeyim. Çay bizim tek sosyalleşme öznemiz. O çay geldiğinde böyle koğuşa mutluluk geliyor. Hep beraber toplanıyoruz filan yani o bir tane çayla geceyi şarkılarla, türkülerle kapattığımız oluyor ve meyhaneden çıkmışız gibi filan. O çayın, o çayı çok kutsuyorum ben o bakımdan. Yani çay bambaşkaydı bizim için. İşte bu çayın bizi ne kadar keyiflendirdiğini anladıklarında bu sefer çay yasağı koyuyorlardı filan. Yani bize iyi gelen her şey yasaklanıyordu. Çay da yasaklanabiliyordu. Yani sonra biz, sonradan adına ice tea denen o çayı keşfettik, o zamanlar. Mesela karavanadan bir çay geliyor böyle çocuklara verilir ya hani, şey, limoni renkte bir çay, öyle bir çay geliyor karavanada. Biz mesela onu alıyorduk, bekletiyorduk işte pencerenin önüne koyuyorduk, soğutuyorduk bilmem ne filan o bizim için bir tür ice tea oluyordu. Gün içeresinde bardar bardak, çok çay seven arkadaşlar mesela bardak bardak onu içip ancak kafein dengesi bulmaya çalışıyorduk filan. Bu komün hayatı da dahil olmak üzere her koğuşu kendi içinde aslında bir aile yapmıştı. Yani bir inanılmaz bir hani dayanışma ruhu oluşturmuştu. Sadece bu değil tabii, hepimizin bir diğeri için yaptığı, yapabildiği, işte hiçbir arkadaşımız bir daha işkenceye götürülmesin, hiçbir arkadaşımız şu olmasın, işte hastalandıklarında hakeza, çünkü çocuğu dışarıda kalmış anneler vardı aramızda. Hamile arkadaşlar vardı kadınlarda. Oradan, koğuştan alınıp doğuma götürülenler oldu. Yani birçok şey oldu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment3463
Segment Synopsis: Ama Metris’i hep direnişiyle hatırlıyorum, yani kırk yıl önce. O çok ilham da oldu aynı zamanda. Yani şunu anlıyorsunuz, yani bütün toplumsal yapılar için, toplum için geçerli hatta. Örgütlü yapıların direncini önemsemek lazım. Önemli ve onu kırmak zor oluyor. Yani işte onun için ve onlar da önce işte sendikaları, sivil toplumu vesaire her yeri kapattılar, yasakladılar. Sendikacılar da bizimle beraber tutuklandı. Onların arasında işte Barış Derneği Davası diye bir dava vardı. Barış imzacıları o zaman da eski İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, eşi Reha İsvan falan bunlar böyle altmış üzeri yaşlarda insanlardı yani, onlar da mesela Metris’teydiler. Reha Hanım’la biz aynı şeyde kaldık, aynı koğuşta kaldık. İnanılmaz bir kadındı, çok hoş bir kadındı. Biz tabii onun evlatları yaşındayız filan. Tabii onu rahat ettirmeye çalışıyoruz. Aman hani uykusunu alsın, aman işte başka bir eyleme katılmasın. Bize yönelik bir saldırı olduğunda Reha Hanım’ı dışında tutalım. İşte havalandırmada kalsın o gibi gibi. Bütün örgütlü yapıları dışarıda da zaten darmadağın etmişlerdi ama biz işte içerde yeniden örgütlenmiştik. Bir nokta geldi, haberleşmeyi, hani çünkü bu örgütlü yapıyı diyalog, haberleşerek koruyabiliyoruz, ortak karar alabiliyoruz filan, bunu kırmak gerektiğine karar verdiler. İletişimi koparmak, ama işte yoksunluk aslında kendi içinde hep bir çözüm üretiyor. Yani ne kadar baskılandıysak o kadar çözüm ürettik. Bütün iletişimi kestiler. Buna rağmen biz mesela her siyasi örgüt kendisi için bir tür Mors Alfabesi buldu. İşte her harfe bir sayısal değer verip bunu birbirlerine ulaştırdılar filan ve biraz önce sözünü ettiğim o A, B, C, D, E Blok, bin beş yüz kişinin yaşadığı o alanda bizim Sibirya dediğimiz E Bloktaki arkadaşlarla bile biz satranç bile oynayabiliyorduk bu Mors haberleşmesiyle. Ya da tartışabiliyorduk bir konuda karar alırken. İşte mahkemede ne yapmak gerekiyor, siyasal duruşumuz ne olacak gibi gibi birçok konuda. Bunu çözemiyorlardı mesela. Bunu nasıl yapabildiğimizi çözemiyorlardı. İşte oraya asker dikiyorlardı askerler de ellerinde kâğıt kalemlerle bizim rakamları yazıyorlardı filan ama yani işte üç dört örgütten arkadaş aynı anda rakamlarla konuşuyor. Asker mümkün değil bunu, yani tutsa bile birbirine karışacak herkesin alfabesi farklı. Çözemeyecekler, yani mümkün değil çözmeleri. Bir de işte diyelim ki havalandırma yasağı kondu, işte üst kattaki komşuyla ya da yandaki koğuştaki komşuyla iletişim kuramıyoruz. O zaman da başlıyorduk yine 32 65 82 falan diye konuşmaya. Bunu anlamıyorlardı. Bu bizim çok işimize yaradı iletişimde. Ve sonra notlar. Küçük küçük notlar, mahkemeye giderken filan. Küçük küçük notlar yazıp onu birbirimize ulaştırıyorduk ama çok sıkı aramalardan geçiyorduk mahkemeye getirilip götürülürken. Çünkü erkek arkadaşları ancak o zaman görebiliriz. Farklı ring araçlarıyla götürülüyoruz. Ama işte orda aynı duruşma salonundayız. Kişi başı bir tane asker duruyor tepemizde, asla sağa sola bakamıyorsunuz, iletişim yasak filan. Ama bir şekilde o notları şey yapmak lazım, ulaştırmak da lazım yani. Valla bazı arkadaşlar gayet yani ne bileyim ben işte ortalama bir hurma büyüklüğüne getirip şeyi, notu sıkıştırılmış minik yazılarla işte bantlayıp bilmem ne filan, yutuyorlardı, çıkarıyorlardı yani yapacak bir şey yoktu. Bunu bile denedik. İşte bir tanesi alıyor öbürüne veriyor yakalanmamak için yutuyor gidiyor sonra koğuşta bir şekilde onu tuvalette çıkartıp onu okuyabiliyorlardı filan. Bunlar da mesela denenmiş haberleşme yöntemlerindendir. Dolayısıyla ne kadar iletişimi kesmeye yönelik bir yapı, mimari yapı kurulmuş olursa olsun, ki tamamen buna yönelik yapılmış belli, biz yine de iletişim kurabiliyorduk ve daima yöntem bulabiliyorduk. Hatta hakikaten insanın yaratıcılığı da çok gelişiyor. Yani mesela görünmez yazı tekniğini bulmuştuk filan. Kâğıda baktığınızda hiçbir şey göremiyorsunuz ama biz onu okuyabiliyorduk sonra. İşte sütle mesela yazıyorduk sonra onun altına ısı tuttuğunuzda, çakmak, o sütle yazılmış harfler şekillenmeye başlıyordu filan. Tabii ki çok uzun metinler olmuyordu bunlar. O yutulan notlar daha uzun metinler oluyordu. Ama küçük küçük haberleşmelerde de yani o kâğıdı eline alan beyaz bir kâğıt görür başka hiçbir şey göremezdi. Fakat biz bilirdik onun sütle yazılmış bir yazı olduğunu gibi gibi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=gultenkaya1.xml#segment3857
Segment Synopsis: O yıllarda 141, 142 olarak tabir edilen şey ceza yasaları maddeleri değiştirildi ve siyasi örgüt kavramı kullanmak yerine çete kavramı kullanmaya başladılar hukukta. 168, 169. maddeler çete yöneticiliği, çete üyeliği gibi tanımlar getirildi. Dolayısıyla ben aslında çete yöneticiliğinden yargılandım. Ama çete üyeliğinden ceza aldım. Altı yıl, sekiz ay bir ceza aldım. Dört yıl kadar kaldım. Ve karar duruşmasında, karar mahkemesinde tahliye edildim ama yani Yargıtay onayladığında veya bozduğunda yeniden kalan süreyi, biraz devlete borcum kalmıştı çünkü, yatmam gereken bir süre vardı. Az bir süreydi ama ben aralarda tahliye edilmedim, yani mahkeme karar verdiği gün tahliye edildim ve zaten de yaklaşık dört yıl kadar kalmıştım cezaevinde. Yargıtay da onayladı. Bir de o zamanlar sürgün cezası da veriliyordu. İki buçuk yıl bir sürgün cezası verilmişti bana Çankırı’da. Oraya da gitmek gerekiyordu fakat Yargıtay aşaması bittiğinde bu sürgün cezaları fiilen uygulanmamaya başlamıştı. Dolayısıyla gitmedik. Yani benimle eş zamanlı çıkan arkadaşlar sürgün kentlerine gitmedik ve onu yaşamadık. Yani sürgün cezası süresi boyunca o kentte kalıyorsunuz ve günde bir ya da iki kere şimdi tam hatırlamıyorum, sabah akşam da olabilir, gidip bir güvenlik birimine işte, muhtemelen emniyete burada, orada olduğunuza dair imza veriyorsunuz. Ama o süre boyunca orada yaşamak zorundasınız. Yani kent hapsi gibi bir şey.