https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment16
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: İstanbul’da 79 tabii oldukça hareketli. 80’e geldiğimizde de 2 Şubat 80’de TDKP kuruluyor. Siz bu kuruluş sürecini anlatır mısınız hızlıca?
MUSTAFA YALÇINER: Özetle anlatayım çünkü artık daha böyle bir sıkıntılı yerlere geliyoruz denebilir. Çıktıktan sonra ilk önce biraz ortalıkta dolaştık, işte birtakım toplantılara katıldık. Yasal örgütlenmeler vardı. İşte gençlik örgütlenmeleri vardı çeşitli, memur ve işçi sendikaları falan, şimdi buna benzer yerlere gittik yani ne olup bittiğini anlamak için. Gerçi Niğde’de yatarken az çok dışarıdaymışız gibi yatıyorduk, çok gazete vesaire işte televizyon, arkadaşlar gelip, yani bilgi eksikliğimiz yok denebilirdi ama kendi gözümle bir şeyleri görmek de başka tabii. Böyle bir zaman geçirdikten sonra yeraltına çekildik. Yani artık nerede kaldığımız, ne yaptığımız falan devlet tarafından bilinmez oldu. O dönem öyle geçti. Bu dönem, dediğiniz gibi 80 başında zaten önceden 78 Ekim’inde konferansını toplayıp adına Türkiye Devrimci Komünist Partisi İnşa Örgütü’ne değiştirmiş olan THKO’nun konferansı yapılmıştı. O süreç benzer yaklaşımlara sahip çeşitli örgütlenmelerin, işte acaba birleşebilir miyiz, edebilir miyiz diye görüşmeleriyle geçti. Bu çok yani olmadı. Gerçekleşen bir şey olmadı ve herkesin o eskiden dediğim hani fraksiyonel örgütlenmeler diye söylemiştim, onun kalıntıları, hatta kalıntıları bile demek belki zordur. Kendisi devam edegeliyordu ve buradan gelen takıntılar vardı. İşte kimisi şu kişiyi ve görüşlerini geçmişteki, onları abartırdı. Kimisi işte kendince önemli gördüğü şey üzerinde ısrar ederdi ama bir türlü böyle bir işçi sınıfı partisinin kurulması yani o perspektife gelinmesi epey bir zor oldu. Yani lafta bunlar söyleniyordu tabii. İşte herkes işçi partisi, bir proletarya partisi kurmak diye söz ediyordu ama bu lafın ötesinde bir şeydir. Kuracaksanız o zaman bunu yine üç beş tane aydın kuramaz. Yani birtakım gruplarla, grupların ilişkileriyle, yakınlıklarıyla ya da birlikleriyle kuramazsınız. İşçi hareketinin içinden kurmanız gerekir. Başka türlü olmaz, başka türlü işçinin olmaz çünkü. Burada sıkıntılar vardı. Bir de yani biz geçmişten gelirken örgüt olarak gelmiştik. Yani bizde öyle bölünmeler falan, sonradan bir bölünme biz de yaşamadık değil ama daha çok bize katılmalar olarak, birleşerek geliyorduk. Ama asıl belkemiği THKO kendisini korudu yani o böyle parçalandığı, birtakım grupların çıktığı falan böyle olmadı yani. Biz ana omurgasının üzerinden yürüyerek geldik. Ama işte o birleşelim dediğimiz başka gruplaşmalar hep diğer belli başlı iki THKP-C ve TKP-ML onun içinden ayrılmış gruplar halindeydi. Nispeten hem küçüklerdi ve hem de o grupçu şeylerle, diğer gruplarla olan ilişkilerinde işte avantaj - dezavantaj değerlendirmesi yaparak onları korumaya çalışıyorlardı. İşte mesela Mahir Çayan yazmış çizmiş çeşitli şeyleri, o cenahtan gelen grup açısından önemliydi, onu kolay değildir reddetmek. Çünkü diğer gruplarıyla olan şeyde altta kalacaklardı filan gibi, böyle yaklaşımlar. TKP-ML yani Kaypakkaya’ı savunanlar açısından da böyle bir şey geçerliydi. Bir türlü Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu, yani son derece genç devrimciyken ortaya konmuş görüşlerdi bunlar ve birçoğunun değiştirilmesi gerekiyordu, burada zorlanmalar oluyordu hep. Kolay değildi yani, kolay bir süreç değildi ve çok başarılı olmadı. Ama daha çok diğer başka gruplardan bize doğru katılmalarla biz genişleyerek geldik parti kuruluşuna. İzmir’de bir kongre düzenlendi. Yine bir yeraltı kongresiydi, gizli bir kongreydi. Orada TDKP’nin [Türkiye Devrimci Komünist Partisi] kuruluşu ilan edildi. Tam İzmir’deki bu TARİŞ vesaire grevlerine göre, grev de değil hatta fabrika işgallerine denk gelen bir dönemdeydi ve o dönem epey devrimin o hızlı aktığı bir dönemdi ve aynı zamanda karşıtının da hızla geliştiği bir dönemdi. Nitekim kısa süre içinde 80 Şubat’ı, sonra Eylül’e gidiliyor ve darbeye doğru gidilen dönemdi aynı zamanda ve o demin de bir kısaca değindiğim işte devrimle karşı devrimin sivil milis örgütlenmeler arasındaki çatışmayı devlet örgütlenmesinin ve onun generallerinin iyi değerlendirdiği, buradan işte kardeş kavgasını ben önleyeceğim, kardeş kanının akmasını önleyeceğim diye kendini nispeten geniş kesimlere tam kabul ettirmese böyle bile işte nispeten az çok kabul ettirebildiği bir dönem olarak geçti. Kolay bir dönem değildi, zor bir dönemdi. Biz sonra şeyi bıraktık, yani o nispeten yakın olan gruplarla birleşme falan gibi şeyler daha çok diğer akımların ana gruplarıyla ittifaklar kurarak ilerlemek gibi bir yoldan yürüdük. O zamanki adları DEV-YOL’du örneğin, Devrimci Yol, ama onlar çok bizimki gibi böyle gizli örgütlenmeleri pek yoktu. Daha çok böyle gençlik örgütlenmesi gibi, vardı kuşkusuz birtakım dayanakları ama şimdi buradan çok ayrıntıya girmemeyeyim, yani birtakım zorluklar vardı, mesela parti olarak birleşmek ya da tek bir parti olarak örgütlenmenin mümkün olmadığı bir yapılanmaydı ikisi ama o ittifaka önem veriyorduk ve örneğin bunu 80 1 Mayıs’ında gerçekleştirdik. 80 1 Mayıs’ında Türkiye’de birkaç milyon kişi bu ittifak tarafından ayağa kaldırıldı ve çoğu ilde, yani sadece iller de değil, ilçelerinde çok yaygın 1 Mayıs’lar yapılabildi. Bunların bir kısmı da bayağı bir dayatarak yapılan 1 Mayıs’lardı yani, yasaklanmış ama yasağa rağmen yapılan 1 Mayıs’lardı. Ciddi bir ittifaktı bu ama kısa sürede de şeyine gelindi, yani darbeyle yüzleşildi ve sonra koşullar tamamen değişti. Bizim cenah darbeye epey bir direnebildi. Eylül’deydi, biz Nisan ortasına, Mayıs’a kadar üstelik o zamana kadar çıkardığımız yasal yayınların ötesinde gizli yayınlara dönerek ve bunda çok geniş olarak dağıtarak da şeyi sürdürebildik, varlığımızı sürdürdük. Ama hep sağdan soldan aldığımız darbeler de fazlalaşmaya başladı. İşte yani bizim de ömrümüz vefa etmedi, baya büyük bir merkezi darbe yedik. Ama işte bu darbeler artık bir deneyim sahibi olduğumuzdan belki de hiçbir zaman bir kökünü kazımayla sonuçlanmıyor.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment581
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Siz ne zaman gözaltına alındınız?
MUSTAFA YALÇINER: Nisan’ıydı 81’in.
EYLEM DELİKANLI: Nerede gözaltına alındınız?
MUSTAFA YALÇINER: Arkadaşın evinde.
EYLEM DELİKANLI: Nereye götürüldünüz?
MUSTAFA YALÇINER: Şeye, ikinci şubeye. Gayrettepe değil Sansaryan [Sanasaryan] diye geçen yere götürüldük. Sonra oradan şeye taşıdılar, Mecidiyeköy’deki yere taşıdılar.
EYLEM DELİKANLI: Gayrettepe’ye.
MUSTAFA YALÇINER: Gayrettepe’ye.
EYLEM DELİKANLI: Size Sansaryan Han’da kimler sorgudaydı hatırlıyor musunuz? Ya da gördünüz mü herhangi birini? İsmini bildiğiniz bir sorgucunuz var mı?
MUSTAFA YALÇINER: Tip olarak var ama öyle isimlerini bilmiyorum. Yani öyle yanımızda bizim gözbağlarımızı açmazlardı. Ona baya riayet ediyorlardı çünkü onların da çekinmesi gereken bir durum vardı. İşte yani birtakım darbeler vurmuş olsalar bile hala silahlı bir muhalefet var dışarıda ve epey onların da zorluklarla karşılaştıkları oluyordu. Dolayısıyla tam-- bir defa bir belki de boş bulundular, gördüm, o MİT’tendi. Şöyle, benzetmiştim o zaman, Deniz Baykal’a benziyordu ve epey mavi gözlü birisiydi yani görsem daha yakın zamanlarda tanırdım hatta ama bir daha görmedim tabii onu. Ama MİT’ten olduğu kesindi yani polislerin üstündeydi. Doğrudan işkencelere katılıyorlardı. Öyle bir herhangi bir sakındıkları, çekindikleri bir şey de olmuyordu.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment706
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Ne tür işkenceler yaptılar?
MUSTAFA YALÇINER: Valla yani çok yapmadıkları şey yoktu. Sonra böyle giderek geliştirdiler. Böyle cinsel işkencelere varan da şeyler yaptılar özellikle kadınlara, erkeklere de yapıyorlardı. O tür şey yapmadılar ama onun dışında işte falaka, askı, elektrik, şöyle tekerlekle lastik araba tekerleklerinin içine sokup yuvarlama orada dövme falan. Kaba dayak, bunları yaptılar.
EYLEM DELİKANLI: Kaç gün kaldınız ikinci şubede?
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi onu tam hatırlayamam ama yani çok uzun olmayan bir sürede birinci şubeye götürüldük. Orayı boşaltıyorlardı. Belki yeni gelenlerde bir geçiş yeri olarak kullanıyorlardı onu çok bilemiyorum. Ama yani bir ay kalmamışızdır herhalde orada. Toplam olarak 118 gün, 119 gün kaldım. 90 gündü sınır ama o sınırı da dinleyen filan yoktu öyle. Yani epey yoğun bir işkenceden geçtik.
EYLEM DELİKANLI: Bu bir önceki hapishane tecrübenizden çok daha bambaşka bir tecrübe değil mi? Karşılaştırdığınızda nasıl bir manzarayla karşılaşıyorsunuz?
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi ben ilk, hapishane değil ama değil mi şubeyi soruyorsunuz?
EYLEM DELİKANLI: Evet.
MUSTAFA YALÇINER: Şimdi ben ilk seferde işkence görmedim. Yani görecek halim yoktu. Arkadaşlarım gördü. Ama ben daha ufak bir şeyde ölecek durumdaydım ve yani onu yapmadılar. 12 Eylül’de böyle yaptıkları da vardı, yani ölecek durumda yani birazcık daha devam ettiklerinde ölecekleri yani dinlemediler, işkencede ölen epey arkadaş oldu. Birini ben şubedeyken biliyorum, oldu. Ama 12 Mart’ta henüz böyle değildi. 71’de böyle değildi. Orada ben işkence görmedim yani dolayısıyla kıyaslama yapma şansım yok, ama yani mesela orada demin demiştim bizim davadan yargılanan ama aslında bizim örgütten olmayan birisi İstanbul’da görüp gelmiş bizim davaya getirildi, hiç ayaklarına falan basamıyordu, ayakta duramıyordu ve ayaklarının altı tümüyle gitmişti ve uzun süre basamadı. Yani onu böyle hesapsız kitapsızca falakadan geçirmişler. Yani çekindikleri bir şey olmadığını gösteriyordu ve iki kardeş Faik Türün ve öbürü neydi bunun bir kardeşi vardı bir Türün daha, o da Ankara’daydı. İkisi iyi paylaşmışlardı yani bir iş bölümleri vardı ve gerçekten ikisi de iyi işkenceciydi. Bunlar işkenceye de delip doğrudan katılıyorlardı, izliyorlardı. Orgeneral birisi, Sıkıyönetim Komutanı. Öbürü biraz daha alt rütbedeydi ama, Tevfik Türün o da. Bunlar katılıyorlardı. 12 Eylül’de tam o demin tipini verdiğimin dışında sıradan polislerden, ama tabii ne kadar sıradan olacak, çok işkenceciler sıradan polis olmuyorlar. Onlar özel eğitimden geçmiş oluyorlar. Ya da belki işkence yaparak eğitiliyorlar. Onlardan gördüğüm oldu ama doğrusunu isterseniz hani bir daha çok görebilirim filan diye nakşetmedim beynime yani çok hatırlamıyorum tiplerini şimdi. Zaten isim katiyen geçmiyordu. Kendilerini başka türlü, işte ‘Ağam, paşam’ yani birtakım lakaplarla hitap ediyorlardı. İsim söyleseler bile o isim gerçek isimler olma ihtimali sıfırdır. Ama o demin söylediğim kişiyi çok net hatırlıyorum. Şimdi o da ya ölmüştür ya tipi değişmiştir. Çünkü bizden büyükçeydi yani bir en az on yaş büyüktü o zaman. Şimdi ya seksenlerini sürüyordur ya da ölmüştür.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment983
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Sizi 118 günün sonunda nereye götürdüler?
MUSTAFA YALÇINER: O zaman yine bizle yakalanan diğer arkadaşlarla birlikte Selimiye’ye getirildik. Birkaç gün orada geçti. Orada da epey bir işkence gördük. Onu da anlatmam gerekir herhalde. Selimiye’yi diğer askeri cezaevlerine dağıtım öncesi bir ehlîleştirme mekânı olarak kullandıklarını anladık sonra. Orada ilk bir gece geldik işte adın, soyadın bilmem ne filan onları hep sorduktan sonra koğuşlara verdiler bizi. Sabah oldu çıktık, ya daha doğrusu çıkmadık, çıkarıldık, havalandırmaya çıkarıldık. Dedik işte biraz hava alacağız meğer eğitim zorunluluğu varmış, askeri eğitim. İşte herkes sıraya geçti, bir iki hazır ol rahat falan yürüttüler. Biz beş arkadaştık yanılmıyorsam yapmadık, reddettik. Sonra epey bir aldılar bizi, durdurdular şeyi eğitimi. Selimiye’nin o alt koğuşlarının olduğu koridora getirdiler ve o koridorda gerçekten ne kadar sürdüğünü hiç hatırlamadım ama epey bir zaman aldığını bildiğim bir manga ya da iki manga onu da kaybettik sonra şeyi, bu askerlerin saldırısına maruz kaldık ve nereden geldiği hiç önemsenmeden böyle giriştiler. Yani kendimizi koruma imkânı da yok. Yani ben biraz o açılardan eğitimliyim ama yani zaten ilk birkaç darbe alınca kendinizi koruyabilme şeyinden çıkıyorsunuz. Sonra bir daha bizi geri götürdüler o eğitim yerine. Yine işte bir iki hazır ol rahat falan işte var. Bu sefer biz iki kişi kaldık. Diğerleri o üç kişi daha uydular şeye. Bizi bir daha getirdiler. Yine bir giriştiler. Biraz daha uzun sürmüş olmalı. Düştük kaldık. Kalkamaz hale geldik. Bizi alıp bir hücreye, o koridora bakan bir hücreye koydular. Yanımdaki arkadaş bir süre sonra düştü. Ama ben ilk önce onu gördüm yani gerçekten hiçbir yerinde normal bir et rengi kalmamıştı, simsiyahtı. Mor da değil, simsiyahtı. Ya dedim “Kardeş ne olmuşsun öyle?” “Sen kendine bak” dedi meğer ben de öyle olmuşum ama ayna filan yok görmüyoruz. Sonra baktım hep şeyler öyle, eller meller her taraf, yani görebildiğim yerler. Ama o, orada bir yere düştü. Neyse çağırdık şey geldi. Sonra epey bir süre onunla şey yaptık, askeri hastaneye, Haydarpaşa’ya kaldırmışlar. Epey bir sonra karşılaştık tekrar Metris Cezaevi’nde. Yani oradan ayrılmış olduk. Yani herhalde kafasında falan kötü bir yere darbe aldı ki öyle bir şeyi geçti. İlginç bir şeydir, o meydan dayağını şeyde yemişiz, hücrelerin önünde yemişiz, o sonra bizi koydukları hücreler. Meğer hücrelerden birinde de şu meşhur faşist katil var Cengiz Ayhan, o kalıyormuş. O, işte bizi attıkları hücreden, o diğer arkadaşı hastaneye götürülmelerinden sonra, ilginçtir bunu anlatayım belki birileri güler. Önce bir çavuş asker, o geldi. Amca dedi hiç merak etme. Şimdi bir de biz güvenilir adam olduk ya oradaki hani dayak yiyorsun ama hiç bana mısın demiyorsun. Dedi hiç merak etme dedi biz de aynısını faşistlere yapıyoruz. Meğer devrimciymişler onlar. Yani hala orada, Selimiye Kışlası’nda hem devrimci askerler hem de faşist askerler var. Faşistleri devrimciler dövüyor, devrimcileri faşistler dövüyor. Onu böyle normalleştirmişler. Ya dedim “Git Allah aşkına böyle iş olur mu? Devlet yani bu, yapmayın böyle bir şey” falan. Muhtemelen bizim gruplardan birinden devrimci askerler yani bunlar. Bir süre sonra başka bir asker böyle bir şey getirdi bana, bir yemek tabak içinde pişmiş bir kocaman bir şey, tavuk, işte ekmek bir şeyler, kuru kayısı mayısı bir şeyler böyle. İşte ağabey dedi bunu yandan gönderdiler ye ki kendine gelesin, dedim kim gönderdi, dedi Cengiz Ayan gönderdi. Şimdi iş hani delikanlılık diye, sizin soyadınızdaki gibi, delikanlı delikanlıyı şey yaparmış ya böyle, dedim al götür bunu geriye ya, almadım şeyini. İlginç olan bir de böyle bir şey yani. Meğer o izlemiş bizi dayak yerken oradan demiş ya tamam bunlara bir şey yapayım diye, bir destek olayım yani. Böyle ilginç.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment1321
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Sonra Metris’e geçtiniz ve Metris’te ne kadar kaldınız?
MUSTAFA YALÇINER: Metris’te epey kaldık. Bir arada bir Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi’ne naklettiler. O nakilde Metris’te sık sık açlık grevleri oluyordu çünkü yaman saldırıyorlardı. Yani orasının da çok şubeden farkı yoktu doğrusunu isterseniz. O Selimiye’dekine benzer şeyleri sürdürmeye orada çalıştılar. Bunu şimdi Ankara’da Mamak’ta başarmışlar. Cezaevi aşağı yukarı teslim alınmış durumdaydı her dediklerini yaptırıyorlar, ama bu İstanbul cezaevlerinde, Metris’te çok uğraştılar olmadı. Hep karşı kondu. Yoksa işte orada da sayım alırken komutanım diyeceksin, sağa bakacaksın, bir iki filan neyse böyle koğuştakiler hepsini sayacak. Gelen askerlere komutanım diyeceksin bilmem ne, böyle birtakım dayatmaları vardı. Hiçbirini kabul etmiyordum. Orada, işte mesela bir sayımda geldiler bir gün ve bir hafta süren bir sabah başlıyordu sayım akşam bitiyordu tek tek koğuşlarda. Seksen tane koğuş vardı yanılmıyorsam. Koğuş dediysem küçültülmüş koğuşlar böyle on altı yirmi kişi arası kalınıyordu. İşte her koğuştan bir kişiyi en azından dışarı çekiyorlardı, ona bir iyice girişiyorlardı ama koğuşa da saldırıyorlardı. Diz çöktürmeye çalışıyor yani böyle bir şey. Burada başlayan, yani buna karşı başlayan bir açlık greviyle buna benzer şeyler püskürtüldü ve yani burada uygulanamadı o istedikleri şeyler. Ama epey bir zor uygulaması oldu. Yani bunların hepsi işkencedir. Öyle bir ufak tefek bir şey değildi. Yani ufak, yani münakaşa, kavga falan böyle bir şey değildi. Bir dönem elimizde hiçbir şey kalmadı. Yani suyu bile kesiyorlardı. Kaloriferler yanmazdı, işte açlık grevleri yaptığımızdan sonra başladığımızda yemeğe, yemeklere tükürerek içine kum atarak taş atarak filan böyle, çakıl taşları gibi şeyler, öyle verirlerdi. Ama böyle üstünde balgam olurdu bize karavanayı öyle getirirlerdi, öyle verirlerdi. Mecburen orasını alır atardık geri kalanını yerdik çünkü çaren yok. Bunları saymazsanız bu robotlaştırmaya ayak uydurmanızı sağlamak için epey bir zorladılar. Burada tabii bir karşı koyma oldu ama epey dökülme de oldu. Bu arada böyle bir adı bağımsız koğuşlar olan artık saldırıya muhatap olmadıkları ama işte İstiklal Marşı okudukları bilmem işte komutanım bilmem ne dedikleri böyle birtakım koğuşlar da oluşmaya başladı. Sonra bütününü teslim almak için bir seçme yaptılar. İşte her koğuştan gözlerine kestirdiklerini bunlar bunların ileri gelenleri, bunları alırsak işte örgütlenmeleri dağılır, teslim olurlar diye. Sayısını tam hatırlamıyorum ama epey bir miktarını alıp Sağmalcılar Özel Tip’e götürdüler. Orada ya tek kişilik koğuşlar vardı ya üç kişilik kalınan yerler vardı. Daha böyle tecrit ederek gerek oraya götürdüklerini teslim almaya çalıştılar gerek hani öndersiz bıraktıklarını düşündükleri geri kalanları teslim almaya çalıştılar ama hiçbiri olamadı. Bir dönem de bir cezaevi elbisesi giydirme gibi bir zorlamayla, bir dayatmayla yüz yüze kaldık. Birçoğu yerde giyildi. Bunu giymeyi reddettik ve bu sefer mahkemeleri iptal ettiler. Mahkemeye çıkamaz hale geldik. İşte hiç değilse bir kişi çıktığında haber alalım falan gibi bir kişi gidiyordu sonra gelince reddediyordu, mahkemeye gidiyorduk falan bu çok uzadı böyle ve giderek şeyden çıktı, bunu kabul edersen başka şeyleri de kabul edeceksin gibi bir araç olmaktan çıktı. Bir miktar arkadaş giydi elbiseyi bir şey olmadı, yani böyle bir zorbalık unsuru hani robotlaştırıcı bir şey olmaktan çıkmıştı çünkü. Giderek de gerek dışarıda gerek içeride koşullar yavaş yavaş farklılaşmaya da başlıyordu ve herhalde 85’ti bu elbiseden vazgeçtiler. Bu arada bir de böyle şeyden belki söz edilebilir, cezaevinde bir ölüm orucu modası çıktı. Bu hep oruçlarla bir, saldırıları püskürtmeyi biz başarınca işte ölüm orucu yapmaya çok bence gerekli olmayan bir şeydi bu. Birkaç kişi de öldü yani az da değil yani. Herhalde yedi sekiz kişi öldü bu oruçlarda. Birkaç defa tekrarladı çünkü. Bunlara biz katılmadık, bu ölüm oruçlarına. Buradan tartışmalar çıktı işte öyledir böyledir falan diye ama çok mantıklı şeyler değildi bunlar. Cezaevinde örgütlülüğü korumaya yönelik de bir şeydi aynı zamanda buradan gelişmedi iş. Sonuçta daha nispeten cezaevlerinde de o eski sertlik yumuşamaya bıraktı yerini yavaş yavaş. En sonunda mesela çeşitli davaları isteyenleri bir araya topladılar önce herkesi dağınık dağınık tutuyorlardı ve sık sık koğuşlarını da değiştiriyorlardı ki örgütlenmesin bu koğuşlar diye. Hep yer değişikliği oluyordu yani bir yerde iki ay kalıyordun hop alıyorlardı başka bir yere götürüyorlardı. En son, yani örneğin biz, bizim davadan kalanlar hepimiz aynı koğuşta toplanmıştık. İşte sonra da 87 sonbaharıydı tahliye şeyimiz geldi.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment1718
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Hangi davadan yargılandınız, ne kadar, hangi maddeden ceza aldınız?
MUSTAFA YALÇINER: TDKP davasından yargılandık. Şey biraz karışık geçti, önce bir 146’dan açtılar yine sonra baktılar olmuyor çünkü ona sokmaları çok mümkün değildi. 168’e çevirdiler. O biraz hayırlı oldu çünkü 168’den cezalandırdıklarında örneğin sizin üstünüzde silah çıktıysa ayrıca ceza alınmıyordu zaten 168 silahlı bir madde. Şimdi buradan birtakım bizim kazanım şartlarımız oldu sonuçta elde ettiğimiz. En son Yargıtay bizim 141’den ceza almamızı uygun buldu. E komünist listesinden artık. Komünizm propagandası yapmak, örgütü kurmak filan. Normal olsaydı daha silahlar falan gibi başka şeylerden ek cezalar alacaktık ama sonuçta bu 168’den 141’e dönüşmesinden biz on buçuk sene cezayla, TDKP yöneticileri olarak kurtarma, yani bir kurtulma, daha doğrusu, şansına sahip olduk. Tabii çok enteresan bir durumdur. İşte örgütün yöneticileri bizler on beş sene aldık ama, yok on buçuk pardon, ama örgütte bir sürü müebbet alan işte çok daha fazla ceza alan başka arkadaşlar da vardı. Böyle garip hukuk, demin dedim ya artık, nasıl istiyorlarsa öyle uyguluyorlar.
EYLEM DELİKANLI: Özellikle genel yayın yönetmenlerinizin bir kısmı çok uzun seneler aldı.
MUSTAFA YALÇINER: Evet, şimdi o başlı başına bir salaklıktır yani affedersiniz. Her yazı için ayrıca ceza üretiyorlar yani şimdi yani bir defa verdin tamam zaten komünizm propagandası yapıyor yapsın artık. Hani bir defa almış cezayı, yok her yazıdan, her sayıdan ayrıca ceza veriyorlardı. Veli Yılmaz, bizim yasal gazetenin yazı işleri müdürüydü, o bin küsur sene, şimdi tam unuttum da yani ama yani olabilecek bir şey değil. Ama sonra bir af gelince, iki senelik bir af gelse hepsinden çıkma durumuna ulaşıyordu, öyle oluyordu. Mustafa’nınki [Yıldırımtürk] de öyleydi. Ama o zaman bir af gelmemişti. Daha o açma durumunda oldu. Ama söylediğim şey garabettir. Şimdi örgütün sevk idare edicileri çok az bir ceza alıyor, hapis cezası ama aynı örgütten işte müebbet alan var.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment1877
Segment Synopsis: MUSTAFA YALÇINER: Üç arkadaş bırakıldık biz. Yani çok anlaşılır gibi değildi devletimiz gerçekten. Birini doğrudan askere götürdüler. İkinci arkadaş, yine askere götüreceklerdi ama ona bir hafta izin verdiler. O yine koydularsa bulsunlar, bir daha bulamadılar. Bana da hadi sen güle güle dediler bıraktılar. Benim askerlik filan şeyim yoktu. Yani olmaz mı vardı tabii, ben de aranıyordum asker kaçağı diye ama yani ben önceden elimdeki kimlik Mustafa Yalçıner’di. Sonra o kayboldu bu şeylerde, şubelerde işte gir, çık şeyinde filan. Çıktığımda kimlik aldığımda bu sefer bir de Mehmet eklendi, Mehmet Mustafa oldum. Herhalde bu şeydeki farklılıktan benim karışık bu, ya da o dönemdeki bir karışıklık vardı ben askerlik meselem bilmiyorlardı. Yani askerlik sorunum yok görünüyordu. Bıraktılar beni. Enteresan bir şey oldu. Onun için hatırlıyorum yani üç kişiden üçü de farklı farklı muamelede bulundular. Oradan işte çıktım geldim ben.
EYLEM DELİKANLI: Peki bu süreçte aileniz sizi takip etti mi bütün bu cezaevleri süreçlerinde?
MUSTAFA YALÇINER: Evet. Yani görüşlere gelir giderlerdi. Şeyde, Mamak’ta kalırken de en başta, sonra Niğde’ye gittiğimde de Niğde, İzmir’de kalırdı ailem ve uzak olmasına karşılık çok sık aralıklarla olmasa da gelir, giderlerdi. Sonra İstanbul’da yine gelip gittiler. Daha çok annem gelirdi, çünkü ablamın bir hastalığı vardı kalpten, o İstanbul’a çok fazla gelip gidemez oldu. Oranın koşulları da bu şeye göre, içeride zor olduğu kadar dışarıda ziyaretçiler bakımından da zordu, onlara da çok cefa çektirmişler, sonradan öğrendiğim. Çünkü o içerdeyken anlatmıyorlardı. Gelme diyeceğiz yoksa. Yani az çektirmemişler onlara da. Zaten şimdi bu devrimciler bakımından yani kendileri çok şey çekiyorlar kuşkusuz, çok da kolay değil yaşamları. Şimdi ben yaşayıp geldim içinden biliyorum, öyle bana mısın demiyorsunuz ama epey çektiriyorlar. Ama bundan bence daha önemlisi yani çok da bir suçu günahı olmayan tırnak içine alıp söylersek, ailemize de çektiriyorlar, şimdi onların ne alakası var yani? Şimdi yaşlı kadıncağız geliyordu yok oradan bilmem hazır olda dur yok şeye şöyle gir filan diye cezaevi giriş kuyruğunda onlara etmediklerini bırakmıyorlarmış orada. Yani tabii gelecek, yani yapacak bir şey yok, devrim yapacaksınız kurtulmak için.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment2076
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: İzmir’e geri döndünüz mü çıktıktan sonra?
MUSTAFA YALÇINER: Yani gidip geldim ama İzmir’de kalmak üzere gitmedim. Nispeten büyükçe fabrika gibi bir sürü küçük fabrikaların toplandığı yerler. Yani çalışma koşulları, devrimci çalışma koşullarında ister istemez farklılıklar oluyor. Ama yani çok niteliksel değişimlerle karşılaşmıyorsunuz. Bu kolaylaştırıyor ayak uydurmanızı. Şimdi bu 12 Eylül’ü, şeyi tam bizim çıkmamıza yakın zamanlarda, hatta bizimkinden biraz önce başladı, 12 Eylül’ün en azından çeperinde birtakım gedikler açıldı. Mesela bir 87’de unutmuyorum Netaş Grevi oldu, sonra arkasından şu bahar eylemleri geldi. Sonra Zonguldak yürüyüşü, bunlar götürdü 12 Eylül’ü, yani öyle başkalarının dediği gibi değiştirelim dediler öyle olmadı yani. Artık eskisi gibi öyle zorbalıkla sürdüremedikleri koşullara geldiler yoksa Kenan Bey, hani ben eyvallah gidiyorum demeyecekti. Yapamaz hale geldi onları. Ya da tekrar yüklenmeleri gerekiyordu ama o birliklerini kaybettiler. İşte Özal çıktı, orada ayrılık vardı, diğer başka gelişmeler oldu, şu sosyal demokrat cenahta filan.
EYLEM DELİKANLI: Kürt hareketi keza
MUSTAFA YALÇINER: Evet, o, ama Kürt hareketi bizim gericiliği birleştiren bir faktör olarak rol oynadı. Yani ona karşı herkes birleşiyordu. Yani şimdi bile işte sözde bakıyorsunuz CHP nispeten farklı davranıyor, ya o da işte yine terörizmi önleyeceğim bilmem ne yapacağım diye küfrederek çıkıyor. İşte ne bileyim gayet rahat Zafer Partisi’yle yan yana geliyor. Ama yani onun da elinden kan damlıyor. Şimdi MHP’den ne farkı var, onunla karşı karşıya. Neyse buradan uzatmayalım çok. Tamam birtakım değişiklikler ve onlara ayak uydurması bu önemli bir şey. Zorlaşan çalışma koşulları ayak uydurması önemli bir şey. Bir yandan işte işçi sınıfının hareketlenmesi, şu bahar eylemleri diye söz ettiğim Zonguldak yürüyüşü mesela Özal’ı götüren odur. Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı diye. Şimdi bunlar sizin çalışmanızı kolaylaştırıyor. Ama öte yandan sizin örgütlenmenizi, eskilerden onlar da ders çıkartıyorlar. Devleti kastediyorum, diktatörlüğü. Onlar da çok kuşatmış oluyorlar, bütün, mesela eskiden bildiri dağıtmak yani altı aylık bile bir suç değildi. Ama şimdi bildiri dağıtanlara on sene ceza veriyorlar. Bunlar baya zorlaştırıcı şeyler. İşte hepimiz bildiri dağıtarak başladık devrimci olmaya. Yani hemen siz devrimci oldum diye silahı almıyorsunuz elinize. Şimdi bu ilerleme süreçlerini çok zorlaştırıyorlar. Buradan bir, işte ne bileyim şimdi bir söz etti diye TELE1’in genel yayın yönetmeni [Merdan] Yanardağ’ı alıyorlar içeriye. Bunlar tabii işi zorlaştırıyor ama aynı zamanda eğer siz kafaya koymuşsanız, özellikle işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları eskiye göre çok zorlaşıyor. Yani çok buradan ayrıntıya girmek gerekmiyor ama şimdi gerçek ücretlere baksanız anlaşılacak bir şey. Müthiş bir düşme var. Yani sadece son birkaç sene içine bakarsanız milli gelirden aldıkları pay 30’dan 25’e düşmüş durumda. Yani herkes açlıktan neredeyse kırılacak. Açlıkla yüzleşmeyle karşı karşıya kaldı emeğiyle geçinenler Türkiye’de. Bunlar da sizin örgütlenmenizi ve çalışmanızı çok kolaylaştıran ve sizi çağıran şeyler. Neyse bundan yani şimdi çok bugüne gireceğiz, o gerekmiyor herhalde. Ama işte duruma ayak uydurmaya çalışarak başlıyoruz. Şimdi burada dediğiniz Sovyetler Birliği’nin çöküşü dikkate alınması gereken önemli bir şeydi Türkiye açısından da bütün dünyada olduğu gibi. Şimdi biz 70’lerin içinde Sovyetler Birliği’ni gericilikle suçlayıp değerlendirmiş bir şey olarak kolay karşıladık yani bizde bir işte moral bakımından şu bu olumsuz etkide bulunmadı. Biz zaten emperyalist gördük yani Sovyetler Birliği’ni ve buradan revizyonizme karşı örgütlenmiştik başlıca. Yani Amerika’yla Rusya’yı ayırt etmez durumdaydık ama onun görüşlerine karşı da zırhlanmıştık çünkü asıl TDKP’nin inşa oluşu modern revizyonizme karşı mücadele içinde de doğdu. Dönüşleri başlayacak. Karşı devrim, yani devrimle alakası olmayan karşı cenahtan bir güç olarak değerlendirdik. Ona uygun mücadele ettik mesela TKP’yle baya bir sıkıntılı, bugünkü TKP değil, eski TKP’yi kastediyorum. Epey bir sıkıntılı şeyler oldu. İnsanlar öldü bu çatışmalarda. Onlar sırtını baya büyük bir güce dayadıkları için güçlüyüz sanıyorlardı ama sonra kendilerini fes etmek durumunda kaldılar. Öyle bir yere, güce dayayarak ayakta kalamazsınız, yani o dersi çıkarabiliriz buradan. Ama sonra işte Sovyetler Birliği’ni daha ılımlı değerlendiren arkadaşlarımız böyle kolay partileşme şeylerine gittiler burada. İlk önce TKP’nin yöneticileri geldiler. Onların da içinde bulunduğu bir şeydi. Şimdi o eski revizyonizmle ilişkiler, ona ilişkin değerlendirmeler bu koşullarda da sürdü. Bizim açımızdan dediğim gibi daha kolay geçerken o dönem, başkaları baya çöküntüyle yani moral çöküntüyle de yüzleşerek ilerlemeye çalıştılar ve öyle bir zorluğu vardı ama bunun ötesinde Sovyetler Birliği ne olursa olsun, onun, dünya işçi sınıfı sadece Türkiye’de değil, bunun tarafından algılanışı işte hala devrimciyi bilmem sosyalizmi savunan filan bir şey olduğu için genel bir moral gerilemesine, bu örgütlerde bir sıkıntıya yol açtı. İşte önceden zaten olumsuz bir yola giren, örneğin Fransız Komünist Partisi şimdi yüzde ikilerde dolaşıyor bir dönem iktidar alternatifiydi. 2. Dünya Savaşı sonrası koalisyon kurdu [Charles] De Gaulle’le. Yani ciddi güce sahipti. Buralarda mesela epey bir sıkıntılar yaşandı. Ama bunlar bizi de etkiledi. Bizim koşullarımızı, çalışma koşullarımızı zorlaştıran şeylerdendir. Hani bugün dediniz ya devrim hayal filan gençler açısından, önemli bir etkeni budur. Yani ne oluyor işte, devrim oldu da ne oluyor bak işte yok şimdi yıkıldı. Yani bunun tabii teorik açıklaması vardır, bunları da yapıyoruz biz ama yani bir de işin pratiği var tabii. O, ne kadar okumuş yazmış insanlar da olsa ikna edici çok olmuyor pratik yaşanan karşısında ya da az oluyor. Bu dediğim gibi önemli bir zorluk. Üstelik bu dönem tabii 12 Eylül’ün hafiflemek olsa da zorbalığın az çok sürdüğü koşullarla da birleşiyordu ve bir 12 Eylül’de çöküntüye uğramış, üstelik bu baya ideolojik tahribatlara da yol açan bir şeydi. Bir sürü kelli felli devrimci devrimciliğinden vazgeçti. Yani öyle çok kolay bir şey değildi. Ama geri kalanlar da daha sağlamlaştırarak kendini aştılar. Bu sadece bizden ibaret değil. Öyle bir grupçu yaklaşımım yok. Ama işte o üstüne de Sovyetler Birliği’nin çöküşü gelince bu iki gericilik kaynağı genel bir olumsuz etki yarattı. En çok da moral açıdan yarattı. Şimdi bütün onlarla yüzleşme hala sürüyor. Ezilen ulusların hak eşitliğini savunmadan Marksistim diyemeyeceğimiz gibi yani devrimciyim de diyemezsiniz. Az çok bir küçük burjuva devrimcisi bile, bir demokratı bile ya ezilen ulusun haklarına sahip çıkması gerekir. Yani o zorbalık karşısında bigâne tarafsız kalamaz. Şimdi biz bir yandan bunu yapıyoruz. Biz uzun zamandır HDP ya da öncelleriyle hep bir ittifak ilişkisini sürdürmeye çalıştık. Ama bir de aynı zamanda işçi sınıfını örgütlemek gibi bir derdimiz var, bir de işçi çalışması yürütüyoruz ve o çalışma içinde Kürt hareketiyle olan ilişkimiz hep bizim ayağımızın prangası ya da önümüzdeki engel durumuna geldi. Örneğin sendikalardaki, tabanını kastediyorum fabrikalardaki çalışma bakımından. Hemen işte bunlar PKK’lı, PKK ile iş birliği yapıyorlar da demiyorlar, PKK’lı. Hani şu Kılıçdaroğlu’nun nasıl sahte bir şeyini çıkardılar, işte bir örnek, metal fırtına oldu Türkiye’de. Türk Metal’den kitlesel istifalar başladı. Bunun başı çekenlerin arasında, arasında da demeyeyim yani hemen hemen tümü ya MHP’li ya AKP’li işçiler ama yaşam zorlukları onları bu noktaya getirmiş. Hemen biz yanlarındayız. Ama sendika da diyor ki bunlar PKK’lı. Şimdi çok zor bu duvarı yıkmak. Epey yıktık ama gerçekten çok zor. Hala böyle guard’ları alınmış duruyorlar. Yani Kürt hareketiyle haklarını savunup yakın durmadan edemeyeceğiniz gibi bu yükleri kalmış yani bizim gelişmemizin ciddi engelidir bu. Mesela biz şöyle yapmadık şimdi son seçimde TİP ya ben işte ayrı gireyim ortada birtakım oylar var onları alayım dedi ama biz hiçbir zaman böyle yapmadık. Doğru da görmüyorum bunu. E böyle oylar var ama onlar milliyetçi oylar. Şimdi yani onlara sen derdini anlatacaksın ki, yani bugün alırsa yarın gider o oylar. Öyle üstüne hesap yapılacak oylar değil. Öyle hesaplar da doğru değil. Bunu yapıyorsanız, yani burada bir parlamentarist etki vardır mutlaka, eski TİP deneyiminden söylüyorum, bunu yapamazsınız yani, bunu bir ben Marksistim diyen, ben işçi sınıfı devrimcisiyim diyen bunu yapamaz. Ama yani sosyalistim ya da devrimciliği ille işçi sınıfı bağlantısı şart değil yani işte küçük burjuva devrimcisi de vardır, başka türden devrimciler de olur bunlar var yani, bunlar hep yaşamın zorlukları. Ama özetle Kürt sorunu bizim açımızdan hep böyle çift yanlı bir bıçak oldu. Hiç görmezden gelmedik. Bunu hiçbir yere sığdıramazsınız çünkü. Ama yükleri de çok ağır oldu bizim için ve yani gerçekten çok çok engelleyici.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment2749
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Şunu sormak istiyorum, siz uzunca bir yaşamı anlattınız şimdi bize bu kayıtta ve devletin tüm zorbalıklarını görmüş, yaşamış bir insanınız. Özellikle 12 Eylül sürecinde yaşadığınız işkenceleri de göz önünde bulundurarak bütün bu süreçten hesap sorulabilir mi? Bunun mekanizmaları ne olabilir?
MUSTAFA YALÇINER: Ya kuşkusuz sorulur. İşte sadece sorulur değil sorulacak, yani bu iki kere iki dört. Ama yani belki de bu-- işte Kenan Evren yok şimdi yani kişisel bir hesap olmayabilir bu hesap, hesap sorma. Ama mesela şimdi sizin yaptığınız da dahil bunlar hep bu hesabı güçlendirici, besleyici şeylerdir ama bu hesabı sormanın en temel yolu iktidar alt üst oluşudur, değişikliğidir. Asıl iktidarı alarak bu hesabı sorarsınız. O da sorulacak yani iki kere iki dört. Hani bunu ben olmayabilirim, başkası olmayabilir ama yani kim derse ki desin yani bu hayaldir devrim filan diyenler var, dediğiniz gibi. Ama bilmediklerinden diyorlar henüz. Onlar da yani koşullar öyle gelişiyor ki o bilmeyenler de öğrenecek ve üstelik belki, demin soruyordunuz Aydın’a [Çubukçu] umut nasıl diye, biz yeni bir devrimler dönemine girmekteyiz. Yani önümüz öyle bir dönem. Daha çok uzakta değil bu değişiklikler ve bu değişiklikler hep koşulları farklı olabiliyor işte örneğin bizim 68 döneminin bir mayalanması vardı bir yerden geliyordu. Ama onun da birikimi ya da mayalanması o 2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkanların kendilerini pekiştirme çabalarıydı, orada hep işçilerin üzerine gitmeleriydi ya da genel olarak halkın üzerine varmalarıydı. Halkın açısından koşullar daha elverişli olduğu bir dönemde patladı 68. Şimdi koşulların daha elverişsiz olduğu zamanda ama dolayısıyla çok daha sert bir patlama beklemeliyiz. Yani bir laf vardır huysuz atın çiftesi pek olur diye, bu bizim Türkiye halkı için de söylenebilir herhalde. Yani çok sert patlamalar mümkündür. Yani kötü olan şöyle bir şey var, ben sosyalizm açısından nesnel koşulların tarihte hiç olmadık ölçüde olgunlaştığını düşünüyorum. Bir düşünce de değil bunu saptayabiliriz gayet rahat. Çok olgunlaşmıştı bunlar. Hiçbir zaman bu kadar çok sayıda dolar milyarderi varken bu kadar aç kalan insan karşı karşıya gelmedi, birlikte yaşamadılar. Ya bu devrimi çağıran etkendir. Böyle bir uçurum devrimi kaçınılmaz kılar yani. Üstelik siyasal koşullar da işte İngiltere, Amerika giderek gericilik artıyor. Yani işçiler bakımından da giderek tahammül edilmez halde yaşam. Neyse buradan da çok şey yapmayayım ama çok uzun olmayan bir gelecek başka bir gelecek olacak. O dediğiniz gençler hani hayal diyorlar filan ya, onlar da bizim gibi yaşayacaklar, bunun hayal değil yaşamın dayattığı bir talep bir kaçınılmazlık olduğunu görerek ona uygun davranmak zorunda kalacaklar yani bunun başka yolu yok. Tarih böyle zorunluluklarla ilerliyor, yani tamam bir tesadüflerin çok fazla rolü var ama, ama yani bir takım kaçınılmaz olan zorunluluklar bu tayin edici olan da bunlar. Ve oraya gidiyoruz şimdi. Ve dediğim gibi bu çok derinleşmiş bir karanlık içinden geleceği için de çok sert olacak. Hesaplaşması da baya bir, epey bir Erbakan’ın dediği gibi kadayıfın altının da kızarmasını beklemeden olacak. Ama bu sizin yaptığınız türden hesaplaşma etkenleri bence kesinlikle değerli. Yani bunların birikimde katkısı olacağına inanıyorum.
https://file.bellekmuzesi.org/ohms-viewer/viewer.php?cachefile=mustafayalciner2.xml#segment2994
Segment Synopsis: EYLEM DELİKANLI: Biz aslında Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi’ni kurarken “Geçmiş Bugündür” diye bir sloganımız var. Onu sadece 12 Eylül’ün yarattığı yıkımın bugün de devam etmesi anlamında kullanmıyoruz aynı zamanda önceki mücadelelerin de yani iyi olanın da bizim için güzel olanın da bugün geçerli olabileceğini, olması gerektiğini söylüyoruz. Siz ve sizin kuşağınız Türkiye mücadele tarihine çok kıymetli bir miras bırakıyor, bıraktı. Ve bizim bunlardan öğrenmemiz gereken çok şey var. Bu tespitime katılır mısınız? Bu da son sorum olsun.
MUSTAFA YALÇINER: Katılıyorum tabii, yani şöyle diyeyim, yani bilinen bir tabirle, yani bizler emin olun kelaynaklar değiliz. Bu çok da uzun olmayan bir zamanda bunu yaşayarak göreceğiz. Yani bu bir kehanet falan değil. Yani bunu yaşayacağız gerçekten. Ya bir ara Engels söylemişti, yani o kadar bir taşlar işte ortalıkta böyle sürülecek, öyle devrilecek ki bu hanedanlar diye adamın söylediğinden çok kısa bir zaman sonra bunu yaşadık, gördük. Yani gerçekten bu karşıtlıklar iflah etmez, bu dünya böyle gitmez. Yani bunu bir inanç unsuru olarak söylemiyorum, herhalde tahmin ediyorsunuz. Marksizm bir din filan de değil çünkü. Bir nesnenin bilgisini yorumlama işidir yani oradan zorunlu olarak çıkacak sonuç bu. Yani, örneğin Türkiye şimdi bu Tayyip’e ne kadar daha tahammül eder? Bu böyle nereye kadar gider? Şimdi karşısında ciddi bir muhalefet henüz örgütlenemediği için kalıyor. Yani hile hurda filan ama yani muhalefetin yapamadıklarını da kullanarak kalıyor. Yani oradan çok şanslı. Ne yazık ki, biz gerçekten zayıfız ve o dediğim deminki çalışma koşullarımızın zorluğu ne yazık ki çok çok etkili oluyor. Ama tarihte bu tür şeyler yaşandı. İnanın bir dönem yani birkaç sene sonra iktidar olacak devrimle Bolşevikler bir avuçtular ve çok zordu koşulları. Belki bize de bir dünya savaşı gerekecek bakalım, göreceğiz. Ama dünya bir duvara gidiyor. Yani o Khrushchev’in [Nikita Sergeyevich] işte ya bundan sonra dünya savaşı filan olmaz tezleri, teorileri, bunların hiçbirisi doğru değil, öyle savaşa doğru gidiyoruz gerçekten.
EYLEM DELİKANLI: Teşekkür ederim Mustafa Bey.