Işılay Karagöz - 1

Memory Museum for Historical Justice

 

Transcript
Toggle Index/Transcript View Switch.
Index
Search this Index
X
00:00:16 - Çocukluk ve ilköğrenim yılları, lise dönemi, Artvin’de sosyal, kültürel ortam

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Bugün 16 Ekim 2023 Köln’deyiz. Işılay Karagöz’le beraber yapacağız kaydımızı. Öncelikle teşekkür ederiz kaydımıza katılmayı kabul ettiğiniz için. Biraz böyle başından başlayalım nerede doğdunuz, ne zaman doğdunuz, nasıl bir aileye doğdunuz onları anlatır mısınız?

IŞILAY KARAGÖZ: 1958 Artvin Murgul doğumluyum. Babam restoranı vardı. Beş kardeşiz. İlk beş yaşına kadar Murgul’da büyüdüm. Ben beş yaşındayken babam çok ağır rahatsızlandığı için iş yerini kapattı hep birlikte ağabeyim hakim olduğu için Şırnak’a tayin olmuştu biz hep birlikte ailecek Şırnak’a gittik. Orada dört yıl kaldık. Sonra Adana’ya tayini çıktı ağabeyimin. Adana’ya gittik, ortaokulu da orada okudum. Lise birde öğretmen okulunu okumak için Artvin’e geldim. Geldim ama tarihleri kaçırdığımız için daha doğrusu orada çalışan memurun yanlış tarih vermesi nedeniyle sınavları kaçırdım ve liseye gitmek zorunda kaldım. Lise bir, lise iki, üç Artvin’de okudum. Sonra da annemler geldi aile olduk hep beraber kaldık. Kısaca şeyim o lise bitene kadar.

EYLEM DELİKANLI: Lise dönemi Artvin nasıl bir yer?

IŞILAY KARAGÖZ: Lise dönemi, ikinci, üçüncü sınıf ben 75 mezunuyum. Hareket yeni yeni işte pahalılığa karşı mitingler falan başlamış. Bizler lisede kitap okumaya başlamışız siyasi kitaplar, romanlar. İşte Gorki’nin Ana’sından başlayıp, Halkevi açılmış Halkevi’ne gidiyoruz. Tiyatrolar oynanıyor onlara gidiyoruz seyrediyoruz falan yavaş yavaş zaten demokratik bir aileden CHP’li bir aileden gelmeyiz bütün sülale öyle. Kitap okuyarak biraz daha aydınlandık diyelim, biraz daha ufkumuz genişledi, CHP’nin dışına çıkmaya başladık. Lise son sınıftayken Enver Karagöz geldi okula. Onun gelişiyle bütün öğrencilerde bir aktif kitap okuma, siyasileşme dönemi başladı. Ben de çocukluk, öğrencilik işte lise ilk aşklar diyelim kendi kendime Enver’e âşık oldum. Zaten ikinci dönem gelmişti şubatta. 12 Mart’ta şeyden, görevden atılmış. Açıkta kalmış sonra da askerliğe gitmiş o dönem. Bitince de tekrar tayini Artvin’e çıkmıştı. Lise son şubat döneminde Artvin’e tayin oldu. İşte Halkevi’nde tiyatrolar oynanıyor, biz de çalışmalara katılıyoruz falan böyle çok heyecanlı bizler için çok değişik heyecan dolu yıllardı, okulda bir araya geliyoruz öğrenciler falan. Ama Enver dersime girmiyor başka arkadaşlarımın dersine giriyor. Bir gün dersini dinlemek istedim. Çünkü arkadaşlarım hep anlatıyor işte şöyle okuyor, bize şiirler okuyor öyküler okuyor filan. Bir gün de ben gittim. O da derse almak istemedi beni. Birazcık böyle kızarak ne işiniz var dedi, dedim dinlemek istiyorum. Meğerse sonradan öğreniyorum sevgililer, öğrenciler birbiriyle buluşmak için birbirlerinin dersine girermiş beni de öyle bir şey sanmış. Neyse içeriye girdim, yani o gün, bir kitap açtı ve bize okumaya başladı. En heyecanlı yerinde de böyle kitabı kapattı İsmail amca diye kitapçımız var dedi bir tane Artvin’in, orada bundan var dedi, merak ediyorsanız, herkes bağırıyor hocam gerisini okuyun lütfen merak ediyoruz. Hayır dedi gidin oradan kitabı alın, okuyun merak ediyorsanız. Ondan sonra çıktım sınıftan, kendi kendime seviyorum yani öyle. Derken lise bitti. Üniversite sınavlarına girdik. Erzurum Eğitim Enstitüsü’nü kazandım. Kayıt olduk. Ama o dönem Erzurum müthiş kötüydü faşistlerin egemenliğinde. Ondan önce işte Enverler, Olgun ağabeyler işte ablam, Cihat ağabeyler okumuşlar o zamanlar ama bizim dönemimizde çok kötüydü. Benden önce bir kızın, genç kızın yüzüne kezzap döküp yakmışlardı Erzurum’da. Annem onu duyunca kesinlikle yollamam aç kal ama gitme dedi. Korktu açıkçası beni göndermediler. Böylece üniversite hayatım kapanmış oldu. Artvin’de sınavlara girerek Orman İşletmesine, ORKÖY’e [ORMAN KÖY İLİŞKİLERİ] girdim memur olarak. Beş yıla yakın orada çalıştım. Onun yanında da işte artık biraz daha okumaya, biraz daha öğrenmeye, biraz daha halka ne olduğunu, insanların nasıl geçindiğini yaşam koşullarını vesaire farklı bakmaya farklı görmeye başladım. Böylece hayat akıp giderken işte Enver’le ilişkimiz biraz daha ciddileşti, nişanlandık, kısa bir süre sonra da evlendik. 77 Kasım’ında da evlendik. Ama o dönem Türkiye’nin her şehrinden hemen hemen öğretmenler öldürülüyordu ve cenazeler geliyordu. Ve o bizler için çok üzücüydü. TÖB-DER’li bir sürü öğretmenin cenazesini karşılayıp işte Şavşat’a şuraya buraya cenazeleri toprağa veriyorduk. Tabii ki bu bizi korkutuyordu. Artvin’de de Enver’in ismi işte Olgun Delikanlı ağabey ve Müzekkir [SAYMAZ] ağabey bunlar isimleriyle mimlenen kişiler. Hepimiz korkuyorduk öldürülecekler diye. Bizim evimiz de böyle bahçelerin ağaçların arasından gidiliyordu hatta bir gece ev sahibimiz telefon açtı derneğe, her akşam işten çıkınca TÖB-DER’e gidiyoruz, TÜM-DER’e gidiyoruz. İki dernek yakın birbirine aynı yerde. Dikkatli gelin ağaçların arasında sesler var dedi. O derecede yani onlar bile huzursuz. Bir de bizim evimizin tam yanında meşhur bir faşistin evi vardı. Sonradan Ankara’da, İstanbul’da olduğunu duymuştuk. Gelip Murgul’da, Borçka’da yer alan mitinge giderken bir sürü otobüse kurşun sıkmıştı meşhur biri. Onunla çok aynı bahçenin içindeydi evimiz. O da ayrı bir tedirginlik yaratıyordu. O dönemlerde tabii ki çok tedirgindik. Her gün ne olacağını bilemeden yarın sağ mıyız, ölü müyüz bilemeden yaşamaya başlamıştık.

00:08:29 - Artvin’de TÖB-DER çalışmaları, siyasi atmosfer

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: TÖBDER çalışmalarını biraz sorayım istiyorum. Enver amca TÖB-DER’in içerisinde aktif olarak çalışıyor. Bu aynı zamanda tabii 77 senesi artık mücadelenin de siyasi hareketlerin de çok yoğun faaliyetlerin olduğu seneler. Artvin’in siyasi atmosferi nasıl? Ona biraz daha değinir misin?

IŞILAY KARAGÖZ: Artvin’de Devrimci Yol hakimdi. Ama başka siyaset, benim için o çok önemli çok şeyi unutuyorum ama mesela onu unutmuyorum. Güneş diye bir öğretmen atanmıştı. Başka bir siyasettendi ama onu kadar böyle öğretmenler sarılarak kucaklayarak karşıladılar, işte ev bulmada ne bileyim her türlü şaşırmıştı yani çünkü başka şehirlerde o siyasi çatışmalar çok yüksekti Artvin’de yoktu yani bildiğim kadarıyla. Onun o kadar güzel sıcaklıkla, sevgiyle hala konuşulur yani o. Ama devrimci potansiyel mesela bir miting olurdu orman köylüleri mitingi, teyzeler, gençler dökülürdü akın akın. Küçük bir şehir Artvin biliyorsunuz zaten. O zamanlar 13 bin nüfuslu gerçekten çok küçüktü. Lise çok aktifti, mesela TÖB-DER’de arkadaşlar Enverler hatta birkaç tane tiyatro oyunu çıkarmışlardı. Ve o tiyatro oyunuyla Artvin’in çeşitli kazalarında küçük yerlerde Hod diye bir yer var orada bile oyunlar oynanmıştı. Çok da kitle topluyordu. Çok aktifti TÖB-DER. Üyesi kaçtı? Ne kadar üyesi vardı falan hatırlamıyorum ama mal varlığı da vardı. Biz de TÜM-DER’deydik. Ben TÖB-DER değil memurlar derneğinin yönetim kurulundaydım. Enver TÖB-DER’deydi. Genel merkez seçimlerine ikimiz Ankara’ya giderdik TÖB-DER’in seçimlerine, TÜM-DER’in seçimlerine. O dönemin dayanışması yani birbirimiz için canını verecek kadar seviyorduk. Yani can vermek çok böyle makbul çok şey bir şey değil ama o şeyi anlatmak istiyorum yani birine bir şey olmasın ben gideyim ama ona olmasın o derecede bağlarımız vardı, o derecede büyük sevgimiz vardı. Evimiz zaten şimdiki gibi üç kilitli değildi, basit odanın kapısının anahtarı gibi basit bir anahtardı ve gençlerin hepsi oraya bir anahtar uydurmuştu, gelirdiler evde yemeklerini yer giderdiler. Hatta bir anım var hep anlatırım, gece hep yemek pişirirdim. Sabahleyin, ertesi gün gelince yemek yerdik işte sofrayı toplayınca bir daha yemek pişirirdim öyle bir şey kurmuştum evde. Ocakların altını açtım yemek var sanıyorum tencereden yanık kokusu gelmeye başladı. Kapakları açtık ki hepsini yemişler gençler gitmişler, o derecede. Üstlerini değişirlerdi işte çamaşırlarını yıkardım falan. Bir de kaynanam köyde yalnız kalmasın diye kaynanamı getirmiştim Şavşat’tan. Hafif kulakları da ağır duyardı. Kaynım, iki kaynımı getirdim, bir de gençler kalırdı her gece evde beş on kişi. Kaynım derdi ki bir kere yüzünü asmıyorsun başkası olsa kızar eder bu kadar çamaşır, bu kadar yemek severek yapıyorsun. O bizim bağlarımızı, bizim birbirimize olan sevgimizi bilemiyordu yani o misafir gözüyle bakıyor hani ne uğraşıyorsun der gibi. Bir de çok üzülürdü şey isterdi hani ‘sen istesen Enver bu işleri bıraktırırsın’ derdi, çok bağlıydı ona, on yıl falan sonra doğmuş Enver ilk çocuk. Geriye bakınca en güzel günlerimiz en güzel birlikteliklerimiz, dostluklarımız, bağlılıklarımız kalmış. Mesela bir arkadaş, Cevat Hocayı vurmuştular, gittim onların evinde kaldım şimdi telefon açtığımızda böyle onlar da ben de o kadar etkileniyoruz ki işte annenlerle konuşmamız, o zamanki dostlukları kesinlikle şimdi bulmak imkânsız. Hele bizim için de ya da benim için herkes için öyle olduğunu sanmıyorum kesinlikle öyle değil, sanki benim için hayat 12 Eylül’de bir şeyle, kapıyla böyle kapandı. O 11 Eylül’de bıraktığım arkadaşlara olan duygum hala devam ediyor. Yani ne bileyim içeride konuşan oldu, ihanetçiler ayrı ama aşağıda şey var kalın iddianame, inanır mısın onu okuyup da hani benim hakkımda ne demişler, okursam hani acaba kırılır mıyım, üzülür müyüm diye içine bakmak bile istemedim. Duruyor aşağıda. Sonra oradan buradan duyduk on yıl sonra yine 12 Eylül’de gittim Artvin’e. Bir sürü insan çok değişmiş tabii. Herkes çok değişmiş. Ben o duygularla gittim. Sanki Artvin’e, hemen 11 Eylül Artvin’ine gittim. Onu bulamadım ve çok etkilendim geri geldiğimde çok çok üzülmüştüm. O çok üzücü bir şey, yani bendeki olan duyguların maalesef bittiğini gördüm orda. Ama hala ben o aynı duygularla aynı sevgiyle, işte bir arkadaşım hastalandığı zaman da burada çok üzülüyorum. İşte iki arkadaşımız çok rahatsız özellikle onlar için Bursa’ya kalktım gittim. Korona dönemiydi gidememiştim. Benim onlar kıymetlilerim. Bizim dünyamız o, yani o dünyadan henüz çıkamadık. Hala o dünyada yaşıyoruz. Çok zor günler yaşadık. En büyük şey, hamileydim, bir arkadaşımız vurulmuştu hastanedeydi Enver de sürgündü Konya’ya, oraya gitmiş. Ben de yeni iki, iki buçuk aylık hamileyim beni de Giresun’a sürmüşler. Ama o arkadaş da çok sevdiğimiz Artvin Hastanesi’nde tepede her gün yürüyorum, işten çıkınca gidiyorum. Enver için üzülüyorum falan böyle ortam kaos içinde, bebeği kaybettik. O bebek doğsaydı tam 12 Eylül’de içeride doğacaktı, yani işkencede çocuk doğuracaktım. En büyük şeyim o, yani iyi ki o doğmamış. Sonra da gözetimden sonra da dört yıl, dört buçuk yıl kaçak yaşadım. Kendim bir yere sığmaya çalışırken bir de çocuğu oraya sığdırmam çok zor. İllegal yaşıyorsun, çalışamıyorsun. Çocuk için baba çok önemli, siz yaşamışsınız işte babayı göremiyorsun. Ben arandığım için cezaevine görüşe bile gidemiyorum zaten. Yani çok çok ağır olacaktı. Bir insan çocuğunu, o zaman tabii ki çok üzülmüştüm ama sonradan hep iyi ki, anladı başına geleceğini iyi ki gitti diye hep düşünmüşümdür.

00:17:09 - 12 Eylül sabahı gözaltı

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Peki ne zaman gözaltına alındın?

IŞILAY KARAGÖZ: 12 Eylül’ün, ilk Artvin’de alınan kişi Enver’le beniz. O gece de annemlere gitmişiz, 11 Eylül’ün gecesi. Annemlerde kalmışız. Çok yakındı evimiz aslında ama herhalde annemler ısrar etti kalın gitmeyin diye. Gece yattık, sabahleyin anonslar başladı ve kapıya askerler doldu Thompsonlarla, botlarla içeri daldılar. İkimizi de hemen aldılar. Annemin işte bütün eşyalarını alt üst ettiler. Evden ablamın kitaplarını aldılar. Benden on üç yaş büyük bir ablam daha var öğretmen, onu da aldılar. Hep birlikte bizim eve götürdüler. Enver’le benim eve, evin oraya çıktık ki bahçe içinde çok şirin bir evdi üç katlı, işte ev sahibimiz otururdu, ortada biz. Bir gittik ki bahçeye belki onlarca asker siper alarak eve doğru yatmışlar yere ellerinde Thompsonlarla, ne bekliyorlarsa artık orada herhalde bombalı şeyler var, insanlar var diye. Aralarından eve çıktık hep beraber. İşte duvarda Murgullu Rafet diye bir arkadaşımız vardı, hemen tanıdılar ondan sonra, salonda asılıydı resmi öldürülmüştü o da. ‘Komünistlerin resmini asarsınız annenizin babanızın resmi yok’ dedi, onu da hiç unutmam. Yo dedim var içeride. Kapıyı açtım duvarda öbür odada resimleri var kaynanamın, kaynatamın, annemlerin. Ondan sonra her yeri aradılar. Epey kitabımız vardı. Çuval çuval doldurdular. Kitap yine alınır ama beni en çok üzen karyolanın altında albümlerimiz var. Benim çocukluk albümüm ve resimler, fotoğraflar. Onları aldılar. O çok kötü bir şey. Yani şeyimiz gitti, geçmişimiz gitti. Çocukluğum gitti. Lise resimlerim, ilkokul, ortaokul, çocukluğum yok yani. Tıpkı anneminiz köyünün sular altında kalıp da hani köyümüz yok dediğimiz gibi. Balkonda ceviz, Giresun’a sürülmüşüm ya, gelirken ceviz getirmişim, fındık. Askerler, polisler ceplerini dolduruyor aç kurtlar gibi. Çuvallara kitapları doldurdular. İşte ilk alınan biziz, ben Enver ve ablam.

00:20:15 - Artvin Öğretmen Okulu’unda işkenceli sorgu süreci

Play segment

Segment Synopsis: Jipe koydular. Şimdi nereye götüreceklerini bile bilmiyorlar o kadar yeni ki yani 12 Eylül gelmiş ama ne yapacağız bunları? Emniyete mi götüreceğiz ne yapacağız? Telsizle konuşurlarken oradan emir geldi Artvin Öğretmen Okulu’na götürün diye. Oraya indik, orada da şimdi ne yapacaklarını bilmiyorlar. Okulun kapısını indik nereye koyacaklarını bilmiyorlar. Neyse orada da telsizden haber geldi. Öğretmen okulunun alt katı şeydi, ne derler, soğuk dursun meyveler sebzeler bozulmasın diye bodrum katında soğuk odaları öyle diyeyim yani. İçinde hiçbir şey yok. İlk bizi işte oraya götürdüler. Enver’i bizden ayırdılar yandaki büyük odaya koydular. Emine ablamla beni de diğer odaya kocaman oda öyle diyeyim ama içinde hiçbir şey yok. Böyle uzun bir sıra tahta bir tane de uzun şey bir masa, böyle uyduruk yani. İşte o gün akşamüstüne kadar habire taşıdılar. Gelen gelene, yani meşhur bizim Hüsnü ağabey vardı avukatım, çok severdik hanımını çok severdik edebiyat öğretmeniydi. O hamileydi, karnı burnunda getirdiler hiç unutmuyorum. Mahmut ağabey vardı, yaşlı başlı öğretmen, çok saygı duyulan şeyde. Onları getirdiler falan, habire doluyoruz artık oturacak şey yapacak yer yok o kadar. Ta Hopa’dan bile artık gencecik insanları öyle getiriyorlar. Oradan bir gece kaldık, bizi artık birazcık herhalde yerleşmeye ne yapacaklarını bilmeye karar verdiler. Bir sınıfı oda gibi yapmışlar yatakları, ranzaları koymuşlar, bir gece oraya çıkardılar, ikinci gece oraya çıktık ama böyle böğürtü sesleri başladı. Ondan sonra, bir şey de anlayamıyoruz ama kapı çaldı, o da çok kötü bir şeydir. Bilinmemezlik çok kötü bir şey yani ne olacağını bilmiyorsun. Polis geldi ‘Işılay Karagöz’, ‘evet’ dedim. Kapıdan böyle açmadan doğru dürüst, onu da hala çözmüş değilim neden olduğunu kot bir pantolon bir de üstüne gömlek verdi bunları üstüne giy dedi. Alla allah bak şimdiye kadar o kadar kitap okudum o kadar hiç böyle bir şeyi hala duymadım yani nedeninin ne olduğunu hala çözmüş değilim. O anki yorumum beni birine benzetmeye çalışıyorlardı. O an nedense öyle bir şey düşündüm. Hani o tip onun kıyafeti, birinin kıyafetini gibi. Üstüme de oldu nasılsa yani, giydim hemen kapıda gözlerim o an yani hemen kapının önünde gözlerimi bağladılar yürü yürü yürü, in in in, işte dışarıya çıktığımızı anladım. Çoruh’un kenarında olduğu için Artvin Öğretmen Okulu, 12 Eylül, yani o gün işte 13 Eylül, yüzüme soğuk bir rüzgâr çarptı. İşte yine yürü yürü, eğil eğil, allah allah dedim herhalde beni mağara gibi bir yere sokuyorlar niye eğdirtiyorlar yani? Kapılardan düz geçersin. Şimdi, sonra anlıyorsun yani o korkutma, ne oluyor nereye götürülüyor bilmeme duygusu, yerde o çakılımsı sesler. Oradan da işte Artvin’i biraz bildiğimiz için anladım ki o zaman yeni yapmışlardı öğretmen okulu için spor salonu, çok büyük bir yerdi. Oraya götürdüler. Bir kalorifer borularına şey yaptılar, bağladılar. Ondan sonra orada bir sorgulamada bulundular. Oradan, sıkıştırdılar işte böyle dizimin dibine kadar polis oturdu. Çok güzle bir Türkçesi vardı. O polisin Türkçesini unutmuyorum yani teatral konuşursun ya o kadar güzel bir sesi vardı. Kesin MİT’ten bir yerden herhalde sorguculardı. İşte Enver’le ilgili sıkıştırdılar. ‘Onun başka evi var, başka kadınla seni aldatıyor’ falan ayakları. Biz de o zamanlar o tip kitapları çok okuyoruz yani sorguda ne yapılıyor. Hatta bizim evi aradıklarında başucumdaki kitap Sorguda Nasıl Direnilir? Bir de onu bulmuşlar iyicene kızıyorlar bak hazırlanıyorlar bunlar diye. Orada da içimden diyorum ha işte o evde şöyle buzdolabı vardı böyle buzdolabı ha bilmiyorum, olabilir falan. Bir de Erdem diye bir arkadaşımız 12 Eylül’den hemen önce vurulmuştu, onunla ilgili sıkıştırdılar beni. ‘Erdem’i tanıyor musun?’ Çünkü tanımıyorum desem, öz ağabeyimin adı da Erdem, ‘tanıyorum’ dedim, bunlar bir heyecanlandı böyle, tanıyor konuşacak gibi. ‘Ağabeyim.’ ‘Nasıl ağabeyin?’ Dedim tamam ‘Erdem Kaya ağabeyim.’ Bu sefer şaşırdılar. ‘Nerede?’ ‘İşte Mudanya’da. Hakim.’ Biraz daha şaşırdılar. İşte ‘Artvin’de çok şive var biliyorsun Türkçe.’ Benim de şive yok hep dışarıda büyümüşüm. ‘Sen’ dediler ‘nasıl Artvinlisin, hiç devrimciye de benzemiyorsun, elin ayağın düzgün, devrimcilerin eli ayağı başka oluyor’ sanki. Ondan sonra bir de onu kafaya taktılar, işte dua soruyorlar, İstiklal Marşı’nı soruyorlar vesaire. Neyse ilk öyle bir geçti. Sabahın soğuğu yeniden oradan çıktık. Bu sefer bir sınıfa götürdüler. Dört kız, kadın ya da işte arkadaşı hepimizi bir köşeye diktiler, duvara doğru dönük duruyoruz dokunmak yok, duvara çok yakın. Beş gün yemek içmek hiçbir şey yok, su yok sadece işte tuvalete götürüyorlar. Duvara baktık beş gün karıncalanıyor böyle küçük sinekler uçar gibi oluyor. Konuşmak yasak. Kapıda da valla işte gariban bir askeri dikmişler ama onun da kafasını nasıl yıkamışlarsa sürekli konuşarak bizi şey yapmaya çalıyor. İçimizde de Necmi Karagülle’nin öldürülen, kız kardeşi var o da maviş, ona taktılar kafayı. İşte bu mavi gözlüler şöyle olur da böyle olur da kötü olur işte sizi burada vururum, kaçıyordular öldürdüm derim, yani sürekli bize psikolojik baskı yapıyorlar öyle kötü bir beş gece yaşadık. Sonra tekrar aldılar sorguya. Bu sefer, bir de hep biliyor musun hiç Olgun ağabeye de demedim, bir duruşumda böyle camın kenarındaydım aslında hep öbür köşedeydim kapının oradan, bir şeyde camın yanındaydım, şöyle camdan baktım köşeden babanı gördüm, babanı getiriyorlar. Şu an bir fotoğraf gibi-- Aslında sorguya hep gece götürüyordular. Olgun ağabeyi görmüştüm öyle. Gene sorguya götürdüler, orada işte bir şey konuşmayınca sandalyeye oturttular, kollarıma arkadan işte kelepçe taktılar, ayaklarıma kelepçe taktılar. Kablolar bağladılar ellerime ve ayaklarıma, elektrik vermeye başladılar. Şimdi korkunç bir ağrı, kemiklerinin hepsi kırılıyor yani öyle bir duydu. Sırf ayağın falan değil, o elektrik bütün vücuduna şey yapıyor. Bağırıyorum ama bir yandan da şey düşünüyorum hep kitapları okumuşuz ya benim sesimi Enver’e dinletiyorlar bunlar diye düşünüyorum, ki öyle olmuş. Öteden de başka bir bağırma sesi geliyor sanki bir inek böğürüyor yani öyle bir ses. İkimize de aynı anda meğer işkence yapıyorlar. Benim çığlıklarımı ona onun o böğürtüsünü de bana dinletiyorlar ama korkunç bir ses yani anlatılacak bir ses değil. Ne oluyor dedim birden, yok bir şey hayvanlar bağırıyor dediler. Ondan sonra ama ağızları da leş gibi, ya o kadar yakın oturuyorlar ki, diz dize oturuyoruz yani, değiyoruz birbirimize, işte burada yatıracağız seni bilmem ne yapacağız, resmen cinsel, sözel taciz yapıyorlar. Ondan sonra Enver’i hadım edeceğiz, çocuğunuz olmayacak, öyle. Bir yandan da öyle işte dediğim gibi gene İstiklal Marşı, dua biliyor musun? Ya duayı soran insanın ağzı leş gibi kokuyor yani ne duası? O götürülüşlerde gene Necmi’nin kız kardeşiyle beraber gitmiştik, onu da falakaya çekmişler canım benim ikimizi el ele tutuşturdular birlikte götürüyorlar şeye. Bu sefer o yürüyemiyor ayaklarından ben de kollarım hareket etmiyor elektriğin etkisiyle. Tuttular kollarımızdan sabah oluyordu hiç unutmuyorum, ışıklar yanıyor Korzul’da. Korzul da ablamın semti bildiğimiz mahalle. Bu sefer öğretmen okuluna değil fabrikanın misafirhanesi vardır Korzul’da, yine kadınlar koğuşu gibi orayı yapmışlar, oraya götürdüler. Yeni ranzaları kuruyorlar, beş gün orada uyumamışız, işte işkenceden çıkmışız ağzımız kuru konuşamıyoruz perişan. O ranzalar yerlerde onların üstünde uyuduğumu hatırlıyorum o haldeyiz yani.

00:32:08 - Enver Karagöz’ün öldüğü haberi

Play segment

Segment Synopsis: Oradayken de işte Enver’in öldüğü haberi geldi. Çok kötü olduk hepimiz bütün kızlar falan. Bir aşçı da yemek getiriyor. Kadınlar koğuşunda ranzalar var ranzalarda kalıyoruz, başka bir odada bir masa var orada yemek yiyoruz. Ona dedim ki sen her yere girip çıkıyorsun bak yemek dağıtıyorsun dedim Enver Karagöz diye birisi var dedim eğer onu görürsen söyler misin nişan yüzüğünü bana göndersin dedim. Tamam dedi, gariban, Ağrı’da terziydi. Halktan birisi bence yani öyle düşünüyor insan davranışından. Saf, temiz birisi. Geldi dedi ki söyledim vermedi. O yüzüğünü versin o zaman demiş. Şimdi inanmıyor ya. Ondan sonra, ben hemen nişan yüzüğümü çıkardım verdim onun üzerine o da vermiş. O nasıl sevindi kızlar, Enver ölmemiş yaşıyor. Sonra işte aradan günler geçiyor her gece birkaç kız işkenceye götürülüyor. Gerçi ben de o zaman 20 yaşında mıyım, 21 yaşındayım, oysa ben de çocuğum ama direniyorum, kapıya çıkıyorum hayır, cunta gelmiş savcılık kararı mı lazım işte, o kadar çocuğum illa savcılık kararı getirin işte eski demokratik şeyler varmış ya, onun üzerine gidiyorum. Vermek istemiyorum falan giden geriye işte perişan geliyor. İşkenceden geçmiş.

00:33:57 - Cezaevi müdürünün tacizi

Play segment

Segment Synopsis: Öyle günler geçerken oranın da, isimlerini hep unuttum, var kitapta. Bizim bölüme bakan askeri komutanlar Hopa’dan genç bir kız geldi. Geldi ama biraz davranışları çok kötü çocuğun yani travma yaşıyor. Sıkıştırdım ne oldu sana, sen iyi değilsin, bir şey mi oldu falan? Meğerse müdür, çok genç çocuk lisede öğrenci, orasını burasını ellemiş, göğsünü falan. Çocuk mahvolmuş. ‘Böyle böyle yaptı’ dedi. O emniyet müdürü de askeriyenin ama hepimize geliyor her gün selamlıyor işte nasılsınız falan diye iyi ayaklarında. Ondan sonra benim böyle migrenim tutmuş yatıyorum birisi geldi dedi ki gene geldi, ben fırladım yerimden. Yemek masasının olduğu yere geliyor oturuyordu. Şey, bir patlama yaşadım orada yani ağzıma geleni söyledim. ‘Buradan çıkarsam karına gideceğim, yaptığın şeyleri anlatacağım, küçücük çocuğu böyle böyle taciz ediyorsun.’ Şey, Hataylıydı kendisi işte ‘sizin kız kardeşinize eşinize böyle bir şey yapılsa ne dersiniz?’ falan. Epey bir, ama adam nasıl küçüldü, böyle şu kadarcık kaldı yani şey de yapmadı, sen kimsin yaparım ederim onu da yapabilirdi biliyorsun o dönemleri ama yapmadı. Küçüldü resmen.
Ondan sonra hep sürüyor böyle.

00:35:54 - Enver Karagöz’ün işkence izleri

Play segment

Segment Synopsis: Galiba 30 gün falan sonraydı Enverleri o işte çok perişan olanları bizim üst kata getirdiler misafirhaneye. Gene orda bekleyen askerlerden birine gittim dedim ki işte 30 gündür eşimi görmüyorum yukarı getirmişler ne olur gece bir beş dakika göreyim. Aslında asker için de çok büyük bir şey yani yapmayacağı bir şey. Tamam dedi gece çıkarsın, gece oldu ben sessizce dört, beş kat merdiven çıktım yukarıya. Yanımdakiler kimlerdi acaba, bir tek Mahmut ağabeyi koridorda gördüm gözü böyle mosmor olmuş çok fenaydı. Enver çıplaktı, üstü, bacakları, yatakta yatıyor. Şaşırdı beni görünce karşısında. Ondan sonra koştum sarıldım. Nasılsın? İyiyim sen nasılsın? O da iyiyim. Hemen sordu konuştun mu? Hayır, sen? Ben de konuşmadım. Yani en önemli şey o an bizim konuşup konuşmamamız. Ama o an gördüklerim hayat boyu gözümden silinmedi. Göğüs etraflarını, onun da göğsüne elektrik vermişler şu kadar şu kadar yanık iziydi. Bana da elektrik vermişlerdi küçük parmaklarımdan ayak baş parmaklarımdan buralarım yanmıştı. Onun düşün yani o kadar vermişler ki bu dizi hep açılmıştı. Ayağının altının kemikleri görünüyordu yani korkunç bir vaziyetteydi. Yüzü gözü perişan. Ondan sonra, oradan çıktım işte aşağıya indim hemen duyulmuş o askeri hem dövmüşler hem atmışlar şeyden, işte cezalandırmışlar duyduk sonra.

00:38:03 - Erzurum Cezaevi’ne transfer

Play segment

Segment Synopsis: İşte Emine ablam bizle kaldıktan kaç gün sonra bilmiyorum, iki üç hafta sonra tahliye edilmişti. O askeri sıkıyönetim komutanına çıkıyor eniştemden haber alamıyoruz öldü mü ne oldu falan diye. Ondan sonra sıkıyönetim komutanı geldi benim de ellerim, aslında ayaklarıma da şey verdiler ama kollarımla hiç yemek falan yiyemiyorum arkadaşlarım yediriyor. Böyle odun gibiyim. Nasılsa koca sıkıyönetim komutanının en büyüğü gelmiş benim de ellerimi cebime sokmuşlar işte şey durmuyor ya böyle. Bana bir bağırdı çağırdı karşında kocaman Artvin’in sıkıyönetim komutanı var da işte ellerin cebinde duruyorsun falan. Elinde de bir kâğıt. Meğerse dışarıda kalanlar yazılama yapmışlar pusulalara küçük küçük bunu kim yazmış olabilir dışarda? İçeriden onları söyleyeceğiz şu yazmıştır, şunun yazsısıdır diye. Aynısını Enverlere de yapmışlar, işte babana da yapmışlardır öğretmensiniz, bilirsiniz kimin yazdığını. Ondan sonra işte Enver yürüyemiyor arkadaşları kaldırıp sırtlanıp, onların hepsi işkencede tuvalete falan, haber gönderdik işte dışarıya şey bastonlar geldi Enver’e. Bir gün de haber geldi on erkek, bir kadın şeye götürülecek Erzurum’a diye. O dönemde de en şey olan isim olarak en sivri yani onların içinde tamam olsa olsa Işılay’dır diye şey bekliyoruz. Ama işte gene bilinmezlik. Erzurum’a götürecekler ama öldürecekler diye bekliyoruz. Hani bir de Hitler dönemini biz çok okumuşuz, İkinci Dünya Savaşı’nı, oraya götürüp hiç yani böyle hapis yatacağız onu bilseler rahatlar belki insanlar, öldürüleceğiz diye bekliyoruz hepimiz. Öleceğiz diye bekliyoruz. Tam bizim işte koğuş diyeyim onun önünde merdivenlerden gördük sağ salim bizimkileri işte, dizdiler biri yürüyemiyor biri bilmem ne yapamıyor. Yine babanı, Olgun ağabeyi, bir sıkıyönetim komutanlarından o biliyordu ismini şişman, bodur, alkolik.

EYLEM DELİKANLI: Ahmet Selek?

IŞILAY KARAGÖZ: Hah Ahmet Selek, o çok hırpalıyor işte onu duyduk işte kızımı komünist yapmaya çalışıyordun diye. Bir de böyle arada ufak tefek şeyler duyuyoruz içeride yoksa görüş falan hiçbir şey yok biliyorsun. O on kişi gitti. Neyse sonradan oradan bir haber geldi gitmişler sağ salim diye ama orada da gene şey bitmemiş bu sefer Erzurum Emniyeti’nin alt katında işkencelere devam etmişler.

00:41:19 - Işılay Karagöz’ün tahliye günü

Play segment

Segment Synopsis: Ben de 45 gün kaldım. Bizim ifadelerimiz Erzurum’a gidiyordu. Erzurum karar veriyordu. Erzurum çıksın diye karar almış Artvin Emniyeti, askeri işte cuntası bırakmıyor. Sabah karar geldi, akşam kararana kadar beni bırakmadılar. Orası çıksın diyor burası çıkmasın diyor. Akşam karanlığında şey geldi o kızları taciz eden, şimdi tahliye oluyorum ya herhalde korkuyor karısına gideceğim dedim ya, ondan sonra Işılay hanım işte böyle çok şey, hanım oldum, işte kendinize iyi bakın bilmem ne beni yolculadı. Çıktım ablam da Korzul’da oturuyor zaten çok yakın. Aile de mahvoldu görüşe geliyorlar şey kaldığımız yere çok arada mesafe var. Camlardan görmeye çalışıyoruz, çok uzun konuşamıyoruz. Hiç böyle görüşme yok çünkü. Sağır dilsiz gibi oradan nasılsın iyiyiz diyoruz. Ne diyeceksin dışarıdakiler perişan. Hiçbir şeyimizi almadan götürdüler düşün 45 gün iç çamaşırım bile yok. Kadınlar adet oluyor bilmem ne tarak yok hiçbir şey yok yani sap gibi evden alınmışız o halimizle gitmişiz. Bodrum buz gibi falan. Onu nasıl yapıyorduk hatırlamıyorum ama haber gönderme şeyimiz vardı herhalde bir şey isteme şansımız ablam benim her şeyim iç çamaşırdan mantoya kadar ayakkabıya hiç eşyam giysim kalmamıştı taşıya taşıya taşıya çünkü kimsenin bir şeysi yok. Şavşat’tan, Ardanuç’tan Hopa’dan, Artvin’den hiç, habire eşya getirdi bize. Giysi yani.

00:43:29 - Tahliye sonrası devam eden polis tacizi

Play segment

Segment Synopsis: Ondan sonra işte 45 gün sonra tahliye oldum. Yukarı çıktım. Sevindik hepimiz ama öyle bir dönem ki Artvin’de Haypet’te, yol kenarındadır annemlerin evi orada kalıyorum annem, Emine ablam, ben. Geceleri elbiseyle yatıyorum çünkü her an tekrar alınma şeyi var. Hızla bir araba sesi gece çünkü sokağa çıkma yasağı var. Gezinen arabalar ya asker ya polis. Hızla bir araba sesini duyuyorum geliyor tam bizim kapının önünde zınk duruyor, duruyor, duruyor bekliyorum ki gelecekler, alacaklar. Gidiyorlar. Her gece bunu yaşattılar bana, her gece elbisem vardı, pazen elbisem vardı, onu dikmiştim. 0nunla yatıyorum ki gelirlerse hani gecelikle falan olmayayım. Kendi evime gidemiyordum. Tek kalmaya da çekiniyordum. Orada annemlerde kaldım derken toplam 12 Eylül’den 6 ay sonra işte Enver’le yazışıyorum işte görüşüne gidiyorum falan. Bir de tam 12 Eylül öncesi bütün öğretmenler hepimiz ben de dahil sürgündeyiz, çok kötü o dönemde. Enver, Müzekkir ağabey, Güner [Yalçın] ağabey, tanırsın sen Ankara’da, üç arkadaş kitapçı dükkânı, adı kitapçı ama gazete bayii çok küçük bir yer yani şu kadarcık bir yerdi günlük gazete gelirdi. Birkaç defter, birkaç kitap öyle yani çok küçük bir yer orayı satın aldık. Orayı işletiyordular Enverler üç arkadaş. Oraya cunta gelir gelmez, cunta el koydu. Ondan sonra ben çıkınca oraya gitmeye başladım, açmaya başladım. Her gün bir sürü polis ve asker geliyor. Gazeteler de böyle hani camın önünde dışarda ya tak tak tak hepsinden alıyorlar dergilerden para vermeden çekip gidiyorlar. İşten çıkıyorum dükkânı kapatıyorum işte eve gideceğim yanıma ille bir polis geliyor. Sana şöyle yapacağız, böyle yapacağız sen konuşmadın seni konuşturacağız. Eve kadar benimle. Ondan sonra defolup gidiyorlar. Böyle işte uzun bir süreç. Müzekkir ağabey çıktı içerden, yenge ile beraber çalışıyorduk. O da rahatsız kalp hastası çok çalışamıyor. O küçük çocuklar babasız, arada geliyorlar hiç unutmuyorum kızı, saçı örgülü, Müzekkir ağabeyin. Güner ağabeyler hemen apar topar haklarını sattılar bize, para yok pul yok iş yok hiçbir şey yok biz gideceğiz Ankara’ya. Ondan sonra gittim, köye gidecektim Güner ağabeyin parasını verdik, Güner ağabey gitti kaldık Müzekkir ağabeylerle, hanımıyla ben. İki kadın işletiyoruz yani. Müzekkir ağabeyin bir yeğeni subay asker bir şeydi o geldi biraz yardım etti falan. Onlar da gideceğiz dediler, onlar da gittiler. Derken Enver’den küçük bir pusula geldi bademcik ameliyatı olacağım hastayım diye.

EYLEM DELİKANLI: Bu hangi sene?

IŞILAY KARAGÖZ: Bu artık gene 80, 12 Eylül’den 6 ay sonra öyle hesaplıyorum.

EYLEM DELİKANLI: 83’ün, şey 81’in baharı falan.

00:47:46 - İkinci gözaltı kararı

Play segment

Segment Synopsis: IŞILAY KARAGÖZ: He, baharı falan. Ben de hasta olduğunu duyunca hemen atladım ama o görüşlere gidişlerimiz, annen de yazmış bir otelde kalıyoruz sabahın köründe gidip otobüse biniyoruz, sokağa çıkmaya yasağı var falan ama hep de gidiyoruz yani, mücadeleye devam. Anneler, düşüyoruz yola, benim gibi eşler. Otelde kalıyoruz ertesi gün görüşe gidiyoruz. Görüşte de şimdi bazı filmlerde yapıyorlar çok kalın kalın duvarların arasında çok kalın camlar, çift cam ortada böyle bir metre aralık, karşıda onlar, Enver mesela telefonla konuşuyor ben de burada telefonla sesimizi duyuyoruz ama yüzde yüz de biliyoruz o telefon dinleniyor, ki öyle, şeye alınıyor, kayda alınıyor. Ancak nasılsın iyi misin o kadar yani. İki, üç dakika. Erzurum’un soğuğu, kar buz donuyoruz yani ayaz. Görüş de iki, üç dakika. Ondan sonra o dükkân, ha not gelince ben hemen ertesi gün kalktım, şeyde Korzul’da ablamın evi var otobüse de haber verdim beni oradan alır mısınız diye, çünkü Haypet’ten otobüse gitmem de sorun çok erken giderdi otobüsler, kalktım ablama gittim. Bazen şans diye bir şey var işte. O gece Artvin’de kalan son devrimcileri de topluyorlar. Hani 12 Eylül’de ilk biz girdik ya, son kalanları da topluyorlar. Dayımın oğlunu alıyorlar. O gece ben Korzul’a gittim ablamın evine. Annem evde. Gece asker tekrar basıyor. Üst katta dayımın oğlu şimdi Ankara’da avukat oldu Suat, onu alıyor, ondan sonra beni soruyor annem de diyor Erzurum’a gitti. Allahtan yani annemin demesi, dese ki işte Korzul’da yarın Erzurum’a gidecek, hemen gelip alacaklar. Ben de hiçbir şeyden haberim yok. Sabahleyin eskiden telefon da yok ya nasıl haber versin gece yarısı? Benim de haberim yok, güzel otobüse bindim Erzurum’da otele gittim. Otele gidince ablamda telefon vardı, telefon açtım abla geldim diye. Dedi ki akşam son kalanları da almışlar, seni almaya gitmişler, sen yoksun diye bulamamışlar sakın buraya gelme, ne yaparsan yap. Allahım ben, yol yok, iz yok, adres yok. Otelde kaç gün kalacaksın, aranıyorum.

00:50:44 - Kaçaklık günleri, Enver Karagöz’ü hastanede ziyaret

Play segment

Segment Synopsis: Gene o zamanın cesareti yani korkunç bir şey, şimdi anlatıyorum bazen bu hikayeleri de şaşırıyorlar. Gene Enver kafamda, Enver hasta Enver’i göreceğim. Kalktım hapishaneye gittim. Halbuki nereye gidiyorsun hapishaneye? Seni almaya gelmişler sen hapishanede Enver’i arıyorsun. Gittim, dediler baygınlık geçirdi hastaneye kaldırıldı. Allah allah bademcik, baygınlık. Hangi hastane? Mareşal Askeri Hastanesi. Oraya gittim, neyse işte filan odada, küçük mazgal delikli oluyor ya orada, açtılar ondan sonra kocaman ur çıkmış yani. Bu ne hal? Bademcik işine benzemiyor yani. ‘Yok’ dedi ‘önemli bir şey değil, bademcik’. ‘Sen niye geldin?’ falan. ‘Dedim’ geldim ‘ama şimdi arkamdan polis gelmiş beni almak istemişler, şimdi ne yapacağımı da bilemiyorum.’ Yanında işte hastaneye giderken ona para vermişler hapishanede de komün halinde yaşıyorlar ya, para bile yok yani Erzurum’a gidip geri döneceğim o şekilde gitmiştim. Kendindeki parayı verdi. Git dedi nereye gidersen git eğer bir daha yakalanırsan dedi yakarım buraları ona göre dedi. Beni de şey yapıyor böyle. Nereye gideyim ben şimdi? Ankara’ya gideyim bari dedim. Yanımda da gene bizim devrimci arkadaşlarımızdan Meryem diye biri var o da gelmiş görüşe. Üstümde mantom bile yok yani öyle. Gittik. Meryem diyor ‘yok Artvin’e dönelim.’ Diyorum işkenceyi görmüşüz, görmesek belki saftirik saftirik hani Artvin’e dön de işkencenin ne olduğunu bilince biraz sıkıyor yani nereye gidiyorsun? Yok dedim kesinlikle alacaklar şimdi niye gidelim? Neyse zorla onu ikna ettim kalktık birlikte otobüse bindik Ankara’ya gittik. Ankara’da garda sarıldık birbirimize artık herkes kendi yolunu çizecek, iki kişinin bir yere sığınması daha zor. Bir de gerçekten elimizde ne adres var, ne, hiçbir şey yok yani. Bir de o dönem biliyorsun kimse kimseye selam vermiyor, gözetimle çıkmışız, annen de yazmış, kendi arkadaşlarımız bile mesela ‘merhaba’ demiyor caddede, biz de alınırız korkusuyla. Ondan sonra, Enver’in bir ağabeyi vardı, öz ağabey değil de işte Şavşatlı, Danıştay’da hakimdi, baya şey biri yani böyle, üst düzey birisi. Gittim Danıştay’a, ismini o zaman hatırlıyorum, bak şimdi hatırlamıyorum, adresini buldum gittim onlara, aman allahım bir lüks ev, karı koca sizli bizli konuşuyor. Dedim aman allahım ben burada bir gün bile kalamam, nereye geldim ben? Sonradan onunla Enver, ben bir görüştük yıllar sonra. ‘Ben’ dedi ‘anladım’ dedi ‘senin kaçak olduğunu ama’ dedi ‘o kadının yanında ben seni şey yapamazdım’ dedi yani karısına güvenemediğini anlattı. Oradan geri bu sefer Enver’in bir müfettiş, daha doğrusu hala kızı, kocası müfettişti Milli Eğitim’de. Milli Eğitim’e gittim onların adresini, Allahtan veriyorlardı adresi işte akrabasıyım deyince. Onlarda epey kaldım, hiç de bir şey demediler sağ olsunlar. Ama onlar da artık sonra sıkışmaya başladılar. Ankara’da tabii geldi kalıyor, kimdir, niye bu kadar kalıyor, kocası yok mu, kimsesi yok mu? Bir gün mecburen oradan ayrıldım. Müfide ablamın görümcesi var Sevinç ablam tanırsın, sen tanımazsın da annenler çok iyi tanır. Bu sefer kalktım onlara gittim. Onlarda birazcık kalırken Müfide ablam çıktı geldi. Müfide ablamlar da Ankara Dikmen’de kalıyorlar, lise öğretmeni Müfide ablam lisede, Cihat ağabey de çalışıyor ama 12 Eylül’de kaçmışlar onlar İstanbul’a. Tesadüfen ablam Ankara’ya geliyor görümcesine. Artık orada kavuştuk, nasıl sarmaş dolaş ağlaştık. Bana seni de götüreceğim dedi, şeye, İstanbul’a.

00:55:59 - Enver Karagöz’e kanser teşhisi

Play segment

Segment Synopsis: Ablam gelene kadar da Enver meğer işte kanser. Kanser olduğunu duyunca işte kaynıma haber gönderdik falan gitti baya uğraştı, en büyük kaynım dışarıda. En küçük de içerde, hapiste. Biz ailecek böyle sülale işi içerde. Uğraşıyor falan sonra Gülhane’ye göndertiyor Ankara’ya. Haber geldi ki Enver Gülhane Hastanesi’nde. Ben kalktım Gülhane Hastanesi’ne gittim. Elimde de tesadüfen aslında ben personel işlerine falan bakıyorum dairede herkesin dosyası benim şeyimde. Kimlik kartımız olurdu, sağlık kartı, defter, hala duruyor. Orada kendimi Karagöz’e çevirmemişim. Aslında defteri yenilemem lazım, yeni isim, mühür Kaya’yı Karagöz yapmam lazım yapmamışım, çantamda ama duruyor hala. O orada işime yaradı. O kimlikle tam hastaneye girdim Kaya’yı görünce asker dedi ki işte onkoloji bölümü falan böyle yalan da uyduruyorum. A dedi falan doktorun dedi bir şeyi misiniz? Evet, dedim. İşte ağabeyim attım öyle, Kaya’dan tutturduk. Şimdi anladım ki onkolojide bir Kaya doktor var. Neyse sonra o Gülhane’nin en üst katında, normalde askeri şeyler hapishanelere verip zeminde olur Gülhane’de de en üst kattaydı. Gittim oraya, oradaki askeriye bir kişi bekliyor. Rica ettim işte görebilir miyim diye. Bazıları işte iyiye çatıyorsun yani, şeyi açtı kapıyı, hemen orada kapının önünde ama Enver, Enver değil. Korkunç yani. Tam o Hitler dönemi filmlerindeki o çizgili pijamalar, üstteki başka çizgili alttaki başka çizgili çok zayıf saçları sıfıra vurmuşlar, kocaman tümör, konuştuğu hiçbir şey anlaşılmıyor, sesini kaybetmiş. Gene bir şey yok bir şey yok bademcik, beni teselli etti. Çıktım. Ertesi gün artık iki üç gün sonra mı hatırlamıyorum bir daha gittim. Dediler şeye götürülüyor işte onkoloji bölümüne. Onkoloji de eskiden kanser yoktu ki bu kadar ne olduğunu bile bilmiyorum. Şimdi her şeyin bileni olduk, onkoloji monkoloji. Nerede, işte şu tarafa gideceksin. Bir indim baktım iki askerin arasında ayağında terlik o çizgili Hitler döneminin tutukluları götürüyorlar Enver’i, düştüm arkalarına onlar nereye giderlerse ben de. Onkoloji yazıyor. Girdik içeriye. Yanına böyle oturdum, askerlerin ortasında o da. Enver içeriye götürülünce ben de arkalarından girdim. O memurluğun verdiği bir şey var hani alışmışız ya her yere rahat, sosyal da insanlarız çekinmedim şey yapmadan. Ondan sonra, doktor da işte onlar biliyorsun rütbeli doktor. Hiç sen niye giriyorsun kimsin falan da şey yapmadı. Ondan sonra, dosyasını getirin dedi şeyden, iyi ben de hemşire gibi tamam, gittim. İşte Enver Karagöz’ün dosyasını verir misiniz? Verdiler. Gene o memur alışkanlığıyla dosyayı bir açtım, kanser. Nasıl oldum biliyor musun? O zaman kanser demek yüzde yüz ölüm demek yani. Ya hem ağlıyorum hem işte içeri gireceğim göstermemem lazım, çaktırmamam lazım. Dosyayı verdim onlara. Doktor anladı benim anladığımı. Çok hoş bir insandı, keşke bir daha, isim falan bir şey yok. Yılarca da buralarda kaldık ya, bulamadım yani, bakamadım. Üzülmeyin dedi, ben onu ışınlayacağım, yeniden sapasağlam yapacağım, ışınla da Artvin’e göndereceğim dedi, moral verdi. Belki o da iyi bir insandı, solcu bir insandı bilmiyorum, demokrat. Çıktım ama nasıl ağlıyorum. Orada da bir sürü kanserli insanlar ışın terapisi bekliyor. Bir de anladılar onun kocası olduğunu, karısı olduğumu. İnsanlar çok bilinçsiz, bilgisiz, ben de işte çok gencim 23 mü, 58’liyim, işte 22, 23 yaşındayım. Tüh tüh tüh, genç yaşta dul kalacak, işte öbürü diyor ki tüh ne de güzelmiş, öbürü bilmem ne, böyle nasıl ağlıyorum ben de. Yanımda da bir amca oturuyor. Ne oldu dedi? Dedim işte gırtlak kanseri olmuş falan. Üzülme dedi, ben de oldum bak yaşıyorum dedi. Üzülme sen dedi iyileşecek o dedi. Ay o amcanın o şeyini hiç bak ömür, kırk sene geçti hala unutmuyorum. O bana böyle bir moral geldi orada. Derken Enver’e işte bir iki ışın tedavisini yapıp ışın terapisi, yeniden Erzurum’a gönderdiler. Ben de Müfide ablamla beraber, İstanbul’a döndüm. Orada işte Cihat ağabeyin ablası çok şeyin Gülhane Hastanesi’nin tam müdürüne çıkıyor diyor işte bu iyi bir insandır bana tanıdık çıkıyorlar güzel bakın, güzel ilgilenin diye. Sahiden sonra buraya gelince buradaki doktorlar yapılan tedaviyi çok iyi buldular, doğru buldular, sadece ışın terapisi yapılırken dişleri korumak için bir şey koymaları, hani film çekilirken bir şey konur ya, o konmadığı için bütün dişleri Enver amcanın döküldü. Böyle pirinç gibi dökülürdü. Yani dibinden değil de böyle pirinç gibi şey oldu. Öyle acılı günler yaşadık. Ondan sonra haber geldi kanserli o haliyle Erzurum’da yaşam koşulları iyi değil diye açlık grevine girmişler. Enver de sen 40 kiloluk halinle git açlık grevine gir. Arkadaşlarımı açlık grevindeyken ben onları yalnız bırakamam diye. Bunları bana tabii sonradan diyorlar üzülmeyim diye, gizliyorlar. Ondan sonra o kış kıyamette bir atların barındırıldığı, askeriyenin bir ahır gibi yeri hapishaneye çevirmişlerdi, orada kalıyordu. O soğukta bütün battaniyeleri falan ortaya kıyafetleri döküp yakıyorlar. Bunlar böyle şey gibi kalıyor. Bunları biliyorsundur sen diğer şeylerden. Ben sadece uzaktan duyuyorum bir de kendi kendime bir çare buldum. Enver’in teyzesi, güya yaşlı bir teyze gibi Enver’e mektup yazıyorum. Enver de bana teyze gibi yazıyor, canım teyzeciğim, işte ben canım oğlum öyle mektuplaşıyoruz. Başka bir adrese mektuplar gidiyor. Bir de arada işte Basri ağabeyi biliyorsun, Türkiye’ye gittiğinde böyle küçük küçük notlar yazıp şöyle iyice de kıvırıp bu şekilde incecik kâğıda Enver’den bana mektup geliyor işte orada da eşi gibi yazıyoruz birbirimize.

01:04:22 - Enver Karagöz’ün tahliye günü

Play segment

Segment Synopsis: İşte dört yılı geçmişti, tahliye kararı geldi. Ondan sonra ama tahliye olduğunu Hürriyet Gazetesi’nden okuduk. Büyük bir puntoyla yazmışlar. Artvin’in bir numaralı sanığı, idamdan yargılanan Enver Karagöz serbest bırakıldı yani ihbar eder gibi böyle. Enver tahliye edildiğini duyduk ama nereden ulaşacağız edilmiş, meğerse onu da tam tahliye ederken iyice saçını sıfıra vurmuşlar, böyle boyalı şey gibi göze çarpsın hani içerden çıktığı diye, zorla. Nereye gitse hemen ilgi çekiyor. O da işte önce kardeşlerine gitmiş falan dolaylı böyle bir ay sonra falan, iki ay mı şimdi onları hatırlamıyorum, bir şekilde geldi İstanbul’a buluştuk ama içeri girdi, Enver o Enver değil. Bambaşka bir insan yani öyle kötü bir duygu ki, o çok sevdiğin, özlediğin, gözündeki, yüzündeki, hani yüz de insanın şeyi yani bir başkası geldi yani o değil. Çok kötü olduk. Sesi çıkmıyor. Enver sesiyle, konuşmasıyla, hitabeti çok güçlü, çok güzel şiirler okuyor, öyküler okuyor, geldi hiç ses yok. Kısık bir ses. Yüz hiç kalmamış, avuç içi yüz. Geldi o haliyle biz hastanelere gitme şansımız yok. Kanser hastası sürekli kontrole gitmesi lazım. Ben aranıyorum, iki kişi birden ablamda kalmamızın şansımız yok. Ablamla çok benzememize rağmen onlar da kaçak aranıyor çünkü. Bir sütçü kız gelirdi her geldiğinde siz birbirinize benzemiyorsunuz bacı değilsiniz. Bacı iken bunları yaşattı. Bir yerden bir şey patlıyor hadi taşınıyoruz başka bir semte. Koray bebek, Cihat ağabey iki, üç kimlikle çalışıyor, para getiriyor. Duyuyor falan kişinin ekonomisi iyi değilmiş. Çıkarıyor ona para veriyor biz işte bir hafta boyunca sadece patates kızartması yiyoruz ki öbür haftayı geçirebilelim. Ekonomik koşullar da kötü. Bir tane pantolonu var geçen gittiğimde diyorum gri, gece yukarıda ablam ertesi gün ütülerdi artık bu oturduğu yer elek gibi olmuştu. O koşullarda yaşıyoruz yani kaçağız. Hepimizin çalışması riziko, çalışamıyoruz. Öyle yıllar geçti işte. Enver gelince artık dediler yurt dışından işte Basri ağabeyler, Cihat ağabeyler aracı oldu. Buradan Ali dayılarla işte haberleşmişler meşhur balet bizim Aydın pasaportumuzu yapıyor. Öyle çıktık geldik.

01:07:50 - Dava dosyası

Play segment

Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Burada şeyi sorayım. Hangi davadan yargılanıyor, hangi maddeden, ceza aldı mı? Mahkemeye çıktı mı? Onları da söyler misin bu şeyi kapatmadan?

IŞILAY KARAGÖZ: 141/142’ den idamdan yargılandı. Bir numaralı sanığı. Tahliyesinden hemen sonra tekrar tutuklama emri çıktı. Ben de kırmızı bültenle arandım. Yıllarca gidemedik. Ben 10 yıl, o 20 yıl dönemedi Türkiye’ye. Ondan sonra zaman aşımından serbest bırakıldı.

EYLEM DELİKANLI: Ama bu ceza kesinleşti mi mahkeme sonucunda?

IŞILAY KARAGÖZ: Yok.

EYLEM DELİKANLI: Kesinleşmeden tahliye olmuştu zaten.

IŞILAY KARAGÖZ: Olmuştu, o dava zaten çok uzun sürdü biliyorsun. Sonra da zaman açımından gidebildi. Ben de o da.