Gülten Kaya - 2

Memory Museum for Historical Justice

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:16 - Tahliye günü ve dışarıya adaptasyon süreci

Play segment

Segment Synopsis: Bir kere biz tahliye olan her arkadaşımızı bir cezaevi pastası ve şarkılar ve marşlarla uğurlardık, böyle bir geleneğimiz vardı. Hoşçakalın dostlarım benim diye başlayan sözleri olan bir şarkımız vardı ve hep bir ağızdan bunları okurduk o arkadaşımız koğuştan çıkarılırken. Ben tabii, sadece ben değil giden her arkadaş aslında aklını ve kalbini geride bırakarak gidiyordu. Çünkü orada dört yıl boyunca, yedi yirmi dört bir arada olduğunuz insanlarla bambaşka bir hayat kuruyorsunuz ve hepsi kardeşiniz oluyor. Geride kalanlar, yani kendi gidişinize asla sevinemiyorsunuz bir kere bunu çok rahatlıkla herkes adına söyleyebiliyorum çünkü bunu yıllar içerisinde hep yaşadım, gördüm. Kalan arkadaşlarınızla kalıyor bir tarafınız. Ben de bu şekilde çok hüzünle ve çok ağlayarak ayrılmıştım koğuştan. Bir genç subaylar grubu vardı tutuklu. Onlar da erkek koğuşlarından tahliye edilmişler ve onlarla birlikte aralarında tek kadın olarak ben tahliye edilmiştim ve bizi topluca o gün Küçükköy Karakolu’na götürdüler. Yani o filmlerdeki gibi olmuyor. Yani cezaevi kapısından bırakılıyorsunuz ve karşıdan birileri bavulunuzu alıyor. Öyle değildi. Küçükköy Karakolu’na götürüldük, orda bir gece bekletildik. Ertesi gün oradan Gayrettepe’ye götürüldük ve oradan bırakıldık. Şimdi ben, tabii ailelerimiz bunu biliyorlar, öğreniyorlardı ne şekilde olacağını. Ama karakol içerisinde temas kurdurmuyorlar ailenizle ya da sizi almaya gelenlerle. Mesela o gün, o gece orada sabahlarken çay içebildik. Yani cam bardakta çay içebildik. Ben o zaman çok ürktüm, yani metal kaşık ve cam bardak, bardak kırılacak gibi geliyor bana tutamıyorum filan, çünkü dört yıl kullanmadık hiç, bu melamin bardaklar filan, tahta kaşıklar. Onu hiç unutmuyorum, yani o camı tutmanın beni ne kadar tedirgin ettiğini. Sabahladık tabii hepimiz sohbet ederek filan. O dosyalar mosyalar işlemler bilmem neler hallolduktan sonra bizi Gayrettepe’ye tekrar götürdüler. Orda tekrar birtakım işlemler filan. Dışarı çıktığımda babam ve ablam beni bekliyorlardı. Dediler ki işte şimdi seni başka yerde bekliyor asıl bütün aile, oraya gideceğiz. Annemi filan getirmemişler oraya kadar. Annem çok çok duygusaldı çünkü. Geldiğimiz yer de Taksim Gezi Parkı’ydı. Bütün aile Gezi Parkı’nda bekliyormuş beni. Orada kavuştuk öyle söyleyeyim, orada sarıldık, annem filan oradaydılar hep.

Ev değişmişti. İstinye’ye gidilmişti. Çünkü o evde aramalar yapıldı, polis gitti o eve filan o süreçte. Ağabeyim benim odamdaki asılı bütün posterleri indirmişti, ev aramaya götürüldüğümde. Yani beni de götürmüşlerdi. İşte Che, Castro filan posterlerim vardı benim duvarda. Onların hepsini indirmiş ve işte böyle rock starların filan posterlerini asmıştı ağabeyim. Kitapları filan tabii ki kaldırmışlardı her şeyleri. Onlar İstinye’ye taşınmışlardı artık. Bu arada benim annemle babam Elazığ’da yaşıyorlardı. Ben, ağabeyim filan biz birlikte yaşıyorduk İstanbul’da. İşte onlar çok ısrarla oraya gideyim istiyorlardı. Yani bir süre uzaklaşayım, biraz hava alayım değişiklik olsun filan filan. Çok ısrar ettiler. Bir haftalığına, birkaç gün sonra bir haftalığına annem, babam ve ben gittik, kendi evime gittim, sonra geri geldim İstanbul’a. Aslında o ilk bir yıl diyebilirim ki, bir taraftan adaptasyon ama bir taraftan da tedaviyle geçti. Bir sürü problemle çıkmıştım şeyden, içerden, sağlık problemiyle. O arada tabii benden önce çıkmış olan arkadaşlarımla ilişkiler kurduk. Birbirimizi gördük. Onlar zaten ben çıkar çıkmaz arkadaşlar gelmeye gitmeye başladılar filan. O ilk bir yıl hem tedavi hem toparlanma öyle söyleyeyim.

00:06:06 - Cezaevi süreciyle başlayan sağlık sorunları

Play segment

Segment Synopsis: Mesela kollarım, iç kollarımda uyuşukluklar vardı. Ciddi bir migren, sinüzit karışımı bir rahatsızlık, son iki buçuk yıl kadar periyodik hastalığım olamamıştı orda. Diş sağlığım filan ve bir sürü şey ve vücudumda çok ciddi bir kalsiyum ve D-vitamini eksikliği ve onun yarattığı sonuçlar gibi gibi birçok şey. Bir de çok zayıftım zaten. Böyle kırk yedi kilo filanım yani, şimdiki kilomda değilim. Dolayısıyla beni böyle bir bakıma aldılar açıkçası. Sağlıkçı abla üzerinden özellikle. Ama o arada da peki yani, çünkü ben içerdeyken Ankara Siyasal’a kayıt filan süreçleri oldu fakat gidemedim. Bu arada işte öğrenim hakkı elimizden alındı. Sonraki yıllarda iade edildi gibi bazı arkadaşlar, mesela tıp okuyan filan arkadaşlar o hakları için yeniden şeye döndüler, yani haklarını kullandılar, okula dönenler oldu ama ben dönmedim.

Çünkü bir yılın sonunda eşimle tanıştık. Daha doğrusu şöyle, yani başlamak gerekiyor, bir yerden başlamak gerekiyor. Çünkü dışarıda her şey dağılmış vaziyette bıraktığımız gibi değil. Her şey çok değişmiş. İşte ölen arkadaşlarımız, idamla yargılanan arkadaşlarımız, benim en yakın arkadaşlarımın idam kararı dosyaları Meclis’te onay bekliyordu o sırada, sıradaydı ve benim dolayısıyla bir şeyi idealize edip hayata başka yerden başlamak filan, yani öyle bir ruh hali içerisinde değildim açıkçası.

00:08:20 - Ahmet Kaya ile tanışma

Play segment

Segment Synopsis: Ve hani Metris’teyken bir süreliğine tutuklanıp yanımızda kalan Selda Bağcan, görüşüyorduk çok yakın arkadaşız. Şimdi onun cephesinde de mesela hiçbir şey olmuyor çünkü konser yok, albüm yapılamıyor, hiçbir şey filan. Şimdi Selda ile o günlerimizi hiç unutmuyorum. Bir de kedileri var bir sürü. Yani biz hani makarna yiyoruz, o kedilere ciğer alıyor Selda filan. Beraber alıyoruz, beraber kalıyoruz bazen. Selda’nın ağabeyi, Sezer ağabey, bir ses kayıt stüdyosu açmıştı, şeyde İstanbul Tünel’de. Selda da dedi ki valla işte başlayalım biz orda çalışalım yani yapacak bir şey yok. Daha ne kadar çünkü, 1985 yılı bahsettiğim yıl. Ne zaman toparlanır bu ülke, ne yapabiliriz, hiçbir şey öngöremiyoruz filan. Peki, o zaman o stüdyoda çalışmaya başladık. Selda, ben, ağabeyi Sezer ağabey filan. Ben de stüdyoda çalışıyorum. Her şeyi hep beraber yapıyoruz orda. Bilmediğim bir alan ama hani öğrenmeye de çalışıyorum filan. O arada bazen arkadaş evlerinde de kalıyorum. Bir araya geliyoruz filan. Bir arkadaşım Sebahattin, bana bir müzik kaseti dinletti bir gün. Daha doğrusu böyle çok ısrarla dinleyelim istiyor filan. Biz sohbet ediyoruz, ben onu gece dinleyeyim dedim. Başucuma bir tane portatif teypleri vardı, koydu onu ben yatarken dinleyeyim onu dedim ve açtım onu, bazı şarkılar. Güzel, ruh halime çok denk düşüyor. Sabahattin Ali, Ahmed Arif filan sevdiğim şairler. Şarkılar, yani sözler içerik olarak evet dışarda mevsim baharmış, geçmiyor günler filan. Nazım Hikmet. Dedim ki, ilgimi çekti kim bu filan. Şimdi kasetin kapağına bakıyorum illüstratif bir şey var orda. Gözlüklü üniversite öğrencisi gibi bir tipoloji. Ahmet Kaya diye birisi. Sonra ertesi gün kahvaltıda ya kim bu filan, ne kadar cesur. Bize cesur geliyor o zamanlar yani bu sözler, bu şarkılar. Valla işte yeni çıkmış birisi filan dedi arkadaşım. O da o sırada tıp öğrencisi. Derken, ben çok sevdim yani. Çok etkilendim de hatta. Sonra stüdyoda Selda’ya sordum, ya dedim Ahmet Kaya diye birisini duydun mu hiç dedim. Ben onun kasetini dinledim dedim. Aa evet evet o dedi burada yapıldı o kaset dedi, bizim bu stüdyoda yapıldı dedi. Ha öyle mi filan, a çok yetenekli şu bu konuştuk böyle kendi aramızda. Derken bir gün kapı çaldı, ben açtım kapıyı stüdyoda. Bir genç adam ‘e buyurun’, benim dedi Selda Hanım’la randevum var dedi. Ha tamam tabii. Selda’nın odasına yönlendirdim onu. Ben de kendi odama gittim. Bir süre sonra Selda dahili iç telefondan dedi ki bir gelebilir misin? Gittim. Bak dedi o çok hayranı olduğun, o çok sevdiğin adam, işte çocuk bu işte dedi, Ahmet Kaya. Çok bozuldum. Yani niye onun yanında, çok sevdiğini, hayran olduğunu, öyle değil yani. Tanıştık filan. Ve aa ben odama geri döndüm ama o da geldi benimle beraber. Bana mütemadiyen cezaevlerini soruyor, işte Eylül’ün etkilerini soruyor. Öyle mi oldu, ne yapıldı, siz nasıl yaşadınız filan. Yani o zamanlar da böyle her şeyi konuşmak da istemiyoruz. Çünkü bizi anlamayacaklarını düşünüyoruz insanların. Çok sıkıldım yani, dedim ki bu ne kadar şey yapıyor, ne kadar soru soruyor ne kadar meraklı filan. Yani böyle üstü kapalı cevaplar veriyorum filan ama sıkıldım gerçekten de. İşte o Ahmet o Ahmet, derken öylece tanışmış olduk. Ve bir süre sonra da ikinci albümünü orada çalışmaya başladı ve birden kendimi repertuar yaparken, onunla da çalışırken buldum ve işte arkadaşlığımız ve aşk başladı.

00:13:22 - Dönemin ruh halinin Ahmet Kaya müziğine yansıması

Play segment

Segment Synopsis: Yani Selda, Ahmet ve ben böyle bir üçgen olduk. Ve tabii ki bu defa o alanda ne yapılabilir, yani şarkılarla ne yapılabilir. İşte döneme nasıl iyi gelebiliriz. Bu başladı. Çünkü arkadaşlarım içerde, anneler cezaevi kapılarında. Bir taraftan yani onlara da gidiyorum koşuşturuyorum. Yanlarında oluyorum, evlerine gidiyorum kalıyorum. Tabii herkes içerde olan çocuğunun yerine bağrına basıyor ve hep onlarla kalayım istiyor filan. Bütün arkadaşlarımız için bu böyle. O arada işte böyle küçük tefek resitaller oluyor. Yani Ahmet resitaller yapıyor küçük salonlarda. İşte Ortaköy Kültür Merkezi filan gibi yerlerde. Hep bu anneler, üniversite gençliği filan onlar geliyorlar resitallere. O ara İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş çalışmaları var ve işte beraber yapalım deniyor. İşte Emil Galip Sandalcı, onun da kızı da benim hücre arkadaşımdı Defne, Gayrettepe’den filan. Biz de diyoruz ki Ahmet’le yok hani biz bu alanda yol yürüyelim, siz işte İnsan Hakları, ama tabii ki birlikte yol yürüyeceğiz gibi gibi. Derken cezaevinde iç iç, yasak değilse iç yazışmalar da oluyordu, iç mektuplaşmalar. Tabii ki hepsi de görülüyordu yani görüldü damgalı. Dolayısıyla, böyle çok hani her şeyi çok yazışıp konuşabildiğimiz yazışmalar olmuyordu onlar ama birbirimize şiir gönderebiliyorduk filan. Öyle dolaşarak bir arkadaşın erkek koğuşlarından bir şiiri gelmişti. Şafak Türküsü. O benim aklımda kalmış. Ondan sonra, işte dışarda ve Ahmet’le o süreç başladığında artık ben de o repertuar o çalışmalarının ve motivasyonun içeresinde yer almaya başlayınca işte onu yapalım, bunu yapalım, şunu yapalım işte Şafak Türküsü, ya bu çok uzun ve serbest bir şiir, bunu nasıl besteleyeceğiz filan. İşte Nevzat [Çelik] içerde ama annesi, ablası stüdyoya geliyorlar, dinliyorlar Ahmet’i, ağlıyorlar filan, yani dışardaki durumda bir değişiklik yok aileler açısından. Yavaş yavaş o toplama davalar sonuçlanmaya başladı ve dağıtılmaya da başladı insanlar. İşte Çanakkale’ye, oraya buraya filan. Biten davalar sonrası gibi gibi bir süreç ve işte ondan sonrasında artık bu defa Ahmet’le beraber başka bir alanda tekrar o sürece, o döneme nasıl cevap olabiliriz, cevap olmanın ötesinde nasıl duygu taşıyabiliriz, nasıl duygu ortaklığı yaratabiliriz ya da nasıl iyi gelebiliriz yani, daha doğrusu.

00:16:45 - 80 sonrası dönemin Ahmet Kaya şarkılarına yansımaları

Play segment

Segment Synopsis: Yani benim etrafımda kim varsa artık onlar Ahmet’in etrafı olmuştu zaten. O da o annelerin evladı oldu. Zaten biz aynı kültürden gelen çocuklarız ikimiz. Yani aynı şeyleri hissediyoruz, aynı şeyleri yaşıyoruz, aynı şeylerden etkileniyoruz. Yani çok senkron bir süreçti o. İkimiz de şiir seviyoruz. Aynı şeylerden etkilenince hakikaten orada, o sinerji kendiliğinden çıkıyor ortaya zaten. Motivasyon da öyle oluşuyor. Yani eser üretirken, beste yaparken filan. Mesela Şafak Türküsü’nü, işte ilk söz ettiğimde Ahmet’e gidip sahaflarda filan kitabı aramıştı, bulamamıştı. Sonra içerdeki arkadaşlardan birinin annesi baya böyle kâğıt kalemle bir yerden bularak yazıp getirmişti ve Ahmet oradan şey yaptı, oradan besteledi Nevzat’ın diğer şiirlerini de Şafak Türküsü’nü de. İşte derken ağabeyimin, yani bizim evliliğimiz ağabeyimle tanışmaları ve bu defa orayla bir ortak üretim ama o arada da şairlerden besteler filan, aslında insanların hayatına şiir de girdi bu vesileyle. Belki, insanların hayatını genellemeyeyim ama hani uzak insanların diyelim ki hayatına şiir de girdi. Şu anlatmaya çalıştığım şey, aslında o şarkılara bakıldığı zaman Türkiye’deki o fona da bakılmış oluyor. Yani arka plan çıkıyor ortaya açıkçası. Çünkü işte Hani Benim Gençliğim, Yorgun Demokrat, İçerden Çıkacak Adam, Beni Bul Anne. O kadar çok sayabilirim ki, kayıplarını arayan bizim Cumartesi İnsanları mesela yani onlar yaptırmıştır Beni Bul Anne şarkısını. Yani çünkü o vardı hayatımızda. Yani o doku bizim motivasyonumuzdu açıkçası. Tabii ki işte dönem, sansür kurulları vesaire araya bir şeyler, başka bir şeyler de serpiştiriyorduk filan. Ama ben şeyi biliyorum yani öyle yaşadık çünkü, yani başka türlü var olamayacağımızı biliyordum. Bunu şunun için söylüyorum, yani o yıllarda işte Ankara’nın doğusunda konser yapamıyorduk mesela. Ankara’dan öteye izin verilmiyordu. Veya işte salimen bir konseri tamamladığımızı hatırlamıyorum yani. Polis basar, gözaltına alır, soruşturma açar, albümü toplatır, işte il il valilikler yasaklar koyarlar filan. Yani hep böyle geçti zaman ama biz hiç vazgeçmedik. Ta ki savcının sözünü ettiği ulusal meseleye gelene kadar. Ne zaman ki anadilimde bir şarkı da okumak istiyorum artık dedi Ahmet Kaya ve Kürt diye bir şey yok dendi yani. Sonrası herkesin malumu. Yani geriye dönüp baktığımda kendi yapı taşlarımdan, yaşadıklarımdan, yaptıklarımdan, çok memnunum, çok memnunum, bugünkü benden çok memnunum. Yani bugünkü benim hala bu farkındalıklar üzerinden bütün yıpratıcı etkisine rağmen hayatını devam ettiriyor olmasından çok memnunum. Yani kendimden çok razıyım. Herhalde bir daha dünyaya gelsem yine aynı süreçlerden geçmek isterim, beni insan yapan o süreçlerden geçmek isterim. Çünkü o insan tarafımız hep canlı kaldı bizim. Bizim gibilerin daha doğrusu. Bu çok önemli, böyle bir ülkede bu çok önemli çünkü öyle şeyler yaşatılıyor ki insanlara bazen gerçekten kendimizin dışına, yani insan olmanın dışına da çıkabiliyorsunuz. Çıkabilenleri de gördük.

00:21:38 - 1999’daki politik atmosfer

Play segment

Segment Synopsis: Yani dönemsel olarak şöyleydi atmosfer. Seçimler yaklaşıyordu galiba ve yine Kürtlerin, Kürt halkının önünde engeller ve yasaklamalar bir şeyler ve seçimlere sokulmayacaklar gibi bir hava filan. Şimdi ben Kürt Alevi bir ailenin çocuğuyum. Ahmet Kürt. Ve hep şey istiyor, ikimiz de ben biraz daha biliyorum yani Zazaca benim anadilim, ben böyle annemin babamın işte konuşmalarından, o Sünni mahallelerdeki o illegal konuşmalarından ne kalmışsa kulağımda hep onları kaydetmişim filan yani. Konuşulduğu zaman anlıyorum, derdimi de anlatabiliyorum ama Ahmet’te o yoktu, yani o kadarı da yoktu onda, onlar daha erken göç ediyorlar çünkü İstanbul’a filan. Hep şey istiyordu, yani mesela Kürtçe söz yazabilmek ve Kürtçe eser yapabilmek. Yani bu tarafını hep eksik buluyordu ve hep oraya yönelik bir şey, yani onu tamamlamaya çalışıyordu. Çabası hep o yöndeydi. Ama şeye çok doluydu kulağı işte hani Kürt gırtlağı, o yapı, hani o klamlar, dengbejlerin okuduğu yani onlara çok yatkındı zaten kültürel olarak. Fakat şarkı yazabilmek de istiyordu. O yine böyle Kürt halkının çok yani çok sıkıştırıldığı, kıstırıldığı yıllar yani o 98-99. Zaten 90’lar boyunca yaşananlar.

00:23:29 - Ahmet Kaya’nın Kürtçe şarkı söyleme kararı, Magazin Gazetecileri Derneği ödül töreni gecesinde yaşananlar

Play segment

Segment Synopsis: Bir Kürtçe şarkı okumaya karar verdi o zaman Ahmet. Yani repertuara bir şarkı koyalım dedi. Arayışa başladık filan. Derken Suriye Kürdü, bize bir takı şarkılar geliyor filan ama pek hissedemiyordu Ahmet. Suriyeli bir sanatçının bir şarkısını getirdiler bir gün işte bu Kervan isimli şarkı. Dinlediğinde Ahmet, aslında sözlerini hiç anlamadan, ondan etkilendi ve onu okumak istedi. Yani 99’daki o hikâye olurken biz zaten stüdyodaydık, albüm kaydındaydık ve o repertuardaydı o şarkı. Çok ilginçtir o şarkının sözlerini çevirttiğimizde de sonradan şeyi gördüm yani ‘söyleyin anneye babaya ve yol gözleyen sevgiliye bir gün döneceğim, işte geleceğim, geleceğim gün mutlaka gelecek’, gibi sözleri olan bir şarkı. O zaman hayatımızda sürgün filan yok henüz yani buradayız. O çalışmalar sırasında işte bu ödül töreni filan ve o gazeteciler, magazin derneği çok ısrar ediyor, Ahmet hiç sevmiyor böyle yerlere gitmeyi filan. Onlar da bana baskı yapıyorlar. İşte çok ayıp olur işte ödül var, gelin alın ve çıkın hiç değilse. İşte ben de dedim ki, gidelim Ahmet, zaten bir de yakın mesafeli bir otelde, alırız, döneriz, geliriz filan. Biz öyle gittik.



Ödül konuşmasını yaparken de şey dedi Ahmet, ben bu ödülü İnsan Hakları Derneği adına, Cumartesi Anneleri adına ve Türkiye halkları adına alıyorum. Bir de bir açıklamam olacak size, yeni bir albüm çalışması içindeyim. Bir de Kürtçe şarkı olacak bu albümde, ona video yapmak istiyorum ve bunu yayınlayacak kanalların, televizyon kanallarının olacağına da inanıyorum. Ama bu cümleler tamamlanmadan, yani Kürtçe bir şarkı yapıyorum, dediği andan itibaren salon karıştı. İşte “yuh, bölücü, Kürt diye bir şey yok, cehenneme git” filan filan. İnanılmaz karıştı salon. Ama Ahmet bozmadı şeyi, yüzündeki ifadeyi ve işte bir şarkı okuması gerekiyor ödül alanın, şarkısını okudu, indi, masaya geldi, çatallar bıçaklar uçuşuyor filan. Yani böyle bir tuhaf bir durum.

00:26:24 - Ahmet Kaya hakkında soruşturma, tehdit ve tutuklama kararı

Play segment

Segment Synopsis: Ve böyle ülke gündemi oldu birdenbire adamın anadilinde bir şarkı okumak istemesi. Gazeteler, ana haber bültenleri bilmem ne falan. Derken DGM’ler, derken tutuklamalar filan. Ne oluyoruz yani? Polis geliyor, işte stüdyoya geliyor, eve geliyor filan. Ya niye? Ahmet’i arıyorlar. İşte şeye götürecekler, savcıya. Siz normal olarak bir tebligat yaparsınız ve biz de geliriz yani. Çünkü biz evden biraz uzaklaştırdık Ahmet’i. Bu devletin ne yapacağı belli olmaz filan diye. Çünkü hemen ertesinde şeyler başladı, tehdit telefonları, mektupları, faxları filan gelmeye başladı. Sokakta insanlar böyle marş söylüyorlar bilmem ne. Albümler, posterler yırtılıyor, kırılıyor. Acayip bir şey olmaya başladı yani, linç. Sonra, işte üç gün ya da dört gün sonra savcılık ifadesi için gittik biz. Sonra tutuklama hakimine gönderildi tutuklama kararıyla ve tutuklandı. O sırada da ben yurtdışı turnesi için, Avrupa turnesi için bir sözleşme yapmıştım. Ve o gidilmesi gerekiyor yani. Ahmet tutuklandı. Ümraniye Cezaevi’nde kondu. Daha doğrusu şöyle bir kara komedi oldu daha doğrusu. Şimdi yollarda peşimizde canlı yayın araçları bilmem ne filan biz böyle cezaevine gidiyoruz, Ahmet’i götürüyoruz yani. İşte avukatlar, ben filan. Bir baktım Metris’e gidiyoruz biz. Niye Metris’e? Geldik Metris’e, araçlardan indik dedim ki sen burada, biz niye buraya getirildik yani? Ahmet Kaya niye, o zaman da orada böyle işte hakikaten çeteler meteler bilmem ne filan böyle şeyler var orda. Hemen şey yaptım işte avukatlar üzerinden, hayır burada kalamaz. İşte Ümraniye Cezaevi o zaman, yani siyasilerin olduğu yer. Avukatlar itiraz ettiler. Orada Ahmet bekletiliyor filan. Dediler ki Metris’e getirilmeyi Ahmet Bey kendisi istedi. Ahmet hiç bilmiyormuş orda kimlerin kaldığını. Yani ben Metris’e gidebilirim demiş, yani bir Metris var ya onun kafasında, şarkı da yaptığı bir Metris. Fakat onu normal olarak göndermeleri gereken yer Ümraniye. Ben dedim ki, seni buraya bilerek bunlar getirdiler. Yani içerde birine bir şey yaptırtacaklar sana yani. En kolay kurtulmanın yolu bu bunların denediği yol, bildiğimiz yöntemler bunlar yani. İşte hemen avukatların itirazı vesaire, içeriye girmeden, cezaevine girmeden tekrar oradan yola çıktık Ümraniye’ye gittik.

00:29:52 - Tutukluluğa itiraz, tahliye ve sürgün hayatının başlaması

Play segment

Segment Synopsis: Tabii orda tutuklamaya itiraz etti avukatlar. Yani bu adam nerde dolaşsa orda anında bilinen filan bir insan çünkü yurtdışına çıkış yasağı da kondu tutuklamayla beraber. Tahliye talep ettiler filan. Ve biz o gece Ahmet’i aldık cezaevinden, dışarıya çok üzülerek çıktı ve dedi ki ‘ya arkadaşlar canlı yayında benim buraya getirildiğimi dedi görmüşler bir sürü yemekler yapmışlar bilmem ne, hamamı yakmışlar. Ben dedi orda biraz keyif yapacaktım. Siz niye hemen itiraz ettiniz?’ Kalmak istiyormuş meğerse biraz. Ondan sonra, neyse aldık eve geldik filan. Devam eden günlerde işte DGM’de yargılama sürüyor. Biz şeyi talep ettik, yani bu yaptığımız sözleşmeyi de gösterdik yani böyle böyle, bu turnenin yapılması lazım yoksa cezai şartını ben çok daha ağır koyuyordum. Bu yapılmak zorunda. Neyse işte Şubat, Haziran, Haziran’da turne başlıyordu. Çıkış yasağı kaldırıldı ve aslında turne için gitti Ahmet buradan. Fakat daha ilk konserlerden itibaren hemen tekrar harekete geçti medya, malum medya ve işte kullanmadığı cümleleri, söylemediği sözleri filan burada manşetlere taşıdılar tekrar. Başka başka davalar. Başka başka linçler filan yani böyle kalakaldık, hiçbir şey yapamıyoruz. Albüm yarım kaldı, her şey yarım kaldı. Önümüzü göremiyoruz. Birkaç mahkeme daha açıldı, birkaç dava daha açıldı. İşte şunu dedi, bunu dedi filan diye. Manşetlere taşıdılar o manipülatif cümleleri, basın toplantısı yapıyoruz Avrupa’da, burada hiç bahsedilmiyor yani görmezden geliyorlar filan. E biz anladık ki yok yani bu, dönemeyecek Ahmet. O zaman burada bir şey yapalım yani burada bir geçici küçük bir hayat kurmaya bakalım bari. Paris’i tercih etti. Yani İstanbul’a en çok benzeyen işte filan şehir diye. Bir ev bulduk. Küçük bir hayat kurduk orada ve fiilen sürgün süreci başlamış oldu. Çünkü biten mahkemeden ceza aldı, yakala emri çıktı bilmem ne filan. Yani iş fiili sürgüne döndü öyle söyleyeyim. Ve orada da kaybettik zaten.

00:32:49 - Sürgünle bölünen aile

Play segment

Segment Synopsis: Ben uğurladım. Çocuklar okuldalar çünkü, onları organize edeceğim ve sonra ben de gideceğim. Ama Ahmet, orkestra filan, orkestra ayrıca ben Ahmet’i kendim uğurladım. Birkaç gün sonra da gittim zaten yanına. Galiba bir hafta kadar sonra ben gittim. Ama gidip gelerek, gidip gelerek, yani sürekli onunla kalamadım. Çocuklar, okul, işler, güçler buradaki hayat. Yani darmadağın durumdayız ve neyi nereden başlatacağımı bilemiyorum. O orda, ben filan, yani çok bölündük, biz bölündük, bizi böldüler yani. E tabii gidiyorum, geliyorum, benim de olduğum, yani ben oradayım, o konserde diyelim ki hiç öyle bir cümle kurmamış, ya biz ertesi gün sekiz sütuna manşet görüyoruz yani böyle demiş filan diye. Çok acayip bir yere gitmeye başlıyor bu iş dedik yani ve hakikaten can güvenliği filan her şey bitmişti Türkiye’de. Yani onun söylediği bir cümle var mesela diyor ki ya beni gitmeden önce, “Beni sokakta gördükleri zaman 10. Yıl Marşı söylemeye başlıyor insanlar ben uzaydan mı geldim yani, niye bana 10. Yıl Marşı okunuyor ki?” filan. Yani böyle bir durumdaydı ve gerçekten can güvenliği yoktu. Onun için aman turne hani iyi oldu. Biraz ortalık yatışır filan sandık biz. Hiç öyle olmadı, yani anladık ki onunla ilgili tasarrufları bir daha dönmemesi ya da işte bir şekilde başına bir bela getirilmesi burada kalırsa öyle, giderse orda. Ve hep tabii ki ayın yarısı orada yarısı burada geçti benim açımdan. Hem burayı toparlamaya hem orda Ahmet’i toparlamaya çalışarak ben de ikiye bölündüm. Hatta çok parçaya bölündüm. Ama olmadı, olamadı yani sonu gelmedi.

00:35:16 - Sürgündeki Ahmet Kaya’nın duygu dünyası

Play segment

Segment Synopsis: Ya bütün motivasyonunu buradan alan birisiydi Ahmet. Yani biz bu olaylar olmadan önce de defalarca turnelere gittik geldik Avrupa’ya. İşte konserler genellikle hafta sonu olur. Hafta içi hemen şey derdi, gidelim İstanbul’a, hafta sonu tekrar geliriz. Yani o kadar duramazdı ki orda. Buradan beslenen birisiydi çünkü. Hem buradan beslenen hem yani bu nasıl tanımlanır bilmiyorum ki, yani defalarca kere her yere gitme her yere yerleşme şansı varken hiç böyle bir şeyi aklımızın ucundan bile geçirmedik biz. Yapamazdık, burası bizim yurdumuz yani. Ve bu yurdun iyileşmesi için biz de bir şey yapmalıyız yani buydu bizim duygumuz. Ahmet şeyi hiç önemsemiyordu zaten, her gün her dakika dönmek istiyordu. Her gün. Mesela ya şu cümleyi sayısız kere duymuşumdur, “Ben yarın sabah yola çıkıyorum, geliyorum. Ben bu gece yola çıkıyorum geliyorum” filan. Ben hep böyle, yani çünkü gelse biliyorum katledilecek. Yani yüzde yüz eminim buna. Bunun bir yöntemini bulup yapacaklar. Bu ülke böyle bir ülke. O hep dönmek veya ben işte gidip oradaki cezaevlerinde yatayım filan diyordu. Şarkı yaparım, ne olacak kitap okurum filan. Valla bana iyi gelir diyordu yani, dinlenirim, üretirim benim için mekânsal filan bir şeyi yok, bizim gibiler için. Ama koruyamayacağımızı düşünüyordum yani. Korunaklı değildi, onun için kalmalısın orada bir süre daha. Yoksa o hiç şeyi düşünmüyordu yani, şartlar düzelir de dönerim de filan. Yani Ahmet her an dönebilirdi. Hep şey diyordu yani “Herkes benim gemileri yaktığımı düşünüyor ama benim böyle kenarda bağlı bir kayığım var ve bir gece onun iplerini çözer ve Türkiye’ye doğru yol alabilirim, yani bunu her an yapabilirim, karanlık sularda” filan diye de böyle şiirsel tasvirler de yapardı. Bunu her an yapabilirdi gerçekten. Ama işte burada aile herkes anneler ürküyordu bir şey yapılır burada filan diye onun için hani lütfen en azından mahkemeler bitsin. Bir buçuk yıl filan olmuştu Ahmet fiili sürgün yaşayalı. İşte mahkemeler bitsin bakalım bir hani Yargıtay’da olan davalar var. Süren davalar var DGM’lerde. Ama daha bir tanesi daha Ahmet yaşıyorken Yargıtay’da onaylandı. Ondan sonra, yok yakalama kararı yok bilmem ne filan böyle şeyler. Orada hiç yerleşik olamadı yani bir düzen kuramadı. Yani duygu düzeni kuramadı kendine, mekânsal değil. Çünkü çalışma stüdyoda yarım kaldı. Ekibi burada, birlikte çalıştığı insanlar. Ya işte bizim üç tane köpeğimiz var onun evde kuşları var, balıkları var her şey yani. Ufak ufak ahşap yontu yapmaya başlamıştı. Yani her şey burada. Dolayısıyla oradan güne uyanıp peki bugün ne olacak gibi böyle bir havada kalma hali yaşıyordu ruhsal olarak da. Çünkü biz bir stüdyo kurmuştuk kendimize. Ve istediği saatte inebilsin girebilsin stüdyoya, okuyabilsin şarkısını yapabilsin filan diye. E stüdyo burada boş boş duruyor. Ahmet orada. Yani hakikaten yerleşik olamıyordu hiç. Hep böyle döneceğim, döneceğim, döneceğim.

00:39:32 - Çocuklarının yaşadığı psikolojik süreç

Play segment

Segment Synopsis: Tatillerde ancak onlar yani Melis’i mesela tatillerde işte o daha küçük diye. Onlar da okullarında nelerle karşılaşıyorlar o sırada, işte senin baban bölücü, senin baban vatanhaini filan. Çünkü ebeveynler gazetelerde ne okuyorsa, televizyonlarda ne görüyorsa o ailenin içindeki gündem o oluyor ve çocuklar da duyuyorlar, işitiyorlar bunları yani. O çocuklar, bizim çocuklarımız da yani kendi çaplarında gerçekten direnmeye erken başladılar bunları duya duya, yaşaya yaşaya. Bunlara çok üzülüyordu Ahmet. Bizim burada, ben, zaten benim için sorun yok. Benim kafamda her şey zaten çözümlenmiş durumda. Fakat çocuklar küçükler. Kaygılanıyorum, psikolojileri bozuluyor. Devamlı ana haber bültenlerinde dizi film gibi babalarını izliyorlar yani. Bir ara Melis şey demişti, benim babam benim babam, bir de bu anlatılan bir baba, yani benim babamı böyle anlatıyorlar, ama bu değil ki benim babam benim babam gibi laflar ediyordu o sıralar yani. Dolayısıyla orada yerleşik olamama ve her an dönme isteğiyle, mesela üretemedi, onu daha çok üzdüğü gerdi.

00:41:02 - Korku iklimi, arkadaş çevresinin uzaklaşması, yakınların kaybı

Play segment

Segment Synopsis: Bir de böyle tuhaf bir korku şeyi oluştu insanlarda böyle Ahmet’in peşinden koşan insanlar böyle hani bizi görmeyin biz yokuz filan durumuna geçtiler. İnanılmaz bir korku onlarınki de yani, çok tuhaf bir iklimdi gerçekten. Onları görmek çok üzdü onu. Bütün bu yapılanlar çok üzdü. Deprem oldu, Ağustos depremi 99’da ablasını ve yeğenini 25 yaşında, muhteşem bir kız, böyle beş dil biliyor filan, yeni mezun olmuş üniversiteden, onları kaybetti. Bir yeğeni göçük altından çıkartıldı bir hafta sonra. Annesinin evi yıkıldı falan yani herkesin yazlıkları yıkıldı ailede. Ahmet gelemiyor. Derken bir sonraki yıl benim hayatımı emanet edebilirim dediği benim büyük ağabeyim, onun çok iyi bir dostu, büyük ağabeyimi kaybettik filan. Şimdi bunlarla ilgili böyle, gelemiyor hiçbir şey yapamıyor. Orada da bir şey yapamıyor. Yani inanılmaz bir kuşatılmışlık hali. “Bu ülkenin yağmurlarını bile tanımıyorum” diyordu yani, tanımıyorum yani. O zorunlu var oluş orda o zorunlu hal onu çok, çok yıpratıyordu. Herkes böyle birden yok saydı Ahmet’i. Yani mesela albümü yapayım tamamlayım istiyorum bir denge yapıyorum, mix yapıyoruz yani, götürüyorum yok bu olmamış ben yeniden okumak istiyorum bunları diyor. İşte stüdyoyu buraya mı acaba taşısak getirsek, burada stüdyo mu kursam, o kadar belirsiz ki her şey. Yani dönemeyeceksem acaba buraya mı taşısak. Burada mu stüdyo kursam, yeni baştan burada, ama burada da biliyorum ki hiçbir yapım firması almayacak, dağıtmayacak, dağıtımı yapmayacak o, bu filan. Yani nasıl olacak yani bütün bunlar. Bunların işte yarattığı her şeyin her şeyin yarattığı etki onun şeyini çok zayıflattı. Kalbini çok yordu öyle söyleyeyim. Kalbi zaten çok kırıldı. Çok yoruldu ve kalp kriziyle kaybettik Ahmet’i.

00:43:43 - Paris İstanbul arası uzun telefon konuşmaları

Play segment

Segment Synopsis: İşte yine okul, kız çok özlüyordu böyle, ya biz şöyle yaşıyorduk ben eğer İstanbul’daysam bile saatlerce telefon konuşmaları, yani mesela Levent’ten Etiler’e gelene kadar telefonla konuşuyorduk. “Şimdi neredesin?” diyor, Armutlu kavşağını geçiyorum diyorum. “Şimdi yokuşu mu iniyorsun?”, evet. “Karpuzcu orda mı?” diyor, karpuz satan adam, evet. “O galiba sivil polis” diyor filan. Yani böyle saatlerce. Veya gece televizyonda bir tartışma programı açıyoruz karşılıklı, valla bunun tezleri, bak değiştirmiş fikrini, geçen sefer şöyle demişti filan bunu konuşuyoruz karşılıklı. Hani kendini yalnız hissetmemesi için. O bizim evin içinde ben de sürgün evinin içindeyim adeta. Veya işte sokaktayım diyor ki biraz sokağın seslerini bana dinletir misin telefonla. Bir pazar yerine git diyor mesela, pazar sesleri duyayım. Veya işte Melis uyudu mu telefonu kalbinin üzerine koyar mısın, bir kalp atışlarını duyayım diyor mesela, gibi.

00:45:02 - Sürgünde başlayan sağlık sorunları

Play segment

Segment Synopsis: Bir son zamanlarda peydahlanmış böyle çok çok gerçekten onu böyle bezdiren mide ağrıları vardı. Oradaki arkadaşlar da hep şey diyorlardı yani Ahmet’ten önce sürgüne çıkmış arkadaşlar, işte bu tamam mide ülseriyle başlar sürgün hastalığıdır zaten filan diye, mesela yazar Mehmet Uzun filan. İşte Yılmaz Güney’de de mide ülseriyle filan, kansere dönüşen hastalık gibi. O ağrılardan dolayı ben hep onun doktora gitmesini istiyordum yani buradan baskı yapıyorum filan. Neyse işte sonuçta gitti. Fakat onlar şey demişler, bir anjiyo yapalım demişler size. Bana telefon açtı dedi ki anjiyo ne ya dedi, bunlar anjiyo filan diyorlar dedi. Ahmet hemen yaptıralım, yaptır. Yok dedi neymiş o filan. Dedim ki o bir şey değil hani annene de yaptırmıştık işte filan. Damarların durumuna bakılacak diye onu ikna etmeye çalışıyorum. Biz de birkaç güne gideceğiz. Yani iki üç güne gideceğiz. Dedi ki ya zaten geleceksiniz siz, sen geldiğinde ben senle gideriz. Ben yalnız gitmek istemiyorum. Ya o neyse ben bilmiyorum, sen gel öyle yapalım, yaparız filan. Peki. O zaman randevuyu al şimdiden dedim. Tamam dedi. Anjiyo yapılması için randevu aldı. İşte Melis’in okulu tatil oldu biz gittik ve ertesi gün hemen doktora gittik. Randevular alınmış anjiyo yapılacak ama o gün bazı ilaçlar verdiler anjiyodan önce kullanması gereken ilaçlar. Bir gün sonra yapılacak şey yani ertesi gün. İlaçları kullanacak bir gün sonra anjiyo yapılacak.

00:46:58 - Paris’te son akşam

Play segment

Segment Synopsis: Doktordan çıktıktan sonra işte evine gittik, eve döndük filan bir de bir arkadaşımız da o da orada sürgün, kadın bir arkadaşımız, şeyler, prospektüsler Fransızca, beraber eve geldik o bize prospektüsleri çeviriyor. Ben merak ediyorum hani hangi ilaç neyle ilgili verildi filan diye. Onları not ediyorum. O çeviri yapıyor filan. Sonra nasıl kullanılacağını yazdık kutuların üzerine. Ertesi sabah erken saatte aç karnına alması gereken bir ilaç var aralarında. Neyse işte sonra bu iş, biz mutfakta oturduk Deniz’le, mutfakta oturuyoruz, Ahmet içeride, işte Melis kendi odasında filan. Normal bir akşam yani. Biz de mutfakta şey yapmışız sohbete dalmışız Deniz’le, sonra geldi Ahmet, “Ya ben sıkıldım içerde siz niye burada konuşuyorsunuz hadi salona gelsenize” dedi. Beni de oturduğum sandalyeyle filan kaldırdı filan dedim ki, yapma bunu çünkü bir disk kayması da olmuştu belinde. Sandalyeyle beraber mutfaktan odaya kadar götürdü. Neyse biraz da orda sohbet filan, Deniz kendi evine dönecek işte kal dedik filan işi varmış gitti o. Biz de televizyonda bir Türk filmi var onu izliyoruz. Şener Şen’in oynadığı bir film, Ahmet de çok severdi oyuncu olarak, aktör olarak Şener Şen’i ve çok da gülerdi. Ben de dedim ki bak yine gülüyor filan. Biz Almancı diyoruz ama dedim bu insanlara hani aynı filmi defalarca izleyip aynı şeylere gülüp ağlıyorlar filan biz onlara dönmeye başladık farkındaysan Ahmet dedim yani biz bu filmi kaç kere izledik, hala gülüyoruz. Ya çok güldük o akşam açıkçası. Sonra o uyumaya gitti. Melis odasına gitti uyumaya. Ben yatarken kitap okurum genellikle. Ben gittiğimde Ahmet uyumuştu. Derin uykudaydı. Ben başucu lambasıyla kitap okuyorum. Bir ara uyandı dedi ki “Saat kaç sen hala okuyor musun?” filan. Yok dedim ben daha yeni başladım. Işık onu rahatsız etmesin diye. Melis de o zamanlar Walkman’ler vardı böyle müzik dinleyerek uyurdu gece kulaklık takardı. Ama çok yüksek volümle dinlerdi. Biz hep gider onun daldıktan sonra kulaklığını çıkarırdık. Melis’in kulaklığını çıkarmış mıydın, valla çıkarmadım dedim. Kalktı yataktan, gitti Melis'in kulaklığını çıkarmaya, onun odasına gitti. Baya bir üç beş dakika kaldı orda. Ben anladım işte sarılıyor, kokluyor filan. Geldi sonra tekrar, ben hala kitap okuyorum. Dedi ki “Ya keşke şurada aramızda yatsa, şahane kokularım benim” işte bilmem ne, “tomurcuğum” mır mır mır. Böyle Melis’le ilgili şeyler söyleyerek tekrar daldı o. Sonra ben de uyudum filan. Sabahleyin hani böyle mekân seslerine aşinasınızdır ya yaşadığınız mekânın seslerine. Hangi kapı açıldı filan. A dış kapının sesi, hayır bu yatak odasının sesi gibi. Ben Ahmet’in kalktığını uyur uyanık farkındayım ama tam kendimde değilim. A dedim tamam şey saat yedi, yediye geliyor ilacı içmesi lazım dedim. Evet mutfak kapısı açıldı, evet buzdolabı açıldı, evet Ahmet su dolduruyor filan tamam bunları da bir taraftan yaşıyorum. Bu ilacını içiyor. Derken bir gürültü bir düşme sesi. Böyle Melis, ikimiz aynı anda fırladık koridora Ahmet koridorda yatıyor boylu boyunca. Ben yani hiç anlamadım yani düştü zannettim önce, baktım kendinde değil bayıldı zannettim filan. Yüz üstü düşmüştü çünkü. Ahmet hiç tepki vermiyor. İşte hemen Melis koş ambulans çağır. Biz çünkü orda yalnız yaşadığı için bir şey olması halinde buzdolabının üzerine şey koymuştuk, bütün acil telefonları filan. Orada telefon var çabuk işte sen ambulans çağır. Ben Ahmet’e kalp masajı ve suni teneffüs yapıyorum içgüdüsel olarak yani bilmiyorum aslında bir kalp krizi geçirdiğini ama başka ne olabilir mantığıyla davranıyorum herhalde, tamamen içgüdü. Bir taraftan kalp masajı yapıyorum bir taraftan suni teneffüs. O arada Melis ambulans çağırıyor filan derken, ama Ahmet’te hiçbir dönüş yok. Ambulans geldi filan bizi aldılar oradan odaya koydular siz burada bekleyin dediler filan. Aletler maletler takıldı filan ve sonuç alınamadı. Yani ve Paris’in ortasında kalakalıyorsunuz yani tamam işte on binlerce seveni var, arkadaşlarımız var, dostlarımız var filan ama nasıl olur yani, nasıl olur ya? Çünkü Ahmet kırk üç yaşındaydı. Ben şu anda altmış üç yaşındayım. Dönüp kırk üç yaşıma baktığımda, hani kızım da bazen öyle diyor yani babam öyle benim masal kahramanım, yani devasa bir adam filan şimdi kızım geldi otuz beş yaşına, kırk üçe kaldı sekiz yıl filan. Yani nasıl böyle, böyle bir adam bir de yani, hani nasıl bu final? İşte böyle yoruluyor kalp.

00:53:21 - Linçten yıllar sonra gelen özür

Play segment

Segment Synopsis: Çok nötrüm o konuda hiç etkilenmiyorum, hiçbir şey hissetmiyorum. Bizim kendi hikayemiz var. Bu hikâye aslında bugünden geriye baktığımda, döndüğümde hep onurla andığım bir hikâye. İnandığım ve yanında durduğum, hayatımı da onunla kurduğum cesur, üretken bir sanatçıyı yok ettiler. Yani onlar açısından bakalım. Hani benim eşim, yol arkadaşım, işte kızlarımız için babaları filan ama onlar açısından bakalım en üretken zamanında ve tanıklığını üretimiyle ifade eden bu değerde, cesur, muhalif, sıra dışı, asla yani sanatın özgür ruhu gereği asla hizaya sokulamayan, hizaya girmeyen ve bunu reddeden bir sanatçı modeli. Bir de demokratik kültürü çok içselleştirmiş bir sanatçı modeli, yani bütün bunları iltifat olsun diye söylemiyorum bütün bunları bildiğim için söylüyorum. Onun için yani mesela ya bu başörtülüler dayak yememeli üniversite kapılarında, başörtülerini taksınlar dediğinde Ahmet Kaya ilticacı dendi, işte Kürt halkının hakları dediğinde Ahmet Kaya bölücü dendi. İşte bilmem ne Ahmet Kaya komünist dendi falan. Halbuki bunların tamamı onun o demokratik kültürü içselleştirmiş olmasından kaynaklanıyordu. Bu böyle bir modeldi. Onun için, Türkiye açısından bakıldığında, hani yarışmalarda sorarlar ya önce ne kaybettiğinizi bilmek ister misiniz diye, evet biz kaybettik ama bizim, bize çok onurlu bir şey bıraktı Ahmet, bir geçmiş, bir üretim bıraktı. Onun onuru yetiyor zaten. Tabii ki yokluğu baş edilir gibi değil, bu kadar yıla rağmen. Ama bu adam sadece benim eşim değildi ki. Bir sanatçıydı. Yani onu hiç unutmamak lazım. Dolayısıyla yine bir Ahmet’in kullandığı bir cümleyle cevap verebilirim, şey derdi, yani güvercinin kanadını kırdıktan sonra oturup başında ağlamanın hiçbir anlamı yoktur. Çünkü o kanat bir daha onarılmaz. Bu onun gibi bir şey, yani ne biz onarılabiliriz ne bizim ruhumuzu onarabilir özürler onlar bunlar. Şimdi Ahmet buradan giderken de milyonlarca albüm kopyası satan bir adamdı. Sadece magazinel değildi o kadar ve o kadar görünür değildi filan yani yoksa ilk albümünden itibaren biz bu şeyi biliyoruz, bu potansiyeli biliyoruz. Yani dolayısıyla bence o kayıp, ya mesela Hrant Dink’in kaybı asla sadece Dink ailesinin kaybı değildir. Türkiye’nin kaybıdır. Bunlar özel insanlar ve bunlar her zaman olmuyorlar, olduramıyoruz. Yani olanı yok ediyoruz, yok ediyorlar. Bunlar özel insanlar. Hakikaten. Dolayısıyla bunlar gittiğinde bu ülke eksiliyor. Sadece bizim hayatlarımız değil yani öyle düşünüyorum ben, bu tür insanlarla ilgili. Bunlar çok değerli portreler.

00:57:34 - 12 Eylül’ün Türkiye toplumuna etkisi

Play segment

Segment Synopsis: Böyle bir sohbetin içinden çıktım biraz önce. Aslında bu yine bu gri, bu siyah zamanların içinden geçiyoruz ya. Şeyi düşünmeye başladım, yani 12 Eylül yılları ve şimdiki yıllar, 80-90-2000-2010-2020-2023. Ya kırk üç yılda işte insanlar ölüyorlar yani. Bir hayat bitiyor. Yani kırk üç yılda hiç mi ileri gidilmez. O sohbette şunu konuştuk. Mesela bundan yirmi yıl öncesine, yirmi beş yıl öncesine baktığımda diyelim ki televizyon programlarındaki tartışmalar filan, oradaki tezler, oradaki savunulan cesurca, şimdiye kıyasla, ifade edilen cümleler filan aydınların akademisyenlerin ya da sivil toplumcuların, şimdi ondan bile yoksunuz ya, bu Türkiye ondan bile yoksun şu anda, özgürlükler açısından söylüyorum. Valla diyalektiğe çok ters bir şey söyleyeceğim ama yani gerilemişiz. Gelişme olamamış ya da yerinde saymış bu ülke. Tamam, evet insanlık tarihi çok hızlı yol almaz filan ama bu kadar da bir adım ileri iki adım geri de olmaz. Ya bunun bir yerden normal olarak infilak etmesi gerekiyor. Öyle olması gerekiyor yani, yoksa sahiden hayatın akışına ters bir durum olur. Bir fark göremiyorum ki 12 Eylül yıllarıyla, sahiden bir fark göremiyorum. Yani generaller bir Anayasa yaptılar, hiç işleri olmadığı halde. Generallerin yaptığı Anayasa ile bugün bu ülke yönetiliyor hala. Ona yapılan ekler kanun hükmünde kararnameler, çünkü o zaman da sadece Kenan Evren ne derse o yapılıyordu. Kanun hükmünde kararnameler yapılıyor. Onlar ekleniyor, onların bakıyoruz hani hiçbirinde hayatı ileriye taşıyacak ya da işte hayata nefes aldıracak bir şey yok. Olmadığı gibi tersine toplumun en sağlıklı dinamiklerini kuşatıyorlar o kanun hükmünde kararnamelerle. Hissiyat olarak kendimi yine ben, yani yine hakikaten nefes almakta zorlandığımı görüyorum kendimle ilgili. Yani zorlanıyoruz. Ben değil toplum zorlanıyor. Yani bu böyle devam edemez.

01:00:41 - Helalleşme ve geçmişle yüzleşmenin olanakları

Play segment

Segment Synopsis: Ya helalleşmenin bir şey ifade edebilmesi için onu bir kavram olmaktan çıkartıp içini o kadar çok doldurmamız gerekiyor ki, anlamı olabilsin. Yoksa işte hakkınızı helal edin, helali hoş olsun bu çok samimiyetsiz geliyor bana. Bu cami avlularında da bana samimiyetsiz gelir. Yani eminim o sıradaki, oradaki cemaatin içinden aslında teamül böyle diye böyle diyen vardır ama kendi içinde gerçekçi olalım yani bana da borcu vardı diyen de vardır yani. Ama helal olsun denir. Bu bir, işte bu bir kültür, gelenek diyelim neyse bir şey. Ama yani bu toplumsal alanda da böyle, mağdurlar, kurbanlar hadi biz hakkımızı helal ediyoruz diyemezler. Bu çok anlamsız bir şey yani öbür ritüele benzer o zaman. Bunun olabilmesi için birinin birine size hakkımızı helal ediyoruz demesi gerekmiyor. O helallik isteyenin bir daha helallik istediğine yapılan şeyin bir daha yapılmaması adına onun içini doldurması gerekiyor ki helalleşme süreci tamamlansın. Yani mesela şimdi bize kim şunu söyleyebilir. Bir daha bu olmayacak, bir daha şu olmayacak. Yani bugün hala sokak müzisyenleri Kürtçe okudukları için tepelerine polis dikiliyor. Şarkıyı yarım kesiyor. Yok bu şarkıyı söyle, Çırpınırdı Karadeniz söyle söylemezsen öldürürüz, denize atarız. Hangi helalleşme o zaman, nasıl helalleşeceğiz ki? Yani kimse fikrini ifade edemiyor. İşte, yahu Selahattin Demirtaş terörist oldu. İşte Osman Kavala terörist oldu, bilmem kim terörist oldu. Gezi. Yani o kadar çok şey var ki, yani şunu kim söyleyebilir, bir daha bir ağacı yeşili savunan hiç kimseyi tutuklamayacağız. Çünkü bunun karşılığı buydu başka bir şey değildi yani. Şimdi bunu derlerse helalleşmiş oluruz. Tamam o zaman deriz. Bir daha kimse işte anadilinde şarkı Kürtçe ya da başka dil, Ermenice fark etmez anadilini, kendi kültürünü yaşarken başına bir şey gelmeyecek taahhüdü verilirse, garantisi verilirse ya da daha doğrusu toplum buna hazırlanmış olursa, o dikey zehirlenme hali yok edilmiş olursa işte helalleşme o zaman. Bir daha bu ülkede işte anneler evlatlarını aramayacaklar, bir daha faili meçhul olmayacak, olmayacak, olmayacak, yani bu ülkeyi buna hazırlamak, devlet denen yapının bunun garantörlüğünü yasasıyla, anayasasıyla, ceza kanunlarıyla vesaire yapması filan bunlardır yani bir kavramın içinin doldurulması. Yoksa benim için bir şey ifade etmiyor helalleşme açıkçası. Tabii ki dönüp yakın tarihe bakarak, evet bütün bunlar oldu kabul ediyoruz ve bundan sonra olmayacağını taahhüt ediyoruz ve toplumu buna hazırlamak da bizim görevimiz denmesi gerekiyor. Bunu bekliyoruz yani. Bir daha katliam olmayacak, bir daha soykırım olmayacak, bir daha sürgün olmayacak, bir daha o olmayacak yani bu kavramların içini doldurmadığımız sürece değersizleştirmiş oluruz. Mesela helalleşme çok güzel bir kavramdır benim açımdan ama dediğim gibi içi doldurulmazsa anlamını kaybeder. Barış kavramı gibi tıpkı. O da öyle.

01:04:54 - 12 Eylül baskı ortamında Ahmet Kaya sanatının gücü

Play segment

Segment Synopsis: Ya ben en azından, yani çok bunu aslında hayata bırakırım bunun cevabını ben. Hayata bırakmaktan yanayım ama kendi adımıza şunu söyleyebilirim, biz hem o süreci yaşayan hem tanıklığını yapan iki birey olarak Ahmet ve Gülten olarak ve hatta Yusuf Hayaloğlu, biz üzerimize düşeni yaptık diye düşünüyorum ama hani ne yapsak bir eksik de diyebilirim rahatlıkla. O çok ağır bir süreçti. Ve o çok acı yaşattı insanlığa, onun için hani ne yapılsa bir eksik. Bir de zaten çok eksiğiz. Yani birer birer arkadaşlarımızı kaybettik. Yok ettiler onları, yani çok eksiğiz, ben ama kişisel olarak bu kadar yapabilirdik diye düşünüyorum yani bu ülke koşullarında, birazcık nefes olabildiysek iyi hissederim kendimi. Ama yani tek başına, bizimle ya da bizim gibilerle olmuyor. Yani o insanların kendi, kendi acılarıyla baş etme biçimleri bile o kadar o kadar değerli ve o kadar saygın ki, ayakta kalma halleri, devam edebiliyor olmaları, annelerin özellikle. İşte çok eksiğiz yani, ama elimizden geleni yapmaya çalıştık ve yapacağız.